Değerli okuyucular!
Son haftalarda Filistin ve İsrail arasında yaşanan savaş bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmiş bulunmaktadır. Bu ilk kez mi oluyor? Hayır. Filistin ve İsrail arasında gerçek anlamda neler olup bittiğini hakkıyla bilenler belki medyada boy göstermiyor veya sessiz kalıyor olabilirler ama ben bu yazımda bütün içtenliğim ve samimiyetimle 15 yaşımdan berita nıklık ettiğim, üzerine sayısız kitaplar okuduğum, bir anlamda hep tekrar ettiği için artık ruhumda yorgunluk hissi yaratan Filistin Sorununa dikkatinizi çekmek isterim.
FİLİSTİN SORUNU
Filistin Sorununun, İsrail Devletinin 14 Mayıs 1948 yılında kurulmasıyla ortaya çıktığını söylersek büyük bir hata yapmış olmayız. İkinci Dünya Savaşı 1945 yılında sona erdiğinde dünya bir gerçeklikle yüz yüze geldi: Avrupa devletleri el ele vererek Yahudi halkına karşı birlikte soykırım uygulamış, milyonlarca Yahudi’nin ölümüne neden olmuşlardı.
Çoğu insan zanneder ki sadece Nazi Almanya’sı Yahudilere soykırım uygulamıştır. Bu doğru değildir! Örneğin Nazi Almanya’sı 1940 yılında Fransa’yı işgal ettiğinde Fransa ile Almanya arasında 22 Haziran 1940’ta imzalanan ateşkes antlaşmasıyla Fransa iki bölgeye ayrılır.
Antlaşmaya göre bölgelerden biri Alman işgali altında (Paris dahil), öbürü ise başkenti Vichy şehri olan kâğıt üzerinde de olsa Fransızların tam egemenliği altında kukla bir devlet yani Vichy Fransa’sıdır. Almanya’nın Vichy Fransa’sından bir isteği vardır. “Yakaladığınız Yahudileri bize teslim edeceksiniz!” Vichy Fransa Devlet Başkanı Petain, Yahudi avına çıkar. Herkes birbirini ihbar eder. Suçlu suçsuz binlerce insan trenlere bindirilip Almanya’ya gönderilir. Bunu sadece Fransızlar mı yapar? Hayır! İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini ve Almanya işgaline giren tüm devletler (Hollanda, Polonya, Belçika, Romanya, Yunanistan vb) yakaladıkları Yahudileri kapıları çivilenmiş trenlerle Almanya’ya teslim ederler. Hitler’in kısa sürede kıta Avrupa’sını kontrolüne almasının en önemli nedenlerinden birisi şu sloganıydı: “Sizi Yahudilerden kurtarmaya geldim!”
Kısacası Yahudilerin soykırıma uğratılmasından tüm Avrupa sorumludur. Savaş bitince hayatta kalan Yahudiler, bir devlet arayışına girdiler. Önlerinde tek çözüm duruyordu: Yahudi kökenli Avusturya-Macaristan vatandaşı gazeteci ve politik aktivist Theodor Herzl’in 19ncu yüzyılın sonunda Fransa’da yaşanan Dreyfus Olayından etkilenerek kaleme aldığı “Yahudi Devleti” isimli kitapta ortaya koyduğu Siyonizm düşüncesini hayata geçirmek.
FİLİSTİNE İLK YAHUDİ GÖÇÜ
Theodor Herzl ve siyonistler, devlet olabilmeleri için bir tarım sınıfına ihtiyaçları olduğunu fark ettiler ancak Avrupa Yahudilerinin neredeyse tamamı ticaretle uğraşıyordu. O yıllarda Rusya’da tarımla uğraşan Yahudilere karşı pogromlar olarak bilinen bir dizi katliamlar yapılıyordu. Katliamlara maruz kalan çiftçi Yahudilere, Siyonistler tarafından ülkeyi terk edip Filistin’e yerleşmeleri teklifi yapıldı. 1870 yılından itibaren çiftçi Yahudiler Filistin toprakları üzerinde tarımsal yerleşme merkezleri kurmaya başladılar.
Theodor Herzl, sanki İkinci Dünya Savaşında yaşanacakları öngörmüş gibi bir an önce Avrupa’daki Yahudileri de Filistin topraklarına çekmeye çalışıyordu. Hz.Süleyman’ın mabedi yeniden inşa edilmeli, bir Yahudi devleti kurulmalıydı. Bu düşüncenin sloganı, “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinir oldu.
Avrupa’da soykırımdan kurtulan Yahudiler, İkinci Dünya Savaşından sonra İngiliz işgaline giren Filistin’e bazen yasal bazen gizli yollardan kaçmaya başladılar. Arapları tek başına disipline edemeyen İngilizler, Yahudileri el altından korumalarına alıp, toprak satın almalarını sağlayarak önce Tel Aviv şehrinin kurulmasına ön ayak oldular. Böylece Yahudi devletine giden yolun temelleri atılmış oldu. Kısa sürede dünyadaki Yahudilerin önemli bir kısmı, Filistin’e akın edince üç yıl sonra 1948 yılında Bağımsız İsrail devleti kuruldu. Şu anda 192 üyesi bulunan Birleşmiş Milletlere bağlı 160 devlet(üye sayısının %83’ü) İsrail’i tanımaktadır. Türkiye de İsrail devletini 1949 yılında tanıdı.
Birçok aydın, yazar-çizer televizyon ekranlarında boy gösterip İsrail Devletinin nasıl küçük bir bölgeden hareketle bugünkü toprakları haksız şekilde ele geçirdiğini söyleyip antisemitizm kahramanlığına soyunuyorlar. Kendi tarihimizden örnek verelim: Osmanlı İmparatorluğu da Bilecik-Söğüt bölgesine sıkışmış bir beylikten hareketle üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk olmuştur. Benzer durum birçok ülke için geçerlidir. Tarihi konular “haklı-haksız” kavramlarıyla açıklanamaz ve hukuk yasalarında olduğu gibi geriye yürümezlik ilkesi esasında yol alırlar.
