Değerli Okuyucular!
Her büyük sanatçı, doğup büyüdüğü aile ortamından, şehrin tarihi ve sosyal kimliğinden, çocukluğunda ve ilk gençliğinde yaşadıklarından etkilenir, bu değerler farkında olmadan bilinçaltına yerleşir, kök salar. İlk fırsatta, sanatçı ya parmaklarını ya eline aldığı kalem veya fırçasını kullanarak şiirini, romanını kaleme alır, resmini tuvale aktarır, müziğini besteler, böylece geçmişiyle hesaplaşır.
Yaşar Kemal, çocuk yaştayken, babasının gözleri önünde camide namaz kılarken öldürülmesini yüreğinde bir isyan olarak taşır. Yazdığı kitaplar bir anlamda bu isyanın ateşini söndürmek içindir. Yine çocuk yaşta kazaen bıçağın fırlayıp sağ gözünü kör etmesi diğer acısıdır.
Bazen de yüreklere yerleşen aşk acısı sanat dürtüsünü okşar, ortaya çıkarır. Ünlü Meksikalı ressam Frida Kahlo bir söyleşisinde duygularını şöyle ifade eder: “Hayatımda karşıma çıkan iki büyük acı beni sanata yöneltti: Birincisi, daha 17 yaşımdayken, eve dönerken bindiğim otobüs tramvayla çarpıştı, tramvayın demir çubuklarından birisi sol kalçamdan girip leğen kemiğinden çıktı. Hayatım boyunca 35 defa ameliyat oldum, bunun fiziksel acısını yaşadım. İkincisi, Diego Rivera’ya (ünlü Meksikalı artist) olan aşkımdı…”
Ünlü Norveçli ressam Edward Munch, çocukluğunda art arda travmalar yaşar. Annesi ve ablası, erken yaşta verem hastalığından vefat eder. Bir kız kardeşi psikolojik tedavi görür. Erkek kardeşi genç yaşta hayatını kaybeder. Fiziksel bünyesi zayıf olan Munch, bütün bu acılarla boğuşur. Resim, bir kurtarıcı olarak kapısını çalar.
Bütün bunları yazarken, parmaklarım beni çağdaş Kürt resminin en büyük ustasını, Arif Sevinç’i sizlere tanıtmak için sabırsızlanıyor.
ARİF SEVİNÇ’İN ÖZGEÇMİŞİ
Arif Sevinç, 1959’da Doğubayazıt’ta dünyaya gelir. Baba adı Muzaffer, anne adı Nafiye’dir.
Celali Aşiretinin bir alt kolu olan Gêloî (Geloylu) Aşireti mensubudur. İlk ve ortaokulu Doğubayazıt’ta, liseyi Kayseri’de tamamlar.
Kayseri Lisesi yıllarında resim hocasının özendirmesiyle karakalem çalışması yapar. İlk sergisini de aynı lisede açar.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi izleyen yıllarda, 1982’de Diyarbakır Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencisiyken, siyasi nedenlerden dolayı tutuklanır.
4 yılı aşkın Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde hapis yatar. Ağır işkencelere maruz kalır. 1986 yılı yaz ayında özgürlüğüne kavuşur.
Arif Sevinç, boş durmaz, gözaltı, sorgu ve cezaevi sürecini tuvale yansıtır, tablolarını 1987’de Ankara’da Mülkiyeliler Vakfı Salonu’nda “Haberin Var Mı Taş Duvar” ismiyle sergiler. Daha sonra İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi’nde ikinci sergisini açar. Her yıl düzenli olarak İnsan Hakları Vakfı’nın İzmir’de düzenlediği geleneksel karma sergiye katılır.
Siyasetle içli dışlı olan Arif Sevinç, Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK) ile Kürt-Kav, Özgürlük Yolu Vakfı, Demokrasi Partisi (DEP), Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), TEVKURD, HAK-PAR gibi değişik legal Kürt parti ve kurumlarında yer aldı, çeşitli kademeler sorumluluklar üstlendi. Arif Sevinç, halen HAK-PAR Genel Başkan Yardımcısı olarak siyasi mücadelesini devam ettirmektedir.
