Değerli Okuyucular:
Iğdır doğumluyum. Iğdır, Anadolu coğrafyasının değil Güney Kafkasya coğrafyasının bir parçasıdır. Bu sadece coğrafi anlamda değil; dil, kültür, değerler sistemi, yaşam biçimi anlamında da böyledir. Ben de Iğdır’ın sosyal ve kültürel değerleri içinde kök saldım, büyüdüm.
Komşularımız, istisnasız ya Azeri ya da Terekeme (Kara Papak) idiler. Onlarla arkadaş oldum, oynadım, küstüm, barıştım, top oynadım, tozlu sokaklarda bilye, âşık kemiği oyunu için yerlerde yuvarlandım. Elimizde kuşetenle (sapan) kavak ağaçlarının yücesine yığılan, ilk fırsatta tarlalara hücum etmeye hazır kargaları nişan aldık. Her ne kadar düğünlerde oynamadımsa da, hazır bulundum. Usta ellerde çalan akordiyon müziğinin ezgisi, her seferinde yürek tellerimi oynattı.
Hal böyle olunca, benim için; Azeri, Kürt, Terekeme tarihi (Güney Kafkasya) hep ilgi alanım olmuştur.
GİRİŞ
Yılın bu aylarında, yani Kasım ve Aralık’ta, iki kardeş cumhuriyetin bir yıl içinde hem kurulması hem de ortadan kalkmasının yıldönümü olduğunu hatırlar, hüzünlenirim. Bu cumhuriyetler, bugünkü İran topraklarında kurulan, Azerbaycan Milli Hükûmeti ve Mahabad Kürt Cumhuriyetidir. Azerbaycan Milli Hükûmetinin başkenti Tebriz; Mahabad Kürt Cumhuriyetinin başkenti de Mahabad idi.
Iğdır’ın biraz ötesi Güney Azerbaycan, biraz ötesi de İran Kürdistanı’dır. Hal böyle olunca, buralarda kurulmuş iki kardeş cumhuriyetin varlığı ve kaderi, bir İstanbullu, bir Ankaralı, bir Trabzonlu, bir Diyarbakırlının ilgi alanı olmazsa da beni fazlasıyla ilgilendirmiştir. Komşu halkların kaderine olan bu ilgim, ilk gençlik yıllarımda olduğu gibi, yurt dışındayken de içimde hep var oldu.
Garipsediğim şudur: Iğdırlı Azeri ve Kürt aydınlar, yanı başlarında kurulmuş olan iki kardeş cumhuriyetin tarihi konusunda bilgi sahibi değiller. Halbuki yazımı okuduğunuzda göreceksiniz ki Iğdır, bir zamanlar, bu iki cumhuriyet için bir anlamda köprü görevi üstlenmiştir.
WİLLİAM EAGLETON (igıldın) ADINDA BİR DİPLOMAT
Üniversite birinci sınıfta elime bir kitap geçti. Komkar Yayınları tarafından yayımlanan kitabın (Aralık 1976) adı şöyleydi: Mehabad Kürt Cumhuriyeti. Yazarı: William Eagleton (igıldın)
İsterseniz önce yazar hakkında kısa bir bilgi sunayım: 1926 doğumlu olan Eagleton, Orta-Doğu ülkelerinde büyükelçilik yapmış, ABD’li bir diplomattı. Yale (yeyl) üniversitesi mezundur. Dış İşleri Bakanlığında çalışmaya başlar. Eagleton, 1959-61 yılları arasında Tebriz’deki Amerikan Konsolosluğu’nda görev yapar. 1961 yılında “The Kurdish Republic of 1946 / Mehabad Kürt Cumhuriyeti” isimli kitabı kaleme alır. Eagleton, 2003 yılında ABD’nin Kuzey Irak özel danışmanı olarak görev üstlenir. Kürt halı ve keçelerine olan merakıyla bilinir. Eagleton, 2011’de vefat etti.
Dikkatinizi çekmiştir: Mahabad Kürt Cumhuriyeti 1946 yılında kuruluyor ve aynı yıl ortadan kalkıyor; bu cumhuriyet hakkında bir kitabı bir Amerikalı diplomat 1961 yılında kaleme alıyor; bu yetmezmiş gibi bu kitap ancak 1976’da Türkiyeli okuyucularıyla buluşuyor.
Eagleton, kitabını İngilizce yazar. Bir Arap gazeteci, kitabı Arapçaya çevirir. Mamosteyê Mezin (Büyük Hoca) Mehmet Emin Bozarslan da Arapçadan Türkçeye çevirir. Eline sağlık değerli Hocam!
Mahabad Kürt Cumhuriyeti için ihmalkarlık bu derecedeyken, acaba aynı zaman diliminde kurulmuş olan Azerbaycan Milli Hükûmeti hakkında yazılan kitaplar var mıydı?
Cevap: Hayır!
Türk Tarih Kurumu zahmet eder, 2019’da Sonay Ünal’ın imzasıyla “Azerbaycan Milli Hükümeti (1945-1946)” isimli kitabı yayımlar; yani 73 yıl aradan sonra Türkiyeli okuyucu, bir zamanlar Tebriz başkentli, kısa ömürlü ama bağımsız bir Azerbaycan Milli Hükûmetinin varlığından haberdar oluyor! Tek bir cümleyle cevap veriyorum: Yazıklar olsun!
Özellikle, her türden tahrifata el atmakta olağanüstü yetenek sergileyen bir kısım Iğdırlı aydınlar, “var olmayanı var etmek” için çaba göstereceklerine, niçin var olan ve yaşanan bir gerçekliği, hem de Azerbaycan tarihinde bir dönüm noktası olan Azerbaycan Milli Hükûmeti hakkında bir kitap çalışması yapmak istememişlerdir, diye sormak isterim. Her nedense gazete köşelerinde bile bu cumhuriyetin varlığına yer vermeye cesaret edilmez. Garip bir durum!
RIZA ŞAH PEHLEVİ
“Rıza Şah Pehlevi” ismi Iğdırlıların yabancısı değildir. Rıza Şah Pehlevi, Haziran 1934’de Türkiye doğru 27 günlük bir yolculuğa çıkar (10 Haziran-7 Temmuz 1934). Bir geceyi de Iğdır’da Ali Rıza Ataman’ın (Birinci Meclis Milletvekili) evinde geçirir. Trabzon üzerinden gemiyle İstanbul’a ulaşır. Ankara, Eskişehir, Kayseri ve İzmir’de ağırlanır.
Rıza Şah Pehlevi, İngilizlerin desteğiyle 1921’de Kaçar Hanedanını yıkar, 1925’den itibaren de İran’da kontrolü ele geçirir. Atatürk’ün reformlarından etkilenir, aralarında bir yakınlık doğar. Rıza Şah, özellikle gençleri ulemanın (mollaların) giyim-kuşam tarzından ve medreseden kurtarmak, modern bir eğitim sistemi kurmak niyetindedir. Ayrıca, Ağrı Dağı İsyanı sırasında (1930), Türkiye ve İran, işbirliği yapar. Sınırda küçük değişikliklerle, her iki ülkeyi de rahatsız eden Ağrı Dağı İsyanının bastırılması sağlanır. Ziyaretin bir amacı da yeni sınırı güvenceye alacak bir protokolün imzalanmasıdır.
Rıza Şah Pehlevi, ülkesine döner. Tahran Üniversitesini kurar (1934). Giyim-kuşamda liberalleşmeye gider. Rıza Şah Pehlevi’nin en önemli değişikliği ülkesinin ismini değiştirmesidir. MÖ 6. yüzyıldan 1935’e kadar ülkenin adı ya Pers İmparatorluğu ya da Acemistan olarak bilinmekteydi. Bazen de Fars kelimesi kullanımdaydı.
1935’de, Rıza Şah, o yıllar dünyaya hükmeden ve kendi ülkesindeki petrol yataklarını bir anlamda keyfince işleten İngilizlere karşı, Avrupa’nın yeni yükselen gücüne, Nazi Almanya’sına göz kırpar. Naziler, “Aryan” ırkının üstünlüğünü siyasi propagandalarının merkezi haline getirmişlerdir. Rıza Şah Pehlevi, 1935 yılı Nevruz Bayramında (21 Mart) ülkenin adını “Aryanlılar” anlamına gelen “İran” olarak dünyaya ilan eder. Bu şekilde Almanya’nın müttefiki olduğunu da bir anlamda üstü kapalı bir şekilde dünyaya duyurur.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE İRAN
Hitler, 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliğine karşı “Barbarossa” kod adlı askeri harekâtı başlatır. Sovyetler Birliği, yıldırım hızıyla ilerleyen Alman orduları önünde tutunamaz, geri çekilir. Sovyetler Birliği’nin acilen silah, mühimmat ve gıda yardımına ihtiyacı vardır. Türkiye, Hitler’in hışmından korktuğu için Boğazlardan silah geçişine izin vermez. Verse de zaten Karadeniz limanları Almanlar tarafından işgal edilmiştir.