KİBBUTZ ÇİTLİKLERİ
Filistin’e yerleşen Yahudiler zekice davranıp Kibbutz sistemini kurdular. Kibbutz kelimesi İbranice “Topluluk” anlamına gelir. Her Kibbutz birbirinden bağımsız küçük şehir devletçikleri gibidir. Kibbutz siyaseti İsrail devletinin kuruluşunda birincil derece rol oynamışlardır.
Sosyalizm ve siyonizmi pratik bir şekilde bir araya getiren Kibbutizm İsrail’e mahsus bir deney olup tarihte gelmiş geçmiş en büyük ortaklaşa toplum hareketlerinden biridir. Her Kibbutz kendini korumakla görevlidir. Kibbutz’ların etrafı kale duvarları gibi dayanaklı ve kamera gibi teknolojik sistemlerle güvence altına alınmıştır.Üretim ve teknoloji anlamında aralarında görev paylaşımı vardır. Aslında Sosyalizm tarihini bilen okuyucularım Kibbutizm’e benzer bir kavramının 19.yüzyılda Saint Simon ve Robert Owen gibi ütopik sosyalistler ve filozoflar tarafından geliştirildiklerini hatırlayacaklardır.
Bugün İsrail’de 270 adet Kibbutz yani küçük devletçik vardır. İsrail devletinin kısa sürede bir devlet olarak ortaya çıkmasında Kibbutzim hareketi önemli bir rol oynamıştır. Kibbutz’lar birbirlerinden uzakta Filistin toprağının her yerinde mantar gibi boy göstermişlerdir. Filistinli Araplar, kibbutz’ların arasında kalınca nefes alamaz duruma gelmiş, çoğu kez kendi istekleriyle ya da yerleşim yerlerini parayla satarak bölgeyi terk edip Ürdün, Suriye ve Lübnan benzeri Arap ülkelerine sığınmışlardır. Birbirinden bağımsız Kibbutz’lar arasında Arap nüfus azalınca Kibbutz’lar siyasi anlamda birleşerek İsrail Devletini kurmuşlardır.
Bugün Suriye, Ürdün ve Lübnan’da altı milyonu aşkın Filistinli yaşamaktadır. Burada bir parantez açarak yazıma devam etmek istiyorum. Ürdün nüfusunun %70 Filistin kökenlidir. Filistinli nüfusun 2 milyonu mülteci kamplarında yaşıyor. Filistinlilerin bir Arap ülkesinde mülteci kampında yaşamaları siyasi edep anlamında utanç verici bir durumdur. Araplar kendi aralarında çözüm üretmiyor, kendilerini geri planda tutup Filistin Sorununu çarpıtarak bir dünya sorununa dönüştürüyorlar. Hâlbuki bugün Ürdün ve Filistin Devleti birleşip tek bir devlet olabilir böylece bölgede siyasi istikrar daha da güçlenmiş olur.
Kibutz çiftliklerinde oturanlar haftada bir kere toplanıp Kibbutz hayatının esas konularına karar verir, sekreteri, diğer resmî görevlileri ve fabrika yöneticilerini seçerler. Ayrıca ekonomik komiteyi, mali, kültürel, iskân, sağlık konularına çeşitli komite üyelerinin oylarıyla genel meclis karar verir.
Karl Marx’ın Komünizm nasıl bir toplum sorusuna verdiği ünlü bir cevap vardır: “Herkes yeteneğine göre çalışacak, herkes ihtiyacına göre alacak.” Bugün Kibbutz’larda, “herkes yeteneğine göre yardım etmeli” ilkesine göre hareket edilmektedir. Tüketimde ise bu ilke herkesin ihtiyacına göre olmaktadır. Temel ihtiyaçlar merkezîleşmiş yapılar yoluyla hazırlanan hizmetler tarzında yerine getirilir. Kibbutz’da yaşayanlar ev, elbise, yiyecek, ihtiyarlık ve hastalık anında gereken bakımı eşitlik esasına göre paylaşırlar. Kısacası İsrail’de bugün 270 tane Komünist devletçik vardır.
Kibutz’lar, ilke olarak çocukların yetiştirilmesi ve eğitilmesini ortaklaşa yaparlar. Kibutz’larda çocuklarının çoğu, eğitilmiş bakıcıların nezaretinde çocuk yuvalarında yaşarlar. Yaşları ilerledikçe gelişen gruplar içerisinde büyür ve demokratik ilkelere göre kendilerini teşkilatlandırırlar. Çocuklar 18 yaşına kadar 12 yıllık kesintisiz eğitime tabii tutulurlar. Başlangıçta Kibutizm tarım temelliydi ama bugün teknoloji ve sanayi üretimi de yapılmaktadır.
***
1993 yılı yaz ayında Çin kökenli Amerikalı eşimle birlikte İsrail’i ziyarete gitmiştim. Tel-Aviv’de bir araba kiraladık. Necef gölünü baştan başa geçerek Elyat şehrine vardık. Akabe körfezi pırıl pırıl önümüzde uzanıyordu. Bir gün otelde kaldıktan sonra geri dönüp Lut gölüne doğru yola çıktık. Lut gölü, dünyanın en alçak ve tuzluluk bakımından da üçüncü en tuzlu gölüdür. Suya girdiğinizde yüzmenize gerek yok. Suyun kaldırma kuvveti yüksek olduğundan sırtüstü uzanıp suyun yüzünde keyfinizce yüzmek mümkün. Ayrıca Lut gölünün tuzlu suyunun birçok hastalığa şifa olduğunu biliyordum. Lut gölünden sonra Tiberye gölü, Hz. İsa’nın peygamberlik görevine başlayıncaya kadar yaşadığı Nasıra şehri ve Selahattin Eyyubi’nin Haçlı ordularını bozguna uğrattığı Hittin tepelerini görüp, Tel Aviv’e dönecektik.
