Değerli okuyucular!
Bugünkü dünya koşullarında Ulus-Devlet gerçeği ve yapılanması anlaşılmadan ne Türkiye’nin ne de diğer ülkelerin iç ve dış siyasetini anlamamız mümkün değildir. “Ulus-Devlet” kelimesi televizyon tartışmalarında sık sık gündeme gelir ve dünyadaki siyasi olayları yorumlamak için ifade edilir. Ancak Ulus-Devlet kavramı nedir, nasıl ortaya çıktı konusu hiçbir zaman tartışılmadığı için izleyiciler sadece duyduklarıyla yetinirler. Hatta tartışmalara katılan uzmanların da Ulus-Devlet’in tarihsel evrimini ve anlamını bilmeden bu kavramı kullandıklarını düşünüyorum.
KARL MARKS VE SINIF SAVAŞI TEZİ
Aslında ulus-devlet gerçeğiyle insanlık Karl Marks doğmadan çok önce,Fransız Devrimiyle (1789)tanışmıştı. Karl Marks ve Friedrich Engels’in 1848 yılında birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto kitabıyla insanlık(daha önce burjuva kalemler tarafından kısmen kaleme alınmış olsa bile) yeni bir kavramla tanışıyordu: Sınıflar savaşı.
Komünist Manifesto kitabında Marks tarihsel materyalizm (yani toplumların gelişimini) şöyle açıklar:
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.”
Marks’a veya Marksist görüşe göre insanlık aşağıdaki toplumsal safhalardan geçmiştir:
-İlkel komünal toplum
-Köleci toplum
-Feodal toplum
-Kapitalist toplum
Daha sonraki aşamaları da Sosyalist ve Komünist Toplum olarak öngörmüştür.
Marks’a göre tarihin motoru sınıf savaşlarıdır. Ben de gençlik yıllarımdan itibaren uzun yıllar bu teze bağlı kaldım. Ancak zaman geçtikçe ve farklı toplumlarda yaşayınca bu tezin doğruluğundan şüphe duymaya başladım. Şu an ise toplumların “sınıf savaşı”yla değiştiğini ve ilerlediğini öne süren Marksist teze tamamen karşıyım. Aslında Marks başından itibaren kendisiyle çelişkidedir.
Mademki Komünal Toplumda sınıflar yoktu yani sınıf savaşı yoktu o halde hangi ekonomik dinamikler Köleci Toplumu ortaya çıkardı? Yine aynı şekilde “sınıflar savaşı”nın bastırıldığı veya yok edildiği Sosyalist Sistem niçin çöktü? Bu iki soru “Sınıflar Savaşı” tezini çürütmekte, insan toplumunun gelişimini açıklamak için daha kapsayıcı bir teze ihtiyaç duyduğumuzu göstermektedir.
TOPLUMLARDAKİ DEĞİŞİMİN DİNAMİĞİ “SINIFLAR SAVAŞI” DEĞİL “VERİMLİLİK” İLKESİDİR
İnsanoğlu, ilk ortaya çıkışından bugüne “Verimlilik” ilkesini içgüdüsel olarak benimsemiştir. Bu ilke insanoğlunun varoluş nedenidir. Diğer hiçbir canlı türünde “verimlilik” ilkesi içgüdüsel olarak yoktur.Bu konuya açıklama getirmek isterim.
Aslında VERİMLİLİK ilkesi doğada kendiliğinden vardır. Örneğin bir dağın tepesinden aşağı doğru bir taş yuvarladığımızda, taş yılanımsı “S” şeklinde veya “Z” harfine benzer zikzak bir şekilde aşağı inmez. Ciddi engel olmadığı sürece taş dosdoğru bir çizgiye yakın olacak şekilde yuvarlanır. Yine aynı dağın başından aşağıya doğru varsayalım hortumla su akıttığınızda, su, bir önceki örnekteki taş gibi dosdoğru bir çizgi izleyerek aşağıya doğru akmayacaktır. Onun en hızlı şekilde aşağı akmasına uygun olacak şekilde büyük taşların etrafından dolaşacak, eğimli yerleri tercih edecek, bu şekilde aşağı doğru yol alacaktır. Burada taş ve suyun izlediği yollar farklıdır. Bunun nedeni maddenin yapısı ve yer çekimine uygun tek bir yolun olmasıdır. Buna VERİMLİLİK ilkesi denir. Toplumların ilerlemesi için de her zaman en ideal bir yol vardır. İnsanoğlu içgüdüsel olarak bunu bilir ve o yönde yol alır.
İlkel Komünal toplumun başarısı, avcılık ve toplayıcılık yapmasını öğrenmeleriydi. Özel mülkiyet yoktu. Toplumda cinsel bir karışıklık hâkimdi. İnsanlar çiftleşir, ürer ve yeni bireyler dünyaya getirirlerdi. Ancak bireyin ebeveynlerinin kim olduğuönemli değildi. Bugünkü gibi “yakın akraba evliliği” yasağı yoktu. Annenin oğluyla, babanın kızıyla veya kardeşlerin birbiriyle seks yapma özgürlüğü vardı.
Sınıflar olmadığı için toplumsal huzursuzluk da yoktu. Avlanan ve toplanan ürünler eşit olarak paylaşılmakta idi. İnsanoğlu huzurlu bir hayat yaşarken niçin Köleci Topluma dönüştü? Marks bunu sınıf savaşlarıyla açıklayamıyor. Gerekçe olarak “Evlilik” kurumunun ortaya çıkışını gösteriyor. Yani köleci toplum bir anlamda “Evlilik” kurumuyla ortaya çıkıyor. Kısacası, evlilik kurumu “kölelik” kurumunun prototipi yani ilk örneğidir.
İnsanlık “Evlilik Kurumuyla”, özel mülkiyetin kurulacağını, insanlığın daha verimli olacağını öngörür. Bu öngörü doğrudur.Mademki evlilik kurumuyla kadın, erkeğin kölesi durumuna indirgenmektedir, bu anlayış çok geçmeden tüm topluma yayılır. Toplum, köle sahipleri ve köleler olarak ikiye ayrılır. Köleci toplum,Neolitik dönemde ortaya çıkar. İnsanlık,tarım yapmasını, hayvanları evcilleştirmesini, ev yapmasını, tanrıları icat etmesini, tapınakların yapılmasını ve tapınak etrafında küçük köylerin oluşturulmasını öğrenir. Kadınların köle olmasının bedeli olarak insanlık birçok alanda dev ilerleme sağlar:
Örneğin hala sırrını çözemediğimiz piramitlerin yapılması, yazının icadı, şehir devletlerinin ve imparatorlukların kurulması köleci toplum zamanında başarılmıştır. Yani köleci toplum VERİMLİLİK anlamında ilkel komünal toplumdan çok ileridedir.Tek farkla ki ilkel komünal toplumda kadın-erkek veya bireyler arasında eşitlik varken köleci toplumda bu durum kadınların ve büyük bir nüfusun aleyhine dönüşür. Kısacası insanlık,binlerce yıl süren toplumsal ilerlemesini bir anlamda kadınların evlilik kurumuyla kendilerine dayatılan “köle” olmaya rıza göstermesiyle başarmıştır (Lütfen kadınlara çok şey borçlu olduğumuzu unutmayalım!) Eşler arasındaki bu kölelik anlaşması hala gizli olarak devam etse de çağdaş toplumlar bunun artık bilincinde olduğundan bu ilişki kölelikten uzaklaşmış, sinerjiye ve dayanışmaya dönüşmüştür.