Müttefik kuvveler alternatif bir yol arayışına girerler. En makul çözüm, müttefik kuvvetlerin (özellikle İngiltere) Basra Körfezi üzerinden İran’ın güneyini işgal etmesi, eş zamanlı olarak Sovyetler Birliği’nin de İran’ın kuzey bölgesini (Güney Azerbaycan ve Mahabad Kürt Bölgesi) işgal ederek, İngiltere’yle buluşup bir köprü oluşturmasıdır.
Sovyetler Birliği ve İngiltere, proje için Rıza Şah Pehlevi’den yardım isterler. Almanya yanlısı Rıza Şah Pehlevi, öneriyi reddeder; ancak gelen basıklara dayanamayarak 16 Eylül 1941’de tahttan çekilir, yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi, İran Şahı olur.
Sovyetler Birliği askerleri kuzeyden; İngilizler güneyden gelip Kermanşah şehrinde buluştuklarında bu haber Churchill’e (çörçil) iletilir. O da arkadaşlarının huzurunda zevkle bir puro yakar; “Zafere Giden Köprünün Şerefine” diye bağırarak purosundan derin bir nefes alır. Artık İran, müttefiklerin elindedir.
Şah Muhammed Rıza Pehlevi, artık bir kukladır. Müttefiklerin ünlü Tahran Konferansı da Hitler’in bütün kızgınlığına rağmen Tahran’da toplanır. Üç liderden sadece Stalin, Şah’ı ziyaret edip, hal hatır sorar.
Stalin, Şah’in verdiği resepsiyona tek başına giderken Dış İşleri Bakanı Molotov engel olmak ister: “Efendim ne yapıyorsunuz? Şah, sizin ayağınıza gelmeli!” Stalin gülerek cevaplar: “Ben Şah’ın ayağına değil petrole gidiyorum.” Stalin, hedefine ulaşır. Savaş bittikten sonra Şah’la petrol anlaşması yapar. Buna dayanarak Sovyet ordularını Mahabad ve Güney Azerbaycan’dan çeker. Çok geçmeden Şah’ın ordusu iki cumhuriyeti de yıkar.
AZERBAYCAN MİLLİ HÜKÛMETİ VE MEHABAD KÜRT CUMHURİYETİNİN KURULMASI
2 Eylül 1945’de İkinci Dünya Savaşı sona erer. Tebriz başkentli Güney Azerbaycan ve Mahabad bölgesine kadar olan Kürdistan toprakları, Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmiş durumdadır. Bakü Merkezli Sovyet Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri, Mir Cafer Bağırov, Stalin’e öneride bulunur. İlk aşamada Güney Azerbaycan ile Kuzey Azerbaycan’ı birleştirmek, ikinci aşamada Bağımsız Azerbaycan’ı Sovyetler Birliğine katılmasını sağlamak. Stalin, öneriye sıcak bakar.
(Bağırov, 1896 Kuban doğumludur. 1933-53 yılları arasında Sovyet Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreterliğini yürütür. Stalin’in ölümünden (1953) sonra tutuklanır. 1956 yılında, Stalin taraftarı olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilerek infaz edilir.)
AZERBAYCAN MİLLİ HÜKÛMETİ VE MİR CAFER PİŞAVERİ
Mir Cafer Pişaveri, 1892 Güney Azerbaycan’ın Halhal eyaletinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Azerbaycan Demokrat Partisi Genel Başkanıdır. 1905 yılında Bakü’ye gider. Marksist düşünceyi benimser. Uzun yıllar öğretmenlik yapar. Çeşitli gazetelerde makaleleri yayımlanır. Rıza Şah Pehlevi, 1924 yılında 50 kişilik sosyalist grubu (ilginçtir 1959 yılında da DP iktidarı gelişigüzel topladığı 50 kişilik Kürt öğrenci ve aydınını) hapse atar. İçlerinde Pişaveri de vardır. Pişaveri, tıpkı TİP lideri Mehmet Ali Aybar gibi ülkenin özelliklerini dikkate alacak bir sosyalizmden yanaydı. 1930’de yakalanıp 11 yıl hapis yatar. 1941 yılında İngiliz ve Sovyet Birlikleri İran’a girince çıkarılan afla serbest kalır.
Temmuz 1945’te Bakü’de gizli olarak Bağırov ile görüşen Pişaveri, dönüşte Azerbaycan Demokrat Partisini kurar. 13 Eyül 1945’de Azerbaycan Milli Hükûmetini ilan eder. Pişaveri’nin İran ve Türkiye’yi kızdırmaya niyeti olmadığından sanki özerklik talebinde bulunuyormuş gibi Bakanlar Kurulu listesinde Dış İşleri, Dış Ticaret ve Savunma Bakanlığına yer vermez ama el altından Bağırov’la temasa geçerek iki Azerbaycan’ın birleştirilmesi için görüşmeler yapar. Hükûmet önemli kararlar alır:
- Eğitim, Azerbaycan dilinde yapılacaktır,
- Köylüye toprak dağıtılacaktır,
- Tebriz bankası kurulacaktır,
- Tebriz radyosu açılacaktır,
- Devlet tiyatrosu açılacaktır,
- Milli kütüphane açılacaktır.
Mahabad Kürt Cumhuriyeti ve Azerbaycan Milli Hükûmeti sınırları (Not: İran Kürdistanı sadece Mahabad Kürt bölgesiyle sınırlı değildir. Sovyetlerin işgal ettiği Kürdistan bölgesinde Cumhuriyet kurulur.)
Çok geçmeden istenmeyen bir durum gelişir. Tahran Hükûmeti ile Sovyetler Birliği petrol antlaşması yapar. Sovyetler Birliği, Güney Azerbaycan’da ve Kürdistan’da bulunan askerlerini çekme sözü verir. 24 Mart 1946’da Sovyetler Birliği, İran’daki askerlerini çekince Tebriz merkezli Azerbaycan Milli Hükûmeti ile Mahabad merkezli Mahabad Kürt Cumhuriyeti yalnız kalırlar.
Yalnız kalan Pişaveri, Meclisi toplar. Önlerinde üç alternatif olduğunu söyler:
- Türkiye’ye ilhak (katılmak) olmak,
- Bağımsızlık ilan etmek,
- Eğer yukarıdaki iki koşul yerine gelmiyorsa İran içinde kalmak.
Ankara’ya bir heyet gönderilir ancak heyet Ankara’da 3 ay bekletir, görüşme isteği reddedilir. Heyet, eli boş olarak Tebriz’e geri döner. Çok geçmeden Şah’ın ordusu 12 Aralık 1946’da Tebriz’e girer, Azerbaycan Milli Hükûmetine son verir. Pişaveri, Bakü’ye kaçar. İran ordusu katliam yapar on binlerce insan öldürülür. Pişaveri, 1947 yılında Moskova’da şüpheli bir araba kazasıyla ölür.
MEHABAD KÜRT CUMHURİYETİ VE QAZİ MUHAMMED
(Kürt siyasi tarihinin üç ölümsüz lideri vardır: Selahattin Eyyubi, Molla Mustafa Barzani ve Qazi Muhammed. Her üçü de yüreklerinde hümanizm, barış, adalet ve halkları için mücadele ruhunu korkusuzca en üst düzeyde taşımışlar ve düşmanlarının yüreklerinde saygı uyandırmışlardır.)
Qazi Muhammed 1900’de Mahabad’ta dünyaya gelir. Babası Qazi Ali, Mahabad’ın tanınmış bir ismi ve aynı zamanda Kadı idi.
Qazi Muhammed, çocukluğunda, “Kutabxane” diye bilinen medresede dini eğitim alır. Ayrıca babasından da ders alarak bilgisini genişletir.
Mahabad’ta Vakıflar Dairesi Müdürlüğü görevini sürdürürken, babasının vefatı üzerine O’nun yerine Kadı olarak atanır.
Sovyetler Birliği, işgal ettiği bölgede Azerbaycan Cumhuriyeti ve Mahabad Kürt Cumhuriyeti adında iki devletin kurulmasına destek verince, Qazi Muhammed, 22 Ocak 1946 tarihinde Çarçıra meydanında, mahşeri bir kalabalığın huzurunda Mahabad Kürt Cumhuriyetini ilan eder. 20 gün sonra, 11 Şubat 1946’da, Kürdistan Milli Meclisi (KMM) toplar, hükûmet kurar.