Gece yarısıydı. Yolda otel falan yoktu. Yakındaki bir Kibbutz’a gidip nerede otel bulabileceğimizi sorduk. Bizi misafir ettiler. Kahvaltıyı birlikte yaptık. Kibbutz’u dolaştırıp kuruluşu ve aktiviteleri hakkında bilgi verdiler. Herkesin üzerinde silah vardı. Filistinli teröristlerin sık sık baskın yaptığını, kendi Kibbutz’ların savunmasından kendilerinin sorumlu olduğunu, bu konuda devletten yardım almadıklarını söylediler. İsrail Devletini ortaya çıkartan gerçeğin Kibbutz geleneği olduğunu o gün anlamıştım. O yıllar Batı Şeria ve Gazze, İsrail Devletinin işgali altındaydı. Yani pasaport kontrolü olmadan Batı Şeria’ya geçmek mümkündü. (1993 yılında yapılan Oslo Antlaşmasından bir yıl sonra Batı Şeria ve Gazze Filistin Yönetimine geçti ve İsrail’le aralarında sınır kapıları açıldı.)
Ben ve eşim masumane bir şekilde Batı Şeria’ya giriş yaptık, arabamızı tamamı Filistinli olan Nablus kentine doğru sürdük. Arabamız Tel Aviv plakalı olduğundan aniden şehrin ortasında taş yağmuruna tutulduk. Arabayı eşim kullanıyordu. Dışarı çıktım, İngilizce “Ben de Müslümanım” diye bağırdım ancak üzerimize yağan taşlara engel olamadım. Eşim arabadan çıkınca yüz hatları Çinli olduğundan Filistinliler yabancı olduğumuza inanıp bizi linç etmekten vazgeçtiler. Tel Aviv’e vardığımızda araba kiralayan şirkete bize bu bilgiyi niçin vermediğini söyleyerek azarladık. Görevli masumane bir tavır takındı: “İsrail’i ziyaret edip de bu gerçeğin farkında olmayan ilk çift sizlersiniz. Merak etmeyiniz! Araba sigortalı olduğu için sizden bir para talebim olmayacak.”
- SÜLEYMAN’IN MABEDİ VE MESCİD-İ AKSA
Değerli okuyucular!
Şimdi isterseniz Mescid-i Aksa ile ilgili biraz bilgi vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi İslam Tarihine göre Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesidir. Ancak unutulan veya bize unutturulan bir gerçeklik var.
Peygamber Efendimiz 570 yılında Mekke’de dünyaya gelmiş, 632 yılında Medine’de vefat etmiştir. Hz. Muhammed’e (sav) ilk vahiy 40 yaşında gelmiştir. Hayatının geri kalan 22 yıl boyunca vahiyler inmeye devam etmiştir. Yani kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim bir gecede (Kadir Gecesi) inmemiştir. Peygamber efendimiz Miraç (göğe yükselme)mucizesini yaşadığında 52 yaşındaydı ve aynı yıl Mekke’den Medine’ye Hicret (622) etti. Hz. Muhammed (sav) ilk vahiyden itibaren 12 yıl süreyle Mekke’de yaşamıştır. Soru şu: Peygamberliğini ilan ettikten sonra 12 yıl boyunca Mekke’de yaşayan Peygamber Efendimiz ve ilk Müslümanlar namaz kıldılar mı? Cevabı evet ise, kıble neresiydi? Çok geniş okumalarımı dikkate aldığımda ilk Müslümanlar Mekke’de iken namaz kılmıyorlardı. Çünkü beş vakit namaz kılmak, Hz. Muhammed’e (sav) Miraç olayından sonra Allah tarafından tebliğ edilmiştir. Miraç olayı da Hicret’ten 18 ay önce yaşanmıştır. Bir başka deyişle ilk Müslümanlar yaklaşık 11 yıl boyunca namaz kılmasını bilmiyorlardı. Elbette kıble de söz konusu değildi.
Hz. Muhammed (sav) Medine’ye varınca (622) şehrin nüfusunun yarısı Yahudi idi. Yahudiler 2600 yıldır Hz.İbrahim’e ve kutsal kitap Tevrat’a inanıyorlardı. İbadet yerlerinin ismi Sinagog (Havra) idi. Dua ettiklerinde yüzlerini Kudüs’e (Süleyman Mabedine yani Beytü’l-Makdis –Kutsal toprak) dönüyorlardı. İlk Müslümanlar da namaz kıldıklarında Kudüs’ü kıble olarak kabul ettiler. Sinagog yapısından etkilenerek ilk cami Kuba Mesciti inşa edilmiştir. Müslümanlar 16 ay boyunca Kudüs’e yönelerek namaz kılmış ve burayı kıble olarak kabul etmişlerdir. Daha sonra Yahudilerle aralarında ihtilaf çıkınca Kâbeyi kıble olarak kabul etmişlerdir. Kıble değişimi Bakara Suresiyle Hz. Muhammed’e Medine’de vahiy edilmiştir. “Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm (Mekke) tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin. Kuşku yok ki kendilerine kitap verilenler bunun rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”(Bakara Suresi Ayet 144)
(Yukarıdaki haritada da görüleceği gibi Hz. Muhammed (sav) vefat ettiğinde Kudüs’te tek bir Müslüman bile yoktur. Bu yüzden Hz. Muhammed (sav) zamanında Mescid-i Aksa inşa edilmemişti. Sadece Hz. Süleyman’ın İkinci Tapınağının kalıntıları (ağlama duvarı) vardı. Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs-Sahra Hz. Muhammed’in (sav) vefatından sonra inşa edilmişlerdir. Hz. Muhammed’in (sav) Miraç olayı,Beytül Makdis –kutsal toprak- yani İkinci Süleyman Mabedinin harabelerinin olduğu yerden göğe yükselerek gerçekleşmiştir.)
