TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 419
GİRİŞ
Hüsnü Bingöl kendisini genç Cumhuriyeti koruma ve kollama davasına adamıştı. Mustafa Kemal Atatürk ve İnönü’nün izledikleri dünya ve ülke siyasetini içselleştirmiş ve benimsemişti. Daha sonraki yazı dizilerimde göreceğimiz gibi özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında Modern Türkçülük ve Pan-Turancılık düşüncesi çatışma içine girer. Hüsnü Bingöl Mustafa Kemal ve İnönü gibi Modern Türkçülükten yana tercihini yapar, kendisini Türkiye sınırlarını korumakla görevli hisseder. Gözü uzaklarda ve zihni hayallerde değildir. Genç Cumhuriyeti korumak görevini kutsal bir ülkü olarak edinir. Görevini başarıyla devam ettirmek için yetki sınırlarını zorlar. Hani siyasi literatüre girmiş ünlü bir söz vardır: “Amaçlar araçları meşru kılar.” Bu deyim bir anlamda Hüsnü Bingöl’ün yaşam felsefesini özetler.
Hüsnü Bingöl amacına ulaşmak için çok yönlü çaba içinde olur. Günün koşulları olağanüstü zordur. Iğdır casus kaynamaktadır. Birinci Dünya Savaşından acıyla çıkmış Türkiye şimdi de İkinci Dünya Savaşı’na doğru hızla yuvarlanmaktadır. Hüsnü Bingöl yavaş yavaş kendisini aşırı bir şüpheciliğe kaptırır. Bir yandan gerçek casusları yakalayıp cezalandırırken bir yandan da birçok insana da haksız yere bedel ödetir, geride gözyaşı, acı, intikam duygusu ve nefret bırakır. Bugünkü yazımda daha çok Hüsnü Bingöl’ün siyah sayfası üzerine yoğunlaşacak okuyucuma Hüsnü Bingöl’ün haksızlıklarını anlatacağım. Bu acıların kaleme alınmasını ve yazılmasını sadece geride bıraktığı gözü yaşlı insanlar değil inanıyorum adilane bir duyguyu hep yüreğinde taşımış Hüsnü Bingöl’ün ruhu da hoş görüyle karşılayacaktır.
TAŞBURUN KÖYÜ ÖLÜM VE KORKU İÇİNDE
Bir zamanlar Belde statüsüne sahip olan Taşburun şimdilerde Karakoyunlu ilçesine bağlı bir köy durumundadır (2008 yılından beri). Nüfusu 1900 kadardır. Iğdır merkeze 22 km, Karakoyunlu ilçesine ve Ermenistan sınırına da 8 km uzaklıktadır. Bir ovanın ortasında yer almıştır. Koçkıran ve Cennetabat köyleri hemen yanı başındadır.
Taşburun 1918-20 yıllarında yaşanan Iğdır İç Savaşında, Ermeni General Dro’nun karargâhının olduğu yerdi. O yıllar askeri öneme sahip, lojistik değeri ön plandaydı. 1886 yılında yapılan Rus nüfus sayımına göre:
Taşburun Toplam Nüfus: 20520 (%11 Ermeni, % 63.5 Azeri, %25.4 Kürt)
1920’den sonra 10 yıl kadar boş kalan Taşburun, 1930 yılında Ermenistan tarafında mezalime uğrayan, köylerini terk etmek zorunda kalan Azeri sivillere kucağını açar. Sınır, Aras nehridir. Birçokları Aras’ın azgın sularına kapılıp ölür, canını kurtarabilenler Taşburun’a yerleşir. Kaçışlar elbette toplu halde ve bir günde olmaz. Küçük gruplar ve aralıklarla Aras’ı geçerler, peyderpey Taşburun ve civar köyleri kendilerine yeni mesken olarak edinirler. Ermenistan tarafında farklı Azeri köylerinden yaşayan siviller kaçıştan sonra Taşburun’da bir araya gelirler. Bu nedenle bugün Taşburun’da yaklaşık 14 farklı Azeri kabilesi vardır. Anavatanakavuştukları ve güvende olduklarını düşünürler ama çok geçmeden onları farklı bir tehlikenin beklediğinin elbette farkında değildiler.
ÖZAY ALTUNTAŞ ANLATIYOR (TAŞBURUN KÖYÜ)
Özay Altuntaş Taşburun doğumludur. 45 yaşı civarındadır. Çocukluğundan beri aile şeceresine merak sarar, bir anlamda yaşlıların dizi dibinde büyür. Yaşlıların konuşmaları zihninde silinmeyecek şekilde yer eder. Konuşmasına başlarken içindeki kızgınlığı saklamak ihtiyacı duymadı:
“Hüsnü Bingöl Taşburun’da birçok aileyi gözü yaşlı geride bıraktı. Onların bedduasını aldı. Casusluk ithamıyla haksız yere birçok insanı infaz ettirdi. Bütün bu anlattıklarımı Taşburun’da herkes bilir. Çocuklar da bilir çünkü aile toplantılarında yıllardır yapılan haksızlıklar kuşaktan kuşağa aktarıldı. Benim yaşım genç ama anlatılanları defalarca duyduğum için beynimin bir köşesine kazındı. Muhtemelen ben de bu bilgileri çocuklarıma aktaracağım. Haksızlıklar ve acılar unutulmaz.
Bugün Taşburun’da Erivan doğumlu yaşlı insanlar var. Yaşanan trajik olayları onlardan da defalarca dinledim. Taşburun olarak çaresiz kaldık. Acıyı içimize gömdük. Köyde hala Hüsnü Bingöl hayaleti dolaşmakta onun ismini duyan yaşlılar sessizleşmekte, yürekleri korkuyla dolmaktadır. Bunları abartmıyorum. Taşburun uzak değil, isteyen gidip araştırmasını yapabilir. Şaban Öztürk, Emir Güneş, Tanrıverdi Eyrice gibi yaşlılarımızın hafızasında her şey hala berrak bir şekilde durmaktadır. İşin ilginç yanı yabancı birisiyle Hüsnü Bingöl hakkında konuşmak hala onlarda korku ve çekingenliğe neden oluyor. Yüreklerindeki acıyı bastırıp sessizleşiyorlar.
Bize anlatıldığına göre Hüsnü Bingöl MİT (MAH) Müfettişi olarak Iğdır’a gelmiş. Astığı astık kestiği kestik, diktatör ruhlu biriymiş. Taşburun köyünün tamamı Erivan tarafından geldiği için ahalinin bir kısmını ajan olarak kullanır. Bir kısmı da yapılan öneriyi reddeder. Yapılan öneriyi kabul etmeyenlerden birisi de dedem Şirzat Altuntaş idi. Dedem o yıllarda 27-28 yaşlarında bir delikanlıdır. Usta Kurban Altun isimli birisi de yapılan öneriyi kabul etmez.
Hüsnü Bingöl ajanlık önerisini kabul etmeyen Taşburunlu beş kişiyi kendi bahçesindeki cezaevine attırır. Amcam o yıllar 7-8 yaşlarında bir çocuktur. Her gün at arabasıyla cezaevindekilere yiyecek getirir, ihtiyaçlarını karşılar. Yakalananların aile fertleri her gün Hüsnü Bingöl’ü ziyaret eder, akıbetlerini sorarlar. Her seferinde Hüsnü Bingöl onları teskin ediyor, “Meraklanmayın yakında serbest kalacaklar,” diyerek geri gönderir.
Sorgulama tamamlandıktan sonra beş kişiyi Suveren (Orgof) köyünün yukarısında bir bataklık varmış, oraya götürmüşler. Kurşuna dizip bataklığa gömmüşler. Cenazeleri geri vermediler. Aradan yıllar geçti. Amcam, Erdal İnönü zamanında bu olayın aydınlatılması için birçok yazışma yaptı ama sonuç alamadı. En sonunda resmi bir yazı aldık: “Bahsi geçen şahıslar Ağrı Cezaevine nakilleri sırasında firar girişiminde bulundukları için öldürülmüşlerdir.”
(Değerli okuyucu! Özay Bey’in anlatımında sözü edilen bataklık Iğdır’dan Doğubayazıt’a doğru yol alırken sol tarafta Karakurt ve Kurtkapanı (Bozkurt) köyüne yakın bir mesafededir. O yıllar birçok faili meçhul infaz burada yapılmış ve bataklığa atılmıştır. Bataklığın özelliği cesedi yavaş yavaş dibe çekmesi, hızla çürümesine neden olmasıdır. Doğubayazıt bölgesinde de bazı aşiret infazları olmuş, bu bataklığa gömülmüşlerdir. Kısacası bu bataklık bir anlamda mezarlıktır.)
Hüsnü Bingöl Taşburun’da birçok kişiyi ajan olarak kullanmış. Hüsnü Bingöl öyle bir korku yaratmış ki kimi bürosuna çağırsa o adam ailesiyle vedalaşır öyle yola çıkarmış. Amcam bir gün yemek getiriyor cezaevine. Dedemin ve arkadaşlarının kaldığı odanın boş olduğunu görüyor. Ağlayarak köye döner. Babaannesine durumu anlatır. Köyün kadınları toplanıp Hüsnü Bingöl’e gelirler. Hüsnü Bingöl teskin eder: “Merak etmeyin! Hepsi geri gelecek.”