Irak Kürdistan bölgesinden, Şeyh Ahmed Barzani ve kardeşi Molla Mustafa Barzani de peşmergeleriyle Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılırlar. Molla Mustafa Barzani, Genel Kurmay Başkanı olur.
ŞEYH ABDÜLKADİR (KOTAN)
Şeyn Abdülkadir (Kotan), sıradan bir isim değildir. 1920’li yıllarda Türkiye ve İran tarafındaki Sakan Aşiretinin tartışmasız en ileri gelenidir. Iğdır İç Savaşının son aşamasında, Ekim 1920’de Şeyh Abdülkadir kendisine bağlı Celali Hamidiye Alayıyla, Iğdır’ın kuşatmasında yer alır, Mecit Hun’un Pamukova gazetesinde belirtildiği gibi, Kültepe-Yarmalar hattından sorumlu olur.
Şeyh Abdülkadir, 1929 yılında Ağrı Dağı İsyanına bilfiil katılır, İhsan Nuri Paşa ve Bıro Heski Telli’yi gölgede bırakarak isyanın lideri olur. İsyan bastırılınca İran’a geçer, Makü’ye yerleşir. Mahabad Kürt Cumhuriyeti kurulduğunda, Qazi Muhammed, Şeyh Abdülkadir’i Makü çevresindeki Celali Aşireti güçleri komutanı olarak atar. Mahabad’ta yapılan askeri geçit töreninde en görkemli süvari birliği Şeyh Abdülkadir’e aittir. Şeyh Abdülkadir, 1947’de İran’da vefat eder.
Hükûmet, basın yayın örgütlenmesine el atar. 10 Ocak 1946′da yayın hayatına başlamış olan Kurdistan dergisinin yayınına devam edilir, ayrıca Kurdistan adlı resmi bir gazetenin çıkarılmasına da karar verilir.
Kürdistan Milli Meclisi, eğitimde yeni kararlar alır. İlköğretimi zorunlu kılan yasa çıkartılır. Fakir aile çocuklarına para ve giyecek yardımı yapılır, ders kitapları bedava dağıtılır. Kültürel çalışmalara önem veren Meclis, iki Kürt şairin, Hejar ile Hêmen’in şiir kitaplarını bastırır. Kürt okulları kurulur, Kürtçe eğitim başlar. Hawar ve Hilale adıyla iki yeni dergi yayımlanır. 10 Mart’ta ise Sovyetlerin göndermiş olduğu bir verici istasyonu ile Mahabad Radyosu yayına başlar.
MAHABAD KÜRT CUMHURİYETİNİN YIKILIŞI
Sovyetler Birliği, 9 Mayıs’ta İran’dan çekilir. 17 Aralık’ta İran ordusu Mahabad’ı işgal eder. Mahabad Kürt Cumhuriyeti yıkılır. 31 Mart 1947’de Cumhurbaşkanı Qazi Muhammed, Başbakan Hacı Baba Şeyh ve Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Qazi, Cumhuriyetin ilan edildiği Çarçıra Meydanı’nda asılarak idam edilirler.
QAZİ MUHAMMED’İN YAKALANIŞI, SAVUNMASI VE İDAMI
Azerbaycan ve Mahabad Cumhuriyetlerinin yıkılışına tanıklık eden İranlı görevli Kiyomers Salih şöyle yazar:
“(…) Suçlamalar okunduktan sonra, Qazi Muhammed savunmasına başladı. Qazi Muhammed, savunma esnasında çok zinde idi. Sakin ve saygın bir şekilde sorulara cevap veriyordu.
Qazi Muhammed’in ketum bir şekilde mahkemenin suçlamalarını reddetmesi üzerine, hakim, Qazi Muhammed’e bağırarak çok sert bir üslupla konuştu. Bundan dolayı Qazi de çok kızdı ve Farsça konuşarak Hakime şöyle dedi:
“Siz iftira ediyorsunuz! Siz dinsizsiniz ve Allah’ı da tanımıyorsunuz, kitaba ve ahiret hesabına da iman etmiyorsunuz, akılın ve mertliğin zerresi de yoktur sizde. Neden bütün bu yalan ve iftiraları bize isnat ediyorsunuz? Eğer doğru konuşuyorsanız bir belgeyle ispatlayınız!”
Çünkü Farslılar arasında bu sözlerin kullanılması utanç verici olduğundan, mahkeme başkanı, Qazi’nin bu sözlerine çok kızdı, başını avuçları içine alarak Qazi’ye şöyle dedi:
“Kurdan seg sifet! (Kürtler köpek sıfatındadırlar)”.
Ancak Hakimin bu öfkeli sözleri Qazi Muhammed’i hiç etkilemedi ve çok sakin bir şekilde mahkeme başkanına şu cevabı verdi:
“Köpek, şerefsiz, utanmaz ve namussuz sizsiniz ki kendiniz halka karşı ve yasalara karşı hiçbir sınır tanımıyorsunuz. Namussuz sensin! Sonuç olarak sen ancak senden önceki namussuzun verdiği kararı infaz edebilirsin ve ondan fazla elinden bir şey gelmez. Ben suçsuz olduğuma inanıyorum ve çoktan beri bu yolda da ölmeye hazırım. Ulusumun özgürlüğü için ölüyorum ve bu şerefli ölümden onur duyuyorum. Bunu kendim için Allah’ın bir rahmeti olarak görüyorum.”
Qazi Muhammed, sözlerini bu şekilde sonuçlandırdı ve artık konuşmayacağına, mahkemenin hiçbir sorusunu cevaplamayacağına dair kararını bildirdi. Qazî, cevap vermeyeceğine dair yemin etti ve şöyle dedi:
“Bu kendini bilmez adam ne kadar hata yapıyorsa yapsın!.”
Mahkeme başkanı da, Qazi’nin öfke ve tepkisinin yatışması, kararından vazgeçmesi ve soruları cevaplaması için oturuma ara verdi. Mahkeme tekrar başladığında, Qazi’nin mahkeme başkanı Albay Nikuzad’ın sorularını cevaplaması için çok çaba harcandı, ancak Qazi Muhammed şu cevabı verdi:
“Benim idam edileceğimin kararı verilmiştir. Ulusuma verdiğim söz ve Peyman (mesaj) odur ki ulusumla birlikte yaşayacağım ve onun için öleceğim. Şimdi nasıl olur ki ulusuma verdiğim söz ve ettiğim yeminden vazgeçeyim! Bu nedenle bütün namussuzluk mahkeme başkanı olan Albaydan kaynaklanıyor. Ben, o adamın sorularını cevaplamam, eğer başka biri varsa soruları sorsun!”
Qazi Muhammed’in konuşmayacağı anlaşılınca, mahkeme heyeti çaresiz bir şekilde Albay Nikuzad yerine, aynı zamanda mahkeme başkanı da olan Albay Recep Eta’yı mahkemenin yargıcı yapmak zorunda kaldı.
Birinci sorudan başlamak üzere bütün sorular yeniden soruldu. Qazi Muhammed, daha önce reddettiği soruların tümünü tekrar reddetti.
“Neden merkezi devletin onayı ve kararı olmadan, Rus Devleti ile petrol ticareti antlaşması yaptınız?” sorusuna verdiği cevapta, Qazi Muhammed, gülerek dedi:
“Hangi petrol, ticaret yapmak için elimizde vardı ki! Hangi petrol kuyuları ve şirketleri elimizde vardı ki! Eğer bizi cambazca bir şekilde suçlamak istiyorsanız, öyle suçlama ve iftiralarda bulunun ki biraz doğruluk payı olsun. Anlaşılan odur ki siz Mahabad şehrinin içinden geçen nehrin suyunu da petrol olarak görüyorsunuz. Doğrusu çok bilinçsiz bir şekilde bizi suçluyorsunuz, bize yaptığınız suçlamaların hiçbirinin temeli yoktur. Aynı şekilde diğer sorunun cevabında da güya Qazi Muhammed, İran’a yabancıları getirmek istemiş ve İran topraklarının bir kısmını onların idaresine bırakmış, örneğin Mele Mustafa BARZANİ gibi!”
Qazi Muhammed, üç ay önceki yargılamada olduğu gibi tekrar bu sorunun cevabını verirken şöyle dedi:
“Mele Mustafa BARZANI Kürdistan’a gelen bir yabancı değildi ve değildir; hiç kimse onu getirmemiştir. Kürdistan, her Kürd’ün evidir. Şartlar öyle gerektirmiş ve o da evinin bir bölümünden diğer bir bölümüne geçmiştir.”
