TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 6,948
BÖLÜM 1
Değerli okuyucular! İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hüsnü Bingöl Dönemini yazarken kaçınılmaz olarak medyada ve popüler okumalarda karşıma “Boraltan Köprüsü Faciası” ismiyle düzinelerce yazı çıktı. Gerçi daha önce gerek Iğdır’daki gazeteci dostlardan gerekse farklı üniversitelerdeki öğretim görevlisi arkadaşlardan bu konuda onlarca telefon almıştım. Bunun nedeni Iğdır’la ilgili detaylı bir çalışma yapmış olmam ve Iğdır Sevdası isimli kapsamlı bir kitabı 2002 yılında yayımlamamdı.
“Iğdır’da Aras nehri üzerinde Boraltan isimli bir köprü var mı?” diye sorduklarında hep aynı şaşkınlıkla cevaplıyordum:
“Şu ana kadar ne Boraltan ismini ne de Boraltan Köprüsü ismini duydum!”
İlk anda, medya ve siyaset dünyasında uzun süreden beri devam edegelen “Boraltan Köprüsü” tartışmasının Hüsnü Bingöl konusuyla nasıl bir ilgisi olduğunu düşünebilirsiniz. Aşağıda yer verdiğim iddialara göz atıldığında göreceğiniz gibi Boraltan Faciasının (!) oluş tarihi, iddia sahiplerine bağlı olarak 1941-47 arasında değişiyor ve bu olayın genellikle Iğdır ili sınırları içinde Aras nehri üzerinde olduğu iddia edilen “Boraltan Köprüsü”nde gerçekleştiği yazılıyor. Bu yıllarda Hüsnü Bingöl Iğdır’da hatta Doğu Anadolu Bölgesinde tüm haşmeti ve kararlılığıyla görevinin başındadır. Eğer o yıllarda Aras nehri üzerinde “Boraltan Köprüsü Faciası” denilen olay yaşanmışsa Hüsnü Bingöl bu konuyla birincil derece ilgili olmuştur.
“Boraltan Köprüsü” sorusunu cevaplamak bir anlamda Hüsnü Bingöl’ün o dönem üstlendiği görevin ciddiyetini ve Hüsnü Bingöl’ün kişiliğini sorgulamak anlamına gelir. Ayrıca yazı dizisi devam ettiğinde göreceğiz ki Hüsnü Bingöl’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ne en büyük katkısı İkinci Dünya Savaşı yıllarında olmuştur.
“Boraltan Köprüsü” iddiası aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri devam edegelen iki büyük yaklaşımın Misak-i Milli ve Turancılık taraftarlarının gizli bir hesaplaşmasıdır. Bu yüzden “Boraltan Köprüsü Olayı” tartışması savaş esnasında yaşandığı iddia edilen küçük bir detay değil Cumhuriyet’in içinde gizliden gizliye var olan ciddi bir hesaplaşmanın dışa vurumudur. Bu yüzden “Boraltan Köprüsü” tüm yönleriyle ele alınmalıdır. Bütün bu detaylara geçmeden önce yapılan iddialara olduğu gibi yer vermek zorundayım. Sabrınız için şimdiden teşekkür ederim.
İsterseniz bu iddiaların bir kısmına özetleriyle birlikte göz atalım:
İDDİA_ 1:
Okuyucularıma öncelikle şunu belirtmek istiyorum: “Boraltan Köprüsü” tartışmasının, Türkiye gündemine – uzun bir aradan sonra- dönemin Başbakanı şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından Eylül 2012 tarihinde AK Parti Genel Merkezinde yaptığı konuşmayla girdiğini hatırlatmak istiyorum:
O gün Sayın Başbakan şöyle bir ifade kullanır:
“CHP’nin on yıllar boyunca üstünü örtmeye çalıştığı bu olay maalesef gerek Türk gerek Azeri tarihine acı bir hatıra olarak kazınmıştır. 1945 yılında 146 Azeri aydın Stalin zulmünden kaçıyorlar. Türkiye’ye sığınıyorlar. Azeriler öz kardeşlerinin yurduna gelip kucaklaşıyor. Stalin, Türkiye’den bu Azerilerin derhal iadesini istiyor. Sınırdaki karakola telgraf çekiliyor ve mültecilerin iadesi isteniyor. Karakol komutanı emri defalarca teyit ettiriyor. Ancak CHP hükümetinden emir geliyor. Durumu anlayan Azeriler lütfen bizi siz kurşuna dizin kendi bayrağımızın altında bizi öldürün diyorlar. Ancak Ankara’dan gelen emir nettir. Aras Nehri üzerindeki Boraltan köprüsünü geçen aydınlar, elleri bağlanmış olarak infaz ediliyor. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söyleniyor.”
ÖZET
Dönemin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’nın ifadesini özetleyelim:
- 146 Azeri aydın (sivil) Boraltan köprüsünü geçerek Türk karakoluna sığınıyor.
- Olay 1945 yılında oluyor
- Komutan, Ankara’ya telgraf çekip görüş alıyor.
- Ankara (İnönü), aydınların Sovyetlere geri verilmesini emrediyor
- 146 aydın Boraltan köprüsünden derhal Sovyetlere iade ediliyor
- Azeri aydınlar Sovyet askerleri tarafından elleri bağlanmış halde kurşuna diziliyorlar.
- Karakol komutanının, elim manzaraya tahammül edemeyerek intihar ettiği iddia ediliyor
İDDİA_ 2:
Boraltan Köprüsü faciasını (!) ilk kez gündeme getiren isim Demokrat Parti (DP) Tekirdağ milletvekili Şevket Mocan’dır.
1951 yılında Mocan soru önergesi verir:
“T. B. M. M. Başkanlığı Yüksek Katına
Aşağıdaki suallerimin sözlü olarak Başbakan tarafından cevaplandırılmasını rica ederim:
1. Muhtelif tarihlerde memleketimizde siyasi mültecilik haklarına dayanarak iltica etmiş (156) mülteci 1947 senesinde, milletlerarası hukuk kaidelerine tamamen aykırı olarak Sovyet Rusya’ya teslim edildikleri doğru mudur?
2. Facia kurbanlarının sevk şekli de kurban gönderilen mabudun usullerine uygun olmasından ve akıbetlerini görmesinden, teslim işinde vazifeli Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın asabi rahatsızlığa uğradığı ve sinir hastanelerinde tedavi olduğu doğru mudur?
ÖZET
Milletvekili Şevket Mocan’ın iddiasını özetleyelim:
- Olay 1947 yılında olmuştur
- Mülteci sayısı 156’dır
- Mülteciler aynı anda değil muhtelif tarihlerde memleketimize iltica etmişlerdir
- Subay (karakol komutanı) Reşat asabi rahatsızlık geçirir, tedavi görür
İDDİA_3:
Bu kez sizlere Vikipedi isimli İnternet sayfasında yazılanları olduğu gibi aktarıyorum:
“Boraltan Köprüsü Katliamı ya da Boraltan faciası, Türkiye’ye sığınan 195 Sovyet askerinin 1945 yılında mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde Sovyetler Birliği’ne iadesi sonrası yaşanan katliamdır.
Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü’nden geçerek Türkiye’ye iltica etmişlerdi. Sınır karakolunda bulunan Azeri kökenli Sovyet askerleri, hükümetin talimatıyla iade edildi ve Boraltan Köprüsü’nde kurşuna dizildi. Reha Oğuz Türkkan’ın iddiasına göre iltica edenlerin sayısı 407 idi.”
ÖZET
- 195 Sovyet askeri (aydın değil) 1945 yılında Sovyetlere iade ediliyor
- Aras nehri üzerinde Boraltan köprüsünden geçerek Türkiye’ye iltica etmişlerdir
- Boraltan köprüsünü geçerek Türkiye’ye sığınan askerler daha köprünün yanından uzaklaşmadan geri gönderiliyorlar
- Reha Oğuz Türkkan sayıyı 407’e çıkarıyor
İDDİA_4:
EKŞİSÖZLÜK’te: (eksisozluk.com/turkistan-lejyonu–978341) başka bir kalem şöyle yazar:
“Yıl 1945. Savaş bitmiş Stalin kendini dünyanın kurtarıcısı olarak görüyor ve Türkiye’ye karşı olan nefretini saklamıyordu ama Türkiye Almanya’ya savaş açmış ve bilfiil Sovyetlerin müttefiki konumundaydı. Savaş sırasında Bolşeviklere karşı savaşmak kendi vatanlarını hürleştirmek için Kazak Türkleri Türkmenler, Tatarlar ve birçok Türk hatta Türkiye’den bazı Türkler Naziler tarafından kurulan Türkistan tümenlerine katıldılar. Bazıları savaştı. Öldü. Bazıları Sovyetlere esir düştüğü gibi idam edildi ama bazıları da diğer müttefik devletlerin (Amerika, İngiltere) esiri oldu. Stalin derhal İngilizlerden bu esirleri istedi, akıbetleri belliydi. İngilizler başta reddettiler ama sonra razı oldular, Stalin’i kızdırmak istemiyorlardı. Bu insanlar trenlere dolduruldu. Binlerce kişi. Ama asıl dram daha yaşanmamıştı.
Polonya ile olan sorunlar yüzünden Polonya sınırından geçemeyecekti bu trenler. Türkiye üzerinden gitmelerine karar verildi. Umut doğmuştu bu insanların kalplerine. Tüm Türklerin koruyucusu tek hür Türk devletinden geçeceklerdi. Özgür bırakılabilirlerdi ama öyle olmadı. Türk subaylarının gözyaşları arasında bu insanların üzerine vurulan kilitler açılmadı. Anlıyorlardı. Kimse Stalin’i kızdırmak istemez. O yüzden yalvardılar o subaylara, ‘Bizi siz vurun diye’. Ama olmadı. Binlerce insan Rus topraklarına vardı ve idam edildiler.”
