Son Yazılarımız

ZELİŞ İLE ABBAS’IN MASALLARI (Bölüm 1)

ZELİŞ İLE ABBAS’IN MASALLARI

Merhaba ey güzel çocuklar! Sizleri unutmadım. Şimdiye kadar babalarınız, amcalarınız, dayılarınız, halalarınız, teyzeleriniz için yazdım. Bugün sizin için yazacağım. La Fontaine (Fonten) masallarının adını hiç duydunuz mu? Okuduğunuza eminim. İsterseniz biraz La Fontain (la fonten) isimli yazardan bahsedeyim, ondan sonra kendi masallarımıza yani nağıllarımıza geri dönelim.

La Fonten masallarını yazan bir Fransız’dı. Gerçek ismi Jean de La Fontain idi. 17’nci yüzyılda yaşadı. Hukuk tahsili yaptı, çeşitli memurluklarda bulundu. Pek de düzenli bir hayatı yoktu. Can sıkıntısından yazarlık işine soyundu. Doğu klasiklerini (Çin, Hint, Arap vb) okudu, kendisini hayvanlar dünyasına kaptırdı. Masallarında hayvanları ve insanları konuşturdu bazen iğneleyici bazen nüktedan (komik) konuları ele aldı.Amacı insanlara anlamlı mesajlar iletmekti.  Çok geçmeden yazdıkları hem yetişkinlerin hem de çocukların vazgeçemediği eserlere dönüştü.

Unutmayınız ki La Fonten, Doğu klasiklerini okudu, onlardan etkilendi, ünlü fabllarını (kısa masallarını) böylece yazabildi. Bizim La Fonten’i taklit etmeye ihtiyacımız yok çünkü bizim nağıllar (masallar) daha orijinaldir.

Bizim iki kahramanımız var: Zeliş ve Abbas

Zeliş bir Kürt kızıdır. Komşuları Azeri’dir. Zeliş’in yaşında bir oğulları vardır. Adı Abbas’tır. Buradaki masallar Zeliş ile Abbas’ın başından geçen olayları anlatır. Her hikâyenin sonundan “KISSADAN HİSSE” diye bir yazı yazdım. Bunun anlamı öyküden ders ve ibret çıkarmaktır.

ZELİŞ
ABBAS

Bugünlerde hepimiz ailece karantinadayız. Dışarı çıkamıyoruz. Evin içinde bir arada olmak zorundayız. Gençler ve yetişkinler bu öyküleri çocuklara okuyup resimleri gösterseler gerçekten çok mutlu olacağım. Bu öykülerin tamamı Iğdır’da yaşanmıştır. Bu yüzden bu öyküler bizim için kıymetlidir. Bizim kendi masallarımızdır. Hepinize iyi okumalar diliyorum.

ZELİŞ İLE KEDİSİ

Çocuklar biliyorsunuz Azeriler tarımla uğraşır Kürtler de hayvancılıkla. Hayvanlar çok sıcak havaları sevmezler. Eskiden yaz ayında Kürtlerin hepsi yaylaya giderdi.

Yine yayla zamanıdır. Iğdır’ın boğucu sıcağından kaçan Kürtler, dağların serinliğine sığınmak için hazırlıklarını yaparlar. Zenginler eşyalarını traktöre yoksullar da öküz ve eşeklere yükler, yola koyulurlar.Aslında hepsinin gittiği yer aynıdır.Ya içinde şırıl şırıl kar suyu akan derin vadilere ya da tepelerdeki düz alanlara eşyalarını boşaltırlar. Yükünü indirenler birbirlerine yardım ederler, keçi kılından yapılma siyah çadırlarını hızla kurarlar. Bir anda ortalık büyüklü küçüklü çadırlarla dolar. Bazı ailelerin bir de küçük beyaz çadırı olurdu.

YAYLADA KIL ÇADIR

Zeliş 9-10 yaşlarında küçük bir kızdır. Gözleri ışıl ışıl simsiyahtır. Her renkten boncuklarla süslenmiş saç örgüleri belinin ortasına kadar uzanmaktadır. Yanından ayrılmayan Bobiş isimli bembeyaz bir kedisi vardır. Onunla birlikte yatmakta onunla birlikte uyanmakta, hatta karınlarını bile birlikte doyurmaktadırlar. Zeliş, fırsat bulunca su kenarına inmekte, yaşıtlarıyla taşların arasında oynamakta, hoşça vakit geçirmektedir.

ZELİŞ’İN KEDİSİ BOBİŞ

Günler böyle geçerken bir gün kedisiyle toprağın üzerine uzanır, küçük taşlardan ev yapmaya koyulur. Zeliş aniden önündeki toprağın hafifçe kıpırdadığını görür. Hem korkarhem de merak eder. Acaba topraktan ne çıkacaktır?Bobişde yerinde duramaz, kuyruğunu hızlı hızlı sallayarak heyecanla delikten neyin çıkacağını merakla beklemeye başlar.

Yerden çıkan toprak yığını piramit şeklinde büyüdükçe büyür. Toprağın her oynayışında Zeliş ve kedisini derin bir heyecan ve korku alır. Bobiş, ayaklarını oynatarak her an toprak yığının içine dalmaya hazır şekilde beklemektedir. Toprak yığını tekrar hareket edince Bobiş dayanamaz,  tüm hızıyla ayaklarını toprak yığınının içine daldırır, güçlü tırnaklarıyla yakaladığı fare benzeri bir canlıyı dışarı çıkartır. Bu bir köstebektir!

Zeliş hayatında hiç köstebek görmemiştir. Bobiş bir hamlede sırtından yakaladığı köstebeği delikten uzak bir yere taşır. Zeliş de arkasından gider. Kedinin, köstebeği yemeğe niyeti yoktur! Bobiş, köstebeği serbest bırakır ama gözlerini üzerinden ayırmaz. Köstebek hemen keskin tırnaklarıyla yeri eşmeye başlar. Ne zaman ki vücudunun yarısı toprağın içinde kaybolunca Bobiş, onu belinden yakalayıp çıkartır, tekrar uzak bir yere götürür.Zeliş de merakla Bobiş’in arkasından gider.

KÖSTEBEK
KÖSTEBEK YUVASI

Zeliş, 9-10 cm büyüklüğünde, gözleri deri altında kalmış, burnu, kuyruğu ve ayakları çıplak, fare benzeri bu hayvanın sonunu merak eder. Bobiş, köstebeği tekrar serbest bırakır. Köstebek tüm hızıyla yeri eşmeye başlar. Bobiş, bu işi bir oyuna dönüştürür. Her seferinde köstebeğin biraz daha derine inmesine izin verir, köstebek tam kurtuldum derken, Bobiş ani bir hamleyle iki ayağını deliğe daldırıp zavallı köstebeği yakalayıp çıkarır onun tüm kurtulma umutlarını yok eder. Bu oyun Zeliş’in de hoşuna gitmiştir.

Bobiş, köstebeği tekrar sırtından yakalar biraz daha uzak bir yere götürür. Köstebeği serbest bırakır. Köstebek bu kez hareket etmez. Bobiş rahattır. Sevincinden sağa sola döner. Hatta kendinden emin bir şekilde uzun uzun esner.Bunu fırsat bilen köstebek hızla harekete geçer, toprağı kazmaya başlar. Bobiş bu kez biraz daha da derine inmesine izin verir. Köstebeğin kurtulduğunu zannettiği an Bobiş’in onu tekrar yakalayıp çıkarması Zeliş’in hoşuna gidiyordu.

Bobiş, gözlerini deliğe dikmiş, hamle yapmaya hazır bir haldedir. Köstebeğin kuyruğu gözden kaybolunca kadar Bobiş sabırla bekler sonra tüm gücüyle iki ayağını delikten içeri daldırır, uğraşır, ama nafile! Köstebek derine inmiş kendisini kurtarmıştır. Bobiş, inadından vazgeçmez. Elinden kaçırdığı oyuncağı için üzülmektedir. Yorulmadan defalarca deliğe bazen tek bazen çift ayağını daldırıyor ama sonuç alamıyordu. Bobiş, sonunda inadından vazgeçti, tünelin ağzına geldi, arka iki ayağını katlayarak deliğin içine kakasını yaptı. Üzerini toprakla örttü. İçi buruk ve pişmanlık dolu bir duyguyla oradan ayrıldı.

KISSADAN HİSSE: Başkalarının umutlarıyla oynayanlar sonunda pişman olurlar.

ZELİŞVE KAPLUMBAĞA

Kuzuları otlatmaya götüren çoban o gün hastaydı. Yürümeye bile takati yoktu. Annesi, Zeliş’e bir çıkın (içinde yiyecek olan küçük bohça) yaptı, kuzuları karşı tepedeki yeşillikte otlatmasını istedi. Zeliş habere çok sevindi. Yanına Bobiş’i ve köpeğini alarak kuzuları önüne kattı, tepeye doğru ağır ağır yola aldı. Kuzular uysal ve toplu yürümeyi sevdiklerinden Zeliş’e zorluk çıkarmıyorlardı.

