Değerli Okuyucular:
NOT: Iğdırlı olmayan okuyucularım için bu yazı uzun ve sıkıcı olacaktır. Özür diliyorum.
Biliyorsunuz Genel Seçimlere bir yıldan daha az bir zaman kaldı. Kimisi 6 Kasım’da bir önseçim öngörürken, kimisi 14 Mayıs 2023 tarihinde ısrar ediyor. Doğrusunu isterseniz seçimin ne zaman yapılacağıyla ilgili değilim.
Bütün haberlerde seçim anketleri yayımlanıyor, çeşitli senaryolar gündeme getiriliyor. Her taraftan kulağıma “Seçim” nidaları ulaştığından farkında olmadan 2007’de Iğdır’dan Bağımsız Adaylık günlerim aklıma geldi. Şu ana kadar yaşadıklarımı kaleme almadım. Bu yazımla, sansürsüz ve tüm samimiyetimle, 2007 seçimlerine girmeye nasıl karar verdiğimi, önüme çıkan zorlukları, verdiğim mücadeleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu yazıyı, beni tanımanız için değil, daha çok bir seçim döneminde neler yaşandığını sizlere aktarmak niyetiyle kaleme alıyorum.
BAĞIMSIZ ADAYLIĞA NASIL KARAR VERDİM?
9 Aralık 2006 günü, 8 aylık bir çalışmadan sonra, Azerbaycan’ın İmişli şehrindeki Şeker Zavodu (Fabrikası) Genel Müdürlüğünden ayrılıp Ankara’ya geri döndüm. Kız kardeşlerim de Almanya’dan gelince, yıl sonunu annemin çok sevdiği, Kızılcahamam’daki Asya Oteli’nde geçirdik.
Şubat ayının ortalarına doğru bir zamandı. Amerika’dan tanıdığım Rusya’da enerji sektöründe yatırım yapmayı planlayan arkadaşlar, Rusça bildiğimi de dikkate alarak birlikte çalışmamı istediler. Nisan ayında Moskova’da buluştuk. Bir otele yerleşip, Rus yetkililerle görüşmelere başladık.
TÜRKİYE’DE SİYASİ ÇIKMAZ
Türk Silahlı Kuvvetleri, görev süresi dolan Ahmet Necdet Sezer’in yerine AK Partiden birisinin Cumhurbaşkanı olmasını kabullenmek istemiyordu. 27 Nisan 2007 tarihinde Genel Kurmay Başkanlığı “e-muhtıra” yayımlayarak sert bir uyarıda bulunur. Bunun üzerine, TBMM Genel Kurulu 3 Mayıs 2007 tarihinde toplanır, yapılan oylamada, 22 Temmuz 2007 tarihinde erken seçime gidilmesine karar verilir.
BABAM VE RÜYAM
Siyasetle ilgili değildim. Bir seçim planım da yoktu. Moskova’da bir kafeteryada oturmuş bir yandan arkadaşlarla sohbet ederken bir yandan da Türkiye haberlerine göz atıyordum.
Hiç unutmuyorum, 4 Mayıs’ı 5 Mayıs’a bağlayan geceydi. Rahat rahat uyurken birden babamın silueti kapıda belirdi. Gözlerim açıktı veya yarı açıktı. Babam, O’nu en son gördüğüm haliyle ayakta duruyor, sıkıntılı günlerinde yaptığı gibi sağ eliyle kafasının arkasını hafiften kaşıyordu. Sitem dolu bir ses tonunda konuştu:
“Ben size manevi bir miras bıraktım. Aşiretim (Geloylu) için yüksek öğrenim hayatımdan vazgeçtim. CHP ve sosyal demokrasi için ömrümü verdim. Altı çocuğum da keyfince köşesine çekilmiş, bir şey yapmıyor. Oğlum, hiç olmasa sen bir şeyler yap!”.
Evet, gözlerim açıktı ama hareketsizdim. Babam yarı karanlıkta orada duruyordu. Zihnim durmuş gibiydi. Babamın sözleri bir “vahiy” gibi yüreğime ve zihnime akmıştı. Yatağımda hafifçe doğrulup rüyanın, belki de kâbusun etkisinin geçmesini bekledim. Uyuyamadım.
ANKARA’YA DÖNÜŞ
Annemin rahatsızlığını bahane ederek, 5 Mayıs akşamı Ankara’ya döndüm. Annem ve kedim dönüşümden mutluydular.
İki-üç gün kendi kendime durum değerlendirmesi yaptım. Herhangi bir partinin üyesi değildim. Üstelik 10% barajı vardı. Tek çarem “Bağımsız Aday” olmaktı. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) takvimine göre Bağımsız adaylar 21 Mayıs 2007 Pazartesi gününden itibaren aday olacakları ilin, İl Seçim Kurulu’na başvurabileceklerdi. O yıllar e-devlet uygulaması olmadığından, sabıka kaydı vb gibi istenen belgeleri bir araya topladım.
19 Mayıs Cumartesi günüydü. Annemin elini öpüp, kararımı açıkladım: “Bağımsız Adaylığımı koymaya gidiyorum. Dua et!” Annem şaşkındı, çünkü bu konuyu hiç kimseyle konuşmuş değildim. Kararımı ilk annem duyuyordu. Öğleden sonra Iğdır’a doğru otobüsle yola çıktım.
Iğdır’a vardığımda, özel aile dostluğu nedeniyle Barbaros Oteline yerleştim. Kardeşim Ahmet Hun, yanıma geldi. Kararımı açıkladım. Sessizce dinledi.
BAŞVURUM
21 Mayıs Pazartesi günü, Valilik Binasına gidip, en yüksek dereceli devlet memurunun brüt aylık tutarı olan parayı yatırıp (sanırım 500 TL civarı bir miktardı) İl Seçim Kurulu’na belgelerimi sunup, Bağımsız Sosyal Demokrat aday olarak başvurumu yaptım. Iğdır’da ilk adaylık başvurusunu ben yapmıştım.
PARTİLERİN DURUMU
Demokratik Halk Partisi (DEHAP), 2002 seçimlerine katılmış, Iğdır’dan %33 oranında oy almıştı. Ancak DEHAP, ülke genelinde %6,23 oy aldığından, %10 barajına takılarak milletvekili çıkaramadı. Eğer 2002 yılında DEHAP, %10 barajını geçebilseydi, Iğdır’dan iki milletvekili çıkaracak, Yücel Artantaş ve Dr. Dursun Akdemir seçilemeyecekti.