ÖZET
- Binlerce Türkistan, Azerbaycan kökenli asker (Sovyet vatandaşı) Stalin’e teslim edildi.
- Trenlere bindirildiler. Kapılara kilitler vuruldu.
- Trenler Türkiye’den transit geçip Sovyetlere ulaştı
- Polonya sınırında sorun olduğu için Türkiye üzerinden Sovyetlere teslim edildiler
- İdam edildiler
İDDİA_5:
Iğdırlı öğretim görevlisi Sayın Sözer Akyıldırım yazar:
“Yıl 1944, hangi ay olduğu meçhul, BORALTAN diye bir köprü varmış. Hem de ARAS nehri üzerinde, 2 si kadın 146 Türk Aydını (Azeri Türkü), karşıya geçmişler…Karşı taraf, Iğdır mı? Belli değil, ama geçmişler, zalim Stalin ve Kızıl Ordunun elinden kaçmışlar. Anavatan Türkiye’ye sığınmışlar. İşin dramatik kısmı asıl burada başlıyor. Sıkı durun. Sınırı geçen ‘GARDAŞ’larımız Türk toprağını eğilerek, secde ederek öpmeye başlıyorlar… Askerlerimiz ve soydaşlarımız ağlaşarak kucaklaşıyorlar…Ankara’ya telgrafla haber veriliyor. Bu gelen konuklarımızı ne yapalım? Ankara’daki gaddar hükümet, ‘Tez elden bunları, iade edesiniz’ diye emir buyurur. Karakol komutanı, gelen kardeşlerimize durumu açıklar. Kardeşlerimiz acı ve feryat içinde yalvarırlar ”Ne olur bizi siz öldürün, Ruslara vermeyin”… Emir kesindir. Çaresizlik içinde, gelenler iade edilir, BORALTAN Köprüsü’nden ölüme yürüyüşü başlar…Hikâye içinizi ezdi mi, yüreğiniz burkuldu mu? Ben de üzülmüştüm ve ‘kahrolsun zalimler’ demiştim. Hikâyemizin sonunda 146 gardaşımız tanklar altında çiğnenerek katledilirler. Olayı naklen izleyen karakol komutanı gördüğü manzara karşısında dayanamayıp intihar eder…”
ÖZET
- Olay 1944 yılında olmuş
- Boraltan diye bir köprü varmış
- 2 si kadın 146 Azeri Türkü aydın karşı tarafa (Türkiye’ye) geçmişler
- Karşı taraf Iğdır mı belli değil
- Boraltan köprüsünden Sovyetlere teslim ediliyorlar
- Tanklar altında ezilerek katlediliyorlar
- Karakol komutanı intihar eder
İDDİA_6:
Iğdırlı yazar Sayın Ziya Zakir Acar yazar:
“Yıl 1944. Sovyetler Birliği tarafından Kırım Türklerinin topluca sürülüp soykırımı tabi tutulduğu Türk Topluluklarının paramparça edilip esarette oluk oluk Türk kanının akıtıldığı yıllar!…Şan ve şöhretle dolu olan Türk Tarihinde böyle bir olayın yaşanması hem inanılmaz, hem de yürekleri sızlatan bir durum…Türk tarihinde Türk’ün Türk’e yaptığı büyük olaylardan biri, Azerbaycanlı soydaşlarımızın Boraltan Köprüsü’nü geçerek Türkiye’ye sığınma isteklerini, Türk hükümetinin geri çevirip Ruslara teslim edilmesi olayıdır. Bu olay, tarihin bir yüz karası olarak hatıralarda kalmıştır. Çanakkale’de düşman askerinin bile yarasını sarmayı şeref bilen, destanlar yazan, çağ açıp çağ kapatan Türk Milletinin vicdanı, şerefi ve soydaşlık bağı, diplomasiye ve bürokrasiye yenik düşmüştür! 1944 yılında Orta Asya, Sovyet Rusya’sı tarafından işgal edilmiş ve komünist sisteme karşı koymak için atılan en ufak adımın bile önüne geçilmek istenmiştir. Bu baskıdan kaçarak kendileri için “anayurt” olarak gördükleri Türkiye’ye sığınmak isteyen 417 tane Azerbaycan Türkü soydaşımız, Iğdır’daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü‘nü geçmiş ve hürriyete kavuşmanın sevinciyle Türk sınır karakoluna sığınmışlardır. Stalin zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan, yürekleri hürriyete, kardeşlerinin ve ezan sesine kavuşmanın tarifi imkânsız sevinci ile dolar toprağı öpmezler adeta yalarlar. Sınır Karakolda nöbet tutan Mehmetçiğin söylediği sözler tüyleri diken diken eder. Ağlamaklı olursun. Hudutta nöbet tutmanın vefakârlığı ve Mehmetçiğin yüceliğini görürsün. (…) Boraltan Köprüsü şimdiki Karakale’nin bulunduğu yerdeki Serdarabat Köprüsüdür.”
ÖZET
- Olay 1944 yılında oluyor
- Türkiye’ye sığınanların sayısı 417 Azerbaycan Türküdür
- Aras nehri üzerindeki Boraltan köprüsünden Türkiye tarafına geçmişler
- Aras nehri üzerinde Boraltan köprüsü vardır
- Boraltan köprüsünün diğer adı Serdarabat köprüsüdür.
İDDİA_7:
Celal Bayar’ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ile Liaisan Şahin’in birlikte yazdıkları “Stalin ve Türk Dünyası” (Kaknüs Yayınları) adlı kitapta yazar:
“Türkiye’ye sığınan Türk kökenliler, Yozgat Mülteci Kampında tutulmuşlardır. 1945 yılında Hükümetin talimatı ile bu Türkler, Sovyetler Birliği’ne iade edilmek üzere trenle Kars’a sevk edilmişlerdir. Sevk edilen Türk sayısı 1100 kişidir. Bu 1100 kişi bugün Akyaka İlçesi Doğukapı dediğimiz Kızılçakçak sınır kapısından Sovyetlere teslim edilirler. Öyle tankla ezme diye bir olay yoktur, ancak bu Türklerden bazılarının kurşuna dizildiklerine dair ciddi tanıklıklar bulunmaktadır.”
ÖZET
- Türkiye’ye sığınan Türk kökenliler var (Asker mi sivil mi bilmiyoruz)
- Yozgat mülteci kampında kalıyorlar
- Hükümetin talimatıyla 1100 kişi Yozgat’tan trenle Kızılçakçak sınır kapısından Sovyetlere teslim edilirler
- Tankla ezme yoktur. Bazıları kurşuna dizilmiştir.
İDDİA_8:
Taha Akyol yazar:
“1944’te artık Kızılordu korkusu vardır. Stalin zulmünden Türkiye’ye sığınan 147 Azerbaycanlı Türk, bu korkuyla Sovyetler’e iade edilmiş ve Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü’nün öbür tarafında kurşuna dizilmişlerdir! Korkunç bir faciadır bu. Ama bazılarının yazdığı gibi sebep “Milli Şef’in Türklüğe ihaneti” değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın facialarını ve ülkenin işgal edilmesinin felaketlerini yaşamış olan İsmet, Fevzi, Karabekir, Rauf neslinin İkinci Dünya Savaşı felaketinden Türkiye’yi koruma telaşıdır!”
ÖZET
- Stalin zulmünden Türkiye’ye sığınan 147 Azerbaycanlı Türk var
- Sovyetlere iade ediliyorlar
- Boraltan Köprüsünün öbür tarafında kurşuna dizilmişler
- Olay 1944’te oluyor
İDDİA_9:
Pakman World (https://bpakman.wordpress.com) sitesi yazar:
“Rus Bolşevikler tarafından 1920’de işgal edilen Azerbaycan 2. Dünya savaşında mecburen Rusların yanında yer aldı, Rus ordusuna asker verdi, çok sayıda Azerbaycan Türkü yok yere hayatını kaybetti, sakat kaldı veya Almanlara esir düştü. Savaştan sonra Stalin Azerbaycan’da cadı avı başlattı, birçok Azerbaycan Türkünü, özellikle Almanlara esir düşenleri Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle zindanlara attırdı, Sibirya’ya sürdü, kurşuna dizdirdi. Bu baskılardan kaçan doktor, hakim, mühendis ve öğretmenlerden oluşan 146 Azerbaycan Türkü aydın 1944 yılında Aras Nehri üzerinden Boraltan Köprüsü’nü geçerek ana yurtları bildikleri Türkiye’ye sığındılar.
O tarihte Almanlar yenildi, Türkiye de tarafsızlıktan çark ederek Mihver devletlerden uzaklaşıp Müttefiklerin safına kaydı. Sovyet Komünist rejim kaçan Azerileri takip ederek yerlerini tespit etti ve Türkiye’den istedi. Bu 146 Azeriyi zamanın İsmet İnönü hükümeti hiç çekinmeden trenlere doldurtarak tekrar huduttaki Boraltan Köprüsü’ne naklettirdi. Çekingen, ihtiyatlı ve cesaretsiz olmasıyla bilinen İnönü aslında Ruslardan korkmuşsa da bunu “Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz” gerekçesiyle kamufle etmişti. Dönemin hükümeti, Aras Nehri’nin kenarındaki sınırdaki karakola telgraf çekti, İnönü iş başında o zaman, ve mültecilerin iade işleminin gerçekleştirilmesini istedi. Karakol komutanı gözlerine inanamadı. Emri defalarca teyit ettirdi. Ancak Ankara’dan kesin ve net emir geldi, “Azerileri teslim edin“. Durumu anlayan Azerbaycan Türkleri, Türk askerlerinin boynuna sarılıp yalvardılar, “Ne olur bizi teslim etmeyin. Bizi burada siz kurşuna dizin, kendi toprağımızda, kendi öz gardaşımızın, kendi bayrağımızın altında bizi öldürün” dediler. Ancak Ankara’dan gelen emir netti. Boraltan Köprüsü’nü geçen Azerbaycan Türkleri, köprünün hemen karşısında Türk askerlerinin, Türk subaylarının gözleri önünde elleri bağlanmış olarak infaz edildiler. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söylenir.