Kuzular çayıra yayılıp sakin sakin otlamaya başlayınca Zeliş de boş durmadı. Yakındaki kayalıklara tırmandı. Bobiş de Zeliş’in peşinden ayrılmıyordu. Bobiş küçük taşları yerinden oynatıyor, fare falan yakalamayı umut ediyordu.

Zeliş,kayanın üzerine oturdu. Uzaklara ve obaya (siyah çadırlara)  baktı. Kayanın üzeri kurumuş kahverengi yosunlarla doluydu. Zeliş, teyzesinin kızından öğrenmişti. Yosunun üzerine az su döktü, küçük taşla ovalamaya başladı. Çok geçmeden ortaya rengârenk bir boya çıkmıştı. Zeliş, eline kına sürer gibi bütün parmaklarını boyadı. Hatta parmak ucuna aldığı boyayı Bobiş’in alnının ortasına kondurdu. Bobiş komik bir hal almıştı!

Zeliş, aniden derin bir tıslama sesi işitti. Ürperdi. Alışık olduğu bir ses değildi. Tıslama sesinin geldiği tarafa yöneldi. Bir kaplumbağa iki taş arasına sıkışıp kalmıştı. Çıkmaya çalışıyor ama gücü yetmiyordu. Geri geri gitmesi de mümkün değildi. Zavallı hayvan hareketsiz öylece kalmıştı! Ağlar gibi sesler çıkarıyordu.

Zeliş daha önce çadırlarının önündekaplumbağa görmüştü. Köpekler yanına yaklaştığında başını içeri çekiyor, tehlike uzaklaşınca ağır ağır yoluna devam ediyordu. Zararsız olduğunu biliyordu.

KAPLUMBAĞA

Zeliş önce gücünü kullanarak taşı oynatmaya çalıştı ama başaramadı. Değneğini alıp geri geldi. Değneği kaldıraç gibi taşın arasına yerleştirip kaplumbağayı kurtardı. Zavallı hayvan kimbilir ne kadar zamandır taşların arasında ölüm-kalım savaşı vermişti.

Zeliş, kaplumbağayı eteğine koyup dereye götürdü. Kaplumbağa doya doya su içti. Yeşil otları yiyip karnını doyurdu.Zeliş’in elleri boyalı olduğu için kaplumbağanın üzerine de bu renkler yapışmıştı.

Siyah çadırların etrafı meşe ağacından yapılma, rengarenk ipliklerle ve desenlerle örülmüş çitlerle çevrilidir. Aradan birkaç gün geçmişti. Zeliş, çitin dibinde oturmuş, kendisini bir oyuna kaptırmıştı. Bobiş de yüklüğün üstünde (yatakların üst üste konulduğu yer) derin bir uykuya dalmıştı.

Kara bir yılan sürünerek Zeliş’e doğru geliyordu. Zeliş’in bundan haberi yoktu. Zeliş son anda yılanı farketti. Nereden geldiği belli olmayan bir kaplumbağa yılanın önünü kesti ve garip sesler çıkararak yılanın üzerine yuvarlandı. Yılan da şaşırmıştı!  Yılan bir yandan kaplumbağanın ağırlığından kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da onu ısırmak için fırsat kolluyordu. Ama kaplumbağanın kabuğu taş gibi sertti. Yılan kaplumbağaya çepeçevre sarıldı, sıkıştırarak onu öldürmeyi ümit etti ama bu mümkün değildi.

Yılan ile kaplumbağa arasında kıyasıya bir üstünlük mücadelesi başlamıştı. Derken her ikisi de aşağı doğru top gibi yuvarlandılar. Yokuş dik olduğundan daha da hız kazandılar. Yılan ve kaplumbağa birlikte bir kayaya çarptılar. Yılanın beli kırıldığı için, kasları gevşedi, kaplumbağayı kendi haline bıraktı. Yılan hareket edemez halde öylece kalakaldı.

Zeliş, olup bitenden annesini haberdar etti. Hep birlikte aşağı doğru koşuşturdular. Yılan ölmüştü. Kaplumbağa da ağır adımlarla siyah çadıra doğru yol alıyordu. Zelişkaplumbağayı yakından görünce çığlık attı:

“Anne, bu geçenlerde hayatını kurtardığım kaplumbağa! Elimin kına rengi hala kabuğunun üzerinde!”

KISSADAN HİSSE: Yapılan iyilikler bir gün mutlaka iyilik olarak geri döner

ABBAS VE KUŞ YAVRUSU

Sonbahardı. İlkokullar açılmıştı. Zeliş ve Abbas aynı sınıftaydılar. Abbas kilolu, tonton bir çocuktu. İkisi aynı saatte birlikte evden çıkıyor, dar ve tozlu yollardan yürüyerek okula varıyorlardı. Okul dağılınca da uslu uslu, ama içlerinde gizli bir sevinç duygusuyla evlerine dönüyorlardı.

O gün dağılma zili çaldığında öğleden sonrası bir zamandı. Zeliş ve Abbas her gün gelip gittikleri yolda yürümeye başladılar. Ara bir sokağadönünce yerde yuvasından düşmüş bir kuş yavrusu gördüler. Abbas hassas bir çocuktu. Çantasını yere koydu. Ağzını açıp “gıııık gııık” diye feryat eden yavruyu eline aldı. Okşamaya başladı. Yavrusunu kaybeden ana kuş kızgındı. Ağacın etrafında döne döne uçuyor, arada bir hızladalış yapıyor, “Sakın yavruma dokunmayın!” der gibi tehditkâr sesler çıkarıyordu.

KUŞ YAVRULARI

Abbas yuvanın yerini bulmak için dallarının arasına dikkatlice baktı. Nihayet yuvayı görünce sevindi! Şansızlık o ki yuva çok ince bir dal üzerine kuruluydu. Ağaca çıkıp dala yüklense dal kırılacaktır. Belki uzun boylu bir amca gelir, yavruyu zahmetsiz bir şekilde yuvasına koyar umuduyla biraz beklediler. Küçük bir sokak olduğu için ne gelen vardı ne de giden!

Abbas bir öneride bulundu: “Zeliş, seni omzuma alayım, sen de yavruyu yuvasına koy!”

Abbas eğildi. Kilosuna güvenerek Zeliş’i omuzladı. Zeliş de uzanarak yavruyu yuvasına koydu. Tam o sırada yola çıkan bahçe kapısı açıldı, elinde bastonla yaşlı bir teyze sokağa çıktı. Abbas,Zeliş’in ağırlığına daha fazla dayanamayınca sesli sesli birkaç kez osurdu.  Zeliş yere indi. Her ikisi de çantalarını alarak hızla oradan uzaklaştılar. Yaşlı teyze, çocuklara bakıp anlamsız bir şekilde kafasını salladı.

Ertesi gün okul dağılınca Abbas ile Zeliş yine aynı sokağa girdiler. Tesadüf bu yerde yine bir kuş yavrusu vardı. Yuvasından düşmüştü. Cıyakcıyak bağırıyordu. Abbas ile Zeliş ne yapacaklarını biliyorlardı. Abbas,Zeliş’i omzuna aldı, Zeliş de elinde özenle tuttuğu yavruyu uzanıp yuvaya koydu. Tam o sırada yine bahçe kapısı açıldı, dünkü yaşlı teyze elinde bastonuyla sokağa çıktı. Abbas, Zeliş’in ağırlığına zor bela güç yetirdiğinden yine dayanamaz sesli sesli birkaç kez osurur.

Zeliş ve Abbas çantalarını alıp uzaklaşmak isterlerken, yaşlı kadın arkalarından bağırır: “Başınıza taş düşsün! Her gün gelip kapımın önünde osurmaya utanmırsınız?”

KISSADAN HİSSE:  Yaptığınız iyiliği başkasının bilmemesi sizi üzmesin.

ZELİŞ İLE SİNCAP

Siz hiç sincap gördünüz mü? Kedi büyüklüğündedir. Bazıları açık sarı renkte bazıları koyu kahverengidir. Alt tarafları tamamen beyazdır. Gözleri iri ve parlaktır. Uzun ve kıvrık tüylü bir kuyruğu vardır. Arka ayakları daha uzun ve güçlü olduğundan çok yükseklere zıplayabiliyor, daldan dala atlayıp yere inmeden ağaçların üzerinde dolaşabiliyorlar. Ağaçlık bölgelerde, parklarda ve ormanlarda yaşarlar. En çok ceviz, fındık, meşe palamutunu severler. Düşünceli hayvanlardır. Zor günleri düşünüp topladıkları yemişlerini ağaç kovuklarında saklarlar.