Dr. Dursun Akdemir, önce CHP’ye başvurur, ikinci sıraya yerleştiğini anlayınca son anda bağımsız aday olur. Dr. Dursun Akdemir hem cesur hem de şanslıdır çünkü kendisinden daha fazla oy alan DEHAP, DYP ve MHP ülke barajını geçemezler, böylece %9,81’lik oy oranıyla Milletvekili seçilir.
DEHAP kapatıldığı için yerine Demokratik Toplum Partisi (DTP) kurulur. 2007 seçimlerinde DTP, %10 barajı konusunda tereddüt içindeydi. Bağımsızların başvurularının son günü 4 Haziran, partilerin de 20 Haziran’dı. DTP, ya riski göze alıp seçime parti olarak katılacak ya da bağımsız adaylar çıkartıp, daha sonra parlamentoda grup oluşturacaktı. Eğer bağımsız adayla seçime girecekse 4 Haziran tarihine kadar karar vermek zorundaydı. Ben aday olduğumda, bu tartışmalar devam ediyordu. Diğer partilerde de siyasi kulisler hızlanmış, adaylarını belirleme süreci başlamıştı.
HOŞ OLMAYAN BİR DURUM
Bir an önce Ankara’ya dönüp, gerekli broşür ve afişleri baskıya vermem gerekiyordu.
Akşam üstüydü. Barbaros Otel’in karşısındaki kahvehanede Ahmet Hun’la oturmuş çay içiyorduk. Bir akrabamız yanımızda belirdi. Ahmet Hun, “Mücahit, Bağımsız Adaylık başvurusu yaptı,” deyince akrabam rahatsız oldu, “Şimdi bu olmadı! Bu da nereden çıktı!” diyerek tepkisini belli etti. Umursamadım.
Çok geçmeden akrabam Aziz Güney Amcamın iki oğlu Mustafa ve Ahmet, yanımıza geldiler. Bağımsız aday olduğumu muhtemelen akrabamızdan duymuş olmalıydılar. Kısa bir sohbetten sonra Mustafa Güney, lafa girdi:
“Bağımsız Aday olduğunuzu öğrendik. Bu, bizi çok üzdü. Kardeşim, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun yeğeniyle evli. Bakan, ‘Yeter ki aday ol, seni liste birden aday yapacağım,’ diye söz vermiş. Şimdi siz de aday olursanız, aynı aşirete mensup olduğumuzdan oylar bölünecek, kardeşimin yüzde yüz milletvekilliği şansı heder olacak. Bağımsız adaylıktan çekilmenizi istiyorum.”
“Hoppala”, dedim kendi kendime. Ben, özgür irademle, kimseye danışmadan, annemin hayır duasını alarak, tek başıma gelip adaylığımı koyuyorum, şimdi karşıma bir akrabam dikiliyor, irademe saygısızca müdahale ediyor, adaylıktan çekilmem için baskı kuruyordu. Adaylığımın ilk kriziyle böylece yüzleşmiş oluyordum.
Söz aldım:
“Ben bu konuyu Ahmet’le (Güney) otel odasında centilmence birebir konuşmak istiyorum.”
Ahmet’le otel odasına geçtik. Şöyle bir söz verdiğimi hatırlıyorum:
“Şu an adaylıktan çekilemem. Eğer AK Parti, seni listenin birinci sırasında aday gösterirse söz veriyorum adaylıktan çekileceğim.”
Mustafa Güney, kendi kardeşini ön plana çıkarmak için üslupsuz bir şekilde “vicdan ve ihanet” üzerinden bana saldırıyordu, ama Ahmet Hun sessizdi. Bir şeylerin kokusunu almıştım, ama ok yaydan çıkmıştı.
Iğdır’dan ayrıldım.
TEKRAR AKRABA TEHDİDİ
Ankara’ya dönünce ilk işim broşür ve afişlerimi bastırmak oldu. Kargoyla Iğdır’a gönderdim.
Ankara’dayken bir akşam yurt dışından bir telefon geldi. Ahizenin diğer ucunda akrabam İzzet Tırpan vardı. Almanya’dan arıyordu. Daha merhabalaşmadan söze girdi, açıkça tehdit etti:
“Derhal adaylıktan çekil, yoksa senin bacağını kırarım! Iğdır’a gitmeyeceksin!”
Daha önce, gençlik yıllarımda, İzzet Tırpan’la tekrar karşı karşıya gelmiştik. Onun detayına şimdi girmek istemiyorum. Mustafa Güney’den sonra İzzet Tırpan’ın da bariz ve saygısız bir tehditle devreye girmesi kabul edebileceğim bir şey değildi. Hatırladığım tek şey, kendisine küfrü basıp telefonu kapattığımdı. Halbuki şahsına karşı saygıda kusur etmemiş, hatta “Iğdır Sevdası” kitabını kız kardeşim Süheyla Aksoy’la birlikte 2002 yılında Düsseldorf Havalimanındaki bürosuna götürüp bizzat imzalayarak takdim etmiştim. Ne garip insanlık!
KİMLER ADAY?
Haziran’ın ilk haftası Iğdır’a döndüm. Partiler aday isimlerini YSK’ya 20 Haziran’a kadar vermek zorundaydılar. DTP, seçimlere bağımsız katılmaya karar verdi. Iğdır’dan önce Leyla Zana’yı aday göstermek istediler, daha sonra Pervin Buldan aday oldu. AK Parti de adaylarını belirlemişti: Listenin birinde Ali Güner vardı. Akrabam Ahmet Güney’in ismine, yedek listede bile yer verilmemişti. Böyle olunca adaylıktan çekilmemi gerektirecek bir durum yoktu.
MHP’de karışık bir durum yaşanıyordu. 2004’te MHP’den Iğdır Belediye Başkanlığına seçilen Nurettin Aras ile Sayın Bahçeli arasında, Nevzat Aras’ın MHP İl Başkanlığından ihraç edilmesi nedeniyle bir tartışma çıkmış, Nurettin Aras da MHP’den ayrılmıştı. Üstelik bir de tehdit savurmuştu: “Nurettin Aras’ın gücünü seçimlerde size göstereceğim!”
MHP’nin iki adayı, Abbas Bozyel ve Gündüz Güneş’ti.