Ama “gelecek” dediği o insanlar bir daha geri dönmezler. Bu arada Usta Kurban Altun bir yolunu bulup Sovyetlere sığınır. Ailesi ve çocukları Türkiye’de kalır. Son aldığımız bilgiler, Sovyetlerin sonraki yıllar Usta Kurban Altun’a bir ev verdiği, yaşlandığında bir bakıcının hizmet ettiğini biliyoruz. İçlerinde babamın halasının kocası ve dedemin olduğu beş kişi kurşuna dizilir, bataklığa gömülür.
Aradan yıllar geçer. Ailemizden birisi Bursa’ya yerleşir. Bir gün yaşlı bir komşu onları ziyarete gelir. “Nerelisiniz?” diye sorduğunda “Iğdır” cevabını alır. Anlattıklarına göre “Iğdır” kelimesini duyunca yaşlı adamın beti benzi atar. Kendisini toparladıktan sonra konuşmasına titrek bir sesle devam eder:
“Askerliğimi 30’lu yıllarda Iğdır’da yaptım.”
Akrabam sorgular:
“Sen o zaman Hüsnü Bingöl’ü tanıyorsun!”
Bu sözü duyan yaşlı amca tedirgin olur ayağa kalkar etrafına korkuyla bakınır. Sanki Hüsnü Bingöl o anda karşısına çıkacaktır.
Akrabam, yaşlı adamı sakinleştirir.
“Hüsnü Bingöl vefat edeli çok oldu. Korkmanı gerektirecek bir durum yok!”
İşin asıl önemli tarafı dedem ve arkadaşları infaz edildiğinde yaşlı amca Hüsnü Bingöl’ün emrinde bir askerdir (1938-40). Akrabam bu bilgiyi alınca, yaşlı amcaya sorar: “O yıllarda kurşuna dizme olayları yaşandı. Orada mıydın?”
Yaşlı adam başını “ evet” anlamında sallar.
“Tutukluları dağa götürdük. İnfaz emri verilmişti. Tutuklulardan birisi iri yarıydı. Sıraya koyup kurşuna dizdik. İri yarım adam çok güçlüydü. Biz kurşunluyorduk, o tekrar ayağa kalkıp bize küfrediyordu. Bu durum beş kez tekrarlandı. (Tahminlere göre köyümüzdeki Hoca Mustafa’nın babası olmalıydı). İnfaz işlemini tamamladıktan sonra bir süvari geldi. Hüsnü Bingöl göndermişti. İnfazın durdurulmasını talep ediyordu ama artık her şey için çok geçti.”
Hüsnü Bingöl istihbarat anlamında başarılı işler yapmış olabilir ancak yaptığı haksız infazları da hatırlamamız gerekir. Bütün bu anlattıklarımı Merhum amcamdan defalarca dinledim. Dedemin mezarı yok! Varsayalım ki dedem casusluk (!) yapıyordu. Mahkeme ve yargılama olmadan böyle bir infaz yetkisinin bir kişiye verilmesi Cumhuriyet’in kurucu değerleriyle bağdaşmıyordu.”
ERİVAN’DA BİR ÇADIR
Bir gün Hüsnü Bingöl Taşburun’dan iki kişiyi görevlendirir:
“Şu zarfı alın. Aras’ı geçin. Falanca yerde bir çadır var. Bulmanız zor olmayacak. Çadırda uyuyan bir adam bulacaksınız. Mektubu çadırda yatan adamın yastığının altına koyun. Sakın ola ki yorganı kaldırıp adamın yüzüne bakmayın!”
İki kişi verilen görevi kabul etmek zorundadırlar yoksa onları infaz beklemektedir.
Zarfı alıp, Aras’ı geçerler, söylenen yerde gerçekten de bir çadır olduğunu görürler. İçine girerler. Yüzünü yorganla birisi uyumaktadır. İki kişiden birisi meraklanır. Kaş-göz hareketiyle arkadaşına niyetini belli eder.
“Ben yorganı kaldırıp adamın yüzüne bakacağım.”
Diğeri tedirgindir:
“Sakın yapma!”
Arkadaşı uyarıya aldırış etmez, yorganın ucunu tutar, hafifçe kaldırır ama o anda Hüsnü Bingöl’ün uyarısı aklına gelir: “Sakın ola! Adamın yüzüne bakmayacaksınız!”
Vazgeçer. Iğdır’a dönerler. Hüsnü Bingöl’ün huzuruna çıkıp verilen görevi yerine getirdiklerini söylerler. Hüsnü Bingöl kızgındır:
“Ben sizi yorgana dokunmayın diye uyardım!”
İki köylünün korkudan dizlerinin bağı çözülür gibi olur.
“Efendime yalan söyleyemem! Bakmaya niyetlendim ama bakmadım.”
Hüsnü Bingöl yumuşar:
“Dua et anam namaz kalıyor! Sizi affediyorum şimdilik.”
İki köylü Taşburun’a döner. Hüsnü Bingöl’ün zaman zaman Aras’ı geçip karşı tarafa geçtiğini herkes biliyordu. Yoksa o yatan adam Hüsnü Bingöl müydü?
Bütün bu olayları amcam Cevat Altuntaş’dan dinledim. 3-4 yıl önce Hakkın rahmetine kavuştu.
Şimdilerde ne zaman mezarlığa gitsem gözlerim kaybolan ve bir daha geri dönmeyen dedemi arıyor. Allah rahmet etsin!
Dedemin ailesi Aras’ı geçip Taşburun’a yerleştiğinde devlet iskan hakkı olarak toprak verir. Tapu kaydına yapıştırmak için ailece bir resim çektirirler. İçinde dedem Şirzat Altuntaş, onun babası Kelba Hüseyin, babam ve amcamın olduğu bu resmi sürekli yanımda taşırım. Amcamın yüreği yaralıydı. Ölünceye kadar bu olayı defalarca anlattı. Her defasında Hüsnü Bingöl’e beddua ederdi.
Hüsnü Bingöl’ün özellikle Taşburun’u hedef seçmesinin bir nedeni vardı: Buraya 15 farklı köyden insanlar gelmişti. Köyleri Aras’ın hemen ötesindedir. Bölgeyi, Rusça ve hatta Ermenice dillerini iyi bilmektedirler. Ajanlık için istenen koşullara sahiptirler. Babamın geldiği köyün adı Kargapazarlı imiş. Bunun yanı sıra Almemetli, Şitili, Karxın ve diğer köylerden gelenler de Taşburun’a yerleşmişler.”
ŞABAN ÖZTÜRK ANLATIYOR (TAŞBURUN KÖYÜ)
Değerli okuyucu! Taşburun yeşillikler içinde güzel bir köy. Söyleşi yapmak için önce köy kahvesinde mola verdim. İkram edilen çayı yudumlarken köyün en yaşlısının kim olduğunu sorguladım. Hatta konuyu daha da derinleştirdim, Hüsnü Bingöl dönemini hatırlayan kimse var mı diye ilgimi belli ettim. Oturan beylerden birisi, “Babam o dönemi iyi hatırlıyor ancak yatalak. Konuşmakta ve hatırlamakta zorlanabilir.” Israrcı oldum babasını görmek istedim.
Oktay Öztürk nezaket gösterdi beni yanına alıp Taşburun’un ara sokaklarını birlikte adımlamaya başladık. Etrafı toprak duvarla çevrili bir bahçe kapısından içeri girdik. İlkbahardı. Ağaç ve bostan kokusu ruhumu okşadı. Etrafta sükunet ve huzur vardı. Birkaç tavuk sağda solda dolaşıyor, yeni gelen misafire aldırmadan toprağı gagalıyorlardı. Biraz uzakta bir ev vardı. Önünde geniş bir balkon, üç kişilik bir kanepe ve iskemleler göze çarpıyordu. Yaşlı birisi başını yastığa dayamış, kanepede sessizce uzanmıştı. Yaklaştığımızı bile fark etmedi. Oğlu babasına ilgi ve sevgi gösterdi. Bana bir iskemle uzattı. Babasının koluna girip doğrulmasına yardımcı oldu. Yatalaktı. Ayakları tutmuyordu. Birden gözleri bana ilişti. Meraklandı. Oğlu beni tanıştırdı:
“Mecit Hun’un oğlu! Mecit Hun’u hatırladın mı?”
Zihnini yokladı. Titrek bir şekilde zorlukla konuştu.
“Hiçbir şey hatırlamıyorum!”
Oğlu, babasının hafızasını geri getirmek için biraz daha detaylı bilgi verdi:
“Bir oğlu (Selahattin Hun) bizim köye şeker pancarı kantarı yaptırmıştı. Hatırladın mı?”
“Yok, hatırlamadım.”
“Iğdır’da kimleri hatırlıyorsun? Cihangir Turan, Aziz Güney, Mecit Hun??”
Yaşlı amca titrek ses tonunda zorlukla ama inatla tekrar etti:
“Hiçbir şey hatırlamıyorum!”
İşimin zor olacağını anladım. Konuya doğrudan girmek istedim
“Amca, kaç yaşındasın?”