Obadan uzaktan neval denilen derin bir vadi vardı. İçi çeşit çeşit ağaçlarla doluydu. İçinde her türden yabani meyve vardı: Şilan (kuşburnu)meyvesi, yabani meyveler ve daha neler neler…Çoban her geldiğinde Zeliş’e mutlaka şilan meyvesinden getirirdi.

Zeliş bir gün annesine gitti, çobanla beraber vadiye gitmek istediğini söyledi. Annesi isteksiz de olsa kabul etti: “Tek şartla Bobiş’i yanında götürmeyeceksin!”

Yol uzundu. Çoban, eşeğin üzerine çul serdi. Alttan ve üstten iple sıkıca bağladı. Zeliş’i eşeğin üzerine oturttu ve ipi sıkıca tutmasını tembihledi. Birlikte yola çıktılar.

Öğleden sonrası bir zamandı. Nihayet derin vadiye geldiler. Aman ne muhteşem bir yerdi! Orta yerde berrak ve pırıl pırıl bir dere akıyordu. Sağında ve solunda onlarca ağaç vardı. Zeliş, keyifle önce ayaklarını derin olmayan suyun içine soktu. Birkaç tane renkli taş bulup cebine koydu.

Birden gözü ağaca tırmanan bir sincaba ilişti. Korktu! Çoban sincabın zararsız olduğunu insanlara saldırmadığını söyleyince rahatladı. Gözlerini sincaptan ayırmıyordu. Dikkatini bir şey çekmişti: Sincap ağzında cevize benzer bir şey getiriyor, ağacın kovuğuna saklıyordu.

Sincap

Zeliş’i merak aldı. Ağaca tırmandı. Elini kovuğa soktu. İçi ceviz, palamut meyvesi ve daha nice kozalak benzeri öteberiyle doluydu. Zeliş seçerek beş-on tane cevizi alıp, eteğine koydu, ağaçtan indi. Taşla kırıp cevizleri yemeye başladı.

Sincap cevizlerinin çalınmasından çok rahatsız olmuştu. Zeliş’e yakın geliyor, yerdeki cevizleri hızla alıp kaçıyordu. Zeliş mecbur kaldı, yerdeki cevizleri eteğine doldurdu. Sincap,Zeliş’in etrafında kızgın kızgın dolanıyor, “Cevizlerimi geri ver!” demek ister gibi kafa tutuyordu. Zeliş, Sincab’a aldırış etmeden tüm cevizleri iştahla yedi.

Sincab’ın bu haksızlığa sessiz kalması beklenemezdi. Annesi,Zeliş’e yemek çıkını yapmıştı. Sincap yerdeki çıkını kapıp ağaca tırmandı. Zeliş, bunu görünce çok üzüldü. Karnı aç değildi ama annesi en çok sevdiği eşarbın içine ekmek ve peynir koymuştu. Çobandan yardım istedi. Sincabın ne yaramaz bir hayvan olduğunu bilen çoban gülerek cevapladı: “O da senden intikam alıyor. Onu yakalamak mümkün değil!”

Zeliş’in aklına bir fikir geldi. Bir ceviz ağacı buldu, dikkatlice tırmandı. Etek dolusu ceviz toplayıp ağaçtan indi.Cevizleri Sincab’ın kovuğuna doldurdu. Dalların tepesinde ağzında çıkınla olup biteni izleyen Sincab, çıkını dalların arasına saklayıp kovuğa indi. İçindeki cevizleri saydı. Zeliş, çaldığından daha fazla cevizi kovuğa koymuştu. Sincap sevinçle bir zıplayışta ağacın tepesindeki dalların arasına atladı. Ağzında tuttuğu çıkını aşağı fırlattı.Zeliş sevinçle çıkını yerden aldı. Eşarbı biraz yırtılmıştı ama bu da ona ders olmuştu.

KISSADAN HİSSE: Başkasının malına göz diken zararına katlanır.

ZELİŞ, ABBAS VE LEYLEKLER

İlkbahardı. Leyleklerin gelme zamanıydı. Zeliş ile Abbas bahçede sek sek oyununa dalmışlardı. Birden Abbas’ın gözü uzaktan gelen leyleklere takıldı. Zeliş de oyunu bırakıp Abbas gibi duvarın üzerine çıkıp gelen leylekleri seyre daldı. Sürü halinde uçuyorlardı. Acaba nereye yuva yapacaklar diye merakla beklemeye koyuldular.

Leyleklerden biri gruptan ayrıldı. Zeliş ve Abbas’ın az ötesindeki kocaman elektrik direğinin üzerine kondu. Geçen yılda orada bir leylek yuvası vardı. Acaba aynı leylek miydi?

Sonbahar, kış, rüzgar, yağmur derken yuvada pek fazla bir şey kalmamıştı. Leylek, gagasıyla var olan çöpleri düzene soktu. Uçup bir tarlanın ortasına kondu. Hem böceklerle karnını doyurdu hem de uygun gördüğü çöpleri bir araya topladı. Kırmızı gagasıyla çöpleri ikişer-üçer yuvasına taşıdı. Çok geçmeden kendisine güzel bir yuva yaptı. Derken başka bir leylek daha geldi. O da yuvaya yerleşti. Gagalarını birbirine vurdular. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Yeni gelen yorgundu. Oturdu. Ayaktakileylekgagasıylaoturan leyleğin kafasını temizlemeye başladı.

Zeliş ve Abbas’ın kafasında binlerce soru vardı. Abbas’ın nenesinin yanına koştular. Yaşlı kadın oturmuş, sakin sakin etrafına bakınıyordu. İki çocuğun kendisine doğru koşarak geldiğini görünce içinden geçirdi: “Letife Nene bize nağıl (masal) anlat” diyecekler. Ama öyle olmadı! İki çocuk da nefes nefeseydi. Zeliş sordu:

“Ay Letife Nene! Leylekler niye bir yuvada iki tene olur.”

“Ay balam! Onların birisi erkek birisi de dişidir. Yumurtaları olacak.Yavrularını birlikte büyütecekler. Onun için bir yuvada iki leylek olur!”

Abbas da kendi sorusunu sormak için sabırsızlanıyordu:

“Leylekler yuvalarını niye ucada (yüksekte) yapırlar?”

“Leyleklerin en büyük düşmanı yılanlardı. Leylekler gagalarını birbirine çarpar, çok güçlü ses çıkarırlar. Bu sesi uzaktan herkes duyar. Yılanlar da bu sesi duyar, yuvaya doğru giderler. Yılanlar, direğe ya da ağaca tırmanır, yuvaya gidip leyleklerin yumurtalarını ya da balalarını yiyorlar. Bu yüzden leylekler yuvalarını yükseğe yapıyorlar ki yılanlar oraya çıkamasın!”

Leylek

Zeliş’in abisi Mustafa, her sabah traktöre binip köye gidiyor, biçer makinesiyle ot biçiyordu. Akşam olunca Zeliş abisine leylekleri anlattı. Mustafa gülümsedi:

“Makineyle ot biçence onlarca leylek çimene geliyor, biçilmiş otların arasında ne bulsalar yiyorlar.”

Zeliş leylek sürüsünü yerde dolaşırken görmeye çok isteklendi.

Abisi ertesi gün Zeliş ve Abbas’ı traktöre bindirdi, köye götürdü. İnsan boyu otların bir ucu var bir ucu yoktu. Mustafa ot biçme makinesini çalıştırdı. Otları biçmeye başladı. İnsan boyu otlar diplerinden kesilince yanyanaa üstüste düşüyorlardı. Çok geçmeden leylekler gelmeye başladılar. Önce beş altı taneydi. Derken çimenin her tarafı leylekle doldu. Bir leylek canlı bir yılanı uzun gagasıyla yakalamış havada uçuyordu, yılan da kurtulmak için kıvranıp duruyordu.

Mustafa biçer makinesini durdurdu. Çocukları yanına çağırdı. “Aman dikkatli olun! Ben biçer makinesiyle farkında olmadan yılanların yuvalarını biçiyorum, yavrularını öldürüyorum. O yüzden dişi yılanlar çok kızıyor, insanlara saldırıp intikam almak istiyorlar. Bir keresinde birisi benim ayağıma sarıldı. Çizme giydiğim için ısıramadı. Ben de elimdeki demirle kafasına vurdum. Çimende dolaşırken leyleklere yakın durun. Unutmayın leylekler bazen yüksekte uçarlar ama yerdeki yılanları görebiliyorlar.”

Zeliş ve Mustafa korktular, biçer makinesinden uzak bir yerde durdular. Leylekler biçer makinesini adım adım takip ediyorlardı. Zeliş ve Mustafa güneşin altında bunalınca duvarın dibine çömeldiler, yemek çıkınını çıkarıp karınlarını doyurmaya başladılar.