Şimdi geldik başka bir soruya: İnsanlık kölelikten feodal sisteme niçin dönüştü? Marks bunu sınıf savaşlarıyla açıklar. Bu doğru değildir. Köleci toplumda henüz endüstri yoktur. En önemli gelir kaynağı tarımdır. Sizlere iki sorum olacak? Birincisi, köle sahibine ait bir toprak parçası hayal ediniz ve sizin de köle olarak bu toprak parçasında üretim yaptığınızı varsayalım. İkinci sorum şöyle: Bir toprak parçası hayal ediniz. Üreteceğiniz ürünü olduğu gibi köle sahibine değil de kendiniz için alıkoyduğunuzu farz ediniz. Hangi durumda bu toprak parçasından VERİMLİLİK anlamında daha iyi bir sonuç alırsınız? Hiç şüphesiz köle sahibinin kırbacını yemeden kendiniz için üretim yaptığınızda daha iyi sonuç alacaksınız. Köleci toplumda nüfus çoğalınca tarımda verimliliğin artırılması bir zorunluluk olmuştur. Feodal sistem bu geçişin adıdır. Kral ülke topraklarını dük ve baronlar (veya beyler vb ) arasında paylaştırır. Tek koşul koyar: Gelirin %5’i Kral’a verilecektir. Dük ve Baronlar da topraklarını köylüler arasında dağıtır, istediklerini ekmelerine izin verirler. Kimseyi ne hırpalar ne de kamçılarlar. Tek şart koşarlar: Köylülerin elde ettiklerin ürünün %5’i Dük veya Baron’a verilecektir. Feodal topluma geçişle tarımda olağanüstü bir artış sağlanmış, artan nüfusun açlıktan ölmesi engellenmiştir. Yani Feodal sistem verimlilik anlamında köleci toplumdan daha ileriydi.
Çok geçmeden BUHAR GÜCÜ ismini vereceğimiz bir mucize ortaya çıktı. Buhar gücü sayesinde insan gücüne gerek kalmadan tekerler hızlı dönüyor ve karmaşık sistemlerin planlanması mümkün oluyordu. Fabrika kavramı doğdu. Feodal dönemde binlerce köylü tarafından el emeğiyle dokunan elbiseler şimdi fabrikalarda kısa sürede üretilebiliyordu. Ayrıca buhar gücüyle çalışan trenin icadıyla uzak mesafelere ürünler, deve ve gemilerden daha hızlı iletiliyordu. Tarımda çalışan köylüler daha çok para kazanacaklarını düşünerek fabrikalara akın ettiler.Bu düşüncelerinde haklıydılar. Böylece VERİMLİLİK nedeniyle kapitalist sisteme geçiş yapıldı. Fabrika sayısı çoğaldıkça yeni iş alanları açıldı, tarım ikinci plana düştü. Çok geçmeden Fransız Devrimiyle Ulus Devletler ortaya çıktı.
ULUS-DEVLETLERİN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENİ?
Marks, ulus-devlet yapılarının ortaya çıkmasını açıklamakta yetersiz kalır. Çünkü Marks dünya tarihine “sınıf” penceresinden bakmaktadır. Eğer sorun fabrika açmak ve zengin olmak ise bunu kapitalistler (zenginler) pekâlâ “imparatorluk” yapılarında da başarabilirlerdi. Nitekim kapitalist kuralları esas alarak (hisse senedi temelinde) kurulan ilk şirket The East IndiaCompany (Doğu Hindistan Şirketi) isimli İngiliz şirketidir. 1600 yılında İngiliz İmparatorluğu henüz feodal sistemle yönetilirken kurulan şirketin mal varlığı 1750 yılında bugünkü değeriyle 8.5 trilyon dolar kadardı. Yani bugün dünyanın en büyük beş şirketinin mal varlığından daha fazla bir zenginliğe sahipti.
1. Apple Amerika Teknoloji 1971 milyar dolar
2.SaudiAramco Suudi Arabistan Enerji 1956 milyar dolar
3. Amazon Amerika Teknoloji 1592 milyar dolar
4. Microsoft Amerika Teknoloji 1,546 milyar dolar
5. Alphabet Amerika Teknoloji 1116 milyar dolar
TOPLAM 8 TRİLYON DOLAR
Kısacası ulus-devletler kurulmadan da kapitalizm varlığını imparatorluklar (İngiliz, Osmanlı, Rus, Fransız, İspanya vb imparatorluklar) bünyesinde devam ettirebilirdi. O halde insanlık neden feodal sistemden kapitalist sisteme geçiş yaparken ulus-devletler ortaya çıktı? Bunun cevabı yine VERİMLİLİK ilkesinde saklıdır.
Ulus-Devletlerin kurulması kapitalist sisteme nasıl bir avantaj sağlıyordu? Bunu çok basit bir şekilde ve çocukluk hatıramı dâhil ederek tanımlamak isterim:
ALAATTİN’İN BAHÇESİ
Komşularımızdan biri de Azeri kökenli Kelba İbrahim Bayat idi. Oğlu Alaattin yaşıtım olduğundan zamanımızın büyük bölümünü birlikte geçiriyorduk. Biz hayvancılıkla onlar da tarım, meyvecilik ve bağcılıkla uğraşıyorduk. Alaattin’in yanında bahçeleri ve ekili alanları dolaşınca bir bahar günü ben de evimizin önündeki yaklaşık 40-50 metre karelik toprağı ekime hazırladım. Alaattin’den aldığım sebze tohumlarını gelişigüzel ektim. Yaza doğru ekinler baş verince ektiğim tarladaki domateslerin iri ve dolgun ama biber ve patlıcanlar küçük ve solgun olduğunu gördüm. Alaattin’i getirip sebebini sordum. İlk sorduğu soru:
“Sebzeleri karışık ekmişsin. Hepsine aynı miktarda mı su verdin?”
“Evet!”
Gülümsedi.
“Bazı sebzeler bol su ister bazıları daha az.”
Beni kendi tarlalarına götürdü. Genel bir soru sordu:
“Tarlamıza baktığın zaman dikkatini bir şey çekiyor mu?”