Azerbaycan Türkü kardeşlerimiz Kars’tan geçerken, istasyon kenarındaki evlerden bu faciaya tanıklık eden birçok Karslı olmuştu. Buralardan geçen o 146 kişi üzerlerinde ne kadar kıymetli eşya varsa trenin pencerelerinden halka attılar. Sadece üzerlerinde bir gömlek ve bir pantolon kaldı. Azeriler demişler ki, zaten biz hududu geçtiğimizde öldürüleceğiz.”
ÖZET
- Olay 1944 yılında meydana gelir
- 146 Azerbaycan Türkü / Azeri aydını (sivil) Türkiye’ye sığınır
- Aras Nehri üzerindeki Boraltan köprüsünü geçerek gelirler
- Bunlar uzun bir süre Türkiye’de kaldılar
- Sovyetler Azerilerin yerini tespit etti ve Türkiye’den istedi
- İnönü, kaçan Azerileri arayıp bulup trenlere bindirdi, Boraltan köprüsünden teslim etti
- Hükümet, sınırdaki karakol komutanına mültecileri teslim etme emri verir
İDDİA_10:
Kars’ın ilk kültür ve kütüphane müdürlerinden Temraz Kesemenli yazar:
“Ruslara teslim edilen 146 Azeri sığınmacının Boraltan Köprüsü’nden geçerken yükselen feryatlarına birçok Karslı tanıklık etti, 1944’te İsmet İnönü’nün emriyle Azerileri götüren memur akli dengesini yitirdi ve akıl hastanesinde vefat etti, Boraltan faciası Türk tarihine bir kara leke olarak geçti.”
ÖZET
- 146 Azeri sığınmacı var
- Boraltan köprüsünden teslim ediliyorlar
- Olay 1944’de oluyor
- Azerileri götüren memur aklını yitirdi, hastanede vefat etti
İDDİA_11:
Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan yazar:
“1944 başları idi. Rusya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan çoğunluğu Azeri olan Türklerin Rusya’ya iade edileceğini duyduk. Bunun üzerine ben Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Gedeleç’i aradım, babamın arkadaşı idi. Kendisine maksadımı belirtmeden İsmet Paşa ile çok tanışmak istediğimi söyledim. Elini öpmek için bir randevu verir misin dedim. Olur dedi ve bir süre sonra telefon etti. Paşa Termal’e geliyor, şu gün şu saatte orada ol; ama Paşa seninle ancak ayakta konuşacak, programı dolu dedi. Gittim orada bekliyorken Paşa merdivenlerden indi. Kemal Bey beni takdim etti. ‘Böyle bir rivayet duyduk ama tabii inanmadık Paşam?’ dedim. ‘Siz kimsiniz, ne karışıyorsunuz?’ dedi. Benim babamı da az çok tanırdı, söyledim ve ‘Eğer kardeşlerimiz teslim edilirlerse muhakkak kurşuna dizilecekler!’ dedim. Paşa ‘Siz karışmayın, biz kararımızı verdik’ dedi. Ben ‘Eğer kararınız teslim etmek yönünde ise tarih önünde çok ağır bir yükün altına gireceksiniz. Osmanlı Devleti bütün baskılara rağmen kendine sığınan Polonyalıları vermemişti. Bu davranışından dolayı İngiltere’de Osmanlı sadrazamının arabasının atlarını çözüp gençler çekmişti. O Sadrazam ne kadar şeref payesi almışsa siz de o kadar aksini alacaksınız’ dedim. Çok kızdı. Sen git dersine çalış. Ne karışıyorsun ” deyip çıktı. Daha sonra bu insanları verdiler. Müthiş sansür vardı, hiçbir haber yayınlayamadık bu konuda. Bence bana orada başlayan kinini Tabutluk işkenceleriyle aldı.”
ÖZET
- 1944 başlarında Rusya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan çoğunluğu Azeri sığınmacılar vardır
- Reha Oğuz sığınmacıların geri verileceğini duyar
- O yıllar üniversite öğrencisi olan Reha Oğuz, İnönü’yle bu önemli konuyu ayaküstü Termal Otel’de görüşür
- İnönü’yü imalı şekilde sığınmacıları geri göndermemesi yönünde uyarır
İDDİA_12
Konya Milletvekili Ziyad Ebuzziya yazar:
“Berlin’den gelen Türk öğrencileri arasında Ruslarla savaşmış iki Azeri genç de vardı; edebiyat öğretmeni Enver ve çocuklarımın annesinin yakın akrabası petrol mühendisi Adem. Bunlar Türkiye’ye gelir gelmez hürriyete kavuştuk diye vapurdan inerken asıl kimliklerini açıkladılar. O gece kayınvalidem Saltanat Hanım’ın evinde kaldılar. Bunu duyan İstanbul’daki bütün Azerbaycanlılar eve doluştu. Ertesi sabah daha kahvaltı edilmeden eve polis geldi. Bunları alıp 1. Şube’ye götürdüler. Günlerce orada tuttular. Ben o zaman Tasvir Gazetesi’ni çıkartıyorum. Ara sıra haber gönderiyorlar ‘Aman, bizi verecekler’ diye. Yine bir küçük tezkere; ‘Veriliyormuşuz’ diyor. Atlayıp Ankara’ya gittim. Başvekil Saraçoğlu, Hariciye Vekili Numan Menemencioğlu. Saraçoğlu’na gittim: ‘Ziyad, ben buradayken imkân var mı? Tek Türk verilebilir mi?” dedi. Aradan on beş gün geçti. Gazeteye biri geldi. Masanın üstüne bir mendil bıraktı ve gitti. Mendili açtım içinden bir altın saat, bir yüzük ve bir de mektup çıktı. Mektup Enver’dendi, huduttan yazıyordu.”
Türkiye’den Rusya’ya İnönü’nün emriyle teslim edilen Azerbaycan Türkleri’nden Enver Aşar’ın Rusya hududunda teslimattan hemen önce akrabası Ziyad Ebuzziya ‘ya gönderdiği mektupta yazdıkları:
“Sevgili Kardeşim Ziyad Bey;
Sarıkamış’tan Kars’a gelinceye kadar neler çektik Allah bilir… İntihara da bir türlü muvaffak olamadık. Şimdi Kars’tan hududa doğru hareketteyiz. İki üç saat sonra hayatımızın sonudur. Komiser muavini Ali Rıza Bey, amcamızı iyi tanıyormuş. Çok yazık ki onunla son saatlerde tanıştık. Bir çare yapamadı. Azizim, Ali Rıza Bey ile bir saat ve bir yüzük gönderiyorum. Bir de benim Almanya’dan senin unvanına gönderdiğim paranın kağıtlarını. Eğer bu paraları almağa muvaffak olursan o zaman Kılıç’a olan 50 lira borcumuzu vermeni rica ederim. Elveda, elveda, elveda kardeşim. Amcamın, teyzemin, Valiya Hanımın gözlerinden öperim. Son selamımızı onlara söyle. Dünyada herkesten, anamdan, kardeşimden, kendimden ziyade sevdiğim bacım, kardeşim Meryem Hanım’ı ve kardeşim Fuat’ı benim ağzımdan öpmeni tekrar tekrar rica ederim. Elveda kardeşim, gözlerinden tekrar tekrar öperim.”
ÖZET
- Ziyad Ebuzziya Tasvir Gazetesini çıkarmaktadır
- Edebiyat öğretmeni Enver Aşar ve Petrol Mühendisi Adem isimli iki Azeri genç Berlin’den Türkiye’ye gelirler
- Sovyet vatandaşı iki genç Kızıl Orduya karşı savaşmışlar
- Polis iki genci Birinci Şubeye götürür
- Poliste gözaltında iken iki genç Ziyad Beye, “geri veriliyormuşuz” şeklinde el altından haber gönderirler
- Ziyad Bey Ankara’ya gidip Başbakan Saraçoğlu ile görüşür
- 15 gün sonra Ziyad Beye içinde saat, yüzük ve mektup olan bir mendil teslim edilir
- Enver Aşar mektubunda Kars’tan hududa doğru hareket halinde olduklarını, bu mektubu o anda yazdığını, mektubu komiser muavinine teslim ettiğini ifade eder
İDDİA_13:
Youtube’dan Bextiyar Mecidli 31 Mar 2017 tarihinde “Boralatan Köprüsü Faciası”yla ilgili 3 dakika 36 saniyelik bir belgesel yayınlandı: (Azerbaycan dilinden çevirdim)
“Sovyet zulmünden kaçan 146 Azerbaycanlı 1944 yılında ülke arazisini terk ederek Türkiye’ye kaçıyor. Boraltan Köprüsünü geçen mülteciler Iğdır tarafındaki askerlere sığınıyorlar. O yıllar Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Mültecilerin Türkiye’ye kaçma haberini alan Stalin, Türk Hükümetinden mültecilerin derhal teslim edilmesini talep eder. İnönü’nün kararı ile mülteciler geri verilir.”
ÖZET
- Boraltan Köprüsünden geçen 146 Azerbaycanlı Türkiye’ye sığınır
- Olay 1944 yılında olur
- Mülteciler geri gönderilir
İDDİA_14:
ISTAD Genel Başkanı Sefer Karakoyunlu ve Metin Yıldırım tarafından hazırlanan ve 1 Temmuz 2015 tarihinde yayımlanan aşağı yukarı 9 dakikalık Youtube belgeselinde 93 yaşında Bekir Doğan olarak tanıtılan bir şahısla söyleşi yapılır. Metin Yıldırım, Bekir Doğan’ı, “Boraltan faciasını birebir yaşamış birisi” olarak tanıtır. Bekir Doğan, Türkiye tarafında bir askerdir. Şu açıklamayı yapar:
“ Çoluk-çocuk, kadın-erkek, benim gibi yaşlılar biz askerlere yalvardı bizi siz öldürün, Rus Moskof’una teslim etmeyin.”