Farkında değildiler ama bir yılan yavaşça onlara yaklaşıyordu. Uzun, kara bir yılandı. İntikam peşindeydi. Aslında yılan haklıydı! İnsanlar onların yuvasını dağıtmış, yavrularını öldürmüştü. Ama bütün bunlardan Zeliş ve Mustafa sorumlu değildi.

Gökyüzünde dönerek tur atan leyleklerden biri hızlı bir dalış yaptı, Zeliş ve Abbas’a yaklaşan yılanı tırnaklarıyla yakalayıp havalandı. Yılanın başı neredeyse Zeliş’e değecekti.

Leylekler yakaladıkları yılanları kayalık bölgeye götürüyor, yukarıdan bırakıp kayalara çarparak omur kemiklerinin kırılmasına neden oluyorlardı.

Zeliş ile Mustafa ikisi de büyük bir korkuyla Mustafa’nın yanına koştular.

“Kurban olurum abi! Bizi eve götür!”

KISSADAN HİSSE: Her hayvanın yuvası ve yavrusu onun için kıymetlidir.

ZELİŞ İLE DAĞ KEÇİSİ

Hiç dağ keçisi gördünüz mü? Dağlarda özgürce dolaşırlar. Sayıları da gittikçe azalmaktadır. Dağ keçisi ile yaban keçisini karıştırmayın. Dağ keçisi, yaban keçisinin evcilleştirilmiş bir türüdür. İnsanlardan korkmaz. Tam aksine insanlara yakın gelir, onların yanında oturup kalkar.

Dağ keçisi

Yayla zamanı idi.  Zeliş’in ailesi siyah çadırını kurmuştu. Herkeste bir telaş vardı. Böyle anlarda Zeliş kalabalığın içinde olmak istemez, Bobiş’i kucaklar uzaktaki kayalar arasında kaybolur, evdeki telaşın ve koşuşturmanın azalmasını beklerdi. Bir kaya dibine uzanır, Bobiş de miskin miskin eteğine uzanıp uykuya dalardı.

Bir ara Zeliş kulağında bir ıslaklık hissetti. Elini kulağına götürünce eli bir canlıya çarptı. Korkuyla irkildi. Her bir boynuzu kocaman keçiye benzer bir hayvan gördü. Kulağını yaladığına göre zararsız bir hayvan olmalı diye düşündü. Acaba ne yapacak diye gözlerini hafifçe kapattı. Dağ keçisi aşağı indi. Sırtını Zeliş’edayayıp oturdu. Kedinin başını yalamaya başladı. Bobiş bu durumdan rahatsız olmadı. Aksine ters döndü, vücudunu da yalamasını istedi.

Zeliş cebinden çıkardığı ekmek parçasını uzattı. Dağ keçisi ekmeği iştahla yedi. Böylece aralarında bir dostluk başladı. O sırada köpeklerden birisi de çıkagelmişti. Zeliş, köpeği azarladı, dağ keçisine yaklaşmasına engel oldu. Köpek de onların yanına oturdu. Dilini çıkarıp nefeslenirken bu garip görünüşlü hayvana bakakaldı. Zeliş istemediği için Bobiş gibi bu hayvana da saldırma hakkı olmadığını biliyordu.

Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Zeliş, çadıra döndü. Annesi semaver koymuş, sofra hazırlamıştı. Çobanlarda biraz uzakta kendi sofralarını kurmuş iştahla yemeklerini atıştırıyorlardı. 

Siyah çadırın yanında,  ortasında bir direk olan beyaz bir çadır da vardı. Misafirler bu çadırda ağırlanırdı. Misafir olmadığı zaman Zeliş orada uyumayı çok severdi. Zeliş, uyumak için beyaz çadıra gitti.

Hava serindi. Bobiş yorganın altına saklandı. Sıcaklığın verdiği sevinçleuzun uzun mırıldandı, sonra derin bir uykuya daldı. Zeliş, gecenin bir yarısı çobanların bağrış-çağırışlarına uyandı. Yatağından doğrulunca dağ keçisinin de yatağının yanında olduğunu gördü. Köpekler havlamadığından o da gecenin bir yarısı gelmiş, Zeliş’in yanında uzanıp yatmıştı. Sabah olunca, dağ keçisi koşarak obadan uzaklaştı, kayalıklar arasında kayboldu.

Zeliş, dağ keçisi ile arkadaş olduğu için sevinçliydi. Dağ keçisi saç ekmeğini çok seviyordu. Zeliş, kimsenin haberi olmadan içi ekmek dolubir çıkın yapar, kayalıklara tırmanır.  Çok geçmeden dağ keçisi Zeliş’in yanına gelir, sırtını Zeliş’e dayayıp oturur. Zeliş, çıkından çıkardığı ekmekle dağ keçisini besler.

Bir gece yarısı oba bağrış-çağırış ve köpek sesleriyle inlemektedir. Her tarafındansesler yükseliyordu: “Aman dikkat! Obaya bir ayı girmiş!”. Çobanlar ellerine silahlarını alıp obanın diğer tarafına koştular. Gece zifiri karanlıktı. Ay, siyah bulutların arkasında kaybolmuştu. Böyle olunca herkes hareket eden her şeyi ayı sanmaktadır.

Zeliş de uyanmış, yanında dağ keçisi ve Bobiş’iyle olup bitenlere kulak kabarmaktadır. Aniden evin köpekleri korkunç bir ses tonunda havlamaya hatta bir canlıyla boğuşmaya başladılar. Zeliş köpekleri hiç bu kadar azgın ve hırslı görmemişti. Kafasını dışarı uzatınca az ileride bir ayı, etrafında da ona yaklaşmaya cesaret edemeyen köpekler vardı.

Ayı aniden beyaz çadıra doğru hareketlendi. Dağ keçisi de gürültüye uyanmış kafasını dışarı çıkarmıştı. Ayının koşarak geldiğini görünce, dağ keçisi de ona doğru koştu, bütün gücüyle kocaman boynuzlarıyla ayıyı tosladı. Ayı sersemledi yere yuvarlandı. Ayının bağırtısı yere göğü inletiyordu. Zorlukla doğruldu, sendeleyerek dağların zifiri karanlığında kayboldu.

Ayı

Ev ahalisi de olup bitene şahit olmuştular. Onları asıl şaşırtan dağ keçisinin Zeliş’i korumak için korkmadan ileriye atılmasıydı. O günden sonra dağ keçisi evden birisi gibi oldu. Herkes onu çok seviyor, rahat etmesini sağlıyordu.

Artık yayla dönüşü zamanıydı. Yükler öküzlere ve eşeklere yüklendi. Kafile yola koyuldu. Dağ keçisi uzun süre onları takip etti. Sonra onlardan ayrılıp yüksek bir kayanın üzerine çıktı.

Atın terkisinde babaannesine sarılmış olan Zeliş ikide bir geri dönüyor dağ keçisine bakıyordu. Sonunda onu kayaların zirvesinde gördü. Zeliş ağlamaya başladı: “Babaanne o tek başına dağda nasıl yaşayacak? Niçin bizimle gelmedi?” Babaannesi bilge bir kadındı. “Zeliş, biz bilmiyoruz ama onun da bir ailesi var. O dağlarda yaşamaya alışmış. Köyde ve şehirde yaşaması mümkün değil. Çünkü onun için özgürlük en kıymetli şeydir.”

KISSADAN HİSSE: Dostluk ve özgürlük tercihi ortaya çıkınca özgürlük ağır basar

ZELİŞ VE KIZAK OYUNU

Kış gelmişti. Eskiden Iğdır’a çok kar yağardı. Aralık ayından Mart’ın sonuna kadar yerde diz boyu kar olurdu. Çocuklar kartopu oynamayı, kardan adam yapmayı çok seviyorlardı. Bazen de Sımoş Halanın bahçesinde buzun üzerinde kaymak için sıraya giriyorlardı.

İşte böyle bir gün Zeliş’in aklına bir fikir gelir. Hatırını kırmayan bir çobanları vardı. Onun yanına gitti: “Ömer Amca, bize bir kızak yapabilir misin? Büyük olsun! İçine dört-beş çocuk oturabilsin.” Ömer şaşırdı: “Peki kızağı kim çekecek?” Zeliş’i derin bir düşünce aldı ama hemen cevapladı: “Bizim eşeğe bağlarız.”

Ömer bu fikre karşı gelmedi. Üç dört tahta parçasını yan yana iliştirdi. Karda kolay kaysın diye altına plastik çuval çiviledi. Ambara girdi. Eski bir araba lastiğini omuzlayıp geldi. İki ucunu deldi. Kalın iple kızağa bağladı. Eşeği ahırdan çıkardı. Tekeri eşeğin boynuna geçirdi. Önce bir denemesini yaptı. Eşek zorlanmadan Ömer’i taşıyordu. Koşumları Zeliş’e teslim etti.