Bazı yazarlar ilk kıblenin Mescid-i Aksa olduğunu söyler. Bu ifade doğru değildir çünkü o yıllar Kudüs’te Müslüman olmadığı gibi cami de yoktur. Kutsal yerin ilk ismi Beytü’l-Makdis yani Kutsal Topraktır. Mescid-i Aksa ismi Hz. Muhammed’in (sav) vefatından sonra Emevi halifesi I. Velid (705-715) Beytü’l Makdis olarak bilinen yapıyı büyük bir onarımla baştan aşağı yeniletmiş ve bu yapıya Mescid-i Aksa ismi Abdülmelik bin Mervan tarafından verilmiştir. Kısacası Hz. Muhammed (sav) dahil ilk Müslümanlar “Mescid-i Aksa” ismini kullanmamışlardır. Ayrıca bugün Kubbet’üs Sahra Camii olarak bilinen yapı Hz. Muhammed ve ilk Müslümanlar zamanında yoktu. Bizans imparatoru I. Justinianos tarafından Süleyman tapınağı kalıntıları üzerine yaptırılan bir bazilika (kilise) idi. Sonraki yıllar Müslümanlar Kudüs’ü alınca kilise, tıpkı Ayasofya gibi, cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Bu detaylı bilgiyi niçin vermek ihtiyacı doğduğunu açıklamak istiyorum. Bugün Filistinliler ve dünya Müslümanları tarafından kutsal sayılan Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra, Yahudilerin kutsal saydığı Süleyman Tapınağı üzerine inşa edilmiştir. Birinci Süleyman Tapınağı Babil Kralı Nabukednazar tarafından yıkılmıştır. Esir olarak Babil’e götürülen Yahudiler yıllar sonra Kudüs’e döndüklerinde Birinci Tapınağın kalıntıları üzerine İkinci Süleyman Tapınağını inşa etmişlerdir. Bu tapınak da Bizanslılar tarafından yıkılmış geriye sadece Ağlama Duvarı olarak kullanılan duvar kalmıştır. Yahudi inancına göre İkinci Tapınağın yerine Üçüncü Tapınak yapılınca Mesih gelecektir. Üçüncü Tapınağın yapılması için Müslümanlarca kutsal sayılan Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’nın yıkılması gerekmektedir. Şu anda televizyon ekranlarına yansıyan çatışmalar daha çok bu bölgede geçmektedir. Aslında buna benzer yani aynı mekanın birçok ülke tarafından kutsal sayılması durumu oldukça yaygındır. Örneğin, Ayasofya hem Ortodoks Hıristiyanları hem de Müslümanlar için kutsaldır.
Şimdi sizlere hiçte hoşunuza gitmeyecek bir tezimi iletmek istiyorum: Filistinliler, dünya Müslümanlarının “din” hassasiyetini kullanarak nedense her dini bayramda Mescid-i Aksa’daolay çıkarmakta, dünyanın dikkatini Filistin Davasına çekmektedirler. Unutmayalım ki Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’nın üzerinde yükseldiği İkinci Tapınak Yahudiler tarafından çok daha eski zamanlarda inşa edilmiştir. Yahudiler için de kutsal bir yerdir.
FİLİSTİN SORUNUNUN ÜÇ BOYUTU
Sizlere şu soruyu yöneltmek istiyorum: Filistin Devleti var mıdır? Çoğunuzun ne düşündüğünü bilmiyorum ama gerçeği birlikte ele alalım. Bugün BM tarafından gözlemci statüsü verilen ve onlarca ülke tarafından tanına bir Filistin Devleti vardır. Seçimler yapılmakta, Cumhurbaşkanı seçilmektedir. Başkenti Ramallah şehridir. Filistin Devleti iki parçadan oluşmaktadır: Batı Şeria ve Gazze. Bu bölgeler İsrail’in yönetiminde değildir çünkü Filistin Devleti bağımsız bir devlet statüsündedir. Bugün yaşanan savaş Filistin Devleti ile İsrail Devleti arasında yaşanmaktadır. Televizyona çıkan nice yorumcu sanki Batı Şeria ve Gazze, İsrail’in işgalindeymiş gibi bir yaklaşımla olayı ele almaktadırlar.
Diğer bir duygu sömürüsü de sık sık medyada “Gazze Kuşatması” konusunun gündeme gelmesidir. Sanki Gazze’nin dört bir yanı İsrail Devletiyle çevrilmiş gibi bir izlenim yaratılmaktadır. Hâlbuki Gazze, bir Arap ülkesi olan Mısır’a Refah Sınır Kapısı ile bağlıdır. Nasıl bir Arap ülkesi olan Ürdün, Filistinlilere mülteci muamelesi gösterip aşağılıyorsa Mısır da Gazze’deki Filistinlilere yardımların ulaşmasına engel olmaktadır. Araplar gerçekten çok kurnaz davranıyorlar. Filistinlileri mağdur edip sonra da “İsrail, Gazze’yi yok ediyor!” çığlığı atmaktadırlar. Mısır pekâlâ başka hiçbir devletin yardımına ihtiyaç duymadan Gazze’deki sivil halkın ihtiyaç duyduğu tüm gıda ve ilaçları sağlayacak durumdadır. Bunu yapmıyorlar çünkü Filistin Sorununu bahane ederek İsrail’le pazarlık şanslarını canlı tutmaya çalışıyorlar. Bu anlamda Orta-Doğu’da bir İsrail-Filistin sorunu değil daha çok Inter-Arap (Araplar arası) bir sorun vardır.