İlk anda cevap verecek durumda değildim. Alaattin devam etti:
“Bak domatesleri buraya, biberleri buraya, patlıcanları buraya vb ektim. Her sebze bölümü aynı miktarda su almasınlar diye aralarını toprak duvarla ayırdım. Sulamadan önce her bölümün su ihtiyacını tespit ediyorum. Bazı bölümlere az bazılarına çok su veriyorum. Bu şekilde en iyi verimi elde ediyoruz.”
Bu örnekten hareketle meramımı daha iyi anlatabileceğim. Ben bütün sebzeleri karışık ektiğim için aslında dillerin-dinlerin-etnik kökenlerin önemsiz olduğu bir İMPARATORULUK yapısı kurmuştum. VERİMLİLİK ilkesine göre bu sebzeleri Alaattin’in yaptığı gibi ayrı ayrı bölümlere ekmem gerekiyordu. Aynı sebzeleri yani aynı dil-din-etnik kökeni bir araya toplama çabası bir anlamda ULUS-DEVLET kurma anlamına gelir. Bu yüzden imparatorluklar hızla parçalandı, dil-din-etnik köken esasında devletler kuruldu.
Ulus-Devlet süreci Fransız devrimiyle başladı, 20nci yüzyılın başlarında ivmesini kaybetti ama Kürtler gibi ulus devletini kuramayan halklar mücadelelerine devam ettiler. Zamanın Ruhu denilen bir kavram vardır. Başarılı olmak için zamanlamasını doğru yapmak anlamında kullanılır. Kürtler 1900-1930 arasında çok mücadele etmelerine rağmen ulus devletlerini kuramadılar. Bunun nedeni daha önce değindiğim gibi Kürtler arasında var olan dil-din (mezhep) farkıydı. Kısacası 1900’lü yılların başında Osmanlı İmparatorluğu içinde (Türkiye-Suriye-Irak) yaşayan Kürtler, farklı gruplardan oluşuyordu. Eğer bütün Kürtler örneğin Zazaca konuşuyor ve Sünni olsaydı veya Kurmançça konuşuyor Alevi olsaydı o zaman Bağımsız Kürdistan 1900’lü yılların başında kurulmuş olurdu.
Bugün Kürtler (Kurmançlar, Zazalar, Soranlar vb) farklı ulus devletlerin (Suriye, Türkiye, Irak ve İran) bünyesinde yer almaktadırlar. Nasıl ki atomu parçaladığımız zaman büyük bir enerji ortaya çıkıyorsa ulus-devletleri parçaladığımız zamanda iç savaş kaçınılmaz olmaktadır. Kürtler hem kendilerinin hem de içinde bulundukları ulus-devletin daha verimli olmasını istiyorlarsa, ulus-devleti parçalamak yerine var olan yapı içinde ve anayasa çerçevesinde haklarını aramayı tercih etmelidirler. Bir örnek vermek istiyorum: Yugoslavya 1946 kurulmuş Federal bir cumhuriyet olmasına rağmen 1980’lı yıllarda başlayan ve yıllar süren iç savaş sonunda yüz binlerce insan ölmüş, milyonlarca insan yer değiştirmiştir. Gördüğünüz gibi Federal Cumhuriyet yapısından ulus-devlet yapısına geçişte bile yüz binlerce insan ölüyorsa Türkiye’de federal yapı olmadığı halde silah zoruyla Kürdistan Federal Cumhuriyeti veya Cumhuriyetlerini kurmanın bedeli Türkler ve Kürtler için ağır olacak demektir.
Türkiye Cumhuriyeti isimli ulus-devlet kurulduğu zaman Mustafa Kemal büyük bir ikilem içinde kalmıştır. Daha önce söylediğim gibi ulus-devletin başarılı olması için tek dil tek din tek etnik köken mecburi bir yönelimdir. Mustafa Kemal, Kürtlere ve Zazalara dil anlamında otonomi tanımış olsaydı, tüm ülkede Türkçe konuşulmayacağını bunun da ulus-devlet için bir engel olacağını doğru olarak öngörmüştü. Şeyh Sait, Ağrı Dağı ve Dersim olaylarında yaşananlar isyan değil daha çok Mustafa Kemal’in TÜRKÇE’yi ana dilde zorunlu eğitim dili yaparak güçlü bir ulus-devlet yaratmak kaygısıyla planladığı askeri hareketler ve bu saldırılara karşı yerel halkta karşılığını bulan direniş hareketleridir. Sadece Türkiye mi yaşıyordu bu ikilemi? Elbette hayır!
Anayasaya göre Fransa’nın resmi dili Fransızcadır. Fransa’da halen de uzmanlarca bağımsız dil kabul edilen Katalanca, Baskça, Korsikaca, Brötonca gibi diller konuşulmasına rağmen, (ayrıca Oksitan, Kreol, Martinik gibi yeresel diller ve lehçeler de vardır) güçlü ulus-devlet yapısının oluşturulması için bu diller Fransız Devriminden sonra yasaklanmıştır. Dillerin yasaklanması, güçlü ulus-devlet kurmanın zorunlu koşuluydu. Fransa’da 1999 yılından itibaren bu dillere ana dilde eğitim hakkı tanınmıştır ama resmi dil statüsüne sahip değillerdir. Bu yüzden Kürt Milliyetçilerinin ulus-devlet yapısını anlamadan Mustafa Kemal’e saldırmalarını ve verdiği sözü tutmadığı için eleştirmelerini tarihsel gerçeklik içinde doğru bulmuyorum. Mustafa Kemal’in amacı güçlü bir ulus-devlet kurmaktı. Farklı diller ve etnik kökenler buna bir engeldi. İçinde özel bir Kürt düşmanlığı taşımıyordu. Kürtlerin yerine Araplar, Farslar, Özbekler veya Kırgızlar da olsaydı, Atatürk bu dilleri yasaklayıp Anadolu Türkçesini esas alacaktı.
Cumhurbaşkanımızın yaptığı gafı biliyoruz. Bakü’de askeri geçit törenini izlerken Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın Aras nehriyle ayrılmasını hüzünlü dizelerle ifade eden Aras şiirini okumasına İran’dan büyük bir tepki aldı. İran haklıydı. İran da bu durumda Kuzey Kürdistan (Türkiye) ve Güney Kürdistan’ın(Irak) ayrılmasıyla ilgili bir şiiri okur, Erdoğan’a cevap verebilirdi. Bunlar tehlikeli oyunlardır.
