YÜZYILLIK YALNIZLIK (1920-2020)
Bir önceki yazımda Iğdır’ın 1900-2000 yıllarını kapsayan yüzyıllık dönemde yaşadığı sosyal altüst oluşumu ele almış, bu kadar kısa bir sürede bunca değişime maruz kalan Iğdır’ın bu özelliğiyle Türkiye’de bir örneği daha olmayan bir vatan toprağı olduğunu ifade etmiştim. Göçler dalgası ve yaşanan acılar geride derin izler bırakarak Iğdır’ın ruhunu, tıpkı bir ilkbahar günü toprağını ekime hazırlayan bir çiftçinin karasabanı gibi altüst etmiş, gönüller hüzünlenmiş, acılar katlanmış, aileler parçalanmıştı. Iğdır bir göç noktası olmuş, aileler birkaç yıl Iğdır’da konakladıktan sonra Batı’ya, büyük şehirlere göç ederek yeni bir yaşamı orada başlatmışlardı. Geride kalanlar yürekleri buruk halde, çekilen acılardan yorgun düşmüş bedenleriyle yeni bir yaşam kurmak için sessizce ama onurlu bir şekilde yaşamlarını devam ettirmeye koyulmuşlardı.
Yeni dönemde, Azeri nüfus tarıma yönelirken aşiretler yarı-göçer yaşamlarına geri döndüler. Rus yönetimi zamanında Iğdır bölgesi aşiretlerinin gözde yayla yeri olan Alagöz (Elegez) dağları artık Sovyetler Birliği sınırları içinde kaldığından ve Ağrı Dağı ve civar köyleri de Ağrı Dağı İsyanları sonrası yasak bölge ilan edildiğinden Iğdır aşiretleri Zor, Gullık, Sinek, Güngörmez ve Ağrı il sınırında kalan Aladağlara gitmek zorunda kalırlar.
1934 yılında Iğdır için bir fırsat doğar. Margara/Malkara (Alican) sınır kapısı açılır. Sovyet Rusya ile ticaret başlar. Iğdır’dan canlı hayvan sevkiyatı yapılır, buna karşılık Sovyet Rusya’dan şeker, dokuma kumaş, makine ve ekipmanlar tedarik edilir. Doğu Anadolu’nun en zengin tüccarları (İsmail Şefkatli, Cevdet Ergin, Halef Boran, Reşit Keki) Iğdır’ı merkez seçer, gidiş gelişleri yoğunlaşır, kendilerine burada ortaklar bulup Iğdır’ı lojistik bir merkez olarak kullanmaya başlarlar. Doğu Anadolu’dan topladıkları on binlerce koyunu Iğdır’da besiye aldıktan sonra uygun zamanda Sovyet Rusya’ya aktarırlar. Tüccarlar büyük paralar kazanırlar ama bu zenginlik Iğdır’da kalmaz, Batı’ya özellikle İstanbul’a gider. Bu Iğdır’ın yaşadığı ilk sermaye kaybıdır.
Azeri nüfus pamuk ekimine ağırlık verir. Nağı Odoğlu, Resul Taner gibi vizyoner girişimciler bir yandan konserve üretimi yaparken bir yandan da çırçır fabrikasının kurulmasına ön ayak olurlar. Iğdır’da bir canlanma ve sermaye birikimi olur. Hacı Nağdeli ve Hacı Gulem Parlar kardeşler toptancılık işine girerek İstanbullu tüccarlarla yakın ilişki içinde ta İstanbul’dan mal getirmenin yolunu ve imkânını bulurlar. Doğu Anadolu’yu kapsayacak şekilde bir dağıtım ağı oluşturup, hızlı bir sermaye birikimini Iğdır’a kazandırırlar.
Margara köprüsü 1939 yılında kapanınca Iğdır bir durgunluk dönemine girer. İkinci Dünya Savaşı yılları, dünyayı titretirken Iğdır bu sıkıntılı dönemi göreceli olarak rahat bir şekilde geçirir. 1945-47 yılları arasında Sovyetler Birliğinin Iğdır’ı işgal edeceği korkusu gündeme oturunca, bu durum zenginlerde paniğe neden olur, sermayelerini İstanbul’a kaçırırlar. Bu şekilde Iğdır ikinci büyük sermaye kaybı yaşar.
Iğdır bir anlamda paranın kazanıldığı ama orada tutulmadığı bir yaşam anlayışına ev sahipliği yapar. Sermayenin Iğdır’da yatırıma dönüştürülmesi anlamında devletin desteği ve teşviki de olmaz. Iğdırlı girişimciler kendi güç ve imkânlarıyla Iğdır’da yatırımlarına devam ederler. Iğdır, pamuk yetiştirir ancak onu işleyecek bir dokuma fabrikasını devlet kurmaz veya ön ayak olmaz. Doğu Anadolu’nun ilk sinemalarından biri 1948 yılında Iğdır’da açılır. 1950’li yılların başında yerel gazeteler günlük yaşamın bir parçası olur. Kültürel canlılık hız kazanır. Ancak bu kültürel uyanış yeni bir boyut kazanamaz. Siyasi çekişmeler ve etnik kutuplaşmalar içinde önemini kaybeder, kendi içinde boğulur.