“1925 yılında Erivan’ın Karabazar köyünde dünyaya gelmişim. Annemin kucağında iki aylık bebek iken, ailem kaçak olarak Aras’ı geçip Taşburun’a yerleşir. Aras’ı geçerken bir ara sarılı olduğum kundak coşkun sulara kapılıp gider. Annem yardım ister:
“Oğlumu kurtarın!”
Birisi beni yakalayıp kıyıya fırlatmış. Bu şekilde Türkiye’ye gelmiş oldum. Bir zaman Kazak oğlu Süleyman’ın evinde kaldık. Sonra Taşburun’a gelip yerleştik. Ailem rençberlik işleriyle uğraşıyordu. Ben de büyüyünce aynı işleri devam ettirdim.
“Hüsnü Bingöl ismini hatırlı…..?”
Daha sözümü tamamlamadan Oktay öne atıldı.
“Aman! Konu çok hassas! Böyle ani giriş yapman doğru değil. İstersen ben yavaş yavaş konuyu açayım.”
“Elbette!”
Oktay babasının kulağına yaklaştı:
“Baba! Usta Kurban’a , Ağa Eli’ye ne oldu?”
Bu isimleri duyunca Şaban Amca irkildi. Yüreğinin korkuyla sarsıldığı belliydi.
“Onlar kayboldu! Onları apardılar (götürdüler)”
“Onları kim apardı?”
“Emniyet apardı?”
“Emniyet müfettişinin adı neydi?”
Şaban Amca “Hüsnü Bingöl” ismini telaffuz etmek istemedi. Yakasına iliştirdiğim mikrofon ve sorgulayıcı duruşum da onu işkillendirmiş, konuşmasını kısa kesmeye çalışıyordu. Sesi titredi ve kekelemeye başladı. Soruyu cevaplamadı ama kendince konuşmaya devam etti:
“Diyorlar onlar bazı yanlış işler yapmışlar.”
Ses tonu değişti, hüzün ve düşünceye kaptırdı kendisini. Oktay bir ön açıklama yaptı:
“O yıllar Hüsnü Bingöl babamın ailesinin kökünü kurutmuş. O isim bir Azrail gibi yüreğini titretiyor. Sanıyor ki kapı açılacak o içeri girecek. Öldü diyorum ama yine de içindeki korkuyu atamıyor. Dedem anlatıyordu. Hüsnü Bingöl sık sık Taşburun köylülerini çağırır ajan olmaya zorlarmış. Bir keresinde 7-8 kişiyi Doğubayazıt’a bağlı Karabulak köyüne yakın sazlığa ve bataklığa götürmüşler. Kurşuna dizmişler. Ağa Eli, Usta Kurban, Meşe Abdullah’ın babası ve diğerlerini öldürülüp bataklığa gömmüşler. ”
Oktay devam etti.
“Hüsnü Bingöl ajanların güvenliğini test etmek için onlara bir görev verirdi. Yanlarına çağırır, tembihlermiş: “Şu mektubu Aras’ı geçip falanca yerdeki çadırın içinde uyuyan adamın yastığının altına koyun veya çardağın üzerinde uyuyan adamın ayakucuna koyun!”. Bunu birkaç kez yaptığını farklı anlatımlardan biliyorum. Bir gün babamın halasının oğlunu yanına çağırır.
“Bu mektubu al! Aras’ı geçtikten sonra falanca yerde çardağın üzerinde uyuyan adamın ayakucuna koy, geri dön! Sakın yorganı kaldırıp uyuyanın kim olduğuna bakma!”
Adam tek başına yola düşer, söylenen çardağı bulur ama merakını yenemez, yorganı kaldırır. Hüsnü Bingöl’ü karşısında görünce şaşkınlıktan dili tutulur.
Hüsnü Bingöl adamı başka illere sürgüne gönderir. Geri geldiğinde Taşburun’dan dışarı çıkmama şartını koyar. Adam bir Kürt kızıyla evlenir. Hüsnü Bingöl hayatta olduğu sürece köyün dışına çıkmaz.
Hüsnü Bingöl Taşburun’da kendisine bağlı sözünden çıkmayan bir şebeke oluşturur. Taşburun’da 14 kabile var. Çıkar çatışmaları oldukça fazladır. Hüsnü Bingöl’ün adamları astıkları astık kestikleri kestik şımarık bir şekilde köy yerinde terör estirirler. Köylüler yıllarca korkuya boğulmuş halde yaşarlar. Her an kapıları çalınabilir her an infaz için bataklığa götürülebilirler.
Oktay bu kez babasına “Hüsnü Bingöl” kelimesini telaffuz ettirmek için özel bir inada girdi. Hüsnü Bingöl tarafından infaz edilmiş onlarca ismi tek tek saydı:
“Baba Şirzad’ı tanıyor muydun?”
“Evet!”
“Ne oldu Şirzad’a?”
“Emniyet götürdü!”
“Emniyet dediğin Hüsnü Bingöl mü?”
Yaşlı adam Hüsnü Bingöl ismini duyunca tekrar titredi, dili dolaştı, sesi titredi, korkuyla etrafına bakındı:
“Bilmirem!”
“Usta Kurban’ı kim apardı?”
“Bilmirem!”
“Paşa oğlu Eli Esker?”
“O adam apardı!”
“Hüsnü Bingöl mü?”
Yaşlı adam yine panikledi. Yatalak vücudu elektrik verilmiş gibi gerildi.
“Bilmirem! Bilmirem!
“Baba, bunları niçin götürdüler?”
“Bilmirem! Bilmirem!”
“Guguş Emmi’ye ne oldu?”
“Ona dokunmadı!”
“Ağa Eli’ye ne oldu?”
“Ağa Eli Karxınlıydı. Kirveydi. O da getti!”
Yaşlı adam bu sorgulamadan son derece rahatsızdı. Oğlu da bunu fark etti. Konuyu değiştirmek istedi.
“Baba hani senin bir şiirin vardı ya: Yüce dağlar başında bir çift kumru seslenir, o şiiri bize oku!”
Şaban Emmi, 9 yıldır yatalak hayatına mahkum olmuştu. Kendisini zorlayarak ancak bir satır söyleyebildi. Gücü bu kadarına yetiyordu.
Oğlu, bu kez Atatürk şiirini okumasını istedi. Şaban Emmi kelimeleri yutarak titrek sesiyle bir şiir okudu.
“Baba! Siz Ermenistan’dan niçin kaçıp geldiniz?”
“Ermeniler bize rahat vermediler. Kılıçtan geçiriyorlardı.”
Oktay söze girdi:
“Ermenistan’da zulümden dolayı 1927-1932 yılları arasında Azeri nüfus kaçıp Taşburun’a geldi. Kaçanlar Dize köyüne yakın bir noktadan Aras’ı geçiyorlarmış. Genellikle kış aylarını tercih etmişler. Bu mevsimde Aras’ın suyu azalıyor, geçişi daha kolay oluyormuş. Ama su buz gibi soğuktur. Hatta babamın bir amcası donarak vefat eder. Cennetabat köyüne defnedilir. Gelinler, kızlar, yaşlı kadınların çoğu boğulur veya akıntıya kapılıp giderler. Hatta bir keresinde boğulan bir kadını sudan çıkarmaları imkansız olur. Parmağındaki yüzüğü çıkarmaya çalışırlar, başaramayınca parmağı keserek yüzüğü alırlar. Dedem sivil ahaliyi katliamdan kurtarmak için silahla kafileyi korumaya alır. Bir keresinde Ermenilerle çatışmaya girer. Bacağından yaralanır ama Aras’ı geçip Taşburun’a gelmeyi başarır. Çocukken dedemin etrafını alır bacağındaki yarayı gösterirdik:
“Dede! Bu ne yarasıdır?”
“Ay oğul! Ermeni dığasının güllesi değdi.” (Dığa: Delikanlı, genç adam)
Oktay, tekrar babasına döndü:
“Baba Ermenistan tarafında akrabalarından kimse kaldı mı?”
“Kargapazar köyünün bir kısmı bizimle gelmedi.”
“Bibim (halam) Peri ve Nazlı, önce Servan şehrine oradan da Azerbaycan’ına gittiler. Yıllar sonra kapılar açılınca gelip beni gördüler.”
Oktay, babasının kimliğini uzattı:
Adı: Şaban
Soyadı: Öztürk
Baba adı: Esadullah
Ana adı: Mahbup
Doğum yeri: Revan
Doğum tarihi: 01.07.1929
Bu kez şecere yoklaması yaptım. Şaban amca tereddüt etmeden saydı:
“Babamın adı Esadullah onun babası Şaban onun babası Ekber onun babası İrza idi.”
Oktay bir açıklamada bulundu: “Doğum yeri Ermenistan olanların soy ağacı kütüğü yarıda kesiliyor. Ayrıca şunu hatırlatmak isterim: Köyümüzde Büyük Azerbaycan Kahramanı Kerbela İsmail’in kümbet mezarı vardır. O yıllar Komünist rejime ve Şura hükümetine karşı savaşan Abbas Kulu Bey’in en önemli fedailerinden birisiymiş.”