Bakü merkezli Azerbaycan devleti ta 1917 devriminden beri bir ulus-devlet olarak vardır ve 15 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden birisi olarak tanınmıştır. Eğer Bakü merkezli Azerbaycan devleti, Güney Azerbaycan’la birleşmek yönünde bir propaganda yaparsa bölge Rusya-İran-Türkiye ve Irak’ın karışacağıb ir savaş alanına döner. Unutmayalım Mesut Barzani Kuzey Irak’ta bağımsızlığını ilan ettiğinde, Türkiye askerlerini sınıra yığdı, Irak merkez hükümet sınır kontrolünü Kürdistan Federal Bölgesinden devraldı, Kürdistan bölgesinden her türlü sivil uçuşu yasakladı. İran da boş durmadı, Bağımsız Kürdistan’ın kurulmaması için her türlü desteği vermeye hazır olduğunu ilan etti. Gördüğünüz gibi ulus-devletlerin parçalanması bölgesel SAVAŞ anlamına geliyor. Türkiye’de Kürtler ZAMANIN RUHUNU kaçırmışlardır. Bağımsız Kürdistan hedefine ulaşmak için zaman kaybedeceğine içinde bulundukları ulus-devletten barışçıl yollarla nasıl en iyi nasıl yararlanacaklarını düşünmelidirler. Türkiye Kürdistan’ı için hedef ana-dilde eğitim (Kurmançça ve Zazaca) ve dini (özellikle Alevi-Êzidi) inançların önündeki engellerin kaldırılması, ekonomik gelişmenin hızlandırılması olmalıdır.
ULUS-DEVLETLERİN SONU
Nasıl imparatorluklar VERİMLİLİK ilkesine engel oluşturunca ortadan kalkıp yerlerini ulus-devletlere bıraktılarsa benzer bir durum artık bugünkü ulus-devletler için de geçerlidir. Özellikle ulus-devletlerin kendi varlıklarını devam ettirmek adına içine girdikleri atom bombası ve silahlanma yarışı insanlığın gelişiminin önünde bir engeldir. VERİMLİLİK ilkesi bu durumun aşılması ve insanlığın silahsız ve savaşsız bir dönemi başlatması gerektiğini emrediyor. Her ülke biraz güçlenince aklına ilk gelen şey, ulus-devletini korumak için silahlanmaya özellikle atom silahlarına yatırım yapmak yani bir anlamda insanlığın daha güzel bir yaşam standardının kavuşmasının önüne engel çıkarmaktır.
Japonya’ya atılan iki atom bombası, Ukrayna’da ve Japonya’da yaşanan Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallerindeki faciaların sonuçları gözler önündeyken insanlık henüz gereken dersi almışa benzemiyor. Bölgesel veya tüm dünyayı etkileyecek bir atom savaşı kaçınılmazdır. Ancak böylesine devasa bir felaketten sonra insanlık ulus-devlet ilkesini terk ederek yeni bir dönemi başlatabilir. Bu yeni dönemde tıpkı Avrupa Birliğinde olduğu gibi dil-din-etnik köken var olacak ama önemsizleşecek, dünya tek para birimiyle yönetilecek ve tüm yasaların üstünde tek bir Anayasa olacaktır. Zamanla insanlık kendi ana dillerini koruyup geliştirirken diğer yandan ortak bir dille anlaşabileceklerdir. Bu dönem savaşların sona erdiği, silahların ortadan kalktığı, uzay projelerinin hızlandığı bir dönem olacaktır. Çatışmalar bugünkü gibi insanlar ve ulus-devletler arasında değil, insanlıkla doğa arasında olacaktır (örneğin çöllerde, denizaltında, uzayda şehirler kurmak gibi)
Dilin, dinin ve etnik kökenin önemli olmadığı bu dönemi başlatacak bilgi toplumu ilkeleri doğmuş, hızla ilerleme kaydetmektedir.Ancak önemli olan devletler arasındaki husumeti yok edecek bir anlayışın dünya çapında kök salmasıdır. Nasıl Doğu Hindistan Şirketi kapitalizmi ilk işareti olmuşsa benzer şekilde Avrupa Birliği de böyle bir geleceğin ilk habercisidir. Avrupa Birliği ülkeleri arasında artık savaş öngörmek mümkün değildir. Ancak bu modelin dünya çapında kabul görmesi için kısa süreli ve ölümcül bir nükleer savaş kaçınılmaz görünmektedir. Böyle acımasız ve yok edici bir savaştan sonra insanlık artık ulus-devlet kavramıyla yollarını ayıracak, tek para biriminin geçerli olacağı ve bütün devletleri barış içinde kapsayacak yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkacaktır. VERİMLİLİK ilkesi bu aşamayı zorunlu kılmaktadır.
FIKRALAR… FIKRALAR… FIKRALAR…
(Değerli okuyucular! Hiçbir yerde yayınlanmamış Iğdır fıkra ve anekdotlarından bir demeti sizlere takdim ediyorum.)
HÜSNÜ BİNGÖL HAYAL DÜNYASINDA
Eskiden Iğdır’da kar uzun uzun, lapa halinde yağardı. Böyle günlerde Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl,çalışma odasının perdesini yarım açar, lüks lambasının parlak ışığında kendisini geçmiş günlerin acı ve tatlı günlerine kaptırırdı. Yüreğindeki duygular daha da depreşince doktorun yasak etmesine rağmen piposuna uzanır, dumanı tüttürerek dışarı bakardı. İşte yine böyle bir akşamüstüydü. Kapı hızlı hızlı çalındı. Kızı Şükran ürkerek odadan içeri girer:
“Baba kapıda bir asker amca var!”
Hüsnü Bingöl hülyaları ve hayalleri darmadağın olduğu için üzgündü ama kapıya gidip askerin nasıl bir mesaj getirdiğini de bilmek zorundaydı. Koltuğundan doğrulup kapıya yönelir. Asker sert bir selam verir:
“Komutanım biliyorsunuz sizi öldürmek için Ruslar iki ajan göndermişler. Pencerenizin perdesini açık görünce endişelendim. Kapatırsanız güvende olursunuz!”
Hüsnü Bingöl acı acı güler:
“Ben geçmişi hatırlayıp tatlı hayallere dalmıştım.Şimdi perdeyi kapatırsam o hayallerimden uzaklaşıp masa üzerindeki kağıt yığınlarına geri döneceğim. Artık yoruldum!Merak etmeyin casuslar beni öldürmeye vakit bulamadan pipo ve tütün beni yakında öldürecek. O yüzden rahat ol! Görevinin başına dön!” (Hüsnü Bingöl aşırı tütün kullanımının neden olduğu kalp kriziyle 6 Şubat 1955 tarihinde vefat etti.)
HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN ÇİZMESİ
Bir gün öğleden sonra Hüsnü Bingöl uzun zamandan beri giymediği bir çift çizmesini giyer her zaman ki gibi esnafın yoğun olduğu caddeyi arşınlayarak Belediye Bahçesine gider. Çizmelerin birisinde ayağını rahatsız edici bir sertlik vardır. Masada oturup nargile çekerken, yardımcısı Durak’ı yanına çağırır, sol çizmesini çıkarıp eline uzatır.
“Durak, bunu bizim ayakkabıcı Memerıza’ya (Mehmet Rıza)götür. İçinde sert bir cisim var, ayağımı vuruyor. Tamir etsin!”