Filistin Direniş hareketini gerçek anlamda Yaser Arafat başlattı. Örgütünün adı El Fetih idi. Soğuk Savaş dönemiydi. Amerikalılar İsrail’i, Sovyetler de El Fetih’i destekliyordu. Bu yüzden El Fetih’in kurucu ideolojisi sosyalist idi. El Fetih gerillaları 1970’li yıllarda Lübnan ve Suriye arasındaki Bekaa Vadisinde gerilla eğitimi alıyorlardı. Deniz Gezmiş ve daha nice devrimci Bekaa Vadisinde gerilla eğitimi aldılar. O yıllar Bekaa’ya gitmek sosyalistler için bir gurur meselesiydi. Ağızlarda övünçle şu cümle telaffuz edilirdi: “Filistinli yoldaşlara destek verdik!”
Filistin’e gidip gerilla eğitimi alanlar gururla ortalıkta dolaşır, saygı görürlerdi. 1970’li yıllarda eğitim yaptığım İTÜ’nün Gümüşsuyu Yerleşkesinde TİKKO örgütü mensubu bir öğrenci de rivayete göre Bekaa Vadisinin toprağını koklamış yani gerilla eğitimi almıştı. Havasından geçilmiyordu mübarek beyefendinin! Bu arada şu gerçeği de ifade etmiş oluyorum: Filistin Davasını ilk savunanlar sol ve sosyalist görüşlü gençler olmuştur. İslamcı gençlik çok sonraları Filistin sorununa el atmıştır.
Çok geçmeden bütün dünyada bir “Filistin Romantizmi” doğdu. Almanya’dan, Japonya’dan ve Carlos gibi Arjantin’den binlerce sosyalist genç Bekaa vadisinde eğitim aldı ve İsrail’e karşı silaha sarıldılar. Sonraki yıllar Kürt sosyalistleri de yoğun bir şekilde bu romantizme kendilerini kaptırdılar. Bu gençlerin aralarında ölenler ve tutuklananlar oldu. Elbette o yıllarda ne Hamas vardı ne de Hizbullah. Filistin Devleti henüz kurulmamıştı. Kısacası El Fetih, sol görüşlü olarak Filistin davasının İLK BOYUTUNU oluşturdu.
Sonraki yıllar, Ürdün, kendi ülkesinde mülteci olarak yaşayan Filistinlileri Lübnan’a sürdü. Lübnan’da Nusayri (Alevi Araplar) Araplar çoğunluktaydı. İran’da İslam Devrimi gerçekleşince Lübnan’daki Alevi Araplar, Şii İranlılarla temasa geçtiler. Bu süreçte Şii Hizbullah örgütü kuruldu ve Güney Lübnan’a yerleşerek İsrail’e saldırmaya başladı. Şii Hizbullah örgütü Filistin Sorununun İKİNCİ BOYUTU oldu. Şii Humeyni Devrimine bir cevap olarak Sünni Müslümanlar El Kaide ve benzeri örgütler kurarak seslerini duyurmaya başladılar. Bu koşullar altında Sünni İslam görüşlü HAMAS Gazze’de kuruldu.Bu da Filistin Sorunun ÜÇÜNCÜ BOYUTU oldu. Hamas’ı Türkiye ve Katar resmen tanıdı. Diğer ülkelerin çoğuna göre Hamas bir terör örgütüdür.
Kısacası şunu söylemek istiyorum: Bugün İsrail, Şİİ ve SÜNNİ Müslümanlar arasında bir güç rekabetine sahne olmaktadır. İslami kökenli Ak Parti’nin önceliği Gazze’ye yerleşmiş İslami Örgüt Hamas’a yardım etmektir. Sayın Erdoğan protokol gereği El Fetih mensubu (yani sol görüşlü) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Türkiye’ye davet etmektedir ama gönlü Hamas’tadır. Sayın Erdoğan bütün dünyanın terör örgütü olarak tanıdığı HAMAS lideri Halid Meşal’i 2013 yılında Türkiye’ye davet etti ve üç saat süren bir görüşme yaptı.
İran’ın, Sünni oldukları için ne El Fetih ne de Hamas’la bir teması vardır. İran, Lübnan’ın güneyinde İsrail sınırına yerleşen Şii Hizbullah’a yardım etmeyi tercih ediyor. Filistin Devletinin, Batı Şeria ve Gazze ile birlikte nüfusu kabaca 5 milyon kadardır. Filistinlilerin dinmeyen isteklerinden birisi de Kudüs’ü başkent olarak ilan etmektir. İsrail de Kudüs’ü doğal başkenti olarak görünce çatışmanın başka bir boyutu ortaya çıkmaktadır. Benim Filistin Devletinden isteğim, Doğu Kudüs’ün başkent olma pazarlığı devam ederken, Filistin Devletini, İslam Dünyasının kalbinde duygu sömürüsü yapmadan yönetilmesidir. İntifada dönemi kapanmış, devlet yönetme dönemi başlamıştır. Elinizde var olan devleti yönetemeyince dönüp İsrail’i suçluyorsunuz! Pes doğrusu!
İSRAİL DEVLETİ
İsterseniz kısaca İsrail Devletine göz atalım. Nüfusu kabaca 10 milyondur. Bu nüfusun 20%’si Arap’tır. Yani İsrail Devletinin tamamı Yahudi değildir. İsrail’deki Araplar zulüm altında mı yaşıyorlar? Hiç de değil! Arapça bölgesel resmi dil olarak tanınmıştır yani İsrail’de yaşayan Araplar anadillerinde eğitim yapabilmekte hatta Arapça konuşarak üniversite diploması alabilmektedirler. İsrail’de ayrıca legal bir Arap Partisi vardır: RAAM. Bu parti son seçimlerde hükümetin kurulması için kilit rol oynamaktadır. Bunları biliyor muydunuz?
Ayrıca İsrail Devleti Arap bölgesindeki kamu yöneticilerinin Arap olmasından rahatsızlık duymamakta, kayyum atamamaktadır. Bütün bu gerçekliği dikkate alarak İsrail Devleti içinde vatandaş olarak yaşayan bir Arap ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde vatandaş olarak yaşayan bir Kürd’ü (Kurmanç/Zaza) karşılaştırırsak İsrail Devleti daha demokratik görünmektedir. Maalesef bu gerçeklik hiçbir zaman televizyon tartışmalarında gündeme getirilmez, tartışılmaz.