Demokrat Parti’nin iki adayı Şamil Ayrım ve Yıldırım Turan’dı.
İlk anda bağımsız adaylar şunlardı: Mücahit Özden Hun, Haydar Mızrak, Süleyman Taşkınsu, Nevzat Aras (Nurettin Aras’ın akrabası ve Mehmet Aras’ın kardeşi), Pervin Buldan, Osman Toka
Haydar Mızrak, Pervin Buldan lehine adaylıktan çekildiğini açıklayınca geriye 5 bağımsız aday kaldı.
CHP’nin iki adayı, Yücel Artantaş ve Nuri Alagöz idi.
Şöyle bir durum vardı: Bağımsız Adayların son başvuru tarihi 4 Haziran’dı. Partilerin listelerini YSK’na teslim etme tarihi ise 20 Haziran’dı.
VE SEÇİM PROPAGANDASI BAŞLIYOR
Kural gereği 5 Haziran günü Bağımsız Adayların oy pusulasındaki yerlerini belirlemek için İl Seçim Kurulunda kura çekilişi yapıldı. Bağımsız adaylar küçük bir odada toplandı. Yapılan kura çekilişinde birinci sırada yer aldığımı hatırlıyorum. O yıllar, oy pusulalarında adayların resmi yoktu. Bağımsızların bir amblemi de olmadığından okuma yazması olmayan Kürt seçmenin istediği bağımsız adaya nasıl oy kullanacağı sadece Iğdır’da değil, Türkiye genelinde de ciddi bir sorun olmuştu. “İple ölçme” diye bir çözüm bulmuşlardı. Uygulamadaki başarısını bilmiyorum.
Pervin Buldan, Barbaros Otelinde kalıyordu. Otelin karşısındaki kahvehaneyi de seçim bürosu olarak kullanıyordu. Böyle olunca ben de çok sevdiğim Azeri dostlarımın işlettiği Olimpia Oteline yerleştim.
Iğdır’da “Kapan” olarak bilinen yerde bir kahvehaneyi kendime seçim bürosu olarak kiraladım. Afişlerim pencerelere yapıştırıldı. Ben de her aday gibi seçim çalışmalarıma başladım.
Fazla bir param veya birikimim yoktu. Azerbaycan’da görev yaparken aylığım 5000 dolardı. 8 ay çalıştığım için muhasebede 40 bin dolara yakın param birikmişti. Patronla ağız dalaşına girip şirketten kızgın şekilde ayrılınca parayı muhasebeden almaya tenezzül etmedim. Sonraki aylar aynı şirkette görev yapan kardeşim Selahattin Hun, parayı nakit olarak elden Ankara’da bana teslim etti.
Broşür ve afişlere çok para harcadığımı hatırlıyorum. Özel bir arabam yoktu, bir araba kiralamak zorundaydım. Hem araba parası hem büro parası hem de otel masraflarını ödeyecek şekilde bütçemi kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Başka da kimseden tek kuruşu yardım almış değildim.
2002’de yayınladığım “Iğdır Sevdası” kitabından dolayı Iğdır’ın tarihini ve şeceresini çok iyi biliyordum ama insanların tavrı, niyetleri konusunda elbette bilgi sahibi değildim.
İsmet isimli bir akrabam taksicilik yapıyordu. Yakıtı bana ait olmak üzere günlük bir fiyat üzerinde anlaştık.
Seçim çalışmaları hız kazandıkça, etrafımdaki insanları tanımaya başladım. DTP ile dağdaki PKK militanları arasında organik bir bağ vardı. Bunu bilmeyen de yoktu! Gün geçtikçe üzerimdeki baskı ve tehditler artmaya başladı. En azından mensubu olduğum Geloylu akrabalarımın seçim büromu ziyaret edeceklerini düşünüyordum. Hayır, bürom bomboştu! Lanetlenmiş, dışlanmıştım.
PKK ve DTP tarafından “Hain” ilan edilmiştim. Asılan afişlerim yırtılıyor, bu görevi parayla verdiğim gençler dövülüyordu. (Not: Tüm seçim çalışmalarım boyunca broşürümü, sahibi olduğu bakkal dükkânın vitrinine tehditlere aldırmadan korkusuzca asan, Almas halamın eşi Merhum Hamit Güney Amcamdı. Rahmetle anıyorum!)
Bir gün kiraladığım büronun sahibi yanıma geldi, tehdit aldığını bu nedenle büroyu derhal boşaltmamı istedi. Yapabileceğim bir şey yoktu! Büroyu boşalttım, afişlerin tamamını kardeşim Ahmet’e teslim edip, eve götürmesini istedim. İşin acı tarafı Ahmet Hun’un eşi, üstelik akrabam olan hanımefendi de yüzüme karşı, “Bir daha bizim eve gelme,” diye beni yolcu etmişti.
Büroyu tahliye ettikten sonra, taksici İsmet’le birlikte Iğdır ilini turlamaya başladık. Yanımda kimse yoktu. Yalnızdım. Köy veya ilçe kahvehanelerinde broşürümü dağıtıyor, konuşma yapıyordum.
ACI BİR OLAY
Seçim çalışmalarının tam ortasında kötü bir haber aldık. Yaylaya giden aşiretimin bindiği kamyon, şarampole devrilmiş, 5 kişi ölmüştü. Cenazeler akşama doğru Iğdır’a getirildi. Baharlı Mahallesi Camiinde yıkanıp kefenlendiler. Cenazelerimizi, gece yarısı Karahacılı ve Kolikent köy mezarlıklarında defnettik. Çok üzgündüm. Ölenlerin çoğu, çocuk ve kadındı.
İkinci gün, Ahmet Hun ve Necdet Hun’u yanıma alarak köy yerindeki taziye çadırına gittik. Taziye yeri kalabalıktı. Nerdeyse bütün aşiret orada toplanmış gibiydi. Masaya oturup, duamızı okuduk. Önüme konan çayı yudumlarken, kalabalığın içinden bir akrabam, “Hayırlı olsun! Aday olmuşsun! Kazanabilecek misin?”