Durak çok geçmeden gelir. Önce masanın üzerine bir kurşun parçasını koyar. Hüsnü Bingöl bundan bir şey anlamaz. Durak devam eder:
“Efendim, sol çizmenize kurşun isabet etmiş ama tam içeri girememiş. Memerıza kurşunu çıkardı. Yırtığı onardı.”
Hüsnü Bingöl çizmesini giyerken kendi kendine söylenir: “Boşuna dememişler! Düşmanın sağı solu belli olmaz. Bu seferlik “sol” hakkını kullanmış oldular. Bakalım sağ çizmeye sıra ne zaman gelecek?”
HÜSNÜ BİNGÖL VE KÖR HACI
Bir zamanlar Iğdır’da Kör Hacı namıyla birisi yaşardı. Aşırı kıskançtı. Bahçesinin dört yanını yüksek duvarlarla örmüş, özel hayatını herkesten gizlemek istemişti.Buna rağmen rahat olamıyor iki de bir duvar boyunca yürüyüp etrafı kontrol ediyordu.
Bir gün,asker kökenli kocası Tekel Müdürü iken intihar eden Arap Emine namında çok sert ve haşin bir bayan yanına 10 yaşındaki oğlunu da yanına alarak Hüsnü Bingöl’ün huzuruna çıkar. Kör Hacı, çocuğu bahçe duvarına çıktığı için yakalamış, iyice hırpalamıştı. Kimse de korkusundan belalı Kör Hacı’dan bunun hesabını soracak cesarete sahip değildir. Arap Emine haksızlığa uğramış olmanın verdiği ses tonunda sitem eder:
“Hüsnü Bey, şu yetim çocuğun haline bakınız! Kör Hacı ayağının altına alıp çiğnemiş. Bu adalet mi?”
Hüsnü Bingöl çocuğa bakar gerçekten de çok darbe yediğini anlar.
“Siz gidin ben Kör Hacı’dan bunun hesabını soracağım!”
Hüsnü Bingöl derhal bir fayton gönderip Kör Hacı’ın huzuruna getirilmesini emreder. Kör Hacı, Hüsnü Bingöl’ün adını duymuş hatta uzaktan görmüş ama yüz yüze konuşma şansı olmamıştır.
Kör Hacı, bahçe kapısından içeri girince Hüsnü Bingöl askerlere göz işareti yaparak zindana götürülmesini ister. Kendisi de zindana gider. Duvarda bir çengel vardır.
Hüsnü Bingöl sorar:
“Hacı, acaba bu çengel ne işe yarar?”
“Deyesen et asmak içindi!”
Hüsnü Bingöl askerlere ne yapılması gerektiğini işaret eder. Askerler Kör Hacı’yı kucaklayıp arka yakasından çengele asarlar. Kör Hacı’nın ayakları boşlukta sallanmaktadır. Kendini çengelden kurtarmak çaba gösterir ama başarılı olamaz.
Hüsnü Bingöl acı acı gülümser:
“Birkaç gün burada asılı kalsan iyi olur mu?”
“Aman komutanım! Dayanamam, ölürüm!”
Hüsnü Bingöl, Kör Hacı’nın indirilmesi için işaret eder. Tavanda bir halka ve bir ip vardır. Hüsnü Bingöl sorar:
“Hacı acaba bu halka ve bu ip ne işe yarar?”
“Deyesen sebzeleri asıp kurutmak içindi!”
Hüsnü Bingöl göz işareti yapar. Askerler Kör Hacı’nın ayaklarını bağlayıp ters askı halinde asarlar. Hüsnü Bingöl acı acı gülümser:
“Birkaç gün burada asılı kalsan iyi olur mu?”
“Aman komutanım! Dayanamam, ölürüm!”
Ahşap zeminde dört kelepçevardır.
Hüsnü Bingöl sorar:
“Hacı, bu kelepçeler ne işe yarar?”
Hacı artık aletlerin ne anlama geldiğini öğrendiğinden ağlamaklı ses tonunda cevap verir:
“Meni yere uzatıp ellerimi bu iki kelepçeye ayaklarımı da aha bu iki kelepçeye bağlayacaksan sonra da ayaklarımın altına meşe dalıyla vuracaksan!”
Hüsnü Bingöl gülümser:
“On yaşındaki çocuğu ayaklarının altında çiğnerken ayaklarının altı acır mı acımaz mı diye düşünmüyordun şimdi niye korkuyorsun?”
“Axır, o zaman men bu kelepçeleri görmemiştim ay Komutanım!”
NİNO SEFER’İN ÇAY SEFASI
Çocukluğunda geçirdiği rahatsızlık nedeniyle akıl sağlığı bozulan Nino Sefer büyüyünce köyünü terk eder, zamanının büyük kısmını Iğdır’ın sokaklarını keyfince dolaşarak geçirir. Cebinde bir kuruş parası yoktur. Yemesi içmesi Iğdırlı hemşerilerinin insafına kalmıştır.
Bir gün bir çayhanenin önündeki iskemleye oturur. Çayhane sahibi Nino Sefer’i tanıdığı için masaya bir çay koyar ve gönlünü okşayacak şekilde “Ay Sefer hoş gelipsen! Bu çay mendendir!”
Nino Sefer’in bir masada oturup çay içtiğini gören bir hemşerisi biraz kafa bulmak için gelip bir iskemle çeker ve aynı masaya yerleşir. Çay ısmarlar. Bir ara Nino Sefer’e döner ve ani bir soru sorar:
“Ay Sefer! Soru soracağım. Bilirsen bedava çay ısmarlayacağım. Bu şeker nereden çıkıp?”
Kendisiyle dalga geçileceğini hisseden Nino Sefer sert bir cevap verir:
“Ananın a……”
“Bilemedin!”
“Ay Sefer! Bu bardak nereden çıkıp?”
“Ananın a…..”
“Bilemedin!”
“Ay Sefer! Bu kaşık nereden çıkıp?”
“Ananın a…”
“Bilemedin!”
“Ay Sefer! Peki men nereden çıkmışam?”
“Ananın a..”
Adam güya şaşkın bir havada itiraf eder:
“Aha vallahi şimdi doğru cevabı bildin!”
Sorunun cevabını doğru bildiğine sevinenve önüne konan bedava çayı iştahla içmeye koyulan Nino Sefer istekte bulunur:
“En son soru çok güzeldi. Aynı soruyu bir daha sor!”
BİR TİKE EKMEK
Nino Sefer bir sabah uyuduğu yerden doğrulur. Kemer yerine kullandığı iple pantolonunu sıkıca bağlar. Ağır adımlarla esnafın olduğu caddeye girer. Bir nalbur (hırdavatçı) dükkânından içeri dalar, elini yalvarırcasına uzatır: “Bir tike ekmek!” Nalburcu gülerek cevaplar: “Ay Sefer! Nalburcuda ekmek ne arasın?” Nino Sefer bir sonraki dükkâna girer, yalvarırcasına elini uzatır: “Bir tike ekmek!” Manifaturacı güler: “Ay Sefer! Manifatura dükkânında ekmek ne arasın?”