Diğer yandan öyle bir izlenim yaratılıyor ki Yahudiler Müslümanların dini değerlerini ve camilerini yok etmek için saldırıyorlar. Bu gerçeği yansıtmıyor. İstersiniz İsrail Devleti içindeki camilerin listesini vereyim:
İsrail Yönetimindeki Kudüs’teki Camiler
Al-AqsaMosque – Old City
Al-Khanqah al-SalahiyyaMosque – Old City
MarwaniMosque – Old City
Mosque of Omar – Old City
AbdeenMosque – Wadi al-Joz
Sultan IbrahimIbnAdhamMosque – BeitHanina
İsrail’in Kuzeyindeki Camiler
el-JazzarMosque, Acre
el-JazzarMosque – Acre
MahmoodMosque – Haifa
al-MuallaqMosque – Acre
White Mosque – Nazareth
Makam al-Nabi SainMosque – Nazareth
Mosque of Ali Ibn Abi Talib (OldMosque) – Shefa-‘Amr
İsrail’in Orta Bölgesindeki Camiler
Sidna Ali Mosque, Herzliya
Al-Bahr Mosque – Tel Aviv
Hassan Bek Mosque – Tel Aviv
MahmoudiyaMosque – Tel Aviv
SiksikMosque – Tel Aviv
Sidna Ali Mosque – Herzliya
White Mosque – Ramla
Mosque of Salahaddin al-Ayyubi – Tayibe
Mosque of Ali ibn Abi Talib – Tayibe
Filistin Halkına sesleniyorum: Kendi içinizde, El Fetih, Hamas ve Hizbullah olarak parçalanmış durumdasınız. Hamas ve El Fetih birbirleriyle çatıştı binlerce Filistinli öldü. Bu ölümlerden de mi İsrail’i sorumlu tutuyorsunuz? Şu an başkenti Ramallah olan ve Birleşmiş Milletlere üye 138 ülkenin tanıdığı bir devletiniz var. Birleşmiş Milletler’de gözlemci statüsünde temsil ediliyorsunuz. Her dini bayramda Mescid-i Aksa’da zorla olay çıkararak Müslüman dünyasının ruhunu maniple etmeye hakkınız var mı?
Gerçekler çarpıtılıyor. Dünyadaki ortalama Müslüman zannediyor ki Filistin isimli bir devlet yok, Batı Şeria ve Gazze İsrail’in işgali altında inim inim inliyor, Gazze tamamen abluka edilmiş ve zulüm altında yaşamaktadır. Bunların gerçek olmadığını gördük. Şunu da eklemeliyim ki Filistin Devletinden (Gazze) binlerce roket İsrail Devletine atılınca sadece İsrail değil, hiçbir devlet böyle bir saldırıya seyirci kalamaz. Eğer Gazze tamamen ablukaya alınmış olsaydı bu roketlerin Gazze’ye nasıl girmiş olduğu sorusu da ayrı bir konudur.
Filistin Devletinden biraz daha fazla, 6 milyon nüfusa sahip olan ve Filistinliler kadar bağımsızlığı hak eden Kuzey Irak Kürt Bölgesini hiçbir ülke tanımadığı gibi Birleşmiş Milletlerde gözlemci statüsüne de sahip değiller. Filistin Devletine sesleniyorum: Cesaretiniz varsa sizin gibi acı çekmiş Kuzey Irak Kürtlerinin devletini ilk tanıyan siz olun. Yıllardır kendi sorununuzu dünyanın merkezine oturtup “bencil ve ben merkezli” yaklaşımınızdan yorulduğumuzu hatırlatmak isterim. Artık ne Hamas ne Hizbullah ne de El Fetih adını duymak istiyoruz. Devletiniz var. Devlet yönetmeyi öğreniniz. Durmaksızın İsrail nefretini pompalayıp dikkatleri üzerinize çekmekten de vazgeçiniz.
Ne yazık ki öyle bir noktaya geldik ki bazı Müslüman ülkelerde sadece “İsrail Düşmanlığı” propagandası yaparak seçim kazanan partiler ortaya çıktı. Acı ama gerçek!
Bu arada Kuzey Irak Kürt Bölgesine ve sizlere birer nasihatim var: Kerkük ve Kudüs’ün “mutlaka başkentimiz olacak” obsesyonundan (takıntısından) vazgeçiniz! Kudüs’teki “Kutsal Toprak” olarak tanımlanan ve üzerinde Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’nın bulunduğu alan eğer UNESCO tarafından tarihi sit alanı ilan edilirse, o zaman hiçbir devletin burada değişiklik yapması mümkün olmayacak, sadece ziyaretçilere açılacaktır. Şu anda en makul çözüm budur.
1970’li yıllarda her şey çok farklıydı. Bir sosyalist olarak Yaser Arafat hayranıydım. Paris yıllarımda sokaklarda stant kuran Filistinlilere dünyanın bağışını yaptım. Filistin davasına bu romantik bağlılığım ne zamana kadar devam etti, biliyor musunuz? Ne zaman Saddam Hüseyin, Kürtlerin yaşadığı Halepçe’ye kimyasal silahlarla saldırıp katliam yapınca hiçbir Filistin örgütünden kınama gelmedi. Arap milliyetçiliği ağır bastı. Hatta Saddam Hüseyin’in heykeli dikildi. Gazze’de ölen siviller için üzülüyorum ama İsrail’de ölen siviller için de üzülüyorum. Aslında Türkiye ve İsrail diplomatları geçmişte benzer şekilde terörün kurbanı oldular. Ermeni ASALA militanları bizim diplomatları, Filistinli terör grupları da İsrailli diplomatları hedef aldılar. Terör örgütlerden birisini lanetleyip diğerini resmileştirmek uluslararası ilişkiler prensibinin ruhuna aykırıdır.