5 akrabamın öldüğü böylesine acılı bir günde hem de taziye çadırında böyle bir soruyu cevaplamak benim kabul edebileceğim bir yaklaşım değildi. Sessiz kaldım. Sessizliğime başka bir anlam verdiler. Bu kez sanki bir hata işlemişim gibisinden başka bir akraba söze girdi, niçin aday olduğumu sordu. Sorudan üstü örtülü şöyle bir anlam çıkıyordu: “Pervin Buldan’ı kaybettirmek için devlet seni aday yaptı!”
Elbette bu doğru değildi! Iğdır’da ilk adaylığı, ben açıklamıştım. O zaman Pervin Buldan’ın adı bile yoktu. DTP, bağımsız aday gösterirse bunun Leyla Zana olacağı yönünde bir haber dolaşıyordu. Hatta Leyla Zana’nın Iğdır’a birkaç günlüğüne geldiğini öğrendim.
Taziye yerinde sözlü sataşmalara cevap vermek zorunda bırakıldığım için kızgındım. Cenazelere olan saygımdan dolayı sessiz kalışım farklı şekilde algılanıyordu. Söze girdim, uzun uzun niçin aday olduğumu anlattım. Kalabalık da bir heyecan dalgasının estiğini hatırlıyorum. Ayağa kalkıp vedalaştığımızda, çadırdakilerin hepsi ayağa kalkıp sırayla benimle tokalaştılar, bir anlamda “yanındayız” mesajını verdiler.
Pervin Buldan, bu haberden rahatsız olmuş olmalı ki, Geloylu Aşiretini kaybetmemek için hamle yaptı. Pervin Buldan, nereden geldiği herkesçe malum dünya kadar parası vardı. Dört koldan hücuma geçti: Bir yandan aşiretimin mensuplarını bana kışkırtıyor, “Kendi pisliğinizi kendiniz temizleyiniz,” diyerek DTP üyesi veya eğilimli akrabalarımı üzerime gönderiyordu. Kural gereği eğer beni başka bir aşirete mensup birisi öldürse veya zarar verse, Geloylu Aşireti bunu “kan davası” yapabilirdi ama bir Geloylu bana zarar verse, “Aşiretin iç sorunu” olarak bu olay kapanırdı.
Çok geçmeden Karakuyu köyünden genç bir akrabam Olimpia Oteline gelip, emredici bir ses tonunda konuştu: “Yarın derhal Iğdır’ı terk ediyorsun yoksa seni öldüreceğiz.”
Şu cevabı verdiğimi hatırlıyorum: “Sizden korkmuyorum! Beni öldüren varsın bir Geloylu kurşunu olsun. Gömeceğiniz yer dedemin babamın mezarının olduğu Karakuyu köyüdür. Bu benim için bir onurdur.”
Birkaç gün sonra teyze oğlum Ümit Alagöz, yanında oğlu ve Ahmet Hun’la otele geldi. Ümit ve oğlu, beni oyları parçalamak, Kürtlere ihanet etmekle itham edince, her ikisini de, küfrederek otelden kovdum. İlginç olan Ahmet Hun’un onları getirmesi, sessiz kalmasıydı.
Telefon tehditleri de yoğunlaşmaya başladı. Dönemin Valisi Saim Saffet Karahisarlı’yı daha önce makamında ziyaret etmiş, tanışmıştım. Oğlu, mezun olduğum İTÜ’de öğrenciydi. Aramızda bir yakınlık oluşmuştu. Telefon açıp tehditler konusunda kendisini bilgilendirdim. Sayın Valimiz temkinliydi: “Iğdır merkezde broşür dağıtırken güvenliğini sağlayabilirim ancak köylerde ve diğer ilçelerde yardımcı olamayacağım. Askerlerimin hayatını tehlikeye atamam!”
Yapılan öneriyi kabul etmedim. Iğdır’da yanımda polislerle broşür dağıtırsam, bu da tam Pervin Buldan ve yandaşlarının hakkımda çıkardıkları, “MİT ajanı, CIA ajanı, karanlık devletin adamı” gibi iftiraları doğrular nitelikte olacaktı.
Pervin Buldan, bununla yetinmedi, dağ kadrosuna ulaşıp onları devreye soktu. Bir akrabam yanıma gelip PKK’nın yayın organı MED-TV’de Murat Karayılan’ın benim adımı vererek, “O haine gerekli cezayı veriniz! Pervin Buldan’ı size emanet ediyorum,” şeklinde bir açıklamada bulunduğunu söyledi. Zaten bugünlerde basına yansıyan haberler de Buldan’ın Karayılan’la “kasetler” yoluyla haberleştiğini doğruluyor.
Pervin Buldan’ın parası boldu. İstanbul, İzmir gibi metropollerden otobüsler kiralanıp oradaki PKK sempatizanı gençleri Iğdır’a taşıdı. Bununla yetinmedi, seçilmesini güvenceye almak için Ağrı gençliğini de Iğdır’a çekti. Iğdır, birdenbire tanınmayan yüzlerle dolmuştu. Ben köylere yalnız giderken, Pervin Buldan’ın topladığı gençler nerdeyse her eve bir kişi olacak şekilde seçmeni psikolojik bir baskı altına almıştı. Ağrı gençliği Iğdır’a taşındığından o yıllar 5 milletvekili çıkaran Ağrı’dan bağımsızlar milletvekili çıkaramadı. Bağımsız aday Dr. Naci Kutlay, az bir oyla kaybetti.
(Not: Pervin Buldan, milyon dolar sahibiydi, İstanbul’da yaşıyordu. Anlamadığım şey, ortaokul mezunu Pervin Buldan, iddia edildiği gibi, nasıl ve hangi gerekçeyle, 2007 seçimlerinden önce Iğdır İl Özel İdaresine sanki daha önce devlet memurluğu yapmış gibi rahat bir şekilde atanıyor, bir gün dahi iş başı yapmıyor, kimse de buna ses çıkarmıyor ve belki de bu kayıtlar sümenaltı edilmiş durumdadır. Milyarları olan Pervin Buldan’ın İstanbul’u terk edip Iğdır gibi ücra bir yerde “küçük para” kazanmak istemesi düşündürücüdür. Ayrıca Milletvekili olduktan sonra, basına yansıyan haberlerden öğrendiğimiz kadarıyla, makam arabasında bir keresinde uyuşturucu bir keresinde de PKK militanları yakalanmasına rağmen hiç bir ciddi kovuşturmaya uğramadı. Kim koruyor bu hanımefendiyi? HDP’li seçmen bunu sorgulamalıdır.)