Albay Eta, soruları birer birer tekrarladı ve Qazi Muhammed de daha önceki gibi bütün suçlamaları tekrardan reddetti. Bu arada Albay Nikuzad sarı, kırmızı ve yeşil renkli ve üzerinde ortak-çekiç resmi olan bir kumaş parçasını çantasından çıkardı, Qazî Muhammed’e göstererek şöyle dedi:
“İşte bütün hükûmetin, bayrağın ve teşkilatın bu değil mi?”
(Albay, bayrağa tükürerek ayakları altına alıp çiğner.)
Albayın bu davranışına karşılık olarak Qazî Muhammed şöyle dedi:
“Birincisi; göstermiş olduğun bayrak kesinlikle Kürdistan bayrağı değildir, çünkü bizim bayrağımızın üzerinde orak-çekiç resmi yoktur. İkincisi; bu davranışın senin ahmaklığın ve şuursuzluğunun göstergesidir. Çok iyi bilin ki hakaret etmek için eliniz hiçbir zaman Kürdistan bayrağına yetişemeyecektir. Bir gün gelecek, o bayrak şu anda yargılanmakta olduğum mahkeme binasının üstüne dikilecek ve dalgalanacaktır. Ben, Kürdistan bayrağını Mele Mustafa BARZANİ’ye emanet ettim. Onun omuzlarında bu bayrak, bu dağdan öteki dağa, bu şehirden öteki şehre, bu ülkeden öteki ülkeye taşınmakta, ta ki bir gün bütün Kürdistan dağlarına ve diyarlarına dikilip dalgalanana kadar. Çok iyi biliniz ki o gün gelecektir.”
Albay, Qazi Muhammed’e talepte bulundu:
“Her ne kadar bu konu mahkemenin işi ve görevi dışında ise de, bize Mele Mustafa BARZANİ’nin bazı özeliklerinden bahsedebilir misin?”
Qazi Muhammed:
“Mele Mustafa BARZANİ’den vazgeç! Sen kendin dedin, Mele Mustafa yabancı biridir. Mahkemenin işi ve görevi dışındadır.”
Fakat Albay, ondan tekrar talepte bulundu.
Qazi Muhammed:
“Eğer bir bütün olarak Mustafa Barzani’den bahsedersem, bir anda Kürtlük tarafımın ağır bastığını düşünebilirsin.”
Albay Eta:
“Bu mahkemede benim için kani olmuştur ki dediğin ve diyeceğin her şey, yüreğinin derinliğinden çıkıyor ve inanarak söylüyorsun.”
Qazi Muhammed:
“Size, Mele Mustafa BARZANİ’nin bütün özelliklerini anlatamam, siz de hiçbir şekilde bütünüyle BARZANİ’yi tanıyamazsınız. Çünkü, ona düşman tarafı olarak baktığınız için, ben söylersem de, siz hiçbir şekilde düşmanınızın bu değerli ve iyi özelliklerini, duruş ve pratiğini takdir etmek istemezsiniz.”
Yargıç, bildiği oranda BARZANİ’yi onlara tanıtması için Qazî Muhammed’den tekrar talepte bulundu.
Qazi Muhammed:
“Ne ben ve ne de başka biri Barzani’yi kendisi gibi size tanıtamaz, bu soruyu sormaktan vazgeçmenizi istiyorum.”
Fakat mahkeme heyeti Mustafa BARZANİ’den bahsetmesini tekrar talep etti.
Qazî Muhammed:
“Pekala, Mele Mustafa BARZANİ’yi yalnız birkaç cümle ile size anlatacağım; tarihte, ne kadar kahraman, yiğit, direnişçi, şerefli, hümanist, özgür, korkusuz ve öngörülü büyük şahsiyetler var olmuşsa, BARZANİ de onlardan biridir. Allah’a ve dine, İslam dininin önderine inanmış Müslüman milletinde nasıl ki doğruluk, dürüstlük ve sadakat varsa, bütün bu özellikler BARZANİ’de de vardır. Sadi’nin de dediği gibi: “İster inanın, ister inanmayın veya hoşnut olun yada olmayın.”
Qazî Muhammed’in çok içten ve inanarak söylemiş olduğu bu sözlerden, mahkeme salonunda bulunan herkes hoşnut oldu. Şüphesiz belliydi ki BARZANİ’yle ilgili anlattığı bu övücü özellikler, ne BARZANİ’nin hatırı içindi, ne de mahkeme heyetinin…
Mahkeme başkanı Eta, Qazî Muhammed’e sordu:
“Bilebildiğimiz kadarıyla bu memlekette senin kadar sakin ve kendine hakim kimse yoktur, neden Albay Nikuzad’a çok kızdınız?”
Qazi Muhammed:
“Şu anda uğurunda idam cezası ile yargılanmakta olduğum bu ulusun onurunu rencide etme fırsatını hiç kimseye vermem. Şu anda ulusumu rencide edecek ve küçümseyecek namertçe bir davranışı nasıl kabullenebilirim? Sadece şunu söyleyebilirim; Kürt ulusunu rencide edecek alçak ve namert bir kişiliğe fırsat vermem. Bunu kabullenecek kadar bilgili ve medeni değilseniz, saygısızlığınızı nasıl hoş görebilirim? Sadi’nin dediği gibi: “Ulusum için ölmek ve şehit olmak!” Allah’tan istediğim kabul edildi. Bağışlayan yüce Allah’ın huzuruna yüzümün akıyla gideceğimi umut ederim.”
Qazi Muhammed’e yapılan suçlamalar listesine mahkeme oturumunun sonunda bir yenisi daha eklendi; güya cumhuriyet kadrolarına ve bir grup subaya şiir okumuş ve onlar da bu şiiri kendilerine kılavuz yapmışlardı. Lakin Qazi, cevabında, “İlk olarak bu şiiri sizden duyuyorum,” dedi.
Bir çok askeri mahkeme ve meydan mahkemesinin duruşmalarına katılmışım, fakat hiç birinde de Qazi Muhammed gibi yürekli, cesaretli ve korkusuz bir insanı görmedim. Mahkemede hiçbir şekilde korkmuyordu, sanki mahkemede değil de bayram ve şenlikte oturmuş biri gibi soruları cevaplıyordu ve çok cesaretli bir şekilde konuşuyordu.
Albay Nikuzad, Kürt halkını ve Qazi Muhammed’i rencide eden sözler sarf ettiği zaman, Qazi Muhammed çok sert bir şekilde ona cevap verdi:
“Bizden öncekiler sizi çok iyi tanımışlar. (………..) diyen şairden Allah razı olsun.” diyerek, çok felsefi ve derin bir Farsça şiir okudu ki Acemlerin ve Şia’nın ruhunu ve kökünü ortaya koyuyordu.
Ben, o şiirin kime ait olduğunu öğrenmek ve yazmak istiyordum, fakat mahkeme zamanı olduğu için şiiri tekrarlama durumu yoktu. Ve Qazi, şiiri okuduktan sonra:
“Sizi bize böyle tanıtmışlar,” dedi.
Albay Eta, tekrar Qazî Muhammed’e sordu:
“Mele Mustafa BARZANİ’nin buradan ayrıldıktan sonra, seninle ne tür ilişkileri oldu? Eğer ilişkisi olduysa hangi gün ve nasıl oldu?”
Qazi Muhammed:
“BARZANİ, Şino ve Nixede bölgesine ulaşana kadar ilişkimiz vardı, fakat oradan uzaklaştıktan sonra ilişkimiz kesildi ve ondan sonra haber alamadım.”
Yargıç tekrar sordu:
“Mele Mustafa BARZANİ ile ilişkiniz olduğu zaman, Mele Mustafa seni kurtarmak için ne tür planlar hazırlamıştı?”
Qazi Muhammed:
“Mele Mustafa BARZANİ, onunla beraber gitmemi çok istiyordu. Henüz ben tutuklanmadan şunu dedi: ‘Ben (İran devletine karşı) suçsuz olduğumu dillendiremem.’
Mele Mustafa BARZANİ, bana, siz Acemlerin doğru ve gerçek resmini çizdi, sizin kim ve ne olduğunuzu kavrattı.”
Albay Eta sordu:
“O resmin nasıl olduğunu ve ne olduğunu bize gösterebilir misin, anlatabilir misin?”
Qazi Muhammed:
“Doğrusu, BARZANİ, sizi herkesten çok daha iyi tanımış… BARZANİ bana şunu dedi:
“Hiçbir halk ve millet Acemler (Farslılar) gibi değildir, Acemler güç ve kuvvet sahibi olduğu zaman onlardan daha zalim, acımasız ve vicdansız olanı bulunmaz, boyunduruk altında oldukları zaman da, hiç kimse onlar gibi iktidar sahibine ricacı ve mazlum görünmeyi bilemez ve edemez. Güç/iktidar sahibi oldukları zaman, ellerinden ne geliyorsa yaparlar ve boyunduruk altında oldukları zaman da, geçinmek için ne gerekiyorsa yaparlar. Bundan dolayı suç işlemediğin için Acemlerin seni hoş karşılayacağına dair bir beklentin olmamalı.”