Eşek ve kızak

Zeliş, Abbas’ı yanına oturttu, eşeğe ince bir çubukla hafiften vurdu. Eşek de ağır ağırı yol aldı. Ana yola çıktılar. Bunu gören mahallenin çocukları etraflarını sardı. Böyle bir şeyi daha önce görmemişlerdi. Hepsi de kızağa binmek istiyordu. Zeliş koşul koydu: Aynı anda iki kişi binecek, eşek onları mahallenin bir ucundan diğerine dolaştıracak ama 25 kuruş para alacaktı. Abbas paraları topluyordu. Geç saatlere kadar nerdeyse mahallede kızağa binmeyen kalmamıştı.

Akşam olunca Zeliş ile Abbas paraları saydılar 20 lira 75 kuruş paraları vardı. Bu çok paraydı. Zeliş, Abbas’ın annesi Gülsüm Halanın yanına gitti. “Gülsüm Hala, bu parayı babama göstersem çok kızacak! Biz bu parayla ne yapalım?” Gülsüm Halanın eşi Kelbayı Emmi bir köşede oturmuş konuşulanlara kulak veriyordu: “Ay çocuklar! Ben sizin yerinizde olsam o parayla arkadaşlarıma lastik ayakkabı alırdım. Arkadaşlarınızın çoğu köylerden yürüyerek okula geliyorlar. Ayakkabıları yırtık, pırtık ve delik!”

Bu düşünce Zeliş’in hoşuna gitti. Ertesi gün sınıfta ayakkabısı yırtık olan arkadaşlarını toplayıp Kelbayı Emminin dükkanına getirdi. Kelbayı Emmi vefalı, insansever birisiydi. Çocukları yanına alıp, uzaktaki bir dükkana götürdü. Her çocuk ayağına uygun bir ayakkabı buldu. Hepsi sevinçle köyün yolunu tuttular. Kelbayı Emmi de bir elinde Zeliş’i bir elinde Abbas’ı tutarak gururlu bir ifadeyle dükkanına döndü.

KISSADAN HİSSE: Kolay kazanılan para ihtiyacı olanlara verilirse gerçek kıymetine kavuşur.

ABBAS VE PAÇALI GÜVERCİN

Bir gün nasıl olduysa Abbas paçalı güvercin besleme işine merak sardı. Bunu ailesinden gizli yapıyordu. Sadece Zeliş’in haberi vardı. Abbas’ın arkadaşlarından birisi onu evine götürmüş, beslediği paçalı güvercinleri göstermişti. Hepsi de birbirinden güzel rengarenk güvercinlerdi. Estetik görünüşleri insanı kendisine aşık ediyordu.  Yürüyüşleri, uçuşları insanı büyülüyordu.

Kuyruk telekleri büyük olduğundan havada takla atabiliyor hatta daha yetenekli olanlar 5-6 taklayı arka arkaya yapabilecek güçteydiler. Paçalı güvercinlerin bir özelliği vardı: Beyinlerinde manyetik bir bölüm olduğu için evden ne kadar uzağa giderse gitsinler, tekrar evin yolunu bulabiliyorlardı. Dirsek üstlerindeki paçaları sayesinde gökyüzüne bırakıldıklarında çok hızlı bir şekilde yükseliyor sonra dahavada gösterilerine ve oyunlarına başlıyorlardı. En zahmetli tarafı paçaları uzun olduğundan çabuk kirleniyor, bakım gerektiriyordu.

Paçalı güvercin

Abbas’ın gönlü paçalı bir güvercin yavrusunda kalmıştı. “Fiyatı ne kadardı?” diye sordu. Arkadaşı tereddüt etmeden cevapladı: “2.5 lira ama sen benim arkadaşımsın 2 lira getir sana bir yavru vereyim.”

Abbas eve dönünceye kadar kafasında hep paçalı güvercin ve 2 lira vardı. Bu çok paraydı. Babasından isteyemezdi. Zeliş’i çağırdı. Başından geçenleri anlattı. Zeliş, Abbas’ın kalbinin buruk olmasına dayanamadı. “Bekle geliyorum!” deyip bir koşuda eve vardı. Babasına İş Bankasının hediye ettiği bir kumbarası vardı. Kumbara çeliktendi. Ancak bankadaki özel bir anahtarla açmak mümkündü. Zeliş, küçük bir tel parçasını kumbaranın deliğine soktu, paralar tek tek düştüler. Kumbarada artık para kalmamıştı. Oturup paraları saydılar. 1 lira 85 kuruş vardı. Abbas, “Ben bu paraya güvercini alırım 15 kuruşluk borcumu da sonra öderim.” Düşündüğü gibi olmuştu. Arkadaşı yavru paçalı güvercini Abbas’a teslim etti. Ne yapması gerektiğini öğretti. Eve alışmadan dışarıya bırakmamasını aksi taktirde diğer paçalı güvercinlerin peşine takılıp onlarla gideceğini ve bir daha geri dönmeyeceğini söyledi.

Abbas ve Zeliş, güvercini gizleterek eve getirdiler. Abbas’ın babası evi yeni yaptırmış ancak parası yetmediği için mutfak kısmını kapalı oda olarak bırakmıştı. Oraya giriş dışarıdan küçük bir pencereden mümkündü. Merdiveni getirip küçük odaya girdiler. Yavrunun önüne su ve buğday koydular. Uçup gitmesin diye de Zeliş getirdiği sinek telinden bir perde ile pencereyi kapattılar.

Zeliş ve Abbas her gün birkaç kez yavru güvercinin yanına gidiyor, suyunu değiştiriyor, türlü türlü yem veriyorlardı. Güvercin yavrusu da onları anne gibi kabulleniyor, onlara sokuluyor, kanat çırpıyor, neşesini belli ediyordu.

Gel zaman git zaman yavru güvercin büyüdü, paçalı renkli bir güvercin oldu. Abbas: “Güvercin uçurma zamanı geldi! Onu havaya atacağım. Bakalım geri gelecek mi?”

İkisi de çok heyecanlıydılar. Bahçenin uzak bir yerine gittiler. Abbas, güvercini heyecanlı havaya fırlattı. Güvercin önce yakındaki bir duvarın üzerine kondu. Abbas yanına yaklaşınca kaçmadı. Abbas onu tekrar havaya fırlattı. Bu kez güvercin gökyüzüne yükseldi, uzaklarda kayboldu. Abbas ve Zeliş bütün dikkatlerini gökyüzüne dikmiş güvercini görmeye çalışıyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçti ama güvercin geri gelmedi. Abbas ağlamaklıydı. Zeliş de gerçekten üzgündü. Çok emek vermişlerdi. Abbas: “Zeliş, merdiveni ve sinek telini kaldıralım. Babam görmesin.”

Abbas merdiveni çıkınca içeriden güvercin sesleri duydu. Bir de ne görsün, kendi güvercini başka paçalı bir güvercini de kandırıp yanında getirmişti. Zeliş de hızla merdiveni çıktı. İkisi de çok sevinçliydi. Peki, şimdi bu ikinci güvercini ne yapacaklardı, diye düşünmeye başladılar.

Abbas ertesi gün okuldaki arkadaşlarına paçalı güvercin satmak istediğini söyledi. Güvercini sattı. 2 lira parasını aldı. Arkadaşına olan 25 kuruş borcunu ödedi. Geriye kalan parayla kendi güvercinine bol bol yem aldı.

Birkaç gün sonra güvercinini tekrar gökyüzüne salıverdi. Güvercin önce havada bir gösteri yaptı, beş-altı takla attı. Sonra uzaklardaki güvercinlere doğru uçtu. Çok geçmeden yanında üç tane paçalı güvercinle geri döndü

O yıllarda çocuklar ve gençler arasında paçalı güvercin beslemek bir moda olmuştu. Herkes kendi güvercinin daha güçlü olduğunu diğerlerini baştan çıkarıp eve getirdiğini falan iddia ediyordu.

Abbas, yeni gelen üç adet paçalı güvercinin her birini 2 liradan sattı. Çok geçmeden Abbas’ın 200 liradan fazla parası olmuştu. Bunu sadece Zeliş biliyordu.

Bir gün babası hastalandı. Ameliyat olması gerekiyordu ama doktor 250 lira istiyordu. Abbas, yanına Zeliş’i de alarak babasının yanına gitti, başından geçenleri anlattı. Biriktirdiği 200 lirayı babasına uzattı. Babası Abbas’ı ve Zeliş’i sevgiyle kucakladı. Ameliyatını olup hastalıktan kurtuldu.

KISSADAN HİSSE: Bazen bir insan bir güvercinin, bazen de bir güvercin bir insanına hayatını kurtarır.

ABBAS VE KARPUZ

Zeliş’in evine yakın bir yerde mezbahane vardı. Koyunlar ve danalar orada kesilir, veteriner doktor kesilen etleri kontrol eder, üzerine damga vurdukları kasaplara dağıtılırdı.