Kürt Halkı sizlere diyor ki “Gölge etmeyin, başka ihsan istemiyoruz.”
Kaderimle baş başa bırakıldığımı anladım. Akşamları, otelde beni ziyarete gelen Ahmet Hun ve Necdet Hun da ortalıktan kaybolunca tek başıma kalmıştım. Necdet Hun, “Erzurum’da işlerim var,” diyerek ortalıktan yok oldu. Ahmet Hun ise bir gerekçe gösterme ihtiyacı duymadı. Tehditlerden korkup kaçacağımı düşünerek biraz tahammül etti ama bunun gerçekleşmediğini görünce evine kapandı. Bununla yetinmedi, tanıdıklara telefon açıp, “Kardeşim Mücahit’in akıl sağlığı iyi değil! Amerika’dan o yüzden geldi.” şeklinde insanların zihninde şüphe uyandırdı. Halbuki 1990 yılında Ahmet Hun’a 500 bin Alman Markı göndermiş, çiftlik kurmasına yardımcı olmak istemiştim. Hacı, o paranın üzerine ebediyen oturdu. Bununla yetinmedi her önüne gelene, “Kardeşlerim benim malıma mülküme el koymuş,” edebiyatı yaptı. Ne mahlûkat!
(2007’deki bu ihanet yetmezmiş gibi 2-3 yıl öncesiydi. Ahmet Hun’un oğlu, Fizik Öğretmeni Mehmet Akif Hun, Star Royal oteline gelip lobide yanıma oturdu, hiçbir neden yokken, konuşmanın ortasında, “Amca ben 2007 seçimlerinde sana oy vermedim, Yücel Artantaş’a oy verdim,” dedi. Yüzsüz ve utanmaz bir yeğene sahip olmanın acısı yüreğimi doldurdu. Onun amacı da zaten bunu başarmaktı. Ahmet Hun ve ailesi de AK Partiye oy kullanmıştı.)
Maşallah iki amca kızım da boş durmuyor, çarşaflarına bürünüp kapı kapı dolaşıyor, aleyhimde çalışıyorlardı.
Bütün bu terk edilmişlik içinde iki şahsiyet, kendimi tanıtmam için toplantı düzenledi:
Birincisi, Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kâmil Aslan idi.
Kâmil Bey, üyeleri toplantı salonunda bir araya getirdi. Soru cevap şeklinde aramızda hoş bir sohbet oldu. Vefa duygusuna bağlı birisiyim. Kâmil Aslan Bey’e geç de olsa teşekkürlerimi iletmek istiyorum. İşin ilginç yanı, toplantının ortasında Ahmet Barbaros, ter kan içinde salondan içeri girdi. Pervin Buldan’ı desteklediği için beni mahcup duruma düşürmek amacıyla ukalaca sorular sormaya başladı. Hak ettiği cevabı aldı. Zavallı adam!
Diğer vefalı şahsiyet Merhum Ahmet Gelal idi. Bir okulda Müdürdü. Yabancı öğretmenleri bir sınıfta toplamış benimle tanışmalarını istemişti. Soru cevap şeklinde geçen bu toplantıdan memnun ayrılmıştım. Allah rahmet eylesin!
ŞOFÜRÜMÜN KAYBOLMASI
Arabasını kiraladığım, parasını günlük verdiğim akrabam İsmet, birden ortadan kayboldu. Arabasız kalmıştım. Kürt taksiciler benden uzak kaçıyordu çünkü tehdit alıyorlardı veya kim bilir onlar da beni “Hain” olarak görüyorlardı. Azeri taksicilerle seçim çalışmalarıma devam ettim. Azeri taksiciler, Kürt köylerine girmeye cesaret edemiyorlardı. Beni köyün girişinde indiriyor, ben de elimde broşürlerle yürüyerek köy kahvelerini dolaşıyor, taksiye geri dönüyordum.
HASAN ALAGÖZ’ÜN TATLI İHANETİ
Hasan Alagöz, teyze çocuğumdur. Aramızda altı ay var. Birlikte büyüdük. Çoğu kez aynı yatağı paylaştık. İlkokulu aynı sınıfta okuduk. Birlikte futbol oynadık. Sinemaya gittik. (Gerçi Hasan Alagöz o yıllar namazında niyazında bir çocuk olduğundan sinemada öpüşme sahnelerinde günaha girmemek için gözünü kapıyor, bana yalvararak, ‘Mücahit öpüşme sahnesi bittikten sonra haberim olsun,’ diyordu. )
2004 Mahalli Seçimlerinde SHP’den (o yıllar DEHAP ve sol partiler SHP çatısı altında birleşmişti) Iğdır Belediye Başkanı adayıydı. Karşısındaki en ciddi rakip MHP’den Nurettin Aras’tı. Seçimi iki taraftan birisi kazanacaktı. Ankara’da çalışıyordum. Çocukluk arkadaşım, teyze oğlum Hasan Alagöz’e destek olmak için Iğdır’a gittim.
Hasan Alagöz’ün ekibi hummalı bir çalışma içindeydi. Fransa’nın Bordeaux (Bordo) şehrinden üç Fransız gelmişti. Hasan, bu arkadaşların Avrupa Birliği tarafından seçimlerin şeffaflığı hakkında rapor vermek için gönderildiğini söyledi. Fransızlar, az İngilizce biliyordu. Hasan, bu arkadaşlarla ilgilenmemi rica etti. Böylece, üç kişilik Fransız grubunu teslim aldım. Fransızca konuşarak Iğdır’ı ve tarihi hakkında bilgiler verdim. Sorularının sonu gelmiyordu. Şanslıydılar, IĞDIR SEVDASI kitabının yazarıyla hem de Fransızcayı akıcı konuşan birisiyle beraberdiler.
Oy kullanma günüydü. Üç Fransız ile birlikte sandıkları dolaşıyorduk. Birden bir araba önümüzde durdu. Sonradan Vali olduğunu anladığım bir şahıs arabadan hışımla çıkıp bize yaklaştı, “Kim bu yabancılar?” diye sordu. Ben de “Avrupa Birliği seçim gözlemcileri,” diye cevapladım. “Gözlemci kimliklerini göstersinler!” diyer sert bir şekilde konuştu. Naif bir şekilde Fransızlara dönüp, “Gözlemci kimliklerinizi görmek istiyor. Lütfen çıkarınız!”