Bu arada Sefer Karakoyunlu söz alır: “1944’de Boraltan Faciasının yaşandığı dönemde siz orada asker miydiniz?”
Bekir Doğan: “202nci Alay’da piyade askeriydim. Çok iyi bir Albayımız vardı. Albay bu olay nedeniyle çıldırdı. Kadınlar yüzüklerini, bileziklerini ve kulağından küpesini çıkarıp bize veriyorlardı.
Sefer Karakoyunlu net bir soru sorar: “Karakol komutanının intihar ettiği yönünde rivayet var. Doğru mu?”
Sayfa değişir. Bu sorunun cevabı verilmez. Sonuçta Sefer Karakoyunlu özetler:
“Siviller Boraltan Köprüsünden Stalin’in askerlerine teslim edildiler.”
Bekir Doğan ağlamaklı ses tonunda son sözü söyler: “Gözlerini ve ellerini arkadan bağladılar. Oracıkta kurşuna dizdiler.”
ÖZET
- Olay 1944 yılında olur
- Siviller Boraltan Köprüsünü geçerek gelirler
- Siviller Boraltan Köprüsünden Stalin’in askerlerine teslim edilirer
- Kadınlar yüzüklerini, bileziklerini, küpelerini çıkarıp Türk askerlerine verirler
- Albay çıldırır
- Boraltan köprüsünden teslim edilen siviller oracıkta kurşuna dizilirler
İDDİA_15
Boraltan Köprüsü isimli kitabın yazarı Alper Aksoy, Hocalı Haber Gazetesine söyleşi verir:
SORU: Örtülü tarihin bu acı olayını taraf tutmadan kaleme almak zor bir şeydir. Bu zorluğun üstesinden geldiğinize inanıyor musunuz?
CEVAP: Ben tarafsız romancı veya yazar kavramına inanmıyorum. Alper Aksoy taraflı bir romancıdır ve tarafı da Türk milletidir, Türk dünyasıdır. Boraltan Köprüsünü kaleme alırken asla Rus düşmanlığı da yapmadım. Bir tarafta Stalin, bir tarafta İsmet Paşa ve bu iki dikta arasında sıkışan Türkler, Ruslar, Gürcüler ve hatta Ermeniler… Roman kahramanlarımdan birisi de Ermeni Nalbantyan’dır… Kendisi Yozgat Yöresinde köy basıp Türk komşularını evlerinde diri diri yakan bir çetenin mensubudur. 1915 Tehcirinden sonra Ermenistana yerleşir. Kaderin cilvesine bak ki Boraltan Köprüsü sığınmacıları arasında Nalbantyan da vardır. Romanımın en çarpıcı sahnelerinden birisi Yozgat Bozok Yaylasının Ermeni Nalbantyan ile hesaplaşmasıdır.
SORU: Boraltan Köprüsünde Türkiye tarafından iade edilip kurşuna dizilenlerin sayısı konusunda çok değişik rakamlar var: 417, 407, 166, 146 gibi. Gerçek sayı konusunda belgelere ulaştınız mı? Nedir gerçek sayı?
CEVAP: Boraltan Köprüsü olayı hem Stalin hem İnönü rejimi tarafından üstü örtülen bir konu olduğu için özellikle Türkiye’de halkın hayal dünyasında zenginleşmiştir. Türk mitolojisinde destanların oluşumu gibi halkın hayal öğeleri ile gerçekler iç içe girmiştir. Ben romancı olarak halkın hayal unsurlarına da saygılı davranarak Boraltan Köprüsü romanını yazdım. Ama hayal unsurlarının tamamına bağlı kalmadım, ana omurgayı gerçekler üstüne kurdum. Türkiye’den iade edilen mülteci sayısı 195 kişidir. Grubun içinde 80 tanesi Azerbaycan Türküdür. Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Ahıska Türkleri, Gürcüler ve Ruslar vardır.
SORU: Boraltan Köprüsü mültecileri Türkiye’ye hangi yollardan girmişlerdi? Konu hakkında bilgi sunanlar “Aras Nehri’ni geçerek 1945’de geldiler, sınır karakolunda alıkondular, Ankara ile yazışıldı, ‘Azerileri teslim edin’ emri geldi ve teslim edildi” şeklinde” bilgi veriyorlar.
CEVAP: Bunlar yanlıştır. Geliş tarihleri sadece 1945 değil 1941, 1942, 1943, 1944, 1945 olmak üzere 4 yıllık bir zaman dilimine yayılmaktadır.
Geliş yeri sadece “Aras Nehri’ni geçerek” değil, Almanya, Romanya güzergâhını takip ederek batıdan gelenler de Boraltan Köprüsü’nde kurşuna dizilmişlerdir.”
SORU: Karakol Komutanı Üsteğmenin bu elim olaydan sonra intihar ettiği bilgisi doğru mudur?
CEVAP: “Türkiyede birçok araştırmacı böyle bir intihar bilgisi verilmektedir ama bu konu halkın muhayyilesinde filizlenmiş bir efsane öğesidir. Olayın gerçek yüzü şöyledir: Teslimatta bulunan kişi Üsteğmen değil Posta Müfettişi Asteğmen Reşat Bey’dir. Posta Müfettişliği o yıllarda MİT mensuplarının kamuflajıdır. Asteğmen Reşat intihar etmemiştir bu olaydan sonra akıl sağlığı bozulmuştur. Olaydan bir ay sonra psikoloji kliniğine tedavi için yatmıştır. 1973 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Nihat Çetinkaya, Ahmet Ali Arslan, Rafet Karanlık tarafından ziyaret edilmiştir. Bu isimler halen hayattadır, sadece Nihat Çetinkaya felçli durumdadır. Bu kişilerin verdiği bilgiye göre Asteğmen Reşat’ın doktoru Rahmetli Ayhan Songar’dır ve hastasını şöyle anlatmıştır:
“Normal durumlarda çok sevimli bir ihtiyar ancak Rus kelimesini duyduğunda akli dengesini kaybediyor, duvara tırmanmaya, kaçmaya çalışıyor.”
ÖZET:
- Mülteci sayısı 195 kişidir. 80 kişi Azeridir. Aralarında Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Ahıska Türkleri, Gürcüler ve Ruslar vardır.
- Teslimat 1941, 1942, 1943, 1944, 1945 olmak üzere 4 yıllık bir zaman dilimine yayılmaktadır
- Boraltan Köprüsü’nde kurşuna dizilmişlerdir
- Teslimatta bulunan kişi Üsteğmen değil Posta Müfettişi Asteğmen Reşat Bey’dir. Posta Müfettişliği o yıllarda MİT mensuplarının kamuflajıdır. Asteğmen Reşat intihar etmemiştir bu olaydan sonra akıl sağlığı bozulmuştur.
İDDİA_16
Kadir Mısırlıoğlu Youtube’da yayımlanan 12 dakikalık konuşmasında Boraltan olayını şöyle özetler:
“Bu konuyu Moskof Mezalimi isimli kitabımda 1974 yılında yazdım. Ruslara karşı Almanlarla teşrik-i mesai (işbirliği) yapan Azeriler, Almanya’nın yenilgisi üzerine Türkiye’ye sığındılar. 454 kişidir. İsmet Paşa bunları Ruslara iade etti. Neden? Çünkü İsmet Paşa Karabağ Ermenisidir ve Azerilerin düşmanıdır.”
Kadir Mısırlıoğlu’nun Moskof Mezalimi isimli kitabını Milli Kütüphane’de okudum. 451nci sayfada şöyle yazar: “Mülteci Azeriler, bu karar karşısında feryad-ı figân kopararak: ‘Bizi siz öldürün fakat Moskofa teslim etmeyin’ diye yalvarmışlar, birçokları kendilerini trenden aşağıya atarak intihar etmek istemişlerdir. Bu suretle Ruslara iade edilen dört yüz onyedi (417) Azeri, onları teslim eden Türk subayının gözü önünde Serder Abad Barajının öte yakasında toptan kurşuna dizilmişlerdir.”
ÖZET:
- Almanlara işbirliği yapan Azeriler Türkiye’ye sığınır
- Mülteci sayısı Youtube’daki konuşmasında 454 ama yazdığı kitapta 417’dir
- Mülteciler trenlerle sevk edilirler
- Serdarabat barajının öte yanında kurşuna dizilirler.
İDDİA_17: “KIZILYILDIZDAN HİLALE” İSİMLİ KİTABIN YAZARI İRFAN ÜLKÜ,
“Almanlar, Sovyet Rusya’ya saldırdıktan sonra çoğu kendiliğinden onlara teslim olan, bir bölümü de esir alınan bir milyona yakın Sovyet askerini kaçak Kızılordu GenerallerindenVlaslov’un komutasında toplayarak eğitip Rus cephesine sürmüşlerdi. Bu askerlerin büyük çoğunluğu da Sovyet esareti altındaki esir Türk cumhuriyetlerinin insanları idi; Tatarlar, Çeçenler, Ukraynalılar, Türkistanlılar, Özbekler ve Azeri Türkleri… Stalin, Hitler’in kurulmasına bizzat nezaret ettiği bu ordunun askerlerinin savaştan sonra kızıl diktatörlük için büyük bir problem ortaya çıkarabileceğini, Batı’nın onları yeniden örgüteyerek kendisine karşı kullanabileceğini hesaplayarak, Yalta Antlaşması’na vakit geçirmeksizin, Vlaslov’un Ordusu’na mensup bu “Vatan hainleri”nin hemen Sovyetler Birliğine iadelerini öngören bir maddeyi koydurtmuştu.