Zeliş, 10 yaşındaydı ama mezbahanede ne olup bittiğini bilmiyordu. Bir gün çobanları rahatsızlanınca annesi Zeliş’e seslendi:

“Eline kovayı al! Abbas’la birlikte mezbahaneden köpeklere bir şeyler getir. Abbas hergün oraya gidiyor. O sana yardımcı olur!”

Zeliş, kovayı aldı, Abbas’la birlikte mezbahaneye doğru yola çıktılar. Zeliş, yeni bir şey göreceği için heyecanlıydı.

Kesilecek koyunlar ağlarken

“Malmeydanı” dedikleri alana girdiklerinde her taraf koyun ve danalarla doluydu. Köylüler konuşuyor, pazarlık yapıyor, derin bir uğultu ortalığı dolduruyordu.

Zeliş, Abbas’la birlikte kesimevi binasından içeri girince şok oldu. Onlarca kesimevi işçisi koyunları ve danaları sırayla yere yatırıyor, anında boğazlarına bıçağı saplıyor, kafalarını kesip bir kenara atıyorlardı. Zeliş, Kurban veya Ramazan Bayramlarında bir gün sonra kesilecek kuzuya sarılır, ağlardı. Babasına yalvarır, kesilmemesini isterdi. Elbette bu çabaları boşuna olurdu.

Ama bugün gördükleri karşısında dehşete kapılmıştı! Gözleri fal taşı gibi açılmış olup bitene bakıyordu. 20-30 koyun bir köşeye sıkıştırılmış, sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Öleceklerini biliyorlardı çünkü kan kokusu ortalığı doldurmuştu. Koyunlar yalvarır gibi meliyor ama hareket edemiyorlardı. Yıllardır bu işi yapan acımasız (!) işçiler yakaladıklarını hemen yere yatırıyor, akan kan ortadaki oluğa doluyordu. İsteyen bu kanları kovalara doldurup köpeklerine götürüyordu. Kafası kesilen koyun bir çengele asılıyor, bir sonraki işçiye doğru iteleniyor, o da koyunun postunu çıkarıyor, bir sonraki arkadaşına iteliyordu.

Gördüğü vahşete dayanamayan Zeliş dışarı çıktı. Koşarak eve geldi. Yatağına girdi, ağlamaya başladı. Annesi ne olup bittiğini anlamış değildi.

Abbas çok geçmeden iki kova dolusu kanla geldi: “Zeliş bırakıp kaçtı. Sizin kovayı ben doldurdum.”

Zeliş, günlerce yemek yemedi. Arada bir su içiyor, annesinin tüm yalvarmasına rağmen ağzına tek lokma atmıyordu. Hızla kilo kaybediyordu. Babası endişelendi. Eve bir doktor getirdi. Abbas da doktorun yanındaydı. Olup biteni doktora anlattı. Doktor, “Hımmmm!!” diyerek kocaman kafasını birkaç kez salladı. Zeliş’in babasını bir köşeye çekti: “Kızınız şok geçirmiş! İçinde derin bir hayvan sevgisi var. Şu an insanlardan nefret ediyor.”

Baba çaresizdi: “Ne yapabilirim? Okula da gitmiyor.”

Doktor, Zeliş’in babasının kulağına birşeyler fısıldadı. Zeliş’in babası saygıyla, “Olur doktor bey! Söylediğinizi yapacağım.”

Öğleden sonrasıydı. Birden kalabalık bir çocuk grubu Zeliş’in odasına girdi. Zeliş’in sınıf arkadaşlarıydı. Birisi elinde kırmızı gül, birisi beyaz gül, kimisipapatya ve farklı renkte çiçeklerle odaya doluştular. Zeliş’in yatağının etrafında ayakta durup hep bir ağızdan, “Zeliş biz seni seviyoruz! Yarın okula gel!”

Zeliş derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini açtı. Arkadaşlarını görünce hem sevindi hem de ağladı. Yatağından doğruldu. Abbas aralarında yoktu. Tam o anda birisi kapıyı ayağıyla vurarak açtı. İçeri giren Abbas idi. Kucağında kocaman bir karpuz vardı. Herkes gülüşmeye başladı. Arkadaşları çiçek getirmişti ama Abbas kocaman bir karpuz! Zeliş de güldü. Annesi hemen bir yer sofrası hazırladı. Karpuzu kesip afiyetle yediler. Zeliş artık o kötü hatırasını unutmuş, arkadaşlarıyla sohbete dalmıştı.

KISSADAN HİSSE: Hayvanlara yapılan zulmün acısını ancak dostlar unutturabilir.

ZELİŞ’İN NEVRUZ YUMURTASI

Birkaç gün sonra Nevruz Bayramıydı. Bütün mahallede heyecan vardı. Anneler ev temizliği yapıyor, camları siliyor, halıları dışarı çıkarıp yıkıyorlardı. Çocuklar da bir araya toplanmış Nevruz yumurta yarışmasından bahsediyorlardı. Geçen yıl yumurta tokuşturma yarışmasını Alican isimli bir komşu kazanmıştı. Kural şöyleydi: Yumurtayı kıran, kırdığı yumurtayı alıyordu. Bunun pek zevki yoktu! Nasıl olsa herkesin cebinde Nevruz harçlığı olacaktı. Bu yıl kuralı değiştirmeye karar verdiler. Yarışı kaybeden 25 krş verecekti. Bazılarının ailesi fakirdi. Onlarda eğer oyunu kaybetseler, kazananı sırtlarında dolaştıracaklardı.

Nevruz yumurtası tokuşturması

Akşam olunca Zeliş babasının yanına gitti ve yalvarır gibi konuştu: “Baba, nasıl yapayım yumurta tokuşturma yarışmasını kazanayım?”

Babası eğitimli, akıllı birisiydi. Gülümsedi. Kendi çocukluğunu hatırladı. “Ömer’i çağır gelsin!” Ömer evin çobanıydı. Bahçede iki ahır dolusu inek ve boğa vardı. Ömer kirli kıyafetiyle çıkageldi. Zeliş’in babası cebinden para çıkardı: “Yarım kilo kireç al!”

Zeliş’in babası kirecin içine su kattı. Fırçayla yumurtayı kireçle iyice sıvadı. Akşama doğru yumurtanın üzerindeki kireç kurumuştu. Nar ve soğan kabuklarını küçük bir tencereye doldurdu. Karışıklık olmasın diye önce kireçli yumurtayı kaynattı. Yumurta kırmızı renk aldı. Pişen yumurtayı çıkarttı. Sonra diğer yumurtaları tencereye koydu. Bu kez tencerenin içine biraz da saman ekledi. Birkaç saat sonra bütün yumurtalar pişmiş, yere serili bezin üzerinde soğumaya terk edilmişti.

Zeliş, gazete okuyan babasının yanı başına dikildi: “Baba kireçli yumurtayı denemek istiyorum.” Babası tekrar hafiften gülümsedi: “Hem kireçli yumurtayı getir hem de diğerlerinden birkaç tanesini.” 

Babası yumurtalardan birisini avucuna aldı. Zeliş’in elinde de kireçli yumurta vardı. Babası, “Hadi vur bakalım!” diye seslenince Zeliş kireçli yumurtayı babasının avucundaki yumurtanın tepesine indirdi. Babasının elinde tuttuğu yumurtanın kırıldığını görünce Zeliş’in gözleri ışıldadı. Birkaç yumurta daha denediler ama her seferinde Zeliş’in yumurtası kazanan oluyordu.

Ertesi gün öğlene doğru mahallenin çocukları bir araya toplandılar. Önce iki yumurta çarpıştırılıyor, kazanan parasını alıp sağ tarafa geçiyordu. İlk grupta Zeliş de kazananlar arasındaydı. Bu sefer kazananlar kendi aralarında tokuşturdular. Zeliş yine kazananlar arasındaydı. Sonuçta Alican ile Zeliş finale kaldılar. İkisinin de cebi para doluydu. Yumurtayı önce kim avucunda tutacaktı? Yazı tura attılar. Alican yumurtasını avucunda tutacak Zeliş de vuracaktı. Heyecan üst noktadaydı. Yetişkinler de merak sarmış son tokuşmayı görmek için çocukların arasına karışmıştı. Alican yumurtasını öptü: “Haydi aslanım!” diyerek avucuna aldı.

Zeliş de yumurtasını sevecen bir şekilde öptü. Alican’a yaklaştı. Zeliş her zamankinden daha sert bir darbe indirdi. Alican’ın yumurtası paramparça olmuştu. Alican cebindeki paraları verirken ağlamaklıydı. Bir yandan da ciddi bir iddiada bulundu: “Zeliş’in yumurtası taştır. Yumurta değil!” Zeliş herkesin gözü önünde yumurtasını yerdeki bir taşa hızla fırlattı. Yumurta kırılınca Alican utandı.