Arif Sevinç, 2008’de İsviçre ve Almanya’da 2009’da Diyarbakır-Keçi Burcu’nda, 2012’de de İstanbul KÜRT-KAV’da kişisel sergiler açtı. Ayrıca afiş, kapak tasarımı ve karikatür gibi resim sanatının çeşitli kollarıyla ilgili oldu. Resim ve karikatür çalışmalarını aralıksız devam ettirdi.
1989-2014 yılları arasında Evin Yayıncılık bünyesinde yayımlanan Azadî, Dengê Azadî, Ronahî, Hêvî, Roja Teze, Dema Nû Gazetesi ile Deng dergisinde yazılar yazdı, Deng Yayınevinde temsilci veya genel yayın yönetmeni olarak çeşitli sorumluluklar üstlendi.
Arif Sevinç, evli ve bir kız çocuğu babasıdır.
ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ
Arif Sevinç, Doğubayazıt’ta geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını şöyle anlatır:
“Çocukluğum, ağır bir asimilasyon politikası altında, Kuzey Kürdistan’ın Doğubayazıt ilçesinde geçti.
Babam, her fırsatta annemi, “Çocukların yanında Kürtçe konuşma” diyerek azarlardı. Annem, yasağa rağmen yine de arada bir Kürtçe kelimeler mırıldanır, Kürtçe ninniler söyler, ağladığında da Kürtçe ağıt yakardı. Annem, okulda öğretilmeyen ot ve bitki isimlerini Kürtçe söylerdi: Sêbiske, gizêr, tolîk, selmance, cehtirî, punk vb.
Toprak evimizin kapısı, görkemli Ağrı Dağı’na bakıyordu. Ah Bayezid! Sen ne güzel bir şehirsin!
Bir yandan; insana, baş kaldırmayı, güçlü olmayı, “qurre” (kibirli) durmayı fısıldayan Ağrı Dağı, diğer yandan insana ince, sanatsal bir ruh esinleyen muhteşem İshak Paşa Sarayı…
Tabi, bu kadar değil!
Urartulardan kalma kale yıkıntıları, Eski Bayezıd şehrinden geri kalan harabe evler, Kerem ile Aslı’nın birlikte zaman geçirdiklerine inanılan aşkın mabedi ve nihayet “Keşişin bahçesi”…
Dağa oyulmuş birisi kadın diğeri erkek ile bir de aralarına oyulmuş keçi figürü vardı. Kapısını bu oymaların ve kabartmaların süslediği bu geçite halk arasında bir isim takılmıştı: “Qula Bizinê” (Keçi Deliği).
Ayrıca, taştan yapılmış eski, gösterişsiz bir mekân vardı. İshak Paşa Sarayı’nı her ziyarete gittiğimizde mutlaka uğrar, içindeki mezarı ziyaret eder, dua okurduk.
Annem, orada yatanın “Xani Baba” olduğunu söylerdi. Bayazıt halkı, günlük yaşamında “Xani Baba” ismi üzerine yemin etmeyi bir gelenek haline getirmişti.
Kimdi bu Xani Baba?
Bayazıt halkı, birbirine dalaştıklarında, kavga çıktığında, “Ma devra Biro’ye? (Biro’nun zamanı mı?)” diyorlardı.
Kimdi bu “Biro”?
Biro’nun zamanında neler olmuştu?
Baharda İshak Paşa Sarayı’na giderken yolda “Gora Fille” (Gayri Müslüm Mezarlığı) diye bilinen bir yerin önünden geçerdik. Güzel bir su kaynağı vardı. Aman Tanrım! Orada kaynayan su ne de hoştu! Acaba, oraya neden “Gora Fille” diyorlardı?
Kimdi bu “Fille’ler (Gayri Müslümler)”? “Gor”larını (mezarlarını) bırakıp nereye gitmişlerdi?
Ağrı Dağı, İshak Paşa Sarayı, Ahmedê Xani, Biro Heskî Tellî, Gora Fille, Keşişin Bahçesi, Qula Bizinê, Urartu kalıntıları, gizlice dinlenen Erivan Radyosu ve annemin Kürtçe yakarışları, ninnileri…
Bütün bu kavramlar, yüreğimde ve zihnimde sarmaşık gibi birbirine sarılıp yükseliyordu. Okuldaki Türkçü eğitim ve asimilasyon uygulaması bilincimi çarpık ve iğreti bir duyguyla teslim almıştı. İşte böyle bir zamanda “Özgürlük Yolu” isimli dergiyle tanıştım.