Müttefik askerleri Almanya’daki kamplarından topladıkları onbinlerce Vlaslov askerini Viyana’da kurdukları yeni kamplardan, istasyonda bekleyen kurşun mühürlü Rus trenlerine zorla bindiriyorlardı. Trenler sınırını geçer geçmez Kızıl Ordu tarafından “Vatan hainleri” olarak hemen kurşuna diziliyorlar, katliamlara Stalin’in Gizli Polis Teşkilatı NKVD nezaret ediyordu.
Kaçmayı başaranlar da vardı. Bazıları ABD askerlerinin gösterdiği merhametten yararlanıp canlarını kurtarıyor, bazıları ise ölümü göze alıp toplama kamplarından firar ediyordu. İşte bu kaçmayı başaran ve büyük çoğunluğu Azeri Türklerinin meydana getirdiği 143kişi, Türkiye’ye sığındılar. Mutluluklarına diyecek yoktu. Öyle ya soydaşları Türkiye Cumhuriyet’inde ne can korkuları olacaktı ne de kızıl cellatların eline düşmenin tedirginliğini yaşayacaklardı.
Ama Milli Şef İnönü böyle düşünmüyordu. (….) Bağırdılar hıçkırarak ağladılar önce…Diyorlardı ki, o ünlü türkülerinde söylendiği gibi “Ayrılık, yaman ayrılık” Bu, ölümün yaman ayrılığıydı; bu düz olabilemezdi bu!” Sonra saatlerini, varsa yüzüklerini, ceplerindeki bütün değerli ve değersiz eşyalarını istasyonda yaşlı gözlerle onları ölüme uğurlayan Karslılara trenlerinin penceresinden atmaya başladılar.
“Alın, kardeşler! Bizleri unutmayın… Bizleri unutmayın…!” Bu sonsuz yolculuğun, bu lanetli ihanetin sembolleri olarak taşınacaktı, biraz sonra ölecek olanların eşyaları…
143 ölüm yolcusu kamyonlarla Iğdır’a getirilerek Boraltan Köprüsü’nde bekleyenn NKVD görevlilerine teslim edildiler. Kısa bir süre sonra patlayan Rus makinalı tüfeklerinin seslerini Nuh Peygamberîn gemisini konuk etmiş yüce Ağrı Dağı bile yüreğinin taa içinde duydu, sızlandı.Ruslar Aras Nehri’nin karşı kıyısından cesetlerini suya atıp geri döndüler, cesetlerse günlerce Aras’ta yüzdü, kıyısına vurdu durdu..
NOT: Andrey Vlasov bir Kızılordu Tümgeneralidir. Rus kökenlidir. Nazilere esir düşer. Hitler’le işbirliği yapar. Esir düşen Rus askerlerini Kızılorduya karşı örgütler. Vlasov’un Müslüman esirlerle bir ilişkisi olmamıştır. Müslüman Lejyonlarına sonra değineceğim. Vlasov savaştan sonra Amerikalılar tarafından Stalin’e teslim edilir. 11 kişiyle Moskova’da idam edilir. (Mücahit)
ÖZET:
- 143 esir Nazi Azeri askeri teslim ediliyor
- Iğdır’da Boraltan köprüsünden teslimat yapılıyor
- Kars’a kadar trenle getiriliyorlar
- Iğdır’a kamyonlarla götürülüyorlar
- İnfazdan sonra cesetler Aras nehrine atılıyor
YAPILAN İDDİALARIN TOPLUCA ÖZETİ
Değerli okuyucular! Bu iddiaların sayısını artırmam mümkün ama bu kadarı da sizlere bir fikir vermiş olmalıdır. Iğdır bölgesi ve ahalisi ile ilgili olarak yıllardır araştırma yapıyorum. Binlerce insanla görüşmüş durumdayım. Iğdır Sevdası ve başka kitaplar yayınladım. Iğdır’ın birçok gizli yönlerini açığa çıkardım. Çalışmalarım için Kars, Ağrı, Van bölgesini adım adım dolaştım. Kendi değerlendirmemi yapmadan önce yukarıda dikkatinize sunduğum iddiaların toplu bir özetini bilginize sunmak istiyorum:
İddialar esas alınırsa söz konusu edilen “Boraltan Köprüsü Faciası”nın oluş yılı ve oluş şekli için aşağıdaki bilgileri listelemek mümkündür:
- Bazıları 1944, bazıları 1945 bazıları 1947 bazıları da 1941-45 yılları arasında dört yıllık bir sürede olduğunu iddia ediyor.
- Bazıları bazıları 143 kişiden 146 kişiden bazıları 417 kişiden bazıları 454 kişiden bazıları 407 bazıları 195 bazıları 156 kişiden bazıları da binlerce askerden söz ediyor.
- Bazıları mültecilerin kadın, yaşlı, çocuk yani sivil olduğunu iddia ediyor bazıları askerlerden bahsediyor.
- Bazıları mültecilerin trenle Sovyetlere sevk edildiğini yazıyor, bazıları sevkiyatın kamyonlarla yapıldığını, bazıları sivillerin köprüyü yürüyerek geçtikten sonra Türk karakolunda alıkonulduklarını ve tekrar yürüyerek geri gönderildiklerini ifade ediyor.
- Bazıları teslim edilenlerin kurşuna dizildiklerini bazıları tanklar altında ezilerek öldürüldüklerini yazıyor, bazıları da gözlerinin ve ellerinin bağlanarak infaz edildiğini, bazıları da infazdan sonra cesetlerin Aras nehrine atıldığını ifade ediyor.
- Bazıları Aras Nehri üzerinde Boraltan isimli bir köprünün varlığını tartışmasız kabul ediyor; bazıları köprü hakkında detaylı bilgi veremiyor; bazıları bu köprü hakkında tahminde bulunuyor; bazıları bunun Kızılçakçak olduğunu yazıyor ve bazıları da Serderabat köprüsünün eski adının Boraltan olduğunu kesin (!) bir dille ifade ediyor
- Bazıları mültecilerin sadece Azeri olduğunu bazıları ayrıca aralarında Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Ahıska Türkleri, Gürcüler, Ruslar hatta Ermeniler olduğunu iddia ediyor.
BÖLÜM 2
IĞDIR’DAKİ SINIR KÖPRÜLERİ VE KAPILARI
Değerli okuyucular! Olayın siyasi analizine girmeden önce teknik anlamda önemli gördüğüm bilgileri dikkatinize sunmak istiyorum:
BORALTAN KÖPRÜSÜ (!): Aras nehri üzerinde Boraltan isimli bir köprü yoktur. Ne eskiden vardı ne de sonradan oldu. “Boraltan Köprüsü” adı bir uydurmadır. Bildiğiniz gibi Aras nehri Tuzluca’dan itibaren yön değiştirip Iğdır ili sınırları içine girer, önce Türkiye-Ermenistan sonra Türkiye-Nahcivan sınırlarını çizer. Aras nehri, Türkiye-İran sınırını belirleyen Karasu çayıyla buluştuğu noktada Türkiye topraklarını terk eder.
Arpaçay Barajından Tuzluca’ya kadar Türkiye-Ermenistan sınırını çizen Arpaçay(Akhouryan) nehrinin Aras’a karıştığı noktadan (Tuzluca) itibaren Dilucuna kadar tüm sınır köylerini taradım. Özellikle yaşlılar olmak üzere köyün ileri gelenleriyle sohbet ederek Boraltan köprüsünün varlığını sorguladım. İstisnasız bütün köylüler Boraltan ismini ve “katliamı” ilk kez benden duyuyorlardı. Önemli gördüğüm zamanlar ses kaydı yaptım. Hatta Koçkıran, Cennetabat gibi köylerde Ermenistan doğumlu, 1930’lu yıllarda Aras’ı yüzerek geçip Türkiye’ye gelen birçok yaşlı hemşehrim de böyle bir ismi ilk kez duyuyordu.
Daha sonra çok yönlü ulusal ve uluslararası bir literatür taraması yaptım. “Boraltan Köprüsü” tamamen uydurma bir isimdir. Uydurma bir isme dayanarak kitaplar yazıldı, filmler yapıldı, duygu sömürüsü göklere çıkarıldı, TV’de gözyaşları döküldü, siyasete malzeme oldu.
BORUALAN SINIR KAPISI: İsim benzerliği olduğu için birçok insan “Boraltan” ile Borualan isimlerini karıştırıyor. Üstelik günlük konuşmalarda Borualan yerine Boralan ismi kullanıldığından karışıklık biraz daha da artmaktadır. Borualan Sınır Kapısı, Iğdır ilinin en doğusunda yer alan Aralık ilçesinde bulunan Türkiye ile İran’ı birbirine bağlayan, Türkiye tarafındaki çalışmaları 1988’de tamamlandığı ancak İran tarafında güvenlik sorununun bulunması sebebiyle bir gümrük kapısı inşa etmediği için henüz açılmamıştır. Yani 1940’lı yıllarda Borualan veya Boralan sınır kapısı yoktu. Halen de hizmete açılmış değildir. Şu soru aklınıza gelebilir: Borualan veya Boralan adı nereden geliyor? Bunun cevabını gazeteci Mecit Hun sahibi olduğu Pamukova gazetesinin 13 Haziran 1955 tarihli sayısında Toprak Bayramı başlığı ile verdiği haberde veriyor. Haber şöyle:
“Çiftçiyi topraklandırma kanununun meriyete (yürürlüğe) girmesinden sonra her Haziran ayının 11nci gününü takip eden Pazar günlerinin Toprak Bayramı olarak kutlanmasını göz önünde bulunduran Iğdır Devlet Üretme Çiftliği, kuruluşunun ikinci yıldönümünü de vesile ederek bu iki bayramı bir arada kutladı. Bu münasebetle, Dil’e davet edilen zevat (kişiler) meyanında bini mütecaviz (binden fazla) Iğdır köylüsü de bu günün sevinç ve iştiyakı (özlemi) içinde yüzlerce kilometrelik muazzam bir yolun yorgunluğuna katlanarak muhtelif vasıtalarla Rus-İran hududu arasındaki Boralan tepesinde toplanmıştı.”