Dondurma dükkânları her yıl 21 Mart’ta açılıyordu. Zeliş arkadaşlarına seslendi: “Cebim para dolu! Gidip dondurma yiyelim.” Kaybeden kazanan herkes Zeliş’in arkasına takıldı. Hayatında hiç dondurma yememiş bir çocuk dilini dondurmaya dokundurunca, “Nasıl de soğuk!” diye söylenince herkes gülüştü. Birisi uzaktan bağırdı: “Ay sefek! Dondurma soğuk olur da!”

KISSADAN HİSSE: Hile yapsan da cömert ol!

ZELİŞ İLE ABBAS HIRSIZ PEŞİNDE

Zeliş ile Abbas ilkokulda aynı sınıftaydılar. Her sabah birlikte yola çıkıyorlar, ağır ağır yürüyerek ders zili başlamadan okula varıyorlardı.

Her zamanki gibi Zeliş ile Abbas ellerinde çantaları okula doğru yola çıktılar. Köşeyi döndüklerinde biraz uzakta yaşlı bir nenenin yere oturup ağladığını gördüler. Zeliş ileri atıldı: “Ne oldu ay nene?”. Yaşlı kadın bastonunu zorlukla kaldırarak ileride koşarak uzaklaşan genç adamı gösterdi: “O gedecüzdanımı apardı (o genç cüzdanımı çaldı)” Hırsızın pantolonu ve kazağı siyah renkteydi.

Parası çalınan yaşlı kadın

Etrafta kimse yoktu. Zeliş ile Abbas hırsızın arkasından koşmaya başladılar. Abbas kiloluydu. Zeliş kendi çantasını da Abbas’a verdi, daha hızlı koşmaya başladı. Köprüyü geçince yolun kenarında bir kadın çantası buldu. Eline alıp içine baktı. İçi boştu. “Parayı alıp cüzdanı yere attı!” diye söylendi kendi kendine. Cüzdanı cebine koydu.

Zeliş şanslıydı. Başka bir yoldan gelen bir fayton yanından geçiyordu. Onları durdurması mümkün olmadı ama faytonun arkasındaki demir çubuğun üzerine oturdu. Fayton şehre vardığında hırsız da biraz ötesinde yavaş yavaş yürüyordu. Bir kahvede oturdu. Sigara yakıp keyifle havaya üfledi.

Iğdır o zamanlar büyük bir şehir değildi ama babasının iş yeri uzaktaydı. Zeliş, polis karakolundan içeri girdi. Gördüklerini anlattı. Yaşlı kadının cüzdanını da polislere verdi. İki sivil polis Zeliş’in elinden tutup dışarı çıktılar: “Bize hırsızı göster!”

Hırsız aynı yerinde oturmuş sigarasını tüttürüyordu. Polisler onu arkadan yakaladılar. Daha bir şey demeden, hırsız bağırmaya başladı: “Vallahi ben yapmadım!” Polisin bir güldü: “Neyi sen yapmadın?” Polisler, Zeliş ve hırsız bir faytona binip mahalleye doğru yol aldılar. Yolda Abbas’ı gördüler. Onu da yanlarına aldılar. Fayton köşeyi dönünce yaşlı kadın hala uzandığı yerdeydi. Üzüntüden ve ağlamaktan yorulmuştu. Fayton, nenenin önünde durdu. Polisin biri kendisini tanıttı: “Hanımefendi ben polisim! Sizi cüzdanı bu adamı mı çaldı?” Yaşlı kadın gözlerini nefretle kısarak hırsıza baktı: “Ele odu! Tam da özüdü! Çantamda 150 lira pulum vardı. Meni yere itti. Cüzdanımı alıp kaçtı!”

Polisler hırsızın üzerini aradılar. Çorap arasına sıkıştırılmış 150 lirayıbuldular. Cüzdanı ve parayı yaşlı teyzeye verdiler. Yaşlı kadın çok sevindi! Herkese dua etti! Yerinden kalkıp evine doğru yürümeye başladı.

Polisler ve hırsız faytona bindi. Tam uzaklaşacakken Zeliş arkadan bağırdı: “Polis emmi, biz okula geç kaldık! Öğretmen bizi derse almayacak!” Polisler güldüler. “Yanımıza oturun, önce okula gideceğiz.”

Fayton okulun önünde durdu. Polislerden biri Zeliş ile Abbas’ı sınıflarına götürdü, öğretmene kendisini tanıttı, Zeliş’in kahramanlığından övgüyle söz etti.

Öğretmen bu habere çok sevindi: “Çocuklar hadi hep birlikte Zelişile Abbas’ı alkışlayalım!”  Sınıfta bir alkış tufanı koptu. Zeliş ve Abbas hem utandılar hem de çok mutlu oldular.

Tesadüf bu ya o akşam Zeliş’in dayısı İstanbul’dan geldi. Zeliş için kucak dolusu oyuncak getirmişti.Zeliş’in babası tatlı dille Zeliş’in kulağına eğildi: “Sen yaşlı teyzeye yardım ettin, Allah da senin mükafatını gönderdi.”

KISSADAN HİSSE: Yaşlılara yardım edenin duası ve bereketi bol olur!

ZELİŞ İLE ABBAS SUBAŞINDA

Eskiden Iğdır’da çok fazla su yoktu. Bağ ve bostan sulamak için sıra beklemek lazımdı. İlkbahardı. Pazar günüydü. Kaysı ve şeftali ağaçları çiçek açmış, her tarafı güzel bir koku doldurmuştu. Zeliş ile Abbas komşu bir bahçenin içine girdiler. Hem yürüyorlar hem de kelebek yakalamaya çalışıyorlardı. Derken önlerine kocaman bir ark çıktı. İçinden dolu dolu su akıyordu. Komşulardan birisi de küçük bir ark açmış, büyük arktan küçük arka akan suyla tarlasını suluyordu.

Zeliş ile Abbas, bu küçük arkın önüne taş koyup suyu kestiler. Bunu niçin yaptıklarını kendileri de bilmiyordu. Küçük kanalda artık tek damla su bile yoktu. Birden uzaktan kükreyen bir erkek sesi duydular: “Benim kanalımın suyunu kim kapattı! Ben onların beynini küreğimle dağıtacağım”

Zeliş ile Abbas korkarak bir ağacın arkasına gizlendiler. Gelen adamın üzerinde yırtık bir pantolon vardı. Üstü çıplaktı. Pantolonunu da dizine kadar sıyırmış, kocaman çıplak ayağıyla dolaşıyordu. Sağ ayağı topallıyordu. Küfür ede ede Zeliş ile Abbas’ın kapattığı kanalı açtı, su tekrar küçük kanala aktı.

Sinirli köylü

Adam hemen gitmedi. Bu kötülüğü (!) ona kim yapmışsa cezalandırmak istiyordu. Sinirinden elindeki küreği yere vuruyor, bağırıyordu: “Köpoğulları hardasınız çıkın karşıma?”

Adamın gözleri birden yerdeki ayak izlerine ilişti. Bir gün önce yağmur yağdığı için ayak izlerinin ne yana gittiğini görebiliyordu. Aksayarak ayak izlerini takibe koyuldu. Zeliş adamın kendilerine doğru geldiğini görünce Abbas ile koşmaya başladılar. Adam onları gördü. Çocuk olduklarına aldırış etmedi. Onları kürekle cezalandırmak istiyordu, zaten etrafta kimseler yoktu hatta onları öldürmeyi bile kafasına koymuştu.

Allahtan topal ayağı koşmasına engel oluyordu. Zeliş ile Abbas bahçenin diğer ucuna koştular. Bir ara Zeliş belki adam vazgeçmiştir diye arkasına baktı. Adam daha da sinirli ve kararlı bir halde geliyordu.

O yıllar bahçeler büyüktü. Bağırsanız sizi duyan olmazdı. Zeliş, önlerine çıkan çamurdan yapılma duvara tırmandı ama Abbas kiloluydu, çıkmaya gücü yetmedi. Adam da yaklaştıkça yaklaşıyordu. Zeliş, birden duvarın uzağında komşu duvarın altında bir delik gördü. İçinde su yoktu. Abbas deliğe doğru koştu. Delik çok büyük değildi ama dibi çamurluydu. Zeliş diğer taraftan elini uzatıp Abbas’ı çekti. Abbas zor bela Zeliş’in tarafına geçti ama üzeri çamur olmuştu.

Tekrar koşmaya başladılar. Adam duvarı aştı, ayağını yerde sürükleyerek onları takibe devam etti. İleride bir ev vardı. Zeliş evin sahibini tanıyordu.  Gülbahar nene yaşlı bir kadındı. Gün içinde komşulara gider zamanını onlarla geçirirdi.