Oktay, bir aile anısını anlatır:
“Dedeme Iğdır’da arazi vermek istiyorlar ama o kabul etmiyor. Bir gün Ermenistan’a, baba toprağına dönmenin hayalini kurar. 1979 yılında kardeşinin kızı Ermenistan’dan ziyarete geldi. Dedem ona sarıldı, bir çocuk gibi saatlerce ağladı. Ermenistan’daki köylerine yakın Karasu adında bir ark varmış. Arkın bir ucu ağaçla kaplıymış. Çocukluk yılları arkın başındaki ağaçların arasında geçmişti.”
Oktay nefeslendi:
“Şimdi seni dayımın yanına götüreceğim. O da Ermenistan doğumlu. İki kardeşlermiş. Birisi Azerbaycan’a birisi de Taşburun’a geliyor. 45 yıl sonra iki kardeş birbirine kavuştu. Çocukluk yıllarında dayılarımdan birisinin parmağı makinenin arasına sıkıştığı için derin bir iz bırakır. İki kardeş karşılaştıklarında parmağı yaralı olan dayım, parmağını uzatıp sorar:
“Bunu hatırladın mı?”
“Elbette! Makineye kaptırmıştın.”
Sarılıp ağlaşmışlar. Biri kızını diğerinin oğluyla evlendirir. Onların da çocukları İstanbul’a yerleşirler.”
HACI YAKUP SELÇUK (TAŞBURUN KÖYÜ)
Şaban amcamla vedalaştım. Bahçeden kapısından çıkıp Oktay’la toprak yolda bir zaman ilerledik. Yine bir bahçe kapısından içeri girdik. Hacı Yakup amcam kanepede oturmuş ağaçların serinliğinin tadını çıkarıyordu. Eşi de bir mindere oturmuş elindeki işi tamamlamakla meşguldü. Bizi görünce sevgi dolu sesleriyle yer gösterdiler. Hacı Yakup Amcam anlatmaya başladı:
“Taşburun doğumluyum. 84 yaşındayım. 1920’li yıllarda babam ve Kinyas Kartal, Ermenistan’dan İran Azerbaycan’ına sığınırlar ancak İran onları kabul etmeyince, Ermenistan’a geri dönerler. Bu yüzden İran’a karşı kırgınım. Ermenistan’da fazla kalamazlar. Aras’ın coşkun sularını aşıp Türkiye’ye geçerler. Anlattıklarına göre kafilenin çoğu sulara kapılıp ölür. Mustafa Kemal sığınmacılara sahip çıkar. Kendilerine yer verilmesini emreder. Ermeniler de boy boydur. Dedelerimizden duyduğumuza göre en acımasız olanları Kaxtaxan denilen Osmanlı Ermenileriydi. Babam Himmet Bey 1976 yılında vefat etti.
Hüsnü Bingöl Taşburun’da kendisine bağlı bir ajan grubu oluşturdu. Onlar düzenli olarak Ermenistan’a gidip geliyorlardı. Hatta bazılarının cebinde parası da bol olurdu. Hüsnü Bingöl Taşburun’da yedi kişiyi infaz ettirdi. Ayrıca civar köylerden de çok kişinin ajanlık suçlamasıyla öldürüldüğünü biliyoruz. Nesip isimli birisini de ağaca asılı olarak buldular. Hüsnü Bingöl istihbarat görevlisiydi. İşini ciddiye alıyordu. Bazı yanlışları oldu ama dönemin koşulları zordu.”
HACI MEHMET TAĞI (TAŞBURUN KÖYÜ)
Hüdaverdi Eyrice bana rehberlik etti. Hem yürüyoruz hem de sohbet ediyoruz:
“1941 doğumluyum. Hüsnü Bingöl’ün vefatında 14 yaşındaydım. Askeri bir törenle cenazesi kaldırıldı.”
Sohbetimiz uzun sürmedi. Merdivenleri çıkıp Hacı Mehmet Amcamın evine misafir olduk. Benim geleceğimi haber almış bir anlamda dört gözle bekliyordu. Oturur oturmaz anlatmaya başladı:
“1931 Murşitali köyü doğumluyum. Babalarım Ermenistan’dan gelip buraya yerleşmişler. Hüsnü Bingöl’ü ilk olarak askere giderken Binbaşı elbisesiyle Belediye Bahçesinde gördüm. Olaylar aslında şöyle gelişir: O yıllar Taşburun ve civar köylerden birçok insan hırsızlık veya oradaki akrabalarını görmek amacıyla sınırı geçip Ermenistan’a gidiyorlarmış. Aralarında Sovyet ajanlığını kabul edenler de varmış. Hüsnü Bingöl bu istihbaratı alır, karşı-casusluk şebekesi oluşturur. Şüphelendiklerini gözaltına alır. Hüsnü Bingöl’ün Ermenistan tarafında da ajanları vardır. Taşburun’dan giden bazı sivillerin Sovyet istihbarat yetkilileriyle görüştüğü zaman resimlerini çektirtir.
Iğdır’a döndüklerinde Hüsnü Bingöl şüphelileri tek sıra yapar. Resmi çekilenlere resimleri gösterir. Onlar da ses çıkarmaz, suçlarını kabullenmiş gibi başlarını öne eğerler. Hüsnü Bingöl, bunları Karabulak yakınındaki bataklıkta infaz ettirir.
Vicdanen konuşmak zorundayım. Geleneklerimize göre düğün olduğunda yallı (halay) tutanların ellerine para verilir. En çok para da infaz edilen bu şahısların cebinde olurdu. Bu da şüpheli bir durum yaratıyordu. İnfaz edilenler arasında Usta Kurban, Ağa Eli, Şirzat, Hacı gibi isimleri hatırlıyorum. Tabii başka köylerden de yakalananlar olurdu. Hüsnü Bingöl dürüst bir insandı ama görevi gereği halkın içinden ajan yetiştirmek zorundaydı. Bu durum bazen suiistimallere açık olur, yanlış bilgiler ortalıkta dolaşırdı. Haklıyla haksızı ayırmak zor olurdu.
Şeceremden bahsetmek isterim: Babamın adı Necef, onun babasının adı Hasan, onun babasının adı Rüstem. Hepsi de bugün Ermenistan sınırları içinde kalan Kölanlı köyünde doğup büyümüşlerdi.”
IĞDIR MEZBAHASINDA İNFAZ
Değerli okuyucu! Çok uzun yıllar Iğdır’ın mezbahası (kesim evi) Baharlı Mahallesine giden yol üstündeydi. Mezbaha binası Ruslardan kalmaydı. Duvarları sağlam, tavanı yüksekti. Kocaman ahşap kirişler binanın tavanını bir uçtan diğerine uzanır, üçgen yapılı desteklerle çatı şeklinde bir yapı oluştururdu. Mezbahanın bir yanında küçük bir bekçi evi, diğer yanında da halk arasında “Meşe Kerem’in kelemeliği” diye isimlendirilen bir koru vardı. Etrafı duvarla çevrili, içi kavak ağaçlarıyla doluydu. Binanın tam karşısında, Iğdır tarihinin efsane ismi Merhum Kör Hacı’nın, etrafı yüksek duvarlarla çevrili evi göze çarpardı. Mezbahanın bir tarafından da halk arasında “Mal Meydanı” olarak bilinen haftanın belli günleri hayvan pazarı olarak hizmet veren geniş bir alan yer alırdı. (Bu toprak ve sert zemin öğleden sonraları mahalle gençlerinin futbol sahası olurdu.)
Mezbaha hizmeti Belediyeye bağlı olduğundan Belediye Yönetimi uygun gördüğü kimsenin ailesiyle birlikte bekçi evinde oturmasına izin verir, bu şekilde mezbahanın güvenliğini temin ederdi. Hacı Kadir amcam çocukluk yıllarından beri mezbahada görev yaptı. Bir anlamda mezbahanın duayeni yani en tecrübelisiydi. Emekli olmuş Baharlı Mahallesinde etraflı duvarla çevrili bahçeli güzel bir evde oturuyordu. Yaşına göre dinçti. Olup biten her şey hafızasında canlı yaşıyordu.
HACI KADİR YÜCE ANLATIYOR
“1933 doğumluyum. Gıskan (Gıskî) aşireti mensubuyum. O yıllar babam Bedir Bey Baharlı Mahallesinde oturuyordu. Şecerem şöyle devam eder: Babam Bedir Bey, Abdi’nin oğlu, Abdi de Mirze’nin oğludur. Gıskan aşiret lideri Ali Mirze Bey ile akrabayız. Köyümüzün adı Karagüney’dir. Korhan’a giderken Gevro köyünü geçtikten sonra dağın yamacında evler vardır. Orası bizim köyümüzdür. Gevro, Mıhemmede Eset’in (Eset Özdemir) köyü idi.
Hüsnü Bingöl, aslen Ağrı’nın Poxan köyündendi. Şeyhlerin yeğeni idi. Binbaşı rütbesine sahipti. İstihbarat işleri onun üzerindeydi. Kimi yanına çağırsa o adam bir daha geri gelmezdi. Uzun boylu, yakışıklıydı. Sivil giyinirdi. Çizmeleri göz alıcıydı. Uzaktan geldiğini görmek bile insanın içinde ürperti karışımı bir duygu uyandırırdı. Sağa sola bakmaz, dümdüz yürürdü. Birden kafasını çevirip birisine baksa o adam derhal gözaltına alınır sorgulanırdı. Hüsnü Bingöl sefilleri ve yoksulları korurdu. Şeyh Ailesi, Rutto, Yusufe Tehir, Şeyh Musa, Ehmede Keçel, Abdülhadi Kuş, Erhacı’dan Kereme Şengoi, Mecite Almas gibi isimler onun koruması gibi sürekli yanındaydılar.