Dergide okuduğum yazılar, ruhumu canlandırdı. Devletin yıllardır ilk, orta ve lisede bizleri kendi dilimizden, kültürümüzden, milletimizden uzaklaştırma çabalarını bir kenara ittim. Çocukluğumdan beri zihnimi kurcalayan her kavram bir anlam kazandı. Üstü örtülü ve kapalı her şey, açıklığa kavuştu.
Kemal Burkay’ın çıkardığı Özgürlük Yolu dergisi ve Roja Welat gazetesi başta olmak üzere okudukça Kürd olmanın bilincine vardım. Sevdim. Gurur duydum. Kürt dilinin ve kültürünün zenginliğine hayran kaldım.
Ve her gün bu hayranlığım daha da büyüyor.
Tuvallerime sömürgecinin yok saydığı, yasakladığı, aşağıladığı tarihi ve kültürel değerlerimizi gururla taşıyorum. Halen Kürt siyasetinde ve resim alanındaki çalışmalarımı büyük bir zevk ve özveriyle sürdürüyorum.”
ARİF SEVİNÇ’İN HAYATINDAN ACI BİR KESİT
Özgürlük Yolu isimli derginin okuru olan Arif Sevinç, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Tarih bölümü 3. sınıfta öğrenciyken cezaeviyle tanışır:
“Özgürlük Yolu, Kürt meselesini tartışan bir dergiydi. Biz de derginin müdavimleriydik.12 Eylül olunca aydınlarımızı, hocalarımızı, öğretmenlerimizi toplayıp götürdüler.”
Yakalanıp götürülenlerin cezaevinde işkence gördüğünü, hatta öldürüldüklerini duymaya başladıklarını söyleyen Arif Sevinç’in okuduğu okul bir gün askerler tarafından basılır, 300’ün üzerinde öğrenci gözaltına alınır. Evlerinde arama yapılır.
Arif Sevinç ve gözaltına alınan öğrencilerin gözleri bağlanır. Askeri bir barakaya götürülürler. İşkenceden geçerler. Arif Sevinç, o yıllardaki ruh haline özetler:
“Öğrenciydik, gençtik. Meselelere duyarlıydık. Tartışıp anlamaya vermeye çalışıyorduk.”
Arif Sevinç ve arkadaşları 45 gün gözaltında tutulurlar. Elleri dizlerinin üzerinde, gözleri kapalı, aç, susuz… Bu yetmezmiş gibi cinsel organ ve parmaklara takılan kablolarla elektrik işkencesi yapılır. Diğer işkenceler takip eder: Falaka, uykusuzluk, tuvalet yasağı…
Suçsuz olduklarını düşünüp mahkemede serbest kalacaklarını ümit ederler. Ancak savcı tutuklama kararı verir, Arif Sevinç ve arkadaşlarını Diyarbakır Cezaevi’ne gönderir. “Cezaevinde, gözaltına nazaran daha rahat ederiz,” diye düşünürler ama yanıldıklarını çok geçmeden anlarlar.
Sıraya sokulurlar. Esas duruşta beklerken, adını ömür boyu unutamayacakları işkenceciyle tanışırlar: Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran. Dayaktan sonra hücrelere konurlar. 1 ay hücrede kalırlar. 1 kişilik hücreye 17 kişi sıkışırlar. Yatmak, uzanmak mümkün değildir. İşkence seansları başlar. Her gün birkaç kez koridora çıkarılır, üstüne “HAYDAR” yazılı kazma sapı ve kalaslarla dayak yerler.
“Bir saate yakın dövdükten sonra bizi hücre önündeki lağım kanalına sokuyorlardı. Ağzımız burnumuz kan içerisinde lağımda sürünüyorduk. Lağımı zorla içiriyorlardı. Sonra üzerimizde lağımın pisliği ve yaşlığı ile tekrar hücremize tıkılırdık. Buna insan nasıl dayanır bilemiyorum. Bazen düşünüyorum, vallahi benim bile yaşadıklarıma inanasım gelmiyor.”