Evin arkasında bahçe tuvaleti vardı. Zeliş ile Abbas tuvalete girdiler, çuvaldan yapılma örtüyü çekip saklandılar. Adam çok geçmeden evin yakınına geldi. Durmadan bağırıyor, intikam yemini ediyordu: “Sizi yakalayıp öldüreceğim! Öldüreceğim!” Adam evin içine girmek istedi kapı kapalıydı. Kapıya tekme attı, kapı sonuna kadar açıldı. Evin içinde kimseyi bulamadı. Sinirle dışarı çıktı. Uzakta samanlık vardı. Eline dirgeni alıp samanın her tarafına batırdı. Acaba ağaçlara mı tırmandılar diye bütün ağaçların üzerine tek tek baktı. Bulamayacağını anlayınca kendi kendine küfür ederek oradan uzaklaştı.

Epey bir zaman geçti. Zeliş ile Abbas gizlenerek oradan kaçıp evlerine gittiler. Abbas olup biteni babasına anlattı. Babası iç geçirdi: “Çocuklar o komşumuz çocukluğundan beri aklını kaybetmiş. Bir cinayet işledi. Akıl hastası olduğu için serbest bıraktılar. Sizi Allah kormuş! Bir daha o taraflara gitmeyin!”

KISSADAN HİSSE: Korkmayın! Suçsuzu her zaman Allah korur!

ABBAS İLE ŞİŞKO PAŞA

Şişko Paşa ilkokul müdürüydü. En büyük zevki okulun giriş kapısında durmak okula geç gelen öğrencilerin kulağını sert bir şekilde bükmekti. Bir gün Abbas’ın da kulağına asılmış, canını yakmıştı. Abbas o acıyı unutmamıştı.

Abbas o yaz bir aylığına akrabalarının yanına Alıkızıl köyüne gitmişti. Dönüşünde yaşadıklarını Zeliş’e anlata anlata bitiremiyordu:

“Alıkızıl’da her tarafta bağ bostanla doludur. Karpuzları da çok şirindi. Köyün ortasında kocaman bir ark var. Çocuklar toplanıp arkın içinde çimirdik (yüzerdik).”

Zelişmerakla sordu:

“Sen yüzme biliyor musun?”

“Çok kolaydı! Ellerini suyun içinde sallayanda öz özüyegedirsen!”

Zeliş: “Orada başka ne vardı?”

Abbas: “Kocaman bir sazlık vardı. Sazların boyu ev kadardı. İçinde yaban domuzları yaşıyordu. Bir gün domuzlardan birini uzaktan gördüm?”

Zeliş: “Neterdi? (Nasıldı?)”

Abbas: “Koyundan biraz büyüktü. Kocaman kulakları,  küçük bir kuyruğu vardı. Boynunu döndüremiyordu.”

Yaban domuzu

Zeliş buna bir anlam veremedi: “Nasıl?”

Abbas: “Hatırladın, bizim müdür Şişko Paşa geçen sene kaza geçirmişti. Boynuna alçı takmışlardı. Boynunu döndüremiyordu. Domuz da onun gibi boynunu döndüremiyordu.”

KISSADAN HİSSE: Acı gider ama intikam kalır.

ZELİŞ VE TAVUĞUN TAŞLIĞI

Siz hiç tavuk taşlığı gördünüz mü? Çok sert kaslardan yapılmıştır. Bildiğiniz gibi tavuk, hindi gibi kümes hayvanlarının gagaları vardır. Yediklerini ağızlarında çiğnemeleri mümkün değildir. Yuttuklarını önce ön mideye gönderirler. Ön mide salgı bezleriyle onları yumuşatır. Sert kabuklu tohumlar, taşlar, kireç parçaları erimediği için önce onlar taşlık denilen ikinci mideye geçerler. Bu midenin kasları güçlüdür. Yavaş yavaş besinleri ezer, una dönüştürür tekrar ön mideye geri gönderir. Tabi bu işlem birkaç gün sürer.

Zeliş’in bir komşusu Sımoş Hala çok çalışkan bir kadındı. Özellikle bitkiler ve ağaçlar konusunda uzmanlık sahibiydi. Mahallenin en iyi karpuzları, salatalıkları, biberleri, patlıcanları Sımoş Halada olurdu. Sımoş Halanın bir sorunu vardı. İlkbaharda tohumları ekerken komşunun tavukları ve hindileri toprağa gömülü tohumları eşeleyerek çıkartır, yerlerdi. Elbette bu pek hoş bir şey değildi! Sabahtan akşama kadar iki büklüm tohumları toprağa ekeceksin, sonra da tavuklar gelip hepsini eşeleyip çıkartacak.

Sımoş Hala komşusu Gülsüm Halayı birkaç kez nezaketten uyardı. Gülsüm Hala: “Ne yapabilirim ki! Tavukların ayağını mı bağlayayım?”

Sımoş Hala, nazik yollardan sonuç alamayacağını anlamıştı. Akşama doğru komşunun tavuklarından birini yakaladı. Kafasını kesip attı. Sıcak suya batırdı. Tüylerini yoldu. Taşlığı özenle çıkarıp bir köşeye koydu.

Gülsüm Hala her akşam tavukları ve hindileri sayarak kümese koyardı. O akşam bir tavuğun eksik olduğunu gördü. Telaşlandı! Belki bahçededir diye ortalıkta dolaştı. Normal bir günde “Gık, gık!” diye çağırdığında tavuklar hemen başına üşüşürdü. Ama kaybolan tavuk ortalıkta görünmüyordu.

Zeliş’in annesine sordu: “Bizim tavuk sizin tavukların içine karışmış olmasın!” Birlikte kümese baktılar, hayır yoktu! Gülsüm Halanın canı daha da sıkıldı. Bu kez diğer komşusu Sımoş Halaya uzaktan bağırdı: “Ay Sımoş! Bizim tavuk orada mıdır? Bulamıyorum!” Sımoş Hala pişkin bir ses tonunda cevapladı: “Sizin tavuklar bizim buralara pek uğramazlar!” 

Sımoş Hala aslında manidar bir cevap vermişti çünkü daha dün tavuklarınbahçeye girmesi yüzünden aralarında ağız dalaşı olmuştu. Gülsüm Hala umudunu kesip evine döndü. Zaten karanlık da çökmüş, etrafı görmesi mümkün değildi.

Ertesi gün öğlen yemeği zamanıydı. Sımoş Hala, Zeliş’i çağırdı. Zeliş,Sımoş Halayı severdi. Cömert, eli açık bir kadındı. Ne zaman gitse kurutulmuş ay çekirdeği, kabak çekirdeği falan verirdi. Ancak bu kez durum farklıydı! Sımoş Hala, Zeliş’in eline bir tepsi tutuşturdu. Kocaman kızartılmış bir tavuk orta yerde duruyordu. Yumurta büyüklüğündeki taşlığı da şişte pişirmiş ama ikiye ayırmamıştı. Küçük yuvarlak bir top gibi duruyordu.

Sımoş Hala: “Ay qurban olduğum Zeliş! Bugün rahmetli babamın ölüm yıldönümüdür. Babamın hayrına bu tavuğu Gülsüm Halana götür. De ki Sımoş Halam, bu tavuğu Molla Hüseyin’e okutup, önce tavuğu yesinler en sonunda taşlığı kesip yesinler!Yoksa duanın hayrı olmaz! Unutma, tepsiyi hemen al getir!”

Simoş Halanın yaptığı tavuk kızartması

Zeliş pek bir şey anlamamıştı ama söylenenleri aklında tekrar ederek tepsiyi Gülsüm Halanın evine götürdü.

İlkbaharın tatlı ılık havası ortalığı doldurmuştu. Ev ahalisi bahçede sofra kurmuş öğlen yemeğine hazırlık yapıyorlardı. Abbas, Zeliş’i görünce yanına gitti. Tepsiyi taşımasına yardımcı oldu! Zeliş kendisine söylenenleri Gülsüm Halaya anlattı. Gülsüm Hala habere sevindi, “Allah kabul etsin!” diyerek tepsideki eti ve taşlığı yer masasına koydu. Zeliş de boş tepsiyi alıp Sımoş Halanın evine geri döndü.

Ev ahalisi tavuğu afiyetle yediler. Sıra taşlığa gelmişti. Bıçakla ikiye ayırdılar! Bir de ne görsünler! Taşlığın içi karpuz, kavun, salatalık tohumlarıyla dolu! Gülsüm Hala buna bir anlam veremedi ama Abbas zeki bir çocuktu: “Anne bunlar Sımoş Halanın bahçesine ektiği tohumlar!”

Durum anlaşılmıştı. Kaybolan tavuğu Sımoş Hala kesip onlara yedirmişti. Taşlığı kesmemiş, tavukların yediği tohumları görmelerini sağlamıştı. O günden sonra Gülsüm Hala kocaman tel bir örgüyle Sımoş Halanın bahçesine giden tarafı kapatmak zorunda kaldı.

KISSADAN HİSSE: Suçunu inkâr eden, bedelini öder.