DİLUCU KAPISI / UMUT KÖPRÜSÜ/ HASRET KÖPRÜSÜ: Dilucu Sınır Kapısı, Iğdır ilinin en doğusunda yer alan Aralık ilçesinde bulunan Türkiye ile Azerbaycan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’ni birbirine bağlayan ve 1992’de hizmete açılan sınır kapısıdır. Aras Nehri üzerine kurulu olan sınır kapısı, Umut Köprüsü veya Hasret Köprüsü olarak adlandırılmaktadır. Azerbaycan tarafındaki karşılığı Sederek Sınır Kapısı olarak bilinir. Yani 1940’lı yıllarda bu sınır kapısı ve köprüsü yoktu.
SERDARABAT KÖPRÜSÜ(!):
Iğdır’da bu isimde bir köprü yoktur. Iğdırlı bir yazar sanki Serdarabat Köprüsü varmış gibi bunun eski adının “Boraltan Köprüsü” olduğunu iddia eder. Serdarabat köprüsü yoktur ama Serdarabad Barajı ve Regülatörü vardır. 1927 yılında Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma gereği proje uygulamaya konmuş, baraj 1937 yılında tamamlanmıştır. Amacı Aras nehrinin suyunu Türkiye ve Ermenistan arasında eşit olarak bölünmesini sağlamak, ayrıca Kiti’de hidro elektrik enerji elde edilmesine imkân vermektir. Serdarabat Regülatörünün priz, tünel ve isale kanalı 1953-1959 yılları arasında yapılmıştır. Regülatör üzerinde dar bir yaya geçiş yolu vardır ama bu bir köprü değildir, teknik amaçlı protokol görüşmelerinde kullanılmaktadır.
Serdarabat ismi nereden gelmektedir diye sorabilirsiniz. Bugün Ermenistan’da Karakale’ye yakın yerde Armavir isimli bir şehir vardır. Bu şehrin Sovyetler Birliği dönemindeki adı Hoktemberyan idi. 1935’ten önce de bu şehrin adı Serdarabad idi. Anlaşma 1927 yılında imzalandığı için Serdarabad ismi o yıllardan kalmıştır. Aslında orta yaş ve üzeri Iğdırlı okuyucularım hatırlayacaktır. Ermenistan tarafındaki Margara köyüne atfen Alican kapısının adı halk arasında Malkara /Markara köprüsü olarak biliniyordu. 1990’dan sonra Alican ismi daha çok kullanılır oldu.
ALİCAN SINIR KAPISI /MALKARA KÖPRÜSÜ /MARKARA KÖPRÜSÜ
Alican Sınır Kapısı, Iğdır ilinin Karakoyunlu ilçesinde, Türkiye ile Ermenistan’ı birbirine bağlayan sınır kapısıdır. Eski adı Malkara Köprüsü’dür. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında askeri amaçla yapımına başlanan ve inşası 1890’da tamamlanan köprü, Iğdır’ın Karakoyunlu ilçesi ile Ermenistan’ın Margara kasabası arasında bulunuyor. Köprüden karayolu araçları geçebilir. Demiryolu yoktur. 1920 yılından beri köprünün her iki tarafında askerler 24 saat nöbet tutmaktadırlar.
Maşallah yazarlarımızın hayal gücü sonsuzdur. Bakarsınız birisi çıkar, Alican köprüsünün 1920’li yıllardaki adının “Boraltan” olduğunu iddia eder. Gençlik yıllarında Turancı daha sonra Komünist görüşü benimsemiş Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” isimli kitabında 1919-1920 yıllarında Iğdır bölgesini anlatır:
“Hele artık Anadolu demek olan Aras üzerindeki Markara köprüsüne vardığımız zaman, teesssür ve heyecan son haddini buldu (Sayfa 145)”
DEMİRYOLU: Iğdır’da demiryolu olmadığı için tren geçişleri mümkün değildir.
ÖNEMLİ SONUÇ: Sayın Cumhurbaşkanımıza ve yetkililere sesleniyorum: Iğdır ili sınırları içinde Aras nehri üzerinde bugün veya geçmişte “Boraltan Köprüsü” ismiyle bir köprü olduğu kanıtlanırsa, kamuoyunun önünde açıkca beyan ediyorum: Boraltan Köprüsünden Aras’ın coşkun sularına atlayacağım. Peki ya böyle bir köprü yoksa?
Değerli okuyucular! “Boralatan Faciası” gerçeğine daha sonra geri geleceğim. Şimdilik bu genel bilgiyi vermekle yetiniyorum.
BÖLÜM 3
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE EZELİ HESAPLAŞMA: MİSAK-I MİLLİ İLKESİ VE TURANCILIK
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Kurtuluş Savaşı yıllarında belirginleşen ve sonraki yıllar hep devam eden bir iç hesaplaşma vardır: Misak-ı Milli taraftarları bir yanda Turancılar diğer yanda. Eğer bu hesaplaşmanın nasıl doğduğunu anlamasak konumuz olan Hüsnü Bingöl’ü, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşananları ve “Boraltan Köprüsü” polemiğini anlamamız da mümkün olmayacaktır.
MİSAK-I MİLLİ İLKESİ
Misak-ı Milli (Milli Yemin / Ulusal Ant) altı maddelik siyasi bir manifestodur. Osmanlı İmparatorluğunun Başkenti İstanbul’da toplanan son Meclis-i Mebûsan (Milletvekilleri Meclisi) tarafından 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilmiştir. Bildiri, I. Dünya Savaşı’nı sona erdirecek barış antlaşmasında Türkiye’nin kabul ettiği asgari barış şartlarını ve sınırları içerir. Misak-ı Milli’ye son biçim Erzurum ve Sivas Kongrelerinde verilir. Çok detaylı bir bilgi vermek istemiyorum. Misak-ı Milli, kısaca Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğunun yapılacak barış görüşmelerinde olmazsa olmaz olarak gördüğü sınırları belirler. Misak-ı Milli’nin öngördüğü Osmanlı İmparatorluğu sınırları bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarıyla büyük ölçüde örtüşür. Misak-ı Milli taraftarı olmak demek, “Biz bu sınırlarla yetinmeyi kabulleniyoruz. Aksi takdirde direneceğiz ve savaş devam edecektir,” anlamına gelir. Nitekim öyle de olur. Yunanlılar, Fransızlar ve İngilizler Misak-ı Milli sınırlarını tanımazlar, işgal hareketi başlatırlar. Mustafa Kemal ve arkadaşları da Misak-ı Milli sınırlarını ele geçirmek veya korumak için mücadeleye atılırlar. Musul ve Kerkük dışında bu hedeflerinde büyük ölçüde başarılı olurlar.
TURANCILIK
Turancılık tanımı sürekli bir değişim göstermiştir. Ural-Altay kavimlerinin birliğini savunan siyasi bir görüştür. Rusya’da 1905 Devrimi’nden önceki günlerde Azeri ve Tatar aydınları tarafından ortaya atılmış, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’de de geniş yankı bulmuş bir düşünce akımıdır. İttihat ve Terakki yönetimi içinde Ziya Gökalp’in başını çektiği Turancı görüşler egemen olmuştur. Devrik Osmanlı Komutanı Enver Paşa, 1918-1922’de, iç savaş yaşayan Rusya’da Turancılık fikrini canlandırmaya çalışırken öldürülmüştür.
MUSTAFA KEMAL VE ENVER PAŞA
Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’i korkutan ne İngiliz ne Fransız ne de Yunan ordularıdır. Asıl korkusu, Batı’da Çerkez Ethem Doğu’da her an Anadolu’ya girmeye istekli Enver Paşa’dır. Kurtuluş Savaşı devam ettikçe Mustafa Kemal dâhice taktik ve stratejilerle hem işgalci düşman güçlerini yenilgiye uğratır hem de Çerkez Ethem ve Enver Paşa’dan kurtulur. Misak-ı Milli sınırlarını güvenceye alır. Turancı düşünceye ilgi duymaz.
MUSTAFA KEMAL VE MEHMET EMİN RESULZADE
Mustafa Kemal, Misak-ı Milli görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalmış, siyasetini bu esasa dayandırmıştır. Misak-ı Milli sınırları tehlike altına girince her şeyi feda etmeye hazırdır. Bunun en iyi örneğini Mehmet Emin Resulzade ile olan ilişkisinde görürüz.
MEHMET EMİN RESULZADE KİMDİR?
31 Ocak 1884 doğumlu Mehmet Emin Resulzade 1918 yılında kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı ve Müsavat Partisinin kurucusudur.
Sovyet orduları Nisan 1920’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetini yıkar. Mehmet Emin Resulzade Lahıc köyüne yakın dağlarda saklanır. Buradan direniş örgütünü kurmaya çalışır. Ağustos 1920 yılında Sovyet ordusu, direniş örgütü tarafından Gence, Karabağ, Zagatala ve Lenkaran’da başlatılan isyanları kanlı bir şekilde bastırır. Mehmet Emin Resulzade yakalanır, Bakü’ye getirilir. Kendisini ölüm cezası beklemektedir. Tesadüfen Stalin de Azerbaycan’dadır. 1905 yılında kendisini yakalanmaktan kurtardığı içi Stalin, Resulzade’yi serbest bırakır aynı trenle Moskova’ya giderler. Resulzade iki yıl boyunca Moskova’da kalır. Üniversite’de Şark Dilleri Enstitüsü’nde ders verir. Moskova’da geçen iki yıl içinde Stalin, Sultan Galiyev, Enver Paşa gibi kişilerle görüşmeler yapar. 1922 yılında Bakü’de Müsavat partisinin illegal örgütlenmesini sağladığı haberi gelince kaçmaya karar verir. Şark Dilleri Enstitüsü’nde araştırma yapmak bahanesiyle Leningrad’a geçer. Buradan bir kayıkla Finlandiya’ya kaçar. Orada fazla kalmaz, Almanya üzerinden Türkiye’ye gelir.