Ben, genç bir delikanlıydım. O yıllar Bekir isimli birisi mezbahada bekçi olarak görev yapıyordu. Olay şöyle gelişir:
Ali Mirze Beyoğlu Eset Bey’in oğlu Ahmet Yiğit 10 yaşında bir çocuktur (1948). Bir akşam Baharlı Mahallesindeki evine gitmek ister ama Bekçi Bekir önünü keser, “Bir daha bu saatlerde buradan geçmeyeceksin!” diyerek tehdit eder. Ahmet geri döner. Göçmenler yolu üzerinden Baharlı Mahallesine gitmek ister. Akşam yürüyüşüne çıkmış olan Hüsnü Bingöl, Ahmet’i yalnız başına karanlık sokakta görünce sorgular:
“Evladım! Ne işin var bu saatte sokakta?”
“Eve gitmek istedim ama Bekçi Bekir önümü kesti, o yolu kullanmama engel oldu.”
Hüsnü Bingöl buna bir anlam veremez, Ahmet’i baba evine teslim eder, mezbahaya doğru gider. Gizli adımlarla kapıya yaklaşır. İçeriden Mors alfabesinin kodlama sesini duyar. Silahını eline alır, kapıyı hızla açar. Bekçi Bekir masa üzerine koyduğu silahına davranmak ister ama Hüsnü Bingöl daha atik davranır, Bekçi Bekir’i vurur. Ceset o gece derhal olay yerinden uzaklaştırılır, bilinmeyen bir yere defnedilir.
Aradan yıllar geçer mezbahanın bekçiliğini Merhum Mehmet Çavuş (Şur)’un yaptığı 1961 yılında çocuklar mezbahanın bitişiğindeki korulukta oynarken ayakları bir cesede takılır. Çekip çıkardıklarında üzerinde elbisesi ve ayakkabılarıyla bir erkek cesedi bulurlar. Mezbaha çalışanları olay yerine toplanır ama kimse Savcılığa suç duyurusunda bulunmaya cesaret edemez. Cesedi tekrar ama bu kez daha derin olacak şekilde gömerler. Rivayet edilir ki bu ceset Hüsnü Bingöl’ün öldürdüğü Bekçi Bekir’in cesedidir.”
NAĞI (ODOĞLU) BEY OLAYI
Değerli okuyucu! Nağı (Naki) Bey gibi bir şahsiyeti bir cümlede veya bir paragrafta özetlemek mümkün değildir. 20’nci yüzyıl Iğdır’ının en hümanist ve doğa sevgisi en derin olan şahsiyeti Nağı Bey idi. Kusursuz ve ideal bir insan tipiydi. İçinde kin, nefret taşımaz, zamanının büyük bölümünü ailesine ve çok sevdiği bağ-bahçecilik işlerine adamıştı. Tekrarı sevmem ama izin verirseniz onu sizlere biraz tanıtayım.
Nağı Bey, Erivan doğumlu idi. Bildiğiniz gibi o yıllar Iğdır ve Erivan bölgesi Rus yönetimindeydi. Erivan nüfusunun çoğunluğu özellikle Azeri olmak üzere Müslüman ahaliden oluşuyordu. Nağı Bey eğitimini Erivan’da tamamlar. Babası, Hacı idi. Ticaret ve ziraatla uğraşırdı. Ekmek fabrikaları, bağ ve bahçeleriyle hatırı sayılır bir zenginliğe sahipti. Beş çocuğu vardı: Abbas, Bekir, Fahriye, Süheyla ve Ayten. (Bekir Odoğlu, Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajının sahibiydi.)
Nağı Bey’in ailesinin Erivan’da şatafatlı bir konağı vardı. Ermeni bir ustanın elinden çıkmış villanın her tarafı çeşit çeşit oyma ve zanaat işleriyle bezeliydi. Odalar, “şahniş” adı verilen özel balkonlara açılıyor, üç tarafı renkli camlarla kaplı cumbalar, eve saray havası veriyor, görenlerin hayranlığını celp ediyordu.
Maalesef 1917 yılında bölgede iç savaş baş gösterince tüm aile, çiçek tarhlarıyla çevrelenmiş havuzlu konağı terk edip dört bir yana dağıldılar. Aile, nihayet 1920 yılında Iğdır’da bir araya geldi. İstanbul’a yerleştiler. Ancak Nağı Bey’in kalbi Erivan’da baba evinde kalmıştı. İstanbul’da hali vakti yerindeydi. Aristokratik yaşantısını devam ettiriyordu ama bilinmeyen bir güç onu Erivan’a çekiyordu. Cumhuriyet’in kuruluşuyla Erivan, Sovyetler Birliği sınırı içinde kalınca Nağı Bey, Erivan’a yakın olmak umuduyla İstanbul’un en güzide okullarında okuyan çocuklarını bir kamyona doldurup Iğdır’a doğru yola çıkar. Çocuklar elbette babalarının bu kararından rahatsızdırlar ama karşı gelmeleri de mümkün değildir.
Nağı Bey, İdirmava’da –bugün Hasan Alagöz’ün sahibi olduğu- Ermeni evine yerleşir. Macar ustaların yardımıyla evi restore ettirir. Evde radyo, gramofon ve hatta piyano bile vardır.
Nağı Bey, doğa aşkıyla doludur. Bağ ve bahçecilik işine el atar. Büyük ve küçük olmak üzere iki büyük bağ ve bahçesi vardır. Şeftali, kaysı, elma ve üzüm çeşitlerine özel aşılama teknikleri uygulayarak Iğdır’a özgü tatlar elde eder. Zamanının büyük kısmını iki bağ arasında geçirir. İki faytonu vardı. Hayvan sevgisinden dolayı kamçı kullanılmasına izin vermez. Atlar da aheste bir hızla Iğdır’ın tozlu yollarını adımlardı. Doğa sevgisi o kadar yoğun ve içtendi ki meyveleri ağaçtan koparmak ona zor gelirdi. Bir gün kasalara doldurduğu meyveleri eşe-dosta dağıtmak için büyük faytonuyla yol alırken, atın biri tökezler, kasalar devrilir, meyveler sokağa savrulur. Nağı Bey yerdeki meyvelere bakar, sesli sesli söylenir:
“Ah keşke! Sizi dalınızdan koparmasaydım.”
Nağı Bey, Iğdır’ın ilk çeltik ve çırçır fabrikalarından birini kurar. Kendi geliştirdiği bir yöntemle şeftali konservelerini paketleyip 1935 yılında İzmir Uluslararası Fuarına katılır, birincilik ödülünü alır. Hemen akabinde Almanya’ya konserve ihracatı yapmaya başlar.
Bütün bu uğraşısını dört bir canla devam ettirirken fırsat buldukça Dize köyüne gider. Babasına eşlik eden kızı Süheyla o anlardan birini şöyle anlatır:
“Aras nehri kıyısında Dize adında bir köy vardı. Erivan şehri, bu köyün karşı kıyısında bütün haşmetiyle uzanırdı. İyi bir günde Aras’ın kıyısından şehir merkezindeki her türden faaliyeti çıplak gözle bile seçmek mümkündü. Babam bazı günler bu köye gelir, tepenin Erivan’a dönük yamaçlarından birine sessizce otururdu. O gün yine beraberdik. Babamın gözleri Erivan’a bir zaman asılı kaldı. Yüzü durgunlaştı. Yüreğinde bilemediğim özlemlerin ve fırtınaların koptuğunu hissediyordum: Baba ocağı, bağ ve bahçeler, çocukluğu ve gençliği … Ve bir gün her şey bıçak gibi kesilip atılmış, baba ocağı kendisine yasaklanmış, sınırlar kapanmıştı. Bu anlaşılması zor haksızlık yüreğinin üzerine ağır bir taş gibi çökmüştü. Babam birden sessizliğini bozdu. Yüzünü dirseklerine gömdü ve daha fazla dayanamayıp hıçkırıklara boğuldu. O gün babamı Iğdır’a bağlayan bilmeceyi çözmüştüm: Baba ocağı hasreti!”
Nağı Bey zamanın büyük kısmını ağaçların arasında geçirir, yorulmadan, bıkmadan çalışır. Doğrusu bu ağaç sevgisi çocuklarını kıskandırmıyor da değildi. Kızı Süheyla anlatır:
“Babamla konuşmam gereken önemli bir konu vardı. Bahçeye yanına gittim. Elinde kocaman bir makasla, itina ve sevgiyle ağaçların arasında dolaşıyordu. Uzakta bekledim. Kendi kendime, “İşine ara verdiği bir an konuşurum!”, dedim. Dakikalar geçti, babam ne mola verdi ne de beni fark etti. Kızgın bir halde karşısına dikildim, zorlayıp ağaçla arasına girdim:
“Babacığım, siz bu ağaçları bizden daha mı çok seviyorsunuz?”