Bir önerim var: Şii İran ve Sünni Türkiye birlikte el ele vererek ordularını birleştirip İsrail Devletine karşı hücuma geçsinler çünkü her iki devletin üst düzey yetkilileri sık sık “İsrail’i tamamen yok edeceğiz!” şeklinde popülist açıklamalarda bulunmaktadırlar. Eğer amaçları Filistin Devleti kurmaksa artık o zaten var. Ancak amaçları İsrail devletini yok etmekse kötü bir haberim olacak. İran ve Türkiye orduları daha yola çıkmadan dünyada atom savaşı başlar. Bunu hesaplayan oldu mu? Yüzyıllardır dışlanmışlıklar, katliamlar ve sürgünler yaşayan Yahudiler, dünya yok olmadan asla yok olmamaya yönelik güçlü bir irade taşımaktadırlar. Bu gerçeği kabullenerek yaşamalıyız.
EK BİLGİ: Yukarıdaki yazı yayımlandıktan sonra değer verdiğim bir dostum beni telefonla aradı. “Keşke Yahudilerin tarih boyunca niçin istenmediği veya sevilmediği konusuna da yer verseydin!” şeklinde bir istekte bulundu. Bunun cevabı olarak aşağıdaki yazıyı kaleme alıyorum.
Her şeyden önce “Yahudi” ve “Musevi” kelimelerine bir açıklık getirmek istiyorum. “Yahudi” kelimesi bir ırkın ismidir, “Musevi” ise Musevilik dinini benimsemiş bir şahsın ismidir. Genel dini literatürde ve günlük hayatta bu iki kelime birbirinin yerine kullanılabiliyor. Her ne kadar istisnai durumlar olsa da “Yahudi” denildiğinde “Musevi” akla gelir veya tersine “Musevi” denildiğinde “Yahudi” akla gelir.
Şimdi değerli dostumun sorusunu cevaplamak istiyorum. Doğrudur, Yahudiler, birçok ülkede sevilmiyorlar. Bu konuda dikkatinizi önemli bir noktaya çekmek istiyorum. Yahudiler, Semavi Dinlerden (Tek tanrılı) olan Hıristiyanlığın ve İslam’ın egemen olduğu ülkelerde sevilmezler. Örneğin Semavi Dinlerden olmayan Afrika, Çin, Japonya vb ülkelerde Yahudi düşmanlığı söz konusu değildir. Sadece Hıristiyan ve İslam ülkelerinde bu anlayış vardır. Bunun nedeni şudur:
Semavi dinler şu sırada ortaya çıkmışlardır: Musevilik (Hz.İbrahim MÖ 2000), Hıristiyanlık (Hz.İsa Miladi 0) ve İslam (Hz. Muhammed MS 610). Eğer dinler tarihine merak sarıp Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim’i yan yana koyarsanız aralarında çok büyük benzerlikler olduğunu görebilirsiniz. Bu benzerlikler o kadar fazladır ki burada sıralamam mümkün değildir.
Önce Hıristiyanlar Musevilerden nefret etti. Olay şöyle gelişti: Kendisi de Yahudi olan Hz. İsa yeni bir dini tebliğ ediyor, 2000 yıldır devam eden ve kurumlaşan Musevi dininin ve Hahamların (din adamlarının) Hz.İbrahim’in ilkelerinden uzaklaştığını söylüyor, işgalci Romalılarla işbirliği yapmakla suçluyordu. Etrafındaki müritleriyle köy köy dolaşıp mucizeler yaratıyor, Tanrı’nın kendisine tebliğ ettiği dini yayıyordu. Aslında bu bir anlamda “Dini bir ayaklanma” gibiydi. Yakalanıp hapse atıldı. Diğer yandan bir Yahudi örgütü Hahamları dinlemeyerek Romalılara karşı gerilla savaşı veriyordu. Liderlerinin adı Barabas idi.
Bir gün Kudüs’e yeni bir Konsül (Romalı yönetici) atanır. Konsül de kendisini halka sevdirmek için Yahudilerin bir dini bayramını fırsat bilerek idama mahkum edilmiş Hz. İsa ve Barabas’tan birini serbest bırakmaya karar verir. İkisini de halkın huzuruna çıkarır, “Hangisini serbest bırakma mı istiyorsunuz?” diye sorar. Hahamlar ve Museviler, Hz. İsa’nın öğretilerini kendilerine rakip olarak gördüklerinden hep bir ağızdan, “Barabas’ı serbest bırak!” diye istekte bulunurlar. Hz. İsa’da çarmıha gerilerek idam edilir. Sonraki yüzyıllar boyunca Hıristiyanlar (Ortodoks, Katolik, Protestan vb) Musevileri, Hz. İsa’nın ölümünden sorumlu tutmuş, onları dışlamış, fırsat buldukça da katliama uğratmışlardır. Bu nefret halen devam etmektedir.
İslam’a gelince durum biraz daha farklıdır. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiğinde şehrin yarısı Yahudi kabileleriyle doluydu. Hz. Muhammed peygamberliğini Yahudiler içinde de yaymaya çalışmak istedi ama kaya gibi sert bir direnişle karşılaştı. O güne kadar Yahudiler gibi Kudüs’e dönerek namaz kılan Hz. Muhammed gelen vahiy ile Mekke’yi kıble olarak kabul etmiştir. Yahudilerin tavrı ve iddiaları şöyleydi: “Sizler (Müslümanlar) ve Hıristiyanlar bizim Kutsal Kitabımız Tevrat’ı taklit ediyorsunuz. Musevilik 2600 yıldır vardır. Bu yüzden siz Müslümanlar ve Hıristiyanlar sapkın dinlersiniz. Hz. İbrahim’in öğretilerini asıl biz temsil ediyoruz. Yeni bir dine ihtiyaç yoktur!”