Albay Eta tekrar sordu:
“BARZANİ’yle gitmediğinden dolayı pişman değil misin?”
Qazi Muhammed:
“Eğer yüce Allah’ım bu şekildeki ölümüme engel çıkarmazsa, pişman değilim. Çünkü, ben, onlarla yaşayacağıma ve onlarla öleceğime dair, Kürt ulusuna söz vermişim. Biliyorum, eğer ben gitseydim ve elinize düşmeseydim, benden intikam almak için, Mahabad halkından ve Kürt milletinden çok sayıda insan öldürecektiniz. Bunun için rahatım. Birincisi; suçsuz olarak öldürüleceğim. ikincisi ise; vermiş olduğum sözü yerine getirmiş olduğum için, umut ederim ki Allah’ın ve Kürt milletinin yanında, dünyanın ve kıyametin sevimli insanı olurum.”
Albay Eta sordu:
“Tutuklandığın zaman, Mahabad civarında bulunan BARZANİ’nin seni kurtarmak için bir planı var mıydı?”
Qazi Muhammed:
“Evet, BARZANİ bana haber gönderdi ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir gece çok sayıda peşmergeyi gönderip beni zindandan kurtarabileceğini söyledi. Mele Mustafa’nın amacı, öldürülmeden önce beni zindandan kurtarmaktı.”
Albay Eta:
“Neden plan işlemedi?”
Qazi Muhammed:
“Ben kendim istemedim.”
Albay Eta:
“Neden? Neden kurtulmak istemiyordun?”
Qazi Muhammed:
“Birkaç nedenden dolayı…”
Albay Eta:
“O nedenler neydi?”
Qazi Muhammed:
“Birincisi, ulusuma vermiş olduğum söz ve anlaşmaydı. İkincisi ise, daha çok kan akmaması için idi, bilhassa ben yaşamımda ölüm ve öldürmeden dolayı üzülüyorum.”
Albay Eta:
“Doğrusu neydi? Sen kendine mi, Barzanilere mi yoksa da bizim subaylara mı üzülüyordun?”
Qazi Muhammed:
“Allah’a inan ki, ne kendime üzülüyorum ne de sizin subaylarınıza… Ben Kürtlere ve Barzanilerin gençlerine üzülüyorum. Eğer bu olmasaydı, ben karar vermiştim ve her hâlükârda öldürüleceğimi biliyordum.”
Albay Eta:
“Barzanilere neden bu kadar üzüldüğünü bize anlatabilir misin?”
Qazi Muhammed:
“Çünkü Mele Mustafa ve Barzaniler, Kürt ulusunun gelecek umududur. Ben de Kürdistan bayrağını onlara emanet ettim ve onlar o bayrağı koruyacaklar. Kürdistan bayrağı, günü gelene kadar onların yanında kalacaktır. O bayrak, Albay Nikuzad’ın tükürüp ayakları altında çiğnediği bayrak değildir. Allah’tan umudum odur ki, o bayrak Barzani kuvvetlerinin eliyle şu an içinde yargılandığım bu evin üstüne ve bütün Kürdistan dağlarına dikilip dalgalansın.”
Albay Eta:
“Son soru: Doğrusu, sen kendin mi gitmedin ya da BARZANİ seni kendisiyle götürmek istemedi mi?”
Qazi Muhammed:
“Öyle anlaşılmaktadır ki şimdiye kadar söylediklerime inanmıyorsun.”
Albay Eta:
“Bana bu gerçeği anlatmanı istiyorum.”
Qazi Muhammed:
“Albay! Kendine gel, sen de beni rencide etme! Neden doğruyu benden istiyorsun? Bu söylediklerim doğru değil mi? Babam ve atalarım bu topraklarda yaşamış, Kürdistan topraklarının dışında nereye gideyim! Ben ülkemi ve ulusumu bırakıp kaçacak kadar yaşam düşkünü değilim!”
Albay Eta, Qazi Muhammed’in daha önceki gibi tekrar kızmaması ve Nîkuzad gibi onu da rencide etmemesi için, çabucak özür diledi ve amacının Qazi Muhammed’i rencide etmek olmadığını, ağzından yalnızca bir söz olarak çıktığını söyledi. Ve sonra şöyle ekledi:
“Gerçekten bu soruya da cevap vermeni istiyorum. Eğer o kadar vatanını ve ulusunu seviyorsan, neden yabacıları ülkeye getirip ulusuna subaylık yapmalarına izin veriyorsun?”
Qazi Muhammed:
“Siz bu sözü çok tekrarlıyorsunuz, anlaşılan amacınız İngiliz ve Rus Kuvvetlerini kastetmektir?”
Albay Eta:
“Hayır, amacım Mele Mustafa Barzani’yi kastetmektir.”
Qazi Muhammed (gülerek):
“Bir süre önce bu sorunuzu cevapladım, tekrarlamaya gerek yoktur. Ben size dedim, Mele Mustafa BARZANİ Kürd’tür ve Kürdistan da her Kürt’ün evidir, BARZANİ de evinin bir odasından öbür odasına geçen bir insan gibidir, her insanın evinin ve malının herhangi bir yerinde oturmaya hakkı vardır. Ve iyi bilin ki ben kendim gitmek istemedim, eğer öyle olmasaydı, emrimde olan birkaç otomobil vardı. İstediğim her an ve zaman bu otomobillerden biriyle İran topraklarından uzaklaşabilirdim. Ben yaptığım işin sonucunu da çok iyi biliyordum ve sizi de çok iyi tanıyordum. BARZANİ’nin dediği gibi, hiçbir halk ve millet Acemler gibi değildir, Acemler güç ve kuvvet sahibi olduğu zaman onlardan daha zalim, acımasız ve vicdansız, onlar kadar rencide edici ve kurukafalı olanını bulamasınız. Boyunduruk altında oldukları zaman da, hiç kimse onlar gibi iktidar sahibinden ricacı olmayı, kendini zavallı ve mazlum göstermeyi bilmez.”
Qazi Muhammed’in mahkemesi bu şekilde sona erdi.
Kürt halkının korkutulması ve İran askerlerinin cesaretlendirilmesi için, Qazi’lerin Mahabad şehrinin merkezinde bulunan ÇARÇIRA meydanında idam edilmeleri kararı, Tahran’da alınmıştı.
Mahkeme heyeti Mahabad’a doğru geldiği zaman, askeri komutanlık, şehrin güvenliğini sağlayacak askerleri yerleştirmek bahanesiyle, ÇARÇIRA meydanı etrafındaki evleri boşaltılar.
Qazi’lerin götürüldüğü meydandaki evin üç kapısı vardı; kapılardan biri meydana; ikincisi de meydanın tersi istikametine; üçüncü kapı da evin küçük avlusuna doğru açılıyordu.
Qazi Muhammed’in içinde bulunduğu kamyonun meydan tarafına gitmesi emri verildi. Kamyon Çarçıra’daki evin kapısında durduğu zaman Qazi Muhammed sordu:
“Neden beni burada indiriyorsunuz?”
Asker cevapladı:
“Tahran’a gidişiniz buradan organize edilecektir ve kalan birkaç soru da burada size sorulacaktır.”
Qazi Muhammed, arabadan indi. Evin içerisine girdiği zaman, karşısında Albay Nikuzad, bir Kürt imam ve birkaç silahlı subayı gördü. Aynı zamanda odada büyük bir masa ve üzerinde de bir Kur’an-ı Kerim vardı. Tahran’dan Mahabad’a gelen sağlık müdürü de ordaydı.
Orda anladı ki Tahran’a gitme olayı yalandı. Bu bahaneyle onları ÇARÇIRA meydanına getirmişlerdi.
Yargıç Albay Nikuzad mahkeme hükmünü okumaya başladı ve Qazi’ye dedi:
“Bu hükmün şimdi yerine getirilmesi gerekiyor. Eğer bir vasiyetin varsa söyle ya da yaz!”
Qazi Muhammed hızlı bir şekilde masanın başına geçti ve vasiyetnamesini yazmaya başladı. Fakat yorgun olduğu görülmekteydi. Birkaç sayfa yazdıktan sonra Mahabad imamına seslenerek ricada bulundu:
“Gel söyleyeceklerimi yaz!”