“Neden böyle bir duyguya kapıldın güzel kızım?”
“Hani dün bana verdiğin bir söz vardı. Unuttun mu?”
“Hayır, hayır kızım! Bu ağaçları sizin için seviyorum, bunların hepsi sizin, bu yüzden onları seviyorum!”
Babam hazır cevaptı. Şakayı ve espriyi elden bırakmazdı. Ama ondaki doğa sevgisi her şeyin üstündeydi.
SÜHEYLA ODOĞLU (KARAPOLAT) ANLATIYOR
Iğdır küçük bir kasabaydı, fakat yolların birleştiği bir kavşaktaydı. Sınırı kaçak gelen muhacirler Iğdır’da toplanır, buradan gönüllerinin istediği yere giderlerdi.
O yıllar hükümeti en çok uğraştıran konu da Rusya’dan gelenlerin arasında casus olabileceği şüphesiydi. MİT (MAH) Müfettişi Hüsnü Bingöl casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerini dikkatlice izler ve yönetirdi. Belliydi ki görevini icra ediyordu. Ancak bir hatası ailemize pahalıya mal oldu.
Hüsnü Bingöl’ün karşı casusluk faaliyetlerini örgütlediği günlerdi. Iğdır-Erivan arasındaki sınır köprüsü normal geçişlere kapatılmış fakat henüz ticarete açık tutuluyordu. Hüsnü Bingöl bir gün babamı huzuruna çağırttı:
“Naki Bey, Aras’ın diğer tarafında amca çocuklarınızın olduğunu biliyorum. Bir tacir olarak oraya gidip kardeşinizi bizim lehimize bilgi toplamaya ikna edin!”
“Üzgünüm ama böyle bir işe girmem!”
Bir amcam bizimle beraber kalıyordu. Aras’ın ötesinde de kuzen ve dayılarımızın olduğunu biliyorduk, ama hepsi o kadar! Hiçbir haberleşmemiz yoktu.
Babam kimseden korkmazdı. Düşündüğünü söyler ve doğru bildiğinden şaşmazdı. Belki de babamın bu korkusuz tavrı yüzünden Hüsnü Bingöl babamın verdiği ret cevabından rahatsız olur.
Bir gün, sivil emniyet güçleri babamın kuzenlerinden birisini, Rusya’da usta bir senaryoyla yakalatıp Iğdır’a getirirler, casuslukla itham edip, gözaltına alırlar. Çok geçmeden soruşturma babama kadar uzanır. Öyle ya kuzeni casusluk suçundan yakalanmıştır!
O yıllar 16-17 yaşlarındaydım. Polisler eve doluştular. Babamı ve amcam Hüseyin’i gözaltına aldılar. Amcam saralıydı ve yakın gözetime ihtiyacı vardı. Fakat bunu anlamak istemediler.
Polisler salona girer girmez radyonun etrafını aldılar, sevinçle bağırdılar:
“Vericileri bulduk! Casusları yakaladık!”
Iğdır’da bizden başka kimsenin evinde radyo yoktu. O türden cihazların sadece askeri amaçla kullanılabileceği inancı vardı. Ben yerimde duramıyor, bu haksızlığa isyan ediyordum. Müdahale ettim:
“O verici değil! Radyo!”
Kimsenin beni dinlediği yoktu. Bu kez dikkatlerini, amcamın özenle odalara yerleştirdiği hoparlörler çekti. Büyük bir şaşkınlıkla bu sistemi incelediler. Kendi akıllarınca büyük bir casusluk şebekesini ele geçirmişlerdi!
Radyo dinlemeyi çok severdim. Günümün önemli bir bölümünü radyonun başında geçirirdim. Radyonun kocaman düğmesini sağa sola kıpırdatır bir istasyondan diğerine dünyaya kulak verirdim. En çok da İtalyan radyosunu dinlerdim. Roma istasyonu, saati geldiği zaman kalbimi hoplatan bir anonsla yayınına başlardı:
“ Ci diffisone Rome. Posto di Turchia” yani “Burası Roma radyosu Türkçe yayınları”
O yıl İkinci Dünya Harbi yeni başlamıştı. Ben de her gün elimde kağıt kalem radyonun başına oturur, en son gelişmeleri kendimce deftere not ederdim: Almanlar falanca ülkeye saldırdı, İngilizler şu kadar askeri falanca yere gönderdi, gibisinden abuk sabuk bilgileri not ederdim.
Polislerden birisi not defterimi eline geçirdi. Sevinçle haykırdı:
“Tamam! Bulduk! İşte bütün bilgiler burada!”
Hızlarını alamıyorlardı. Deliler gibi her köşeye, her sandığa el atıyorlardı. Fransızca roman ve okul kitaplarımız havada uçuşuyordu. Babamı, amcamı, radyoyu ve not defterimi alıp gittiler. Babamı tutuklayıp Erzurum’a gönderdiler. Radyomuz da ilgiye mahzar Erzurum’a gitti! Bütün aile büyük bir yasa boğulduk.
Babam yapılan bu haksızlığa sessiz kalmadı. Milli Şef İnönü dahil birçok siyaset adamına mektuplar yazdı, telgraflar çekti:
“Benim gibi zor günlerde yanınızda olmuş bir insana bunu nasıl yaparsınız? Yetim çocukları toplayıp himayeme aldım, sahipsiz muhacirlere el uzattım!”
Babam 10 aya yakın gözaltında kaldı. Bu süre içinde hepimiz perişan vaziyetteydik. Nasıl olmasındı ki! Babamızın ne kadar milliyetçi ve vatanına bağlı bir insan olduğunu bizden daha iyi kim bilebilirdik ki…
Mahkemeler sürerken evimizin dirlik düzeniyle Fahriye ablamın kocası Recep abi ilgileniyordu. Nihayet bir gün babamın serbest bırakıldığı haberi geldi. Babam suçsuz bulunmuştu. Kendisiyle, buna benzer suçlamayla aynı dönemde tutuklanan 5 kişi idam edilmişti! Hatta aralarında Azeri bir din hocası da varmış. Sevinçle karşılayıp kurbanlar kestik.
Çirkin iftira ve cezaevi günleri babamı derinden sarsmıştı. Üstelik şeker hastalığı illetine de bu sıkıntılı günlerinde yakalanmıştı.
Geldiğinin ertesi günü başı dimdik Hüsnü Bingöl’ün karşısına çıktı:
“Hüsnü Bey ben buradayım. Benden nasıl bir kötülük gördünüz de bunu yaptınız?”
“Naki Bey, yanlışlık olmuş! Affedersiniz!”
“Bu yanlış yüzünden ben ve ailem bunca eziyete maruz kaldık!”
Ailemize sürülmüş bu kara leke varlığını bir zaman devam ettirdi. En ufak bir dedikodunun dahi dallanıp budaklandığı Iğdır’da maalesef bu olayın etkileri kendisini farklı şekilde hissettiriyordu. Hafızamda buruk bir acı gibi kalan bir hatıram şöyleydi:
Ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Sınav sırasında iki hoca birbiriyle sohbet ediyorlardı. Biri diğerine beni göstererek şöyle dedi:
“Şu casusun kızını sınıfta bırak!”
Eve geldiğimde duyduklarımı babama anlattım. Babam, sanki bütün ruhu bedeninden koparılmış gibi cansız koltuğa yığıldı:
“Kızım bunu sana nasıl derler!”
O an babamın acıyla nasıl kahrolduğunu gördüm. Bu bir insana verilebilecek en büyük cezaydı.
Muhacir bir ailenin yaşamı sıkıntılarla doludur. Aile ister zengin ister yoksul olsun ruhlarının derinliklerinde barışa ve sevgiye muhtaçtırlar. Bir yerden diğerine zoraki göçler ve yaşanan olaylar farkında olmadan onları kırılgan yapar. Yaşama hem dört elle sarılırlar, hem de her an derin bir hayal kırıklığına bürünüp tanımsız bir melankoliyle hayattan uzaklaşmaya hazırdırlar.
Babam ailemizin bütün sıkıntılarını üzerine alıp, bizlere hiçbir şey hissettirmemeye çalışan birisiydi. Ailesinin uğradığı mutsuzluk ve felaketten kendisini sorumlu tutar, hatalarımızı büyük şefkatle onarırdı.
Babam cezaevi günlerinden beri şeker hastalığıyla mücadele ediyordu. Gerçi hastalığı kabullenmiş ve gereken tedaviyi görüyordu. Fakat bir gün biraz ihmal biraz da kötü bir şans öldürücü bir ishale yakalanmıştı. Ağır hasta olduğu haberi gelir gelmez ağabeyim Abbas, Erzurum’a uçtu. Ne yazık ki babam çok sevdiği hanımı ve çocuklarından uzak, 1944 yılında 64 yaşında Iğdır’da hayata gözlerini yumdu. Babam Iğdır’a gömülmeyi vasiyet etmişti. Keşke babam çok sevdiği bahçelerden birine gömülseydi! İdirmava mahallesinin eski mezarlığına gömüldü. Mezarlığın etrafı açıktı. İçinden hayvan sürüleri geçerdi. Zamanla ne taş kalacaktı ne de ne mezar! Bugün babamın mezar yeri kayıptır.