Türkiye’de 1923-27 yılları arasında Yeni Kafkasya, Azeri Türkü, Odlu Yurt, Bildiriş isimli dergileri çıkarır. Ancak bu dergiler Moskova’nın isteği üzerine Mustafa Kemal tarafından kapatılır. Mehmet Emin Resulzade 1928-1931 yılları arasında yine Türkiye’de gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanır. Ağrı Dağı İsyanı nedeniyle Sovyetlerin yardımına ihtiyaç duyan Mustafa Kemal, Stalin’in isteğiyle Mehmet Emin Resulzade’yi Türkiye’den kovar veya kibarca ülkeden ayrılmasını ister. Mehmet Emin Resulzade kendisi ile aynı kaderi paylaşan Tatar lider Ayaz İshaki ile birlikte Türkiye’yi terk ederler.
Eşi Vanda (Leyla) Hanım’ın anlatımına göre Mehmet Emin Resulzade İngiltere’de bir dernek kurup siyasi çalışmalarını sürdürür. Fakat İngilizlerin kontrolünde çalışmaktan memnun değildir. Fransa’ya geçer ve Paris’te ‘Journal Prometheus’ adlı bir dergi çıkarır.
1938 yılında Polonya’ya gider. Polonya devlet adamı Pilsudski’nin yeğeni Vanda (Leyla) ile evlenir. Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgali üzerine 1940 yılında Romanya’ya yerleşir. Resulzade 1942 yılında Hitler’in daveti üzerine, diğer Kafkas halklarının (Gürcü ve Ermeni) temsilcileriyle birlikte Berlin’e gider. Kafkasya ve Azerbaycan’ın bağımsızlığı üzerine görüşmeler yapılır. Amerika’dan gelen Ermeni General Dro da talihin bir cilvesi olarak aynı günler Berlin’dedir. Bir Alman yazara göre Mehmet Emin Resulzade, General Dro ve Gürcü lider birlikte Hitler’in başkanlığında bir toplantıya katılırlar.
Mehmet Emin Resulzade 1943 yılı baharında Berlin’de Milli Azerbaycan Komitesini kurar. Ancak Hitler, Azerbaycan Bağımsızlığını işbirliği için şart koşan komiteyi tanımaz. Hitler, Azeri, Gürcü ve Ermenilerden oluşan bir federasyondan yanadır ya da Azerbaycan, Türkistan, Özbekistan gibi ülkeleri Turan şemsiye altında Türkiye’ye bağlamak ister. Bağımsız bir Azerbaycan planına uygun değildir.
Hitler, Resulzade’den Alman ordusunda yer alan Azeri birliklerine bir konuşma yapmasını ister. Hitler, yapılan konuşmadan memnun kalmaz ve Resulzade’nin Almanya’yı 24 saat içinde terk etmesini emreder. Bunun üzerine Berlin’i terk eden ve harbin sonuna kadar Romanya’da kalan Resulzade, Rusların batıya doğru ilerlemesi üzerine Çekoslovakya’ya, oradan da İsviçre’ye geçerek mücadelesini devam ettirir. 1947’de Türkiye’ye gelir. 1949 yılında “Azerbaycan Kültür Derneği’ni kurar. 6 Mart 1955 tarihinde Ankara’da vefat etti. Mezarı Cebeci Mezarlığındadır.
Bazı yazarlar Mehmet Emin Resulzade’nin 1920 yılında, Azerbaycan Cumhuriyetinin yıkılmasından hemen sonra doğrudan Almanya’ya gittiğini, 1947 yılına kadar orada kaldığını, bazı yazarlar da Türkiye’den hiç ayrılmadığını yazarlar. Bu gibi bilgiler doğru değildir, ciddi ve kasıtlı bir dezenfermasyon (aldatma) içermektedir. Burada amaç Atatürk’ün, bir Azerbaycan kahramanını ülkeden kovduğu bilgisini okuyucudan gizlemektir. Mustafa Kemal, Turancılık düşüncesine sıcak bakmadığı gibi devam eden Ağrı Dağı İsyanında Sovyetlerin desteğine ihtiyacı olduğu gerçeğini ve Stalin’in Kars-Ardahan-Iğdır’ı geri istemesini de dikkate alarak Misak-ı Milli sınırlarını korumaya öncelik verir, Stalin’in baskısına dayanamaz Mehmet Emin Resulzade’yi gözden çıkarır, ülkeden uzaklaştırır. Sonraki yıllar İnönü de aynı siyaseti takip eder, Nazilerin yenileceği kesinleşince Stalin’in Misak-ı Milli sınırlarını tehdit etmesi üzerine Mareşal Fevzi Çakmak’ı emekliye ayırır, Turancı ve ülkücü kesimi hedef alıp, hapse attırır. Turancı görüşleriyle bilinen Nuri Paşa şüpheli bir şekilde bir kazaya kurban gider.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA MİSAK-I MİLLİ VE TURANCILIK
İkinci Dünya Savaşı başladığında, Türkiye savaşta yer almaz ama Türkiye içinde başka bir savaş başgösterir: Misak-ı Milliciler ve Turancılar karşı karşıya gelir. Turancılar Almanya’nın yanında savaşa girme taraftarıdırlar. Misak-ı Milliciler, var olan sınırları korumayı kutsal bir görev olarak bilirler. Bunun için tarafsız kalmayı en uygun siyasi duruş olarak öne sürerler.
O yıllar Türkiye’nin kaderini belirleyen bu iki grubun en önemli isimlerini hatırlatmak isterim:
Misak-ı Milli Taraftarları: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ve Hüsnü Bingöl
Turancılar: Mareşal Fevzi Çakmak, Başbakan Saraçoğlu ve Nuri Paşa (Enver Paşa’nın küçük kardeşi)
Burada bir noktanın ilginizi çektiğini sanıyorum: Doğu Anadolu’da bir MAH (MİT) görevlisi nasıl olur da Türkiye siyasetinin gidişatında önemli bir rol oynayabilir? Unutmayınız ki o yıllar Misak-ı Milli sınırlarına en büyük tehdit Stalin’in Kars, Ardahan ve Iğdır’ı geri istemesidir. Bu bölgede casusuluk ve karşı-casusluk hareketinin kurucusu ve yöneticisi Hüsnü Bingöl’dür. Belki çok iddialı olabilir ama şunu şimdiden belirtmek isterim: Hüsnü Bingöl olmasaydı çok muhtemelen Stalin, Kars, Ardahan ve Iğdır’a saldıracak ve belki de Sovyet sınırlarına dahil edecekti. Bunu ilerleyen yazılarımda birlikte göreceğiz.
Dikkatinizi çeken ikinci nokta Nuri Paşa olacaktır. Bakü Fatihi Nuri Paşa, Turancı düşüncenin önde gelen ismi Enver Paşanın küçük kardeşidir. Uzun yıllar Almanya’da yaşayan Nuri Paşa, 1938 yılında Türkiye’ye döner, Zeytinburnu’nda tabanca, matara, demir çubuk, gaz maskesi ve mermi üretmeye başlar.
İkinci Dünya Savaşı başlayınca Nuri Paşa, 1941 yılında Alman büyükelçisi Franz von Papen ile görüşme yapar, Türkiye’de Turancı harekete gizli destek vererek Almanların müttefikliğini kazanmaya çalışır. Nuri Paşa, Türkiye ile bütünleşecek diğer Türk asıllı milletlerin ilk olarak Türkiye sınırlarına yakın yaşayan Azerilerle Türkmenler olacağına inanıyor, bunlardan sonra da Tataristan’a kadar uzanan bölgede yaşayan diğer Türk asıllı halklarının bütünleşeceğini öngörüyordu. Bu sebeple Türkiye, Almanya ile birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmalı, Almanlar da Türk asıllı Sovyet esirlerinden ordu kurup Türkiye’nin emrine vermeliydi.
BÖLÜM 4
IĞDIR’DA HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN HAYATINDAN KESİTLER
MİKAİL DEMİRCİ ANLATIYOR
“1927 yılında Ermenistan sınırları içinde kalan Şöllü-Demirci köyünde dünyaya gelmişim. Ailem 1931 yılında gizli polis ÇEKA’nın baskılarına dayanamayıp Türkiye kaçak geçer. Soyadı kanunu çıktığında Şöllü-Demirci köyünden gelen aileler dört farklı soyadı aldılar: Demirci, Çöllü, Şöllü ve Alagöz.
Azeri ve Ermeniler arasında iyi dostluk ilişkisi varmış. 1930’lara gelindiğinde, gizli polis ÇEKA’nın baskısı gittikçe artıyor, insanları keyiflerince tutuklayıp hapsediyorlarmış.
Bir gün babamı yakalamışlar. İşkence edip sormuşlar:
“Söyle! Silahları nerede saklıyorsunuz?”
Babam, diretir:
“Biz köylü insanlarız bizde silah ve cephane ne gezer.”
ÇEKA, “Biz biliyoruz silahlarınızı saklıyorsunuz. Savaşta Sovyet ordularını arkadan vuracaksınız. Ama merak etmeyin savaş olduğunda sizi en ön cepheye göndereceğiz.”
Gerçektende Almanlarla savaştıklarında şüphe duyduklarını cephenin en önünde savaştırdılar. Bunlardan birkaç tanesi Almanların eline esir düştü. Savaştan sonra Türkiye’ye gelip yerleştiler. Şu anda Iğdır’da “Alman Muharrem” lakabıyla bilinen şahıs Kafkasya Terekemelerinden olup böyle bir olayı yaşamıştı.
Babam Timur Demirci, ailemizi Türkiye’ye geçirdikten sonra boş durmadı, sınırı düzenli aralıklarla kaçak geçip akrabaları tek tek bu tarafa getirdi.