Bu şekilde sora sora fırının önüne gelir. İçeri girer. Yine yalvarırcasına elini uzatır: “Bir tike ekmek!” Fırıncı cömerttir. Tam bir ekmeği Nino Sefer’e uzatır. Nino Sefer ekmeği almayı reddeder. “Ben sadece bir tike ekmek istiyorum.” Fırıncı sinirli sinili başını sallar, ekmeği ortasından bölüp Nino Sefer’e uzatır. Nino Sefer bu kez yine sorar: “Öbür tike ekmeği ne yapacaksın?” Fırıncı cevaplar: “Hiç! Tezgahta duracak!” Nino Sefer yalvarır: “Ne olursun o tikeyi de bana ver!”
HANGİ LİDER?
Hamit Hun ve Mecit Hun kardeştirler. Çocukluklarından beri aralarında ciddi bir karakter farkı vardır. Mecit Hun, okul hayatını ve kendisine verilen görevleri ciddiye alırken Hamit Hun verilen sorumluluklardan bir an önce kurtulmak için fırsat kollayan, çalışmayı sevmeyen yaşamı rahatlık ve huzur dolu olarak algılayan (aslında hepimizin hayal ettiği) bir yapıya sahiptir.
Hun kardeşler, 1955 yılında HUN MANİFATURA’yı açarlar. Mecit Hun gazete çıkardığı için dükkanın işletmesini kardeşine teslim eder. İşler yolunda yürümez. Talihsiz bir yangınla girişimleri sona erer. Mecit Hun, 1967 yılında Piknik Pasta Salonunu açar, işletmesini kardeşine teslim eder ama çok geçmeden işletme iflasın eşiğine gelir. Böyle günlerde ne zaman ki Mecit Hun, kardeşini karşısına alıp hesap-kitap işlerini sorduğunda Hamit Hun’un yüreği anlamsız bir korkuyla dolmaktadır.
Hamit Hun siyasetle ilgilidir ama bağnaz bir tutumu yoktur. Bir gün arkadaşlarıyla oturmuş sohbet etmektedir. Söz siyasetten açılır. Birisi öne atılır:
“Bana göre en önemli lider Süleyman Demirel’dir. Adam bütçedeki bütün sayıları ezberden söylüyor.”
Bir başkası görüş bildirir:
“Bana kalırsa en önemli lider Alpaslan Türkeş’tir. Konuştuğu zaman insanın içi korkuyla titriyor!”
Bir başkası farklı bir değerlendirme yapar:
“Bana kalırsa en önemli lider Bülent Ecevit’tir. Adam o güzel Türkçesiyle konuştukça insanın dinlemesi geliyor.”
Sıra Hamit Hun’a gelir. Hamit Hun hiç tereddüt etmeden görüşünü belirtir:
“En önemli lider bizim Mecit’tir. Bir yandan Bülent Ecevit gibi akıcı bir Türkçeyle konuşuyor bir yandan da Süleyman Demirel gibi bütün harcamaları ve hesapları ezberinden söylüyor sonra da hatalarımı bulup Alpaslan Türkeş gibi içimi korkuyla dolduruyor.”
SADECE BİR SANİYELİĞİNE
Hamit Hun uysal ve hesap vermekten nefret eden bir karaktere sahiptir. Eşi Fatma Hanım’ın ise tam aksine sert ve hesap sormak gibi bir alışkanlığı vardır. Bazı günler Hamit Hun, “Bu ıstıraptan nasıl kurtulacağım,” diye düşünmüyor değildir.
Bir gün Iğdır’a illüzyon gösterileri yapan bir kumpanya gelir. Kocaman bir çadır açıp seanslara başlarlar. İllüzyon programını seyredenler birisi Hamit Hun’la aynı masada çay içmektedir. Gördüklerini heyecanla anlatır:
“Adam kızı masaya yatırdı, hızarla kesip ikiye böldü. İkiye ayırdı. Sonra kız hiçbir şey olmamış gibi sahneye çıkıp bizi selamladı. Bir keresinde de kızı bir sandığa kapattı. Sandığı anahtarla kilitledi. Hatta zincirle çepeçevre sardı. “Hadi ortaya çık!,” diye komut verdiğinde kız sahnede belirdi. Sandığı açtığında sandık boştu.”
Hamit Hun, kızın bu şekilde kaybedilmesine ilgi duyar, sırrını paylaştığı dostunun kulağına uzanır:
“Bizim Fatma’yı illüzyon numarasıyla kaybettirebilir mi?”
“Eder! Ama kaybolan şahıs sonra geri geliyor!”
“Olsun! Birkaç saniyeliğine de olsa Fatma’yı yok olduğunu görüp biraz rahatlayayım.”
KİNYAS HUN’UN ÜZÜNTÜSÜ
Iğdır’da “Nevi şahsına münhasır” yani özgün kişiliğiyle herkesten ayrılan bir şahıs vardı ise o da hiç şüphesiz Merhum Kinyas Hun’du. Dünyayı ve olayları değerlendirmesi biz ortalama insanlardan çok farklıydı.
1970’li yıllarda Iğdır-Ankara-İstanbul yolu gerçekten çok kötüydü. Yollar tek yönlü olduğundan dikkatsiz sollamalar yüzünden çok kaza oluyordu. Yollar çukurla doluydu. Ayrıca şoförler profesyonel değildi. Daha dün at arabası kullananlar şimdi otobüs şoför koltuğuna oturmuş havalı bir şekilde direksiyonu sağa sola sallayarak hava atıyorlardı. Yolda uyuklayanlar, yanlış yola girenler, mazotu bitip yolda kalanlar, kış aylarında donmuş mazotu ısıtmak isterken otobüsü yakanlar, yaz lastiği ve zincirsiz bir şekilde Şubat ayında Sivas-Erzincan arasındaki Kızıldağ’ı geçmeye çalışanlar… Kısacası kazalar ve ölümler sıradan ve olağan şeylerdi..
Kabataş Lisesinde öğrenciydim. “15 tatil” ismiyle bilinen ara tatil sona ermiş Şubat ayının soğuğunda İstanbul’a gitmek için yola çıkmıştım. Kinyas Hun’la aynı koltuğu paylaşıyorduk. Otobüs Erzincan’ı geçince ve Kızıldağ denilen Cehenneme yaklaştıkça Kinyas Hun huzursuzlanmaya başladı. TIR’lar devrilmiş ya da kayarak yoldan çok uzaklara gitmişlerdi. Otobüs kayarak ve zorlukla ilerlemekteydi. Kinyas Abi bana döndü:
“Mücahit biliyor musun bu yollarda ne eksik?”