HÜSNÜ BİNGÖL VE AHMEDE ŞEMO (HUN)
Hüsnü Bingöl’in aşiret içinde yakınlığını ve dostluğunu kazanamadığı iki kesim vardır: Güneş ailesi ve Ahmed Şemo. Gerçi daha önceki yazımda Naci Güneş’i tuzağa düşürerek Erzurum Cezaevine gönderdiğini yazmıştım. Ahmed Şemo’yu da köşeye sıkıştıracak bir hamle için fırsat kollamaktadır. Nihayet öyle bir fırsat kendiliğinden ortaya çıkar.
Ahmed Şemo’nun birinci eşi Zeyno Hanım, Brukan aşireti lideri Kinyas Kartal’ın kuzeni olduğu için oğlu Hamit Hun bu aileyle yakınlık ilişkisi içindedir. Ahmet Kartal isimli birisiyle dost olur. Vanlı olan Ahmet Kartal yalan ve dolandırıcılık işlerinde ustalık kazanmış birisidir.
Bir gün Iğdır’ı ziyareti sırasında Hüsnü Bingöl’ün çok değer verdiği Karapapak kökenli Eşref Kaya’yla Hamit Hun aracılığıyla tanışır. Ahmet Kartal, eğer para verirse koyun sürüsü alıp yaylada besleyeceğini sonbaharda satıp büyük paralar kazanacaklarına ikna eder. Eşref Kaya, birikmiş parasını Ahmet Kartal’a teslim eder. Ahmet Kartal elbette koyun falan satın almaz. Hatta bir ara yazın ortasında Eşref Kaya meraklanıp yaylaya gider, Ahmet Kartal’ın satın aldığı (!) koyunları görmek ister. Ahmet Kartal başka bir ağaya ait sürüyü kendi sürüsüymüş gibi gösterir. Eşref Kaya ikna olur, Iğdır’a döner.
Sonbahar olunca Ahmet Kartal ortadan kaybolur. Dolandırıldığını anlayan Eşref Kaya, dostu Hüsnü Bingöl’den yardım ister. Hüsnü Bingöl’ün ilk sorusu Ahmet Kartal’la kimin aracılığıyla tanıştırıldığıdır. Hamit Hun olduğunu öğrenince Hüsnü Bingöl, bu fırsatı kaçırmak istemez, Kürt kesiminde Güneş ailesiyle birlikte kendi otoritesine direnen Ahmed Şemo hakkında Doğubayazıt’ta dava açtırır.
Mahkeme uzun sürer. Ahmed Şemo nerdeyse her hafta faytonla Iğdır’dan Doğubayazıt’a gider gelir. Bu mağduriyet öyle bir noktaya varır ki fayton zahmetli Çillê geçidinden Iğdır’a doğru inerken Ahmed Şemo, “Ah keşke bu faytondan düşüp uçuruma yuvarlansam ben Hüsnü Bingöl’den, o da benden kurtulsa”, diye iç geçirir. Yine böyle bir yolculuk dönüşü hastalanır, 1944 ilkbaharında yetmiş üç yaşında vefat eder. Dava, Ahmed Şemo hakkında açıldığından Hamit Hun ceza almaktan kurtulur.
Olay burada bitmez. Hüsnü Bingöl, Ahmed Şemo ve ailesinin dosyasına “Aşırı Kürtçü ve tehlikeli” notunu düşer.
Ahmed Şemo’nun gözbebeği Mecit Hun, Erzurum Lisesini birincilikle bitirir (1943). Lise yıllarında birbirlerinden ayrılmayan beş arkadaşı vardır:
- Ali Rıza Uzuner: Eski Çalışma Bakanı (1971-73)
- Refet Sezgin: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı (1967-69)
- Prof. Dr. Şerafettin Turan: Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dekanı (1969-72) ve Türk Tarih Kurumu Başkanı
- Prof. Dr. Mustafa Parlar: ODTÜ Rektörü ve İstanbul Milletvekili. Fakülte girişinde bir büstü bulunmaktadır
- Sait Erdinç: Van Milletvekili ve Kurucu Meclis Üyesi (1961)
Mecit Hun, lise diplomasını alır almaz Ankara’ya gider. Gönlünde Ankara Hukuk Fakültesinde okumak vardır. Öğrenci İşleri, güvenlik soruşturması yapılacağını bunun da iki hafta kadar sürebileceğini söyler. Mecit Hun, Ulus’ta bir otele yerleşir. Büyük bir heyecanla satın aldığı Hukuk kitaplarını daha okul başlamadan satın alır ve ilgiyle okumaya başlar. İki hafta sonra Hukuk Fakültesine gider. Öğrenci İşleri Başkanı elinde bir telgrafla gelir. Liseyi birincilikle bitirmiş bir öğrenciye kötü bir haberi kendi ağzından vermek istemez. Telgrafı uzatır. Mecit Hun şöyle bir ibare görür:
“Söz konusu şahıs ve ailesi Kürtçü olup, Cumhuriyet’in temel prensiplerine karşıt bir duruşları vardır. Kayıt yaptırması sakıncalıdır. MAH Bölge Şefi Hüsnü Bingöl.”
Mecit Hun’un sanki yüreğine bıçak sokulmuş gibidir. Ağlayarak otele döner. Bütün arkadaşları en iyi üniversitelere kayıtlarını yaptırmışlardır. Çaresizdir. Kitaplarını toplar, Iğdır’a geri döner (1943 Sonbahar).
Babasına Hüsnü Bingöl’ün telgrafından bahsetmez. Babasının zaten Hüsnü Bingöl’le devam eden bir davası vardır. Hüsnü Bingöl’ün açtırdığı davada sanık olarak yargılanmaktadır. Onu daha fazla üzmek istemez ama Ahmed Şemo, Hüsnü Bingöl yüzünden çok sevdiği oğlunun eğitim hakkının elinden alındığını sezinlemektedir.
Mecit Hun, 1943-44 Öğretim Döneminde, kirvesi Melekli köyünden Esat Ogan’ın evinde kalarak, Iğdır Ortaokulunda yardımcı öğretmen olur, Matematik ve Fizik dersleri verir. Bir sonraki yıl üniversite şansını tekrar denemeyi planlamaktadır. Hukuk kitaplarını neredeyse ezberlemiştir. Ancak kader ona başka bir yol çizer. Babası Ahmed Şemo 1944 ilkbaharında vefat eder. Aşiretin ileri gelenleri Mecit Hun üzerinde baskı kurar, aşiretine sahip çıkmasını isterler. Bu koşullar altında Fakülteye gitmesi artık imkânsızlaşır.
(Not: Mecit Hun’un, ailesinde veya hayatında tüm sırlarını paylaştığı tek bir insan vardır: Ablası Gurci (Hun) Selçuk. İşin içinden çıkamadığı durumlarda Gurci ablasına gider, görüşüne başvururdu. Gurci, okul yüzü görmemiştir. Hayatı yayla ile Kafirköy/İslamköy (Karakoyunlu) arasında gidip gelmekle geçer. Tek kelime Türkçe bilmez. Vefatına kadar başında kofisi üzerinde deryesiyle (geleneksel Kürt kadın giyimi) yaşadı. Olağanüstü sezgi gücüne ve hafızaya sahipti. Mecit Hun, Hüsnü Bingöl’ün telgrafını ve niçin üniversiteye kayıt yaptıramadığını ablasına açıklar. Gurci sıkıca tembihler: ‘Sakın babamıza bundan bahsetme! Çok üzülecektir!’. Bu bir aile sırrı olarak kalır.
Babamın vefatından sonra Gurci Halamla yaptığım söyleşide (2000) bu gerçeği ilk ben öğrendim. Şok olmuştum. Babam yaşadığı süre zarfında bu telgraftan asla bahsetmedi ve asla Hüsnü Bingöl’ün yaptığı haksızlığı kınayacak tek söz etmedi. Gurci Halam’ın açıklamasını dinleyince o an Hüsnü Bingöl’e karşı içimde büyük bir öfke ve kızgınlık doğduğunu siz değerli okuyucularım da takdir edersiniz. Oğlu olarak değil, Mecit Hun’u sahip olduğu karizması, üstün zekâsı, ikna yeteneği, etkili belagati ve sınırsız bilgisiyle tanıyan biri olarak, böyle bir yeteneğin kariyerinin engellenmesini bir cinayet gibi algılamıştım. )
Mecit Hun anılarında şöyle yazar:
“O tarihte liseden mezun olmuş, ortaokulda öğretmen yardımcılığı yapıyordum. En heyecanlı çağımdaydım. Babama ve aileme karşı yapılan haksızlığa adeta isyan ediyordum. O yıl babam vefat etmiş ailenin ve aşiretin yönetiminden sorumlu duruma düşmüştüm. Üzerimde Hüsnü Bey aleyhine büyük bir baskı ve tahrikler vardı. Nihayet kararımı verdim. Kendisi ile görüşme talebinde bulundum. Güldü ve memnun olacağını söyleyerek dairesinde veya benim istediğim bir yerde bir araya gelebileceğimizi söyledi. Mutlu ve heyecanlı idim. Bu efsane adamın niteliğine azda olsa vakıf olacaktım.