Fransız gençler şaşırdılar:
“Ne gözlemci kimliği?”
“Siz, AB seçim gözlemcisi değil misiniz?”
“Hayır! Biz, Bordeaux (Bordo) Üniversitesi’nde Şark Dilleri Bölümü Master öğrencileriyiz. Bir Kürt Derneği yol paramızı ödeyerek bizi buraya davet etti. Amacımız tez konusu hazırlamak…”
Durumu anlamıştım. Vali Bey’e döndüm:
“Arkadaşlar kimliklerini otelde unutmuşlar.”
“Bir daha kimliksiz karşıma çıkarsanız hepinizi tutuklattırırım.”
Araba çekip gitti, düşürüldüğüm tuzak nedeniyle kendime kızgındım. Bu soruyu daha önce gençlere sormuş olabilirdim. Bu tehdide aldırmadan, üç Fransız’ı sandık sandık dolaştırdım.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde Hasan Alagöz, seçimlere üç gün kala Iğdır’a geldi. Ben, 2004 seçimlerinde onun için çalışmış, hatta risk almıştım. Nezaket gösterip ne telefon açtı ne de ziyaretime geldi. Vefasızlığı akrabalarımdan sırasıyla öğreniyordum. Bana bir yaşam dersi verdikleri için onlara müteşşekirim.
“ATİLA HUN” NEFRETİ
Taksici İsmet’le köy ve ilçe kahvehanelere gittiğimde daha konuşmama başlamadan birisi gelişigüzel lafa giriyor, “Atila Hun’un kardeşi misin? Abinden ne hayır gördük ki senden de görelim. Sen git, Atila Hun gelsin! O, hesabını vermeden sana oy vermeyiz,” diyerek serzenişte bulunuyorlardı. “Atila Hun” adını duymaktan bıkmıştım!
Atila Hun ile ilgili bu nefret sözleri, Tuzulca’dan Aralık’a, Iğdır’dan Karakoyunlu’ya kadar tüm Iğdır seçmenini sanki söz birliği etmişçesine etkisi altına almıştı. Ben de mecbur kalıyor, “Atila Hun’un hesabını benden soramazsınız. Bir gün Iğdır’a geldiğinde, hesabınızı kendisinden sorarsınız,” diyordum.
Ben, Atila Hun için, kahvehanelerde hesap verirken acaba Atila Hun bir kere olsun bana telefon açıp başarı dileklerinde bulundu mu? Hayır! Halbuki Atila Hun’un 1990’da Almanya ziyaretinde milletvekilliğine aday olmaya isteklendiren, gerekli maddi desteği sunma güvencesi veren bendim.
1991’de yapılan seçimlerde SHP’den aday oldu. Delege seçiminde 5. sıraya geldi. O seçimde “tercihli oy” uygulaması vardı. Bunun için, Kars Merkez ilçe dahil, 15 ilçeyi kapsayan geniş kapsamlı bir ekip çalışması yapması gerekiyordu. Kısacası daha fazla paraya ihtiyacı vardı.
Fransa’da çalışıyordum. İyi para kazanıyordum. Atila Hun’a iki kez büyük miktarda para gönderdim. Şanslıydı. Benim param ve Mecit Hun’un siyasi ve manevi mirasıyla hiç beklemediği ve hak etmediği şekilde milletvekili seçildi. Milletvekili olur olmaz yaptığı ilk iş, sırtını ben dahil bütün akrabalarına dönmesiydi.
Atila Hun, seçim sürecince beni bir kez telefonla aramadı, ama gelişmeleri Orhan Hun aracılığıyla yakinen takip ediyordu. Yakın bulduğu isimleri devreye sokuyor, benden uzak durmalarını tembihliyordu. Allah için onlar da kendilerine verilen görevi hakkıyla yerine getirdiler.
Seçim çalışmalarımın başında Orhan Hun, yanımda geldi, “Atila Abi hakkında kimsenin aleyhte laf etmesine izin verme,” diyerek tembihledi, sonra da ortadan tamamen kayboldu. Vefasızlık devam ediyordu: Yıllar sonra, Atilla Hun’un eşi, özel bir konuşmasında, ukalalık ederek, “Iğdır’da Hun’lardan birisi adaydı ama O’nun Mücahit olduğunu bilmiyordum,” gibisinden laflar bile etti. Basit insanlar!
Selahattin Hun, Iğdır’a gelmedi. Bir kez telefona açtı, isteksiz de olsa, “Paraya ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!” diye cevapladım.
İNFAZ TEŞEBBÜSÜ
Bütün tehditlere rağmen seçimden çekilmediğimi, Iğdır’ı terk etmediğimi gören DTP veya bilmediğim güçler bir infaz timini devreye soktular.
Sabahın üçüydü. Temmuz sıcaklığı insanı boğuyordu. Telefonum çaldı. Bir akrabam telefondaydı: “Dayı, iki arkadaş seninle Kürt Sorununu tartışmak istiyor. Lobide bekliyorlar.”
Seçmenlerin isteklerine karşı duyarlıydım. Aşağı indim. Akrabam, mazeret bildirip uzaklaştı.
Sırtım, resepsiyona dönüktü. İki tanımadığım sima karşımda oturuyordu. Temmuz sıcağında üzerlerinde ceket vardı. Birisi, “Kürt Sorunu hakkında ne düşünüyorsun?” diye gelişi güzel bir soru yöneltti.
Ben görüşümü açıklarken, iki genç beni dinlemiyor, birbirlerine göz atıyor, garip tavırlar sergiliyorlardı. Bir ara, ben konuşmama devam ederken birisi diğerinin kulağına eğildi. O anda belindeki silahı gördüm. Bunu muhtemelen resepsiyondaki görevli de görmüş olacak ki, telefona sarılıp polisi aradı: “Polis Bey, bizim otelin önündeki arabayı soymaya çalışıyorlar. Bir ekip gönderseniz iyi olur!”
İki genç, bunu duyar duymaz ayağa kalkıp, ortadan kayboldular. Yıllar sonraki itiraflardan anlayacaktım ki o iki genç beni infaz için gönderilmişti.
YÜCEL ARTANTAŞ’IN ŞOVENİST YAKLAŞIMI
Ben, bin bir belayla boğuşurken, bu kez gittiğim Azeri kahvehanelerinde istisnasız olarak aynı cümleyi duymaya başladım:
“Siz adaylıktan çekilmediniz mi?”