Devlet desteği alamayan pamukçuluk geriler, şeker pancarı ekimi özendirilir. Iğdır’da yetiştirilen pancarla farklı illerde üç şeker fabrikası kurulur ama Iğdır’a bir fabrika kurulmaz. Iğdır çeltik (pirinç) yetiştirir ancak onu işleyecek bir fabrikası yoktur. Iğdır, kaysı ve elma yetiştirir ancak bu ürünlerin Türkiye piyasasına girmesi teşvik edilmez. Küçükbaş hayvan yetiştiriciliği bakımından Iğdır komşu illerden hayli ileridedir ama bir et kombinası yoktur. Iğdır küçük işletmelerle yetinmek zorunda kalır.
1970’li yıllara gelinceye kadar Iğdır, pamuğun çırçır fabrikalarında işlenip (elyafın çekirdeğinden ayrılması ve paketlenmesi), Batı’daki dokuma fabrikalarına sevk edildiği bir üretim merkezinden öteye geçemez. Aynı durum şeker pancarı için de geçerlidir. Her şeye rağmen Iğdır’da hatırı sayılır bir sermaye birikimi olur. Iğdır tam da fabrikalaşma ve şehirleşme sürecini başlatmak üzereyken bu kez de sağ-sol çatışması Iğdır’ı bir bıçak gibi kalbinden vurur. Özellikle Azeri zengin aileler Iğdır’ı terk edip metropollere yerleşirler. Bu Iğdır’ın üçüncü sermaye kaybıdır. Biriken sermayesini kendi toprağında bir güce dönüştüremeyen Iğdır bu talihsizliği aşmak için devlet desteği veya yönlendirmesi de göremez.
Ne gariptir ki, dünyanın herhangi bir ülkesinde üç ülkeye komşu bir il, el üstünde tutulur, bu ilin adı ve önemi ders kitaplarında, günlük konuşmalarda, gazete haberlerinde başköşeye oturtulur. Ancak Iğdır bu saygıdan hep mahrum kaldı. Öz sermayesini toprağında tutamayan ve lojistik öneminin bilincinde olamayan bir Iğdır düşe kalka bugünlere geldi.
Türkiye’nin en doğusu, Iğdır’ın Aralık ilçesindeki Dilucu Sınır Kapısı’na yakın bir noktadan geçer. Yani Iğdır, Türkiye’nin en doğusudur. Ancak günlük konuşmalarda özellikle siyaset jargonunda şu türden ifadeler hep kullanıldı veya kullanılmaya devam ediliyor:
“Edirne’den Hakkâri’ye vatan toprağı”
“Edirne’den Kars’a vatan toprağı”
“Edirne’den Ardahan’a vatan toprağı”
Ancak kimse, “Edirne’den Iğdır’a vatan toprağı,” demiyor. “O bizden değildir,” gibisinden Iğdır’ın varlığı görmezlikten geliniyor.
Bunun bir nedeni var:
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı toprakları üzerine kurulduğunda, daha önce Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olmayan üç il (Kars, Ardahan ve Iğdır) yeni kurulan Cumhuriyet’in sınırlarına dâhil olur. 1877-1920 yılları arasında Çarlık Rusya’sı yönetiminde olan Kars ve Ardahan illeri 1877’den önce Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olduğundan yeni kurulan Cumhuriyet’e hızla uyum gösterir. Cumhuriyet de onları tekrar vatan toprağında görmenin gurur ve mutluluğunu yaşar.
Ancak Iğdır (Sürmeli Sancağı) 1828’den 1917 yılına kadar Çarlık Rusya’sı, 1828’den önce İran Hanlıklarının yönetiminde kaldığı için yüzyıllardır (1735’den beri) Osmanlı’yı veya Anadolu Türk’ünü bilmez ve tanımaz. Yeni kurulan Cumhuriyet’e zorlukla alışmaya çalışır, yeni Cumhuriyet de Iğdır’a üvey evlat muamelesi gösterir. Iğdır’ın hiçbir başarısı ön plana çıkarılmaz ve hiçbir gelişimi desteklenmez. Biriken sermaye elinden akıp gider.
Iğdır, yıllardır Ağrı Dağı’nın gölgesinde yetim bir hayat sürüyor. 1920-2020 yılları arasında geçen zamanı “Yüzyıllık Yalnızlık” olarak değerlendirirsek hiç de abartmamış oluruz. Kimse bunun nedenini ne anladı ne de ifade edebildi. Bugün bile Iğdır’ımız silik ve önemsiz bir kimlikle yaşamaya devam ediyor.
Bir sonraki yazımda Iğdır’ın içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulup kendisini Türkiye ve Kafkasya’nın gözde bir il merkezine dönüştürecek dinamikleri birlikte ele alacağız.
Not: Bir önceki yazımda elimde olmadan veya dalgınlıkla bazı imla hataları olmuştur. “Yüzyıl” kelimesi ayrık yazılmıştır. Yine “Altüst” oluş kelimesi de arada bir tire ile verilmiştir. Bu uyarılarından dolayı Akay Aktaş Hocama teşekkür ederim.