Bir aylık hücre cehenneminden sonra ‘koğuşlara geçeceğiz’ diye yeni bir umuda kapılırlar. ‘Belki koğuşta rahat ederiz,’ diye düşünürler.
“Çünkü çok açtık. Uzun süre insan aç kaldığı zaman bütün düşünceleri yemek üzerine oluyor. Dayağın acısı bir iki saat sonra geçiyor ama açlığı unutamıyorsunuz.”
29 No’lu koğuşun önünde elleri, kolları, ayakları morarıncaya kadar dayak yerler. İşkence seansından sonra 20 kişinin bile zor kalacağı bir koğuşa 60 kişi sıkıştırılır.
“50 civarında askeri marş öğretmişlerdi. Sabah erkenden uyandırılıyor, 9.00’a kadar yerimizde sayarak marşları gür sesle söylüyorduk. Sonra havalandırmaya çıkıyor, askeri sıraya giriyorduk. Bacaklarımız göğsümüze değecek şekilde, ayaklarımızı yukarı kaldırıp sert bir yürüyüş yapıyorduk. İçimizden birisi öne çıkıp, Atatürk’ün hayatını okur, biz de yüksek sesle tekrar ederdik. Hem de oturmadan, dinlenmeden akşama kadar… Tahliye umudumuz yoktu; önemli olan ölmeden günü kurtarmaktı.”
Arif Sevinç, 4 yıllık işkencenin ardından tahliye edildiğinde, sevinemez:
“Çıktığıma, serbest bırakıldığıma inanmıyordum. Çünkü, daha önce bazı arkadaşlarımızı ‘tahliye ediyoruz’ diyerek aramızdan alıp götürdüler, öldürdüler. ‘Tahliye oldunuz’, denildiği zaman sanki idama götürülüyoruz şeklinde algılıyorduk. İdam sehpası zaten vardı. İpi boşlukta sallanıyordu. Asmıyorlardı, ama asacaklarmış gibi bir duyguyu bize yaşatıyorlardı.”
Arif Sevinç, tahliye olur olmaz askerlik şubesine götürülür:
“Askere hemen gitmedim. Birkaç gün izin verdiler. Ben, kaçabildiğim kadarıyla, yaklaşık 4 yıl boyunca gizlenip askere gitmedim.”
Yaşadığı travmalardan kurtulabilmek için lise yıllarından beri yaptığı resme geri döner. 6 ay gibi bir sürede 35 tablo yapar. İlk sergisini 1987’de Ankara Mülkiyeliler Vakfı salonunda açar.
ARİF SEVİNÇ’İN TABLOLARINDAN BİR SEÇKİ
İŞKENCECİLERE SON SÖZ (Mücahit)
“Ey işkenceciler! Hüküm sürdünüz. Hak, hukuk tanımadan gençleri, aydınları cezaevlerine tıktınız. İşkenceleriniz çeşit çeşitti… Sadistçe zevk aldınız. İnsan kimliğini parçaladınız, yok ettiniz. İnsan onuru ve değerlerini ayaklar altına aldınız. Falakaya yatırdınız, cop soktunuz. Lağım suyu içirdiniz. Tutuklulara ders (!) verdiğinizi zannettiniz.
Unutmayınız, bir tuval, birkaç tüp yağlı boya, birkaç fırça darbesi, sizin görkemli saltanatınızı yerle bir etmeye yetti. Bugün insanlık, Arif Sevinç’in tablolarından sizin iğrenç yüzünüzü tanıyor. Bugün insanlık, Arif Sevinç’in fırçasından, Kürt Tarihinin karanlık sayfasından gün yüzüne çıkan değerlerini kucaklıyor.
Ey sahte yüce (!) apoletli beyler! Unutmayınız, artık devriniz kapandı. Arif Sevinç’in fırçasındaki domuz kılı sizden daha değerli. Bunu bilerek yaşamaya devam ediniz. Bu da Arif Sevinç’in sizden intikamıdır.”