“Hayır! Kim söyledi!”
“Az önce Yücel Artantaş geldi. ‘Mücahit Özden Hun bir demet çiçek yaptırıp Pervin Buldan’ın yanına gitmiş, özür dileyerek adaylıktan çekilmiş. Kürtler birleşiyor, biz de birleşelim!’ dedi.”
Bu cümle sık sık karşıma çıktığı için yemin etmiştim, karşıma ilk çıktığı anda Yücel Artantaş’ın suratına bir yumruk indirecektim.
İşte tam o günlerde, ASAM’dan arkadaşım, dostum Sinan Oğan beni Olimpia Oteli’nde ziyarete geldi, başarılar diledi. “Bir isteğin var mı,” diye sorunca, hemen söze girdim: “Sinan kardeşim, sen de Meleklilisin, Yücel Artantaş da… Lütfen kendisine orada burada benim adımı telaffuz ederek, Pervin Buldan lehine adaylıktan çekildiğim yönünde yaptığı dedikodulara son versin. Eski bir Milletvekiline bu yakışmıyor! Kötü şeyler olabilir!”
Yücel Artantaş’ın amacı kendi şahsıyla Pervin Buldan arasında Azeri-Kürt çekişmesini yaratmak, Azeri oylarını CHP’de toplamaktı. Şovenist söylemlere ihtiyacı vardı. Ancak gözden kaçırdığı bir nokta şuydu: Azeri seçmenler, MHP ve Nevzat Aras arasındaki kıyasıya mücadeleye odaklanmıştı. Nitekim MHP ve Nevzat Aras, ayrı ayrı, Yücel Artantaş’tan daha fazla oy aldılar. Yücel Artantaş tüm çabasına rağmen seçimi %8,4’lük oyla beşinci sırada bitirdi. Bu elbette büyük bir hezimetti!
SİYASİ CENTİLMENLİK
Pervin Buldan ve Yücel Artantaş, siyasi ahlak kurallarını çiğneyerek ihtiras dolu siyasi bir propagandaya kaptırmışlardı kendilerini. Benim için kimin kazandığı değil, saygı ve centilmenlik önemliydi. Şu an İstanbul Milletvekili olan Şamil Ayrım Bey, Demokrat Parti’sinden adaydı.
Bir gün yolum Şamil Ayrım Bey’in baba köyü (beldesi) Pernavut’a (Gaziler) düştü. Orta yerde kahvehaneler vardı. Bir iskemleye çıkarak hitap ettim: “Değerli Hemşerilerim! Sizden oy istemek için değil sizi selamlamak için geldim. Kendi çocuğunuz Şamil Ayrım Bey, adaydır. Lütfen O’na sahip çıkınız, arkasında durunuz.”
Akşamleyin Şamil Ayrım Bey, Olimpia Oteline gelerek nezaket ziyaretinde bulundu, teşekkürlerini iletti.
SEÇİM BROŞÜRLERİMDEN BİRİ
KÜRSÜDE KONUŞMA HAKKI
Bağımsızların da kürsüde konuşma hakkı vardı. Doğrusu, Iğdırlı seçmene en önemli mesajımı bu fırsatla verebileceğimi düşünüyordum. Nevzat Aras’tan sonra konuşma sırası bendeydi. Nevzat Aras, benim de konuşma zamanımı alacak şekilde konuşmasını uzatınca, bu fırsat da elimden kaçtı. İl Seçim Kuruluna yaptığım şifahi başvurular sonuç vermedi.
BAZI PERVASIZ AZERİLER
Kural gereği, adaylar devlet dairlerini, belediyeyi, valiliği, jandarma komutanlığını, emniyet müdürlüğünü vb ziyaret ediyorlardı.
Ben de tek başıma elimde broşürlerle Devlet Su İşleri (DSİ) binasına girdim, her odaya broşür bırakıp üst kata çıktım. Geniş bir salona geldim. Masalarda memurlar vardı. Broşürümü dağıtıp tam ayrılmak üzereydim ki bir genç duyacağım şekilde arkadan bağırdı: “Bu memleketi (Iğdır) karıştıran Hüseyin Akbulut ile Mecit Hun’du, şimdi oğlu bizden oy istiyor!”
Bu bariz bir hakaretti. Bağırdım: “Terbiyesizlik etme! Ben hem Hüseyin Akbulut’un hem de Mecit Hun’un manevi mirasına kimsenin dil uzatmasına izin vermem!”
Ortalık karıştı, beni oradan uzaklaştırdılar. Akşam otelin lobisindeyken bir telefon geldi. Bana hakaret eden şahıstı. Kibarca özür diledi, olup biteni unutmamı istedi. Aynı nezaketle her şeyi unuttuğumu söyleyip telefonu kapattım.
Bir gün şehir içinde dolaşırken, ara bir yolda, masaların konduğu kalabalık bir alana geldim. Meğerse Yücel Artantaş’ın seçim bürosuymuş! Masadakiler çay içmeye davet ettiler. Kısa bir konuşmadan sonra içlerinden birisi, “Atila Hun niçin seninle dolaşmıyor?” diye hoş olmayan bir soru sordu. Konuşmalar yön değiştirdi, ağız dalaşına dönüştü. Tatsız bir şekilde oradan uzaklaştım.
BAZI CENTİLMEN AZERİLER
Tuzluca’daydım. Bakkal bakkal dolaşıyor, broşür dağıtıyordum. Derken Pervin Buldan’ın seçim bürosunun önünde buldum kendimi. Birisi beni nazik bir üslupla çay içmeye davet etti. Oturdum. Söz dönüp dolaşıp Kürt Sorunundan açıldı. Kürt Sorunu konusunda yüzlerce kitap okumuş birisiyim. Kürtçe okuyup, yazabiliyor ama konuşmada sıkıntı çekiyorum. Birisi dalga geçer gibi, “Sen ne biçim Kürt’sün ki Kürtçe bilmiyorsun!” Cevabım hazırdı: “Abdullah Öcalan Kürtçe biliyor mu?” Ses çıkmadı.
Kalktım karşı kaldırıma geçtim. Bir bakkaldan çıkarken kaldırıma oturmuş birisi oturduğun yerden bana laf attı: “Baban gibi sen de kontrgerillanın adamısın!”