Qazi Muhammed, çok net bir şekilde konuşuyor ve yazdırıyordu. “Yaz bakalım!” diyerek isteklerini detaylandırdı. “Kürt çocuklarının gelecekte faydalanması için filan yer, filan toprağı; okul, hastane ve cami yapılması için bağışlıyorum. Kürt halkı için birliğinizi, bütünlüğünüzü oluşturun ve birbirinizi sevin diye,” nasihatte bulundu.
Vasiyetnamenin yazımı bitikten sonra, namaz kılmaya başladı. Bütün bunlar 2,5 saat sürdü. Yargıç, bu süre içerisinde çok sıkıntılı görünüyordu, bir an önce Tahran’a dönmek istiyordu. Qazi Muhammed, vasiyetnamesini yazıp namazını kıldıktan ve dileklerini Allah’a bildirdikten sonra, Kürt halkına vasiyetname ve birkaç nasihat yazmak için yetkililerden izin vermelerini istedi, yargıç da o izini verdi.
İstediği kalem ve kağıt verildi, O da Yargıç Albay Nikuzad ve orada bulunan diğer herkesin duyacağı ve anlayacağı şekilde, imama söyleyeceklerini yazmasını istedi.
Qazi:
“Mele, sana söyleyeceğim her şeyi yaz.”
Mele: “Kurban olduğum, ne yazayım, ben sizin konuştuğunuz şekilde (Kürtçe) yazmıyorum, Kürtçe yazmam için yargıcın izin vermesi gerekiyor.”
Qazi Muhammed kızarak cevapladı:
“Yargıç kimdir? Bana izin verip vermemesi nedir? Ben sana söylüyorum.”
İmam dedi: “Kurban, beni bağışlayınız, Kürtçe yazmasını bilmiyorum.”
Qazî Muhamed (kızarak) dedi:
“Bu da Kürt ulusunun diğer bir bahtı karalığıdır.”
(Qazi Muhammed kendi nasihatini kaleme alır; şu cümleyle bitirir)
Umut ederim ki bu nasihatleri dinlersiniz ve Allah’ın yardımıyla da düşmanınızı yenersiniz. Sadi’nin dediği gibi:
“Miradî ma nesîhet bud ve goftim. Hewalit ba xuda kerdîm ve reftîm.”
(Dileğimiz nasihat etmekti, yaptım. Allah’a sığındım ve gittim.)
Ulusun ve ülkenin hizmetçisi Qazi Muhammed vasiyetnamesini yazıp bitirdikten sonra yargıca dedi:
“İstersen dinle, sana okuyayım!”
Yargıç: “Gerekmiyor!”
Qazi Muhammed:
“İyi! İslam Hukukunda idam tasvip edilmediği için, beni öldüreceğiniz zaman kurşunlayarak öldürün!”
Yargıç, Qazi Muhammed’in bu isteğini kabul etmedi, çünkü mahkeme kararına göre iple boğulmaları gerekiyordu.
Qazi Muhammed:
“Namaz kılacağım ve ölümden önceki vaciplerimi yerine getireceğim.”
İstekleri için izin verildi.
Qazi Muhammed, darağacının önüne gitmeden önce, dönüp kıbleye doğru baktı ve her iki elini havaya kaldırıp yüksek bir sesle dileklerini Allah’a bildirdi:
“Allah’ım! Kendin de şahitsin ki bu ulusa hizmet etmek için hiçbir şey esirgemedim ve endişem olmadı. Allah’ım! Şahitsin ki senin yolunda elimden gelen her şeyi yapmışım. Allah’ım! Bu dünyada ve kıyamette mazlumların intikamını zalimlerden al, benim bildiğim kadarıyla bu hep böyledir. Her şeyden haberdar olan Allah’ım, bütün ezilen ulusları ve Kürt ulusunu da zalimlerin boyunduruğu altından kurtar.”
Allah’a dileklerini bildirme ve haykırış işi, yaklaşık 20 dakika sürdü. Qazi Muhammed’in Kürtçe olarak söylediği bu şeyleri, ben de mahkemede hazır bulunan Kürt imamdan Farsça anlamını soruyordum.
Bütün bu aşamalardan sonra, infazı gerçekleştirmek üzere Qazi Muhammed’i darağacının önüne götürdüler. İlmik boynuna atıldıktan iki dakika sonra Qazî Muhammed can verdi. Saat, sabahın dördüydü.”
AZERBAYCAN MİLLİ HÜKÛMETİ VE MAHABAD KÜRT CUMHURİYETİ ARASINDA İMZALANAN KARDEŞLİK ANTLAŞMASI
(Son yıllarda moda oldu! Azerbaycan Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti, İKİ DEVLET BİR MİLLET, sloganıyla anılıyor. Bu sloganın arkasında petrol ve doğal gaz olduğunu bilmeyen yok! Azerbaycan hala Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini resmen tanımamıştır. Uzun yıllar, bu davranışı için Karabağ’ı bahane olarak gösterdi ama Karabağ Zaferinden sonra da gerekli adımı atmamıştır. Doğu Akdeniz’de hangi petrol sahalarının kime ait olduğu tartışmalarının devam ettiği böylesine hassas bir dönemde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin başka ülkelerce resmi olarak tanınması ciddi bir ehemmiyet arz etmektedir. Azerbaycan, iki ülke arasındaki vizeyi de, zoraki ve isteksiz kaldırmıştır. Halbuki tarihi gerçeklere baktığımızda, gerçek ve koşulsuz kardeşliğin Azerbaycan Milli Hükûmeti ve Mahabad Kürt Cumhuriyeti arasında kurulduğunu görüyoruz.)
3 Mayıs 1946’da Mahabad Kürt Cumhuriyeti ile Azerbaycan Milli Hükûmeti arasında bir anlaşma imzalanır. Buna göre:
- İki tarafın topraklarından her birine, tarafların her birinin temsilcileri gönderilecek;
- Kürtlerin çoğunlukta olduğu Azerbaycan topraklarında Kürt yönetimi temsilcileri, Azerilerin çoğunlukta olduğu Kürt topraklarında ise Azeriler arasında temsilciler bulunduracak;
- İki hükûmet, ekonomik sorunlarla uğraşacak olan bir Birleşik Ekonomi Komitesi oluşturacak;
- Gerekli olduğu zaman karşılıklı askerî yardım yapılacak;
- İran hükûmetiyle her türlü görüşmeler, iki hükûmetin onayı alındıktan sonra yürütülecek;
- Azerbaycan hükûmeti, kendi topraklarında yaşayan Kürtler için eğitim alanında girişimler örgütlemek amacıyla gerekli olan önlemleri almayı üstlendi. Kürt hükûmeti de kendi tarafından, İran Kürdistan topraklarında yaşayan Azerbaycanlılar için aynı girişimleri gerçekleştirme vaadinde bulundu;
- İki halk arasında tarih içinde yerleşmiş olan dostluk ve iş birliği ilişkilerini bozma denemesinde bulunan ya da onların ulusal birliğine el uzatan, kim olursa olsun, iki halk tarafından cezalandırılacaktır.
DİKKAT: Her iki bayrağın aynı renkleri taşıdığına dikkat etmenizi isterim. Bu da iki Cumhuriyet arasındaki kardeşlik bağının bir ifadesidir.
MOLLA MUSTAFA BARZANİ’NİN UZUN YÜRÜYÜŞÜ VE IĞDIR
Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşuna katılmış olan Barzani Aşireti, Nisan 1947’de Kuzey Irak’taki Barzan’a döner. Irak hükûmeti Şeyh Ahmed Barzani’yi yakalayarak hapseder. Aynı anda işbirlikçi suçlamasıyla Irak ordusundan dört subay idam edilir. Molla Mustafa Barzani, halkın ve peşmergelerin büyük bir katliamla karşı karşıya olduğunu anlar.
Molla Mustafa Barzani, askeri bir dehanın vizyonu ve cesaretiyle, tıpkı 1934’de Çang Kay Şek’in ordusu karşısında imha olmamak için Mao Zedung’un 100 bin kişiyle, 370 gün süren ve 12500 km kat etmesi gibi, 22 Mayıs 1947’de, 560 peşmergesiyle Türkiye ve İran sınırını takip ederek, kah Türkiye topraklarına kah İran topraklarına girerek, Sovyetler Birliği’ne doğru 52 gün süren yürüyüşe çıkar. 18 Haziran 1947’de Sovyetler Birliği sınırındaki Aras nehrine ulaşır. Yürüyüş sırasında Irak, İran ve Türk askerleriyle çatışmalar yaşanır. Molla Mustafa Barzani, nihayet Aras’ı geçer, peşmergeleriyle Sovyetler Birliğine sığınır.