Dairesinde buluştuk. Tabakasından asker sigarası ikram etti. Konuşmayı ben başlattım. Eşref Kaya’nın babam aleyhine açmış olduğu haksız davaya destek vermesinin kendisine yakışmadığını belirttim. Korkusuzca konuşuyor ve adeta yargılıyordum.
Beni sükûnetle dinledi. Konuşmam bitince bana tevcih ettiği ilk soru “Bu dediklerin doğru mu?” idi. Şaşırmıştım. Hüsnü Bey olan bitenden habersiz görünüyordu. Sonra konuşmaya başladı. Beni etkilemeye çalışmıyor, aksine hakkındaki yorum ve söylentilerin asılsız olduğuna beni ikna ediyordu. Konuşma bittiğinde kafalarda şekillenen Hüsnü Bey’in yerini alçak gönüllü, yardımsever, yumuşak mizaçlı Hüsnü Bingöl almıştı. Hakkında vardığım kanıyı yok etmek için Eşref Kaya ve davanın hâkimi ile görüşüp bir hal yolu bulmaya çalışacağını söyledi. O hafta içinde aramızda anlaşma sağlandı ve dava ortadan kaldırıldı.”
Mecit Hun 28 Şubat 1945 – 30 Ekim 1948 tarihleri arasında askerliğini Asteğmen olarak İzmit Gebze ve Polatlı’da Topçu sınıfında tamamlar. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Polatlı’daki askeri birliği ziyareti sırasında oradaki komutan arkadaşlarına, “Matematiği iyi bir subayınız var mı? Bizim çocukların (Rahmetli Ömer ve Erdal İnönü kardeşlerin) iyi bir matematik hocasına ihtiyacı var” şeklinde bir istekte bulunması üzerine Mecit Hun zamanın çoğunu Pembe Köşk’te iki kardeşe matematik dersi vererek geçirir. İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker Hanım o günlere ait anılarında şöyle der:
“Daha sonra isminin Mecit Hun olduğunu öğrendiğim esmer uzun boylu bir genç düzenli olarak Pembe Köşk’teki evimize gelerek her iki ağabeyime matematik dersi veriyordu. Bir gün annem bu genç adama merakla sordu:
“Çocukların durumu nasıl?” . Mecit Hun ciddi bir ses tonunda cevapladı:
“Erdal’ın durumu fena değil ama Ömer’in kafası almıyor.”
1948 yılı sonbaharında Mecit Hun tekrar yedek öğretmen olarak Iğdır Ortaokuluna geri döner. Matematik ve Fizik hocalığını bir yıl devam ettirir. 1949 yılında Zirai Donatımda Satış Müdürü olarak görev yapar; orada bilahare birlikte gazete çıkaracağı müdür Cezmi Öztekin’le tanışır.
1950 yılında Zirai Donatımdan ayrılır. Nurettin Kirman’la beraber Pamuk Tarım Satış Kooperatifinde “kontrolör” olarak görev yapar. Gazetecilik mesleğine ilgi duyar, Ekim 1952’de DİL gazetesini teksirde yayımlar.
Hüsnü Bingöl Mecit Hun ile ilgili yeni bir dosya hazırlar. Gazeteci Murat Bardakçı’nın 18.03.2012 tarihinde yayımladığı KÜRT RAPOR’unda Hüsnü Bingöl, Mecit Hun’u şöyle tanıtır:
“MECİT HUN: Geloi oymağı reisi AHMET ŞEMO’nun oğludur, müfrit (aşırı) Kürtçü olup DİL gazetesinin sahibidir.”
Iğdır’ın ilk noteri Merhum Mustafa Şimşek evlendikten sonra, eşini ve çocuklarını Iğdır’da bırakıp Ankara Hukuk Fakültesine kaydını yaptırır. Mecit Hun da evli ve dört çocuk babasıdır. Mustafa Şimşek’in önerisiyle 1958 yılında Ankara Hukuk Fakültesine kayıt yaptırır. Ancak aşiret ve aile sorumluluğu o kadar yoğundur ki ikinci sınıftan terk eder. Iğdır’a geri döner. Üniversite okumak içinde bir uhde olarak kalır.
SALAMULLAH EMMİ’NİN HAZİN YOLCULUĞU
Değerli okuyucularım! Bütün bu okumalardan sonra sizlerin sayfamdan hüzünlü ve içi buruk bir duyguyla ayrılmanıza gönlüm el vermiyor. Konumuzdan fazla uzaklaşmadan hoş bir anekdotla bugünkü yazımı tamamlamak istiyorum:
Hamza Aygün anlatıyor:
“Salamullah Emmi Kafkasya göçmeniydi. Anlatıldığına göre Türkiye’ye gelmeden önce ‘glava’ yani muhtar veya nahiye müdürlüğüne benzer bir görevi varmış. Annesi Zinnet Hanım, Zülfikârlı Hacı Hüseyin’le evliydi, ebelik yaparak geçimini temin ediyordu.
Salamullah Emmi, Türkiye’ye geldikten sonra Kazancı köyünde rençberlik yaparak geçimini sağladı. Çok şakacıydı. Kulağı her yerdeydi. Onun bu karakteriyle ilgili olarak halk arasında, “Çayı karıştırma içinden Salamullah çıkar!” diye bir özdeyiş bile yer etmişti.
Bir ara köyün gece bekçiliği işini üzerine alan Salamullah Emmi’nin başından bir gün ilginç bir olay geçer. Salamullah Emmi şöyle anlatırdı:
“Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kazancı köyü sessiz ve derin bir uykuya dalmıştı. Sırtımda bekçi tüfeğim, köyün daha çok Aras nehrine yakın tarafında volta atıyordum. Birden karanlığın içinde bir karaltı fark ettim. Tavır ve davranışlarından yabancı birisi olduğu belliydi. Tüfeğimi doğrultup, “Dur!” diye bağırdım. Karaltı, elleri havada yanıma yaklaştı. Tahminimde yanılmamıştım. Karşımda, Ruslarla aramızda sınır Aras nehrini yeni geçmiş bir kaçak duruyordu
O yıllar, maharetli insan şebekeleri vardı. Gece yarısı, uygun bir zamanda, geçiş parası karşılığı sivilleri gizliden bir taraftan diğerine geçiriyorlardı. Casusluk olaylarının da hayli yoğun olduğu böyle bir dönemde benim görevlerimden birisi de şüphelendiğim kimseleri yetkili mercilere bildirmekti.
Karşımdaki adamın hareketlerinden şüphelenmiştim. Yabancı adam, “Bana yardım et!” diye yalvardı. Kendisine, “Evime kadar gelin!” demekle yetindim. Önüme katıp eve götürdüm.
Odalardan birisini kapatıp, hızlı adımlarla ilçe merkezine yola çıktım. Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ü durumdan haberdar ettim. Şüpheli adamı yakalayıp Erzurum’a gönderdiler.
Aradan bir zaman geçti. Mahkeme, kaçağı yakalayan kimse olmam sıfatıyla, şahitlik yapmam için hakkımda celp (çağrı) kararı çıkarttı. Jandarmalar gelip beni köyden aldılar. İki atlı jandarmanın önünde yürüyerek Iğdır’a vardım. Bu kez atlı jandarmalar değişti; başka iki jandarma, yine atlı olarak, beni önlerine katıp Orgof’a götürdüler. Atlı jandarmalar yine değişti; yeni görevli jandarmalar da beni önlerine katarak Çille köyüne; jandarmalar yine değişti; bu şekilde her seferinde beni kendilerine en yakın jandarma karakoluna teslim ederek, bir karakoldan diğerine, yaya yürüterek, 20-30 günde Erzurum’a vardım.
Üstüm başım perişan, ayaklarım kan revan içindeydi. Vakit kaybetmeden hâkimin huzuruna çıkardılar.
Hâkim, casus şüphesiyle yakaladığım adamı bana işaret etti:
“Bu adamı sen mi yakaladın?”
“Evet efendim!”
Hâkim biraz düşündükten sonra,
“Yanında başka kimse var mıydı?”
“Hayır efendim!”
Hâkim, kağıtlarına baktı sonra kafasını kaldırıp bana seslendi:
“Tamam oğlum! Siz gidebilirsiniz!”
Bu iki soruyu sormak için mi bana bunca eziyet vermişlerdi! Geriye dönüş de çabası…
Bu haksızlığı kabul edecek türden insan değildim. Öne atıldım:
“Hâkim Bey, bir istirhamım var!”
“Buyur evlâdım?”
“Ben köy bekçisiyim. Bu adamı yakalamakla görevimi yaptım. Ama sizin sorduğunuz iki sual için beni Iğdır’dan buraya yayan olarak gönderdiler. Ayaklarımın haline bakın! Günlerce yollarda perperişan buraya getirildim. Şimdi, “Tamam gidebilirsiniz” diyorsunuz ama neyle gideyim? Cebimde beş kuruş param bile yok!”
Hâkim, şaşkın halde konuştu:
“Siz bunca yolu yayan olarak mı geldiniz?”
“Evet efendim!”
O yıllar mahkemeler celp ettikleri kimselere “harcırah” veya “ödenek” gibi para yardımı yapmazdı. Hâkim, kendi gücüyle topladığı paraları elime tutuşturup beni Iğdır’a yolcu etti.
(DEVAM EDECEK)