Küfrü bastım. Bununla kalmadım Pervin Buldan’ın bürosundakilere dönüp yaptıklarının doğru olmadığını, provokasyona ümit bağlamanın çaresizlik olduğunu falan bağırıp durdum. Birden biraz uzaktaki bir kalabalıktan alkış sesleri yükseldi. Ben de onlara yaklaştım. MHP’nin seçim bürosuydu. Kendilerine teşekkür ettim.
Bir gün de Aralık ilçesinde dolaşıyordum. Bir kahvehanenin önünden geçerken içeri davet edildim. Bir aday, yapılan bir daveti reddedemez. Oturdum. Abbas Bozyel, Gündüz Güneş ve İsa Yaşar Tezel kendilerini tanıttılar. Aramızda hoş bir sohbet oldu. Abbas Bozyel’i Mal Meydanındaki futbol maçından hatırladım.
Bir gün Iğdır Spor’un ünlü futbolcuları İzzet, kardeşi İssi, Vidalı Kemal, Göçmen, Timur, Abbas ve diğerleri kendi aralarında maç yapmak için Mal Meydanına gelmişlerdi. Ben, yaşça küçüktüm. Kaleci bulamayınca gönüllü oldum. Bir ara top Abbas’ın önüne geldi, karşı karşıya kaldık. Abbas, topu biraz fazla açınca panter gibi uçup topu ayağından kaptım, Abbas da bana çarpmamak için üzerimden atladı. Aferin anlamında omzuma dokundu.
O masada çok hoş bir ambiyans ve dostluk havası vardı. Göstermiş oldukları bu centilmenlikten etkilenmiştim. Kendi aşiretim benden uzak kaçıyor, “faşist” diye ötelediğim, uzak durduğum MHP’liler benimle dostça sohbet ediyorlardı. Abbas Bozyel kardeşime hem başsağlığı dileklerimi iletiyor hem de yıllar önce göstermiş olduğu centilmenliği unutmadığımı ifade etmek isterim.
MERHUM SÜLEYMAN TAŞKINSU İLE SOHBET
Iğdır’ın “SANAYİ” bölgesi önemliydi. Merhum Süleyman Taşkınsu’nun çok emeği geçmişti. Bir gün elime broşürlerimi alarak, sanayi bölgesindeki atölyeleri tek tek dolaşmaya başladım. Derken Süleyman Taşkınsu Abimin olduğu yere geldim. Beni her zamanki gönül hoşluğu ve cömertliğiyle karşıladı. İkram ettiği çayı yudumlarken, lafa girdi:
“Ay Mücahit Bey, bilirsen men niye aday oldum?”
“Niçin Süleyman Abi?”
“Çocukluğumdan beri, ne zaman ki seçim zamanı gelende ha o kazandı ha bu kazandı deyip ortalığı velveleye verirler. Merak edilem. Hele bu Meclisi bir görem. Baxım içinde ne var ki bu adamlar özlerini bele öldürürler?”
İkimizde kahkahayı bastık. Allah rahmet eylesin!
SEÇİM GÜNÜ
Seçim günü, rakiplerim konvoylar halinde seçim sandıklarına dağıldılar. Ortalıkta kiralayabileceğim bir taksi bile yoktu. Mecburen otelin lobisine oturup, beklemeye koyuldum. Bir telefon geldi. Kaybolan şoförüm İsmet’ti: “Abi, Karakuyu’da Pervin Buldan için açık oy kullanılıyor, haberin olsun!”
Sayın Valimizi aradım, ama müdahale etmeye istekli değildi. PKK’nın dağ kadrolarının baskı amaçlı köylere indiği biliniyordu. Jandarmalara bir tuzak kurulabilir korkusu vardı. Devletin gücünün yetmediği bir duruma tek başına müdahale şansım yoktu. Kısacası, seçim günü, otelden çıkmadım.
Sandıklar 17:00’de kapandı. Bir saat sonra kız kardeşim Süheyla otelin kapısında belirdi. Şaşırmıştım. Almanya’dan apar topar gelmişti. Sonradan öğrendim ki Ahmet Hun, Süheyla’ya telefon açıp, “Mücahit aklını kaçırmış, gelip götürün,” demiş, zavallı da buna inanıp gelmişti.
Sandıklar açıldıkça haberler de hızla ortalıkta dolaşmaya başladı. Haftalardır saklanan amcaoğlu Necdet Hun birden ortaya çıktı, beni evinde yemeğe davet etti. Çarşaf giyip kapı kapı dolaşan amca kızım, en güzel kebapları yapıp ikram etti. Ne de olsa hezimete uğradığımı biliyor, bunun zevkini çıkarmak istiyordu.
Yemekte iken Necdet’e bir telefon geldi. Kesin olmayan sonuçlara göre Ali Güner ve Pervin Buldan kazanmışlardı. Nevzat Aras, MHP’nin oylarını bölmeseydi, seçimi Ali Güner ve Abbas Bozyel kazanacaktı. Bir anlamda Nurettin Aras gücünü göstermişti.
Ben, 301 oy almıştım. Geloylu köylerinden yani öz akrabalarımdan sıfır oy aldım. Moral bozukluğumu belli etmemeye çalıştım çünkü benim üzüntüm başkalarının mutluluğu demekti. İçinde bulunduğum koşullar, ihanetler, tehditleri dikkate aldığımda 301 oy benim için 301 bin oy gibiydi.
Ertesi gün, Iğdır’dan ayrılmadan önce halalarımızı ziyaret ettik. Merhum Seyran Halam, seçimde oy kullanmadığını söyledi. Süheyla, halamın parmağındaki boyayı görünce, halam itiraf etmek zorunda kaldı: “Oyumu kızımız Pervin’e verdim!” deyince içim burkuldu. Oyunu Pervin Buldan’a vermiş olsa bile bunu yüzüme karşı alenen söylemesini doğru bulmadım. Büyüklük, akrabalık bunu gerektiriyordu ama halam da yüreğime bilerek bıçak sokmak istemişti. Allah rahmet eylesin!
SON CENTİLMENLİK
Iğdır’dan ayrılmadan önce Osman Toka’nın sahip olduğu gazetede bir ilan yayımladım, seçimi kazanan Ali Güner ve Pervin Buldan’a başarı dileklerimi ilettim.
Seçim mücadelem, bu şekilde sona erdi. Her şeyi unutup yeni bir yaşama başladım.