Uzun yürüyüş sırasında Barzani ve peşmergelerinin, Iğdır’a yakın bir bölgeden geçerek Aras’a ulaşmayı hedefledikleri bir zamandır. Günlerdir süren yürüyüşten dolayı peşmergeler yorgun, aç ve susuzdurlar.
Bundan sonrasını Merhum Süphan Güneş’in oğlu Halit Güneş’e bırakıyorum:
“Barzani kuvvetleri, dört bir yandan kuşatıldıklarından, 20 gün boyunca Ağrı Dağı çevresinde mahsur kalırlar. Gıda ve paraya ihtiyaç duydukları bilgisi Iğdır merkeze ulaşır. O yıllar lokanta işleten babam Süphan Güneş’in durumdan haberi olur. Hüsnü Bingöl’ün hüküm sürdüğü, astığı astık, kestiği kestik günlerdir. Babam, Halife İbrahim Güneş’in huzuruna çıkar, durumu aktarır. O sırada Mecit Hun da askerlik izni için Iğdır’dadır. Geloylu aşireti Ağrı Dağı’na yerleşik olduğundan, Halife İbrahim, Mecit Hun’un toplantıda özellikle olmasını ister. Üçü birlikte, gizli bir şekilde Kürt ileri gelenleri arasında, erzak ve para toplar, Barzani’ye ulaştırırlar.”
İKİNCİ BÖLÜM: EKLER
YENİDEN TAHRİFAT… YENİDEN TAHRİFAT.. BIKTIK! BIKTIK!
Değerli Okuyucular:
Birçoklarının sandığı gibi ben, bütün gün başkalarının Facebook, Twitter, Instagram hesaplarını takip eden biri değilim. Sosyal Medya, elbette önemlidir ama elimdeki kitap çalışmalarım, araştırmalarım buna bir engeldir. Şansıma, eşim Şeval, sosyal medya uzmanıdır. Bu işleri seve seve üzerine alıyor. İnanın, bir kere olsun, Twitter ve Instagram hesaplarıma girmiş değilim. Facebook hesabımı da Şeval takip eder ancak yazıları ben kaleme alırım.
Şeval, geçenlerde Facebook’ta rastladığı bir yazıyı okumamı istedi. İsmini vermeyeceğim ama kendisini sevdiğim ve takdir ettiğim bir Iğdırlı Azeri aydını veya genci, Kolikent Mezarlığında bulunan Gulicevher Ağa’nın mezar kümbetini, Selçuklulardan kalma bir eser olarak tanıtıyor ve buna benzer iddialarda bulunuyor.
Bir önceki yazımda “Hasan Onbaşı” tahrifatını gözler önüne sermişken ve konu hala sıcaklığını korurken, şimdi de başka biri tahrifatla uğraşmak gerçekten beniz üzüyor!
Gulicevher (Gulî Cewher) Ağa ve oğlu General Ali Eşref (Eleşref) Bey, 19’ncu yüzyılda (benim aşiretimin de içinde olduğu) Kafkasya Kürtlerine liderlik yapmış iki önemli şahsiyettirler. Gulicevher Ağa, 1877 yılında vefat eder. Kolikent Mezarlığına defnedilir. Oğlu General Ali Eşref Bey, babası için bir kümbet yaptırır. Ali Eşref Bey vefat edince, kümbetin yanında yer mezarına defnedilir. Yani bu kümbet, 700-800 yıl önceki Selçuklulardan kalma değildir. İkincisi ve en önemlisi; mezarın içi de boş değildir. O kümbette, bütün Kafkasya Kürtlerinin büyük lideri Gulicevher Ağa yatmaktadır.
AZERİ GENÇLERİNE VE AYDINLARINA KARDEŞÇE ÖNERİM
Canım hemşerilerim! Ben sizleri seviyorum. Sizin beni sevip sevmemeniz beni ne mutlu eder ne de üzer. Önemli olan, yaşadığımız toprakların barış şehri olmasıdır. Kabul edelim, yıllardır bize giydirilen şovenlik ve zümrecilik elbisesi artık dar geliyor. Iğdır’ımızın geleceğini başka bir vizyon, başka bir anlayışla kucaklamamız şarttır. Siyaset için şovenlik ve zümreciliğe el atanlardan uzak duralım. Bu; ucuz, modası geçmiş, ikinci el elbiseyi artık giymeyelim; üzerimizden yırtıp atalım. Artık çocuklarımızın geleceği tek bir hedefte buluşuyor ve çocuklarımız aynı sorunlarla boğuşup duruyorlar. Küçük düşünmeyelim! Büyük düşünürsek Iğdır, bütün zenginliğini ve kalbini bize açacaktır. Iğdır toprağı, insanına küsmüştür. Suç hepimizin! Artık Iğdır’la ve kendimizle barışma zamandır. Teşekkür ederim.
Yazıyı yayınlayan genç hemşerim eğer 2002’de yayımladığım IĞDIR SEVDASI kitabını okusaydı, yaptığı hataya düşmezdi.
(Ayrıca aşağıdaki yazıda IĞDIR SEVDASI’nda yer almıştır)
Gurci Selçuk Anlatıyor: (Birinci Baskı, İkinci Cilt, Sayfa 351)
“Eleşref Bey, Gulicehar Ağa’nın oğludur. Eleşref Beyin çocuğu olmadı. Eğer bugün Kolikent köyü yakınındaki mezarlığa giderseniz orada büyük bir kümbet vardır. O Gulicehar Ağa’nındır. Hemen yanında bir yer mezarı vardır. O da Eleşref Bey’indir.
Bir keresinde annem Fattê’yle (Gurci Selçuk, annesini tüm ev ahalisi gibi Fattê olarak çağırırmış) birlikte mezarlığı ziyarete gitmiştik.
Eleşref Bey’in mezar taşı düşmüştü; onu tekrar dik koymak için ikinci bir taşa ihtiyaç vardı. Babası Gulicehar Ağa’nın kümbetinden taş aldım bunu yaparken sesli şekilde: “Gulicehar Ağa, beni bağışla. Senin oğlun sana sahip çıktı, kümbet yaptırdı ama onun mezarına sahip çıkacak oğlu olmadı. Müsaade et bu taşı oğlunun mezarına koyayım”, dedim.
Annem duygulanmış olacak ki oturup ağladı.
Gulicehar Ağa’nın oğlu Eyüp Paşa’nın Rus hükümetiyle arası açılmış Osmanlı Devletine sığınmıştı. Osmanlı Hükümeti kendisine Eleşkirt taraflarında yedi köy vermişti. Eyüp Paşa’nın kızı Horê Hanım, Hacı İsa dayımla evlendi. Eleşref Bey, Rus ordusunda general rütbesiyle görevliydi. Beş evlilik yaptı ama çocuğu olmadı.”
AZERİCE-TÜRKÇE SÖZLÜK
Çocukluk yıllarımda Aralık ilçesine bağlı Alıkızıl (Yukarı Topraklı) köyünden gelip, komşumuz olan Merhum Kelba İbrahim (Bayat) amcamın oğlu Alaattin ile arkadaştım. Kızları da kız kardeşlerimle içli dışlıydılar. Alaattin’le arkadaşlığım İstanbul’da liseye gittiğim yıllara kadar aralıksız devam etti. Azerice kelimelerin kullanımı benim için doğal ve günlük yaşamın bir parçasıydı. Bu nedenle hem Alaattin Bayat’la arkadaşlığımı yâd etmek hem de Kürt-Azeri kardeşliğini pekiştirmek amacıyla o yıllardan kalma Azerice kelimeleri sizinle paylaşmak istedim.
Araya bir anekdot sıkıştırmak isterim: Kabataş Erkek Lisesi birinci sınıf öğrencisiydim. Edebiyat ve kompozisyon hocamız Recep Usta idi. İlk kompozisyon sınavıydı. Hocamız tahtaya bir atasözü karaladı ve buna uygun bir kompozisyon yazmamızı istedi.
Birkaç gün sonra Hocamız koltuğunun altında bir tomar kağıtla sınıftan içeri girdi. Kompozisyon sınav kağıtlarını masanın üzerine yerleştirdi. Yüzünde alaycı bir ifade vardı. Her nedense gözünü benden ayırmadan konuştu: “Bazı arkadaşlarınız lehçeleri ve yerel kelimeleri kullanıyorlar. Benden not alamazlar!”