Ben soruyu bilimsel anlamda algıladığım için ışık yöntemleri, tekerlerin dinamiği ve yapıları, yol zeminin ızgara sistemiyle ısıtılmasına kadar birçok cevaplar veriyordum. Kinyas Hun her seferinde başını olumsuz anlamında iki yana çeviriyordu. Sonunda dayanamayıp doğru cevabın ne olduğunu sordum. Kinyas Hun cevapladı:
“Kilometre başına küçük bir cami, ölüleri yıkamak için musalla taşı ve küçük bir mezarlık olmalı. Ayrıca üzerinde, ‘En iyi ve en ucuz ölüler burada hem de en pahalı Komilli marka sabunla yıkanmaktadır. Mezarlarımız kazılmış olup hazır olarak sizleri beklemektedir. Bizi tercih ederseniz seviniriz!’ şeklinde yazılarla hocalar ve camiler birbiriyle rekabet etmeliler.”
RUTTO YUSUF ET PEŞİNDE
Rutto Yusuf İran’a doğru yola çıkar. Dağda bir sürüye rast gelir. Çobanların yanına gider. Karnı acıkmıştır. İkram edilen taze sütten içer ama karnı doymamıştır. “Doğrusunu söyleyin! Siz keyfiniz istediğinizde bir koyunu kesip yiyorsunuz değil mi?” Çobanlar birbirlerine bakarak itiraf ederler: “Haftada bir gün bir koyunu kesip yiyoruz. Kalan eti şu ilerideki mağaranın dibinde eriyen kar sularının doldurduğu soğuk su birikintisi var, orada saklıyoruz. Yabani hayvanlar içeri girmesin diye de mağaranın ağzını sıkıca taşla örüyoruz. Böylece bir hafta boyunca her gün et yiyoruz. Postu da parça parça edip güya kurt parçalamış gibi sahibine teslim ediyoruz.”
Bu habere Rutto sevinir:
“Mağarada et var mı?”
“Yok! Son parçayı dün yedik.”
“O zaman hemen bir koyun kesip keyfimize bakalım!”
Çobanlar koyunu keser, ateş yakıp kebap yaparlar. Rutto karnını iyice doyurur. Teşekkür eder. Atına atlamadan önce bir koyunu yakalayıp atın üzerine atar, sıkıca bağlar. Rutto’da hem mavzer hem de tabanca vardır. Çobanlar korkudan ses çıkaramazlar. Rutto atı sürmeye hazırlanırken çobanlara seslenir:
“Ağanıza söyleyin biri atlı olmak üzere iki kurt sürüye hücum etti. Atlı olan kurt, postu da alıp gitti.”
KÜRT-AZERİ KOMŞU
Bir Kürt ile bir Azeri komşu olurlar. Aynı büyüklükte iki kocaman bahçeyi aynı zamanda satın alırlar. Bir duvar iki bahçeyi birbirinden ayırmaktadır. Kürd’ün bahçesinde iki kocaman ahır, inek ve koyunları vardır. Elbette bir de hiç eksik olmayan hayvan pisliği kokusu… Azeri’nin bahçesinde her türden meyve ağacı ve çiçekler vardır. Özellikle ilkbaharda çiçekler açınca ortalığı mis gibi bir koku doldurmaktadır.
Akşamleyin Kürt, yatakta karısına sarılınca sinsi sinsi güler.
“Hanım çok şanslıyız! Azeri’nin bahçesindeki mis gibi çiçek kokusu, bizim hayvanların bok kokusunu bastırıyor. Ayrıca ben geceleri duvarı aşıp onların elma, şeftali ve kaysısını çalabilirim ama onlar bizim hayvanları çalamaz.”
Namazında niyazında olan kadın duyduklarından hoşnut kalmaz:
“Cehennemde bunun hesabını vereceksin!”
Adam, ‘önemsiz’ anlamında elini havada sallar:
“İiiiiiii,söylediğine bak! O zamana kadar Allah Kerimdir!”
SÜT PARASI
Aşiret içi bir toplantı yaptık. Bundan sonra “Başlık Parası” ve “Kan Parası”nın kaldırılmasını birlikte namus sözü vererek onayladık. Elbette bu güzel bir gelişmeydi.
Üç hafta önce köyümüzde bir kız kaçırma olayı meydana geldi. Telefon açıp bilgi aldım. Sorduğum ilk soru, “Başlık Parası” alındı mı? Karşı taraftaki ses övünçle, “Hayır!” dedi. Aldığımız kararlar uygulamaya giriyor diye çok sevindim. Karşı taraftaki ses devam etti: “Sadece süt parası!” alındı.
“Süt Parası” kelimesini ilk kez duyuyordum. “O da ne?” diye merakla sordum. Karşı taraftaki ses, “Kızın annesi kızı sütüyle büyütüyor ya, işte o sütün karşılığı?”
“Ne kadar para verildi?”
“Kızın ailesi, pazarlık sonucunda 40 bin TL’ye razı oldu?”
Çok şaşkındım. Kızarak cevap verdim:
“Ne saçmalık! Damadın annesi de oğlunu kendi sütüyle büyütüyor. Onun parası ne olacak?”
Cevap yok!
RUTTO YUSUF VE TÜRK ÇAYI
Yıl 1947. Rutto Yusuf İran’daki casusların kendisine ilettiği haberi ulaştırmak için Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ün bürosundadır. Çay servisi yapılır. Rutto Yusuf daha ilk yudumda bardağı sinirle tabağa koyar:
“Hüsnü Beg! Bu çayın hiç tadı yok!”
“Ben sürekli Türk çayı içiyorum!”
“Hüsnü Beg! Ben size biraz kaçak çay vereyim, siz o zaman görün çayın tadı nasıl olur!”
“Ben kaçak çay içmem! Üstelik bu hafta yerli malı haftasının ikinci yıl dönümü!”
“Neyse,gelecek hafta “yerli malı haftası” bitince ben size iki paket kaçak çay getireceğim.”
BİLİNMEYEN YABANCI
40’lı yıllarda Iğdır’da otel yoktur. Birkaç han vardır. Bir yabancı Iğdır’a gelir. Hanlardan birisinden içeri girer. Han sahibi misafirini karşılar, yerini gösterir. Yabancı birkaç hafta kalır. Bir sabah han sahibi, yolcunun uyanmadığını görünce dürter ama öldüğünü anlar. Polise haber verir. Polis cesedi arabaya atıp götürürken han sahibi arkalarından koşturur:
“Merhum iki haftadır hanımda kalıyordu. Cüzdanındaki paradan borcumu ödeyin!”
Polisler de öneriyi makul bulur. Merhumun cüzdanını çıkarırlar. Cüzdanda para yoktur ama baba adı, doğum tarihi, kendi adı soyadı yazılı olan bir kağıt vardır. Kâğıtta şöyle yazmaktadır:
“Hancı kardeş! Ölümcül bir hastalığa yakalandım. Iğdır’ı seviyorum. Burada ölmek istedim. Cüzdanımda sana verilecek param yok. Sana zahmet mezarımı da yaptırır mısın? Mezar taşı için gerekli bilgileri kâğıda yazdım.”