Hz. Muhammed, Yahudileri İslam dinine kazanamayacağını anlayınca onlarla savaşa tutuştu. En ünlü savaşı da Yahudilerin kontrolünde olan Hayber kalesinin fethidir. İslam’da şöyle bir anlayış gelişti: Yahudiler yok edilirse Kuran-ı Kerim’in Yahudi dinin temeli olan Tevrat’ın bir taklidi olmadığı tartışma konusu olmayacaktı. Hıristiyanlar da İncil’in, Tevrat’ın bir takliti (veya yeniden yorumlanması) olmadığını kanıtlamak için uzun bir süre Müslümanlarla el ele vererek Yahudileri yok etmeye çalıştılar.
Zaten Romalılar sürekli isyan çıkaran Musevilerden kurtulmak için MS 70 yılındaYahudi tapınağı Bet Amikdaş’ı yıkıp Yahudileri dünyanın dört bir köşesine dağıttı. Bazılarının iddia ettiği gibi Yahudiler dünyayı sömürmek için dünyanın dört bir köşesine dağılmadılar.
Bu üç kardeş semavi din arasında şöyle bir ilişki vardır:
YAHUDİLER: Hz.İsa ve Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanımazlar tam aksine Hz. İbrahim’i taklit eden veya yeniden yorumlayan sapkınlar olarak görürler.
HIRİSTİYANLAR: Hz. İbrahim’i peygamber olarak görürler. Hz. İsa’nın da Hz. İbrahim’in soyundan geldiğine inanırlar.
MÜSLÜMANLAR: Hz. İbrahim ve Hz. İsa’yı peygamber olarak tanırlar. Müslümanlar, Hz. Muhammed’in soyunun Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayandığını iddia ederler. Yahudiler bu iddiayı komik bulur çünkü Hz. İsmail, Museviliğin kurucusu Hz. İbrahim’in oğludur ve kendisi de Musevi’dir. Museviler, Müslümanların bu iddiasını, “Bizim dinimizin Musevilikle bir bağı yoktur,” inancını Müslümanlar arasında yaymak için öne sürdüklerini iddia ederler.
Özetlersek, Hıristiyanlık ve İslam, Museviliğin yeniden yorumlanması olmadıklarını kanıtlamak zorunda kalmamak için yüzyıllardır birlikte el ele vererek Yahudileri yeryüzünden silmeye çalışmışlar, Yahudi düşmanlığını sürekli içlerinde taşımışlar, her fırsatta katletmişlerdir. “Yahudi nefretinin” tarihsel nedeni budur yoksa da bazılarının iddia ettiği gibi onların “para hırsı veya cimriliği” değil. İnsanlık, en büyük buluşları Musevi kültürüyle büyümüş bilim insanlarına borçludur. Birkaç örnek vermek istiyorum: Karl Marx (filozof ve sosyolog), Einstein (bilim insanı), AynRand (yazar), Mark Spitz (sporcu), NielsBohr (Kuantum fiziğinin kurucusu), Franz Kafka (yazar), Sigmund Freud (Psikanalizin kurucusu), Mendelssohn (besteci), Spinoza (filozof), Rosa Luxemburg (Feminist sosyalist), Trotsky (Bolşevik siyasetçi), Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Samson, Mark Zuckerberg (Facebook’un kurucusu),MiltonFriedman (ekonomist)
FIKRA VE ANEKDOTLAR
Not: Aşağıdaki fıkra ve anekdotlar ilk kez yayınlanmaktadırlar.
KORKU
Iğdır’da bir merada bir kaplumbağa yavaş yavaş ilerlerken bir köpeğin kendisine yaklaştığını görür, korkuyla ayaklarını ve kafasını kabuğunun içine çeker, taş gibi hareketsiz durur. Köpek az önce hareket eden şimdi de hareketsiz duran kaplumbağaya yaklaşır, koklar, ne olduğunu anlamaya çalışır. O anda çayırda bulunan bir at, köpeğin kokladığı kaplumbağayı merak edip yaklaşır. Atın heybetinden korkan köpek, korkudan üç-dört adım geri adım atar ama yüzünde hoşnut olmayan bir ifade vardır. At, kaplumbağayı merakla koklar. Tam o sırada kaplumbağa hareket edince at korkudan geri zıplar dörtnala uzaklaşmaya çalışır. Köpek de atın kendisinden korktuğunu varsayıp atın peşi sıra havlayarak gider. Olup biteni gören kaplumbağa kendi kendine söylenir: “Bu ne iştir yahu! Kimin kimden korktuğu belli değil!”
İKİ LEYLEK
İki leylek sohbet etmektedirler. Birisi görüşünü söyler:
“Maşallah bu yıl Iğdır Ovası çok bereketli! Keyf ettik!”
“Evet! Her taraf yılan, çıyan, akrep, kurbağa dolu! Daha ne olsun!”
HEP ŞİKAYET
İlkbahardı. Tohumlar yeni ekilmişti. Günlerce süren yağmur yüzünden tarlalar göl haline gelmiş, tohumlar su yüzüne çıkmıştı. Azeri çiftçi çizmesini giyinmiş binbir zahmetle tarlasına dolan yağmur suyunu tahliye etmek için uğraşıyor bir yandan da kendi kendine küfrü basıp duruyordu. O anda yanı başında aralarında dostluk olan bir Kürt atlısı belirir. Kürt biraz da alaycı bir tavırla konuşur:
“Biz Kürtler iyi ki tarımla uğraşmıyoruz. Yağmur az yazdığı zaman şikâyet edip küfrü basıyorsunuz, yağmur çok yağdığında da küfrü basıp şikayet ediyorsunuz. Allah sabır versin!”
Azeri geri kalmaz:
“İyi ki hayvancılıkla uğraşmıyoruz. Yoksa her yıl yayla kavgası yüzünden bir aile ferdimiz ya öldürülecek ya da hapse girecekti.”