Hocamız, tebeşiri alıp üç kelime yazdı: Kartol, yallı gitmek, badımcan. Hoca devam etti: “Söyleyin bakalım! Bu kelimelerin anlamı nedir?” Sınıftan ses çıkmadı. Ne anlama geldiklerini biliyordum ama bir türlü Türkçe karşılığı konusunda emin değildim. Her kompozisyon yazılısında benzer hatalar yaptığım için 4’ten yukarı (10 üzerinden) not almam mümkün olmadı ve sınıfın en iyilerinden birisi olmama karşın, kompozisyondan ikmale kaldım. Beni üzen, sadece ikmale kalmak değil, bir dersin sınavına girmek için, Temmuz ayının sıcağında, Iğdır’dan İstanbul’a gidip gelmekti. O yıllar otobüs yolculuğu iki günden fazla sürüyor, sigara içmek de serbest olduğundan, çocukluğumda geçirmiş olduğum tüberküloz nedeniyle mustarip olduğum astım hastalığımı fena etkiliyordu.
Temmuzda yapılacak sınava nasıl hazırlanacağımı bilmiyordum. Dayım Fetullah Kakioğlu ve Sosyal Yayınların sahibi Enver Aytekin, 1963 yılında Kürt aydınları arasında yaşanan 23’ler Olayında birlikte gözaltına alındıkları için yakın dosttular. Dayım, beni yanına alarak, Enver Bey’in huzuruna çıkardı. Kompozisyon hocama okkalı bir küfrü bastıktan sonra, edebiyatla iç içe yaşayan Enver Bey’e sordu:
“Mücahit, sınava nasıl hazırlansın?”
Enver Bey, elinden düşürmediği piposundan nefeslenirken, yardımcısına emir verdi:
“Ömer Seyfettin ve Sait Faik Abasıyanık serilerinin tamamını ayrıca Şevket Rado’nun makalelerinin olduğu Ayna dergilerinin de tamamını paketle!”
O yaz hem ot biçiyor hem de bu kitapları büyük bir zevkle okuyordum. Sınava girmek için İstanbul’a doğru yola çıktığımda, Kıbrıs Barış Harekatı başlamıştı. Yolculuğum heyecanlı konuşmalar arasında geçti. Sınavdan nihayet geçebilmiştim.
AZERİCE | TÜRKÇE |
Acışmaq | Gocunmak |
Açar | Anahtar |
Aftafa | İbrik |
Ağ | Beyaz |
Akuşka | Pencere |
Alça | Erik |
Aparmaq | Götürmek |
Arxayın | Güvenli |
Arxayın olmaq | Emin olmak |
Astana | Balkona çıkmadan kapı önündeki çıkıntı |
Ata | Baba |
Axırıncı | Son |
Axtarmaq | Aramak |
Axund | Din hocası |
Azad | Özgür |
Badımcan / Pamidor / Tomat | Domates |
Balaca | Ufak |
Basdırmaq | Gömmek |
Başa salmaq | Anlatmak |
Berk | Sert |
Berkitmek | Sağlamlaştırmak |
Bes | Yeter |
Beyneva | Zavallı |
Bığ | Bıyık |
Biabır etmek | Rezil etmek |
Bibi | Hala |
Birbaşa | Doğrudan |
Bulaq | Pınar |
Camış | Manda |
Cığal | Oyun bozan |
Cırıq | Yırtık |
Cummaq | Suya dalmak |
Cüce | Tavuk |
Cüt | Çift |
Çapıt | Bez |
Çatmaq | Ulaşmak |
Çatmaq | Yetmek |
Çaynik | Çaydanlık |
Çeçele barmağı | Serçe parmağı |
Çıra | Lamba |
Çimmek | Yıkanmak |
Çiyin | Omuz |
Çömçe | Kepçe |
Çörek | Ekmek |
Dal | Arka |
Dalan | Antre |
Darıxmaq | Sıkılmak |
Daşka | At arabası |
Dayaz | Derin değil; sığ |
Deyesen | Galiba |
Dığır | Kısa boylu |
Dimdik | Gaga |
Dincelmek | Dinlenmek |
Dolanmaq | Geçinmek |
Dünen | Dün |
Düyü | Pirinç |
Düz (Düz deyirsen!) | Doğru |
Elcek | Eldiven |
Ele bil | Sanki |
Erzinde | Sırasında |
Evezini çıxartma | Mukabele |
Eyleş! | Dur! |
Eyleşmek | Oturmak |
Eynek | Gözlük |
Eyvan | Tandır damı |
Fehle | Amele |
Fikirleşmek | Düşünmek |
Fit olmak | Ödeşmek |
Garışka | Karınca |
Gatıx | Yoğurt |
Gede | Erkek çocuk |
Gic / Ahmak | Enayi |
Gic elemek | Usandırmak |
Göbelek | Mantar |
Göçek / Geşeng | Güzel |
Günorta | Öğle |
Güzgü | Ayna |
Helelik | Şimdilik |
Hemişe | Her zaman |
Herdenbir | Ara sıra |
Heresi | Her biri |
Heyat | Avlu |
Hıyar | Salatalık |
Hol | Topaç |
Hövsele | Sabır |
Hövseleden çıxmaq | Zıvanadan çıkmak |
Hunduşga | Hindi |
Hündür | Uzun boylu |
İl | Yıl, sene |
İlan | Yılan |
İskan | Bardak |
İsti | Sıcak |
İti | Keskin |
İtirmek | Kaybetmek |
Kaç gün qabax | Geçen gün |
Kap | Tabak |
Kartof | Patates |
Kerenti | Tırpan |
Kerki | Keser |
Kerti | Bayat |
Kişi | Adam, erkek |
Kovun | Kavun |
Köhne | Bayat |
Köhne | Eski |
Kömek | Yardım |
Köynek | Gömlek |
Küçe | Sokak |
Künçüt | Susam |
Mahnı | Şarkı; türkü |
Mat qalmaq | Şaşırıp kalmak |
Meke | Mısır |
Mellim | Öğretmen |
Mığmığa | Sivrisinek |
Mıh | Çivi |
Milçek | Sinek |
Moruq | Yaşlı |
Möhkem | Sağlam |
Mürebbe | Reçel |
Nağıl | Masal |
Nahar | Öğle yemeği |
Nece | Nasıl |
Neçe? | Kaç? |
Neve | Torun |
Noğul | Şekerleme |
Oğurlamaq | Çalmak |
Otağ | Oda |
Oxşamaq | Benzemek |
Ötürmek | Uğurlamak |
Paltar / libas | Giysi |
Parç | Maşarpa |
Payız | Sonbahar |
Pazı | Şeker pancarı |
Pışka | Kibrit |
Pille | Basamak |
Pilleken | Merdiven |
Puç olmaq | Boşa gitmek |
Pul xırdalamaq | Para bozdurmak |
Qabaq | Önce |
Qada | Dert, sıkıntı |
Qadağan | Yasak |
Qanfet | Şeker |
Qaydaya salmak | Düzenlemek |
Qayğanaq | Sahanda yumurta |
Qayırmaq (Ne qayırırsan?) | Yapmak |
Qayıtmaq | Dönmek |
Qaytarmaq | İade etmek |
Qeşeng | Güzel |
Qıcqırmaq | Ekşimek |
Qıraq | Kenar |
Qışqırmaq | Bağırmak |
Qızıl | Altın |
Qohum | Akraba |
Qonaq | Misafir |
Qöy | Mavi |
Quldur | Serseri |
Qurtarmaq (Film qurtardı!) | Bitmek |
Sancımak | Ağırmak |
Seher | Sabah |
Selqeli | Derli toplu |
Sımışka | Ay çekirdeği |
Sındırmaq | Kırmak |
Sümük | Kemik |
Şaxta | Şiddetli soğuk |
Şetele | Felaket |
Şille | Tokat |
Şirinyat | Tatlı |
Tapşırmak | Havale etmek |
Tele | Tuzak |
Teles | Acele |
Tırıklı | İshal |
Tike | Parça |
Tula | Köpek yavrusu |
Tuman | Külot |
Tülkü | Tilki |
Uca | Yüksek yer |
Udmaq | Kazanmak |
Uduzmaq | Kaybetmek |
Ulduz | Yıldız |
Xala | Teyze |
Xesis | Cimri |
Xırda | Küçük |
Xörek | Yemek |
Yada gelmek | Hatırlanmak |
Yaddaş | Bellek |
Yadına salmaq | Hatırlamak |
Yallı | Halay |
Yaxşı | İyi |
Yay | Yaz |
Yaylık | Başörtüsü |
Yeke | Büyük |
Yel | Rüzgar |
Yemiş | Meyve |
Yumaq | Yıkamak |
Yuxu | Rüya |
Yüngül | Hafif |
Zarafat | Şaka |
Zehlesi getmek | Nefret etmek |
Zekge | Bilye, aşık kemiği oyunlarındaki en önemli taş |
Zibil | Çöp |
Zirzemi | Bodrum |