KÜRT VE AZERİ KÜSÜNCE
Çocukluklarından beri aralarından su sızmayan bir Azeri ile bir Kürt önemsiz bir mesele üzerine küserler. Çarşıya giden Kürd’ün yolu Azeri dostunun evinin önünden geçmektedir. Bir gün Kürt ağır adımlarla çarşıya doğru yol alırken tam da Azeri dostunun bahçesinin önünden geçmektedir. Azeri dostu, karısına seslenir: “Ay Gülsüm! Hele kirveye sor! Satacak tezeği var mı?” Kadın da yolda yürüyen Kürd’e seslenir: “Ay kirve! Semet deyir satacak tezeğiniz var mı?”
Kürt cevaplar:
“At arabası dolusu 200 liradır. Gülsüm bacı senin hatırın için 100 lira alacam ama kocan benimle barışsa bedava vereceğim!”
Semet ileri atılır: “Ay kirve! Biz ne zaman küstük? Avrat sen de şahitsen!”
SAĞ-SOL SAVAŞI
1970’lı yıllarda özellikle 1975-1980 yılları arasında sağ-sol çatışması kontrol edilemez durumdadır. Kaymakam şehrin ileri gelenlerini toplar çocuklarına sahip olmasını ister. Merhum Şıh Hüseyin Balamir de kavgayı ve macerayı seven sol görüşlü oğlunu olaylara karışmasın diye dükkâna kapatır. Kepenkleri üzerine indirir. Eve gider. Oğlu geceyi dükkânda aç-susuz geçirir. Şıh Hüseyin Balamir oğlunu dükkâna kapattığını unutmuştur. Bir taziye yerine gitmek için erkenden bir taksiyle Alikamerli köyüne gider. Babasının gelmeyeceğini anlayan oğlu, dükkânın içinden avazı çıktığı kadar bağırır:
“Babama söyleyin gelip beni buradan çıkarsın! Yoksa açlıktan öleceğim.”
Dükkân komşusu sağ görüşlüdür. Sesi duyar ama ses çıkarmaz. Kendi kendine söylenir: “Seni çıkarsın kökümüzü getiresen öyle değil mi?”
KİNYAS HUN’UN AYAKKABISI
Kinyas Hun çarşıya çıkmadan önce bütün ev halkı seferber olmaktadır. Bir kızkardeşi ütü yaparken, diğeri ayakkabılarını temizler. Bir diğeri gözlüğünü arar bulur. Kinyas Hun evden çıkıp adımını Baharlı Mahallesinin tozlu yollarına atınca her zamanki gibi içi kararır. Tertemiz ayakkabısı çok geçmeden toza boğulur. Yoluna devam ederken bir ilkbahar yağmuru bastırır, kısa sürer ama yerler çamur deryasına döner. Kinyas Hun bu kez ayakkabılarını çamurdan korumak için binbir zahmetle yoluna devam eder. İlk vardığı kahvehaneye sığınır. Bir yandan çayını içerken bir yandan da düşünür:
“Acaba yola çıkarken önce yağmur yağıp tozu yok etseydi mi ayakkabılarım için daha iyi olurdu yoksa şimdiki gibi önce tozlu yolda yürüyüp sonra yağmur mu yağsaydı?”
Bu sorunun cevabını düşünürken bir dostu masasına oturur. Kinyas, cevabını bulamadığı soruyu dostuna sorar. Dostu biraz düşünür, çözüm üretmeye çalışır, aklına gelen en makul cevabı verir:
“Abi, bu kadar üzülme! Ayakkabılarını çıkarıp bana ver. Şuradaki çeşmeden yıkayıp getireyim.”
YILAN DELİĞİ
Bir Azeri ile bir Kürt komşudurlar. Aralarında bir duvar vardır. Azeri komşunun annesine eziyet ettiğini mahalleden bilmeyen kalmamıştır.
İlkbahar günüdür. Bir gün Kürt evinden çıkarken bahçe duvarının dibinde güneşlenen bir yılan görür. Ev halkını tembihler, yılana zarar verilmemesini ister: “Biraz güneşlenir çıktığı deliğe geri döner!”
Ertesi gün Azeri komşu, Kürt komşusunu korku dolu bir sesle çağırır.
“Bahçe duvarımızın dibinde bir yılan var! Ne yapayım?”
Kürt gelir, yılanı görür. Komşusunu tembihler: “Güneşleniyor! Sakın dokunma çıktığı deliğe geri döner.”
Kürt çekip gider. Azeri komşu bir türlü sakinleşemez. Elinde kürekle kıvrılmış yatan yılanı uzaktan gözetler. Aradan uzun bir zaman geçer ama yılan deliğine girmez. Azeri, bıkkın bir tavırla küreği sertçe yılana indirir. Yılan bir iki kıvranır, ölür. Azeri küreği depoya götürmek için ayrılınca çok sevdiği köpeği de yılana yaklaşır, koklar, iştahla yer.
Yılan zehirli olduğundan çok geçmeden köpek de kıvranarak ölür. Bu felaket karşısında Azeri, gözyaşları içinde köpeğinin başına oturur, yılana olmadık küfürler eder. O sırada Kürt de çarşıdan gelmektedir. Olup biteni öğrenince çok üzülür. Komşusunu teselli etmeye çalışır. Komşu durmadan aynı şeyi tekrarlamaktadır: “Ay seni beter olasan yılan! İnsan çıktığı deliği unutur mu?”
Kürt bu fırsatı kaçırmaz, annesine zulmeden Azeri komşusuna seslenir: “Eğer sen çıktığın deliği unutup zavallı anana acı çektirirsen yılan da çıktığı deliği unutup sana zülüm eder.”
KAYSI HIRSIZLIĞI
Bir Kürt akşamüstü karanlık basınca bir Azeri’nin kaysı bahçesine girer. Gözüne kestirdiği bir ağaca çıkar. Karanlık olduğu için farkında olmadan ağacın dibindeki insan pisliğine basar. Ayağını ağaca sürterek temizlemeye çalışır, sonra da ağaca tırmanır.
Bir yandan kaysı yemekte bir yandan da kaysıları torba haline getirdiği gömleğinin içine atmaktadır. Ağaçtan iner. Karanlıkta kaybolur. Evi biraz uzaktadır. Eve yaklaşınca yediği kaysılar nedeniyle şiddetli bir sancıya yakalanır. İshal olmuştur. Evin bahçe tuvaletine kendisini zor atar. Hızla pantolonun kemerini açıp çömelince gömleğine doldurduğu kaysılar da tuvalete dökülür. Hem ishal olmasına üzülen hem de topladığı kaysıları tuvalete dökülen Kürt kemerini bağlarken kendi kendine söylenir: “Başından beri bu işin içinde bok vardı! Sonu da bok oldu!”