Koçkıran (Dize) köyü hareket noktasıydı. Gündüzleri orada bekler, gece vakti uygun zamanda Aras’ı geçip akrabalarına ulaşırdı. Gün boyu onların arasında saklanır, izleyen gece, tersi istikamette, bu tarafa gelirdi.
Son zamanlarda ihbarlar yoğunlaşınca, aynı gece sınırı geçip geri dönerdi. Babamın bu maceralı geçişleri yıllarca aile sohbetlerinde zevk ve heyecanla anlatılırdı. Bunlardan birisi şöyleydi:
Muhtar isimli bir şahıs ÇEKA tarafından sorgulamaya götürülürken yerden avuçladığı kumu polislerin gözüne fırlatıp Aras nehrine doğru koşturmuş, zorda olsa Aras’ı geçip bu tarafa ulaşmıştı!
Hüsnü Bingöl babamın iyi dostuydu. Kızı Şükran sınıf arkadaşımdı. Hüsnü Bingöl vatanını son derece seven birisiydi. Kanımca Atatürk’ten sonra bu vatana en çok iyilik eden insan o oldu.
Bir keresinde Abdülzeki isminde bir şahıs yakalanıştı. Abdülzeki daha önceleri öğretmenlik yapmış bilahare bu görevinden ayrılıp Tekel Müdürlüğünde çalışmıştı. Her nasılsa şüpheli görüldüğü için Hüsnü Bingöl tarafından yakalanıp Erzurum’a gönderilmişti.
Abdülzeki’nin yakalandığı yıl ortaokul üçüncü sınıf öğrencisiydim (1943-44). Tarih dersindeydik. Sınıf arkadaşımız Mahmut heyecanla içeri girdi. Tarih hocamız Hüseyin Gültekin’e heyecanla anlattı:
“Hocam, Abdülzeki Beyi gördüm. Erzurum’a götürüyorlardı. Yüzü Namık Kemal’e o kadar çok benziyordu ki!..”
“Çık ulan sınıftan! Bir komünisti bir vatanpervere nasıl benzetirsin böyle!”
HAMİT ÜNVER YA DA NÂM-I DİĞER “PİÇ HAMİT”
Hamza Aygün anlatıyor:
“Hamit Ünver aslen, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Persili köyündendir. Lise tahsilini tamamladıktan sonra yükseköğrenim için çaba sarfetmiş, ancak buna fırsatı olmadan tanıştığı bir Rus kızıyla evlenmişti.
1930’lu yılların başında Sovyet-Türkiye sınırını kaçak geçip hanımı, oğlu Nazım ve kızı Sahibe yanında olmak üzere Iğdır’a gelip yerleşmişti. Hükümet kendisine Topçu İlkokulu’na bitişik bir bahçeyi iskân olarak verdi. Çok güzel şeftali ağaçlarının olduğu bu bahçe uzun yıllar “Hamit Bey’in bağı olarak” bilinir oldu.
Hamit Ünver, ilk olarak Hacı Gulem ve Nağdali Parlar kardeşlere ait manifatura dükkânında tezgâhtar olarak görev yaptı.
Hamit Ünver, Iğdır’a gelen muhacir kesim arasında, aydın kişiliği ve açıkgözlülüğüyle dikkati çekerdi. Çok zekiydi. Ne yazık ki zekâsını ve tüm enerjisini kasabadaki tapu dairesi, nüfus memurluğu, gümrük memurluğu gibi mülki ve sivil idarenin çalışma ritmine ve oralarda dönen muhtemel entrikaların (!) neler olabileceğine yordu. Hiç yoktan birçok kimsenin kalbini kırdı, böylece çok düşman kazandı.
Hüsnü Bingöl daha ilk zamanlardan itibaren Hamit Ünver’i yakın takibe almıştı. Onun bu uyanık ve her yere girip çıkan kişiliğinden rahatsızlık duyuyordu. Hüsnü Bingöl’ü pirelendiren bir diğer husus da Hamit Ünver’in vatandaşlık durumuydu. Türk vatandaşlığına geçmek istemiyor, yakın dostlarına, “Ben Alman vatandaşı olacağım” diye hava atıyordu. Bu türden konuşmalardan huysuzlanan Hüsnü Bingöl, 1950’li yılların başında İçişleri Bakanlığına bir mektup yazıp Hamit Ünver’in sınır dışı edilmesini tavsiye etti.
Bir gün Hamit Ünver’i bir deveye bindirip Suriye (ya da Irak) hududuna doğru yola çıkardılar. Ona eşlik eden güvenlik güçleri Hamit Ünver’i komşu ilin valiliğine teslim ediyor; yolculuk bu şekilde Suriye sınırına doğru yavaş yavaş ilerliyormuş. Nihayet bu deve konvoyu ismini hatırlamadığım bir ilden -Hatay ya da Şanlıurfa – geçerken oranın valisi, eskiden Iğdır’da kaymakamlık yaptığı için, Hamit Ünver’i tanımış, onu sahiplenip yanında alıkoymuş. Sonra da İstanbul’a gönderip orada gözaltında yaşamasına izin vermiş.
1950’li yıllarda Amerikan Hükümeti, Rusya doğumlu olanlara özel vize verip Amerika’ya davet ediyor, vatandaş olmalarını özendiriyordu. Hamit Ünver ve ailesi de bu vizeye başvurup sıralarının gelmesini bekliyorlardı.
Ancak Hamit Ünver, 1957 veya 58 yılında İstanbul’da kalp krizinden ani olarak öldü. Çocukları ve eşi daha sonra Amerika’ya gitmeyi başardılar. Oğlu Nazım, 30 yaşı civarında henüz bekârken kanserden öldü. Kızı Sabiha bir Amerikalıyla evlenip iki kız çocuğu annesi olmuş. Halen New Jersey’e yakın bir yerde yaşamaktadır.
Hamit Ünver’in bağı hazineye intikal etti. Ağrılı Başkâtip İsrafil Bey bu bağı satın aldı. Daha sonra o bağ ikiye bölünüp Hamit Keskin ve İslam Tuna kardeşlere iskân hakkı olarak verildi.
O yıllarda devlet aile reisine 30 dönüm çocuklara 10 dönüm iskân hakkı verdiği için aynı anne ve babadan olan kardeşler bile “İskân Kanunu”ndan yararlanmak umuduyla farklı soyadı alıyorlardı.
“BEY AMCA” LAKABI
Ahalinin Hüsnü Bingöl’ün şahsına hitabı farklılık gösterirdi. Kürt ileri gelenleri “Hüsnü Beg” derken Azeri ileri gelenleri ve Iğdır’da görev yapan Kaymakam gibi üst düzey devlet memurları “Hüsnü Bey” veya “Beyefendim” şeklinde bir hitabı benimsemişti. Genç, eğitimli, şehir yaşamı görmüş kesim “Bey Amca” demeyi tercih ediyordu.
AZİZ GÜNEY ANLATIYOR
Mustafa Hoca diye biri vardı. Gezici başöğretmenlik yapardı. Bu adamın işi gücü Hüsnü Bingöl’ü taklit etmekti. Onun her şeyine imreniyor, elinden gelse bir gölge gibi bütün hareketlerini taklit edecekti.
Biz, hocanın bu dalkavukluğundan oldukça rahatsızdık. Bu yüzden ona bu davranışını tövbe ettirmek için bir oyun oynamaya karar verdik!
Hüsnü Bey’in yemekten sonra kahvede oturup nargile çektiğini bilmeyen yoktu. Mustafa Hocanın da aynısını yapacağından emindik. Bir yolunu bulup garsonla anlaştık, Mustafa Hocanın nargilesine tütün yerine kupkuru at tersi koyacaktı!
Tahmin ettiğimiz gibi Hüsnü Bey yemekten sonra gelip masaya oturdu. Bir şey söylemeden garson hemen nargilesini getirip özenle önüne koydu. Mustafa Hoca da gelip yan masaya yerleşti ve bir nargile ısmarladı. Biz de Hüsnü Bey’in masasına oturup, Mustafa Hocaya kurduğumuz tuzağı kendisine anlattık:
“Bey Amca, o sizi taklit ediyor, tövbe ettireceğiz!”
Bizim sözlerimizi yarı ciddi yarı lakayt bir tavırla karşıladı.
Hüsnü Bingöl’ün eli nargileye uzandı, hortumu ağzına götürüp derin derin emmeye başladı. Duman çıkmadı.
Nargile içme kültüründe bir racon vardır: İlk anda nargileye yaş tütün konur. Bu yüzden tütünün kuruması ve duman çıkması için bir zaman boşa emmek gerekir.
Mustafa Hoca da nargilesine uzandı. Daha ilk emişte yüzü gözü dumana boğuldu. Bir gözü de Hüsnü Bingöl’de idi.
Hüsnü Bingöl tekrar nargilesine uzandı ve hortumun içini boşaltır gibi emmeye başladı. Yine duman çıkmadı. Mustafa Hoca da ikinci hamlesine yöneldi, duman soba borusundan çıkar gibi yeri göğü kapladı. Mustafa Hoca, kendisi için bir idol olan Hüsnü Bingöl’ün çaresiz(!) durumda olduğuna inanıp, yanına yaklaştı:
“Bey Amca, galiba sizin nargileden duman çıkmıyor! Buyurun benimkinden bir yudum alın!”
“Ulan defol buradan! Gözüm görmesin!”
HACI EVLİYA YİĞİT ANLATIYOR
Bir gün Iğdır Belediye bahçesinde Hüsnü Bingö ve dostları oturmuş sohbet ediyorlarmış. Kalabalığın içinde Mecit Hun da varmış. Hüsnü Bingöl bir ara merak uyandıracak şekilde etrafındakilere sorar:
“Acaba Rusya’da ne para eder?”
Casusluk olaylarının yoğun olduğu ve en ufak bir hatanın ölümle sonuçlandığı o günlerde kimse ağzını açıp cevap verme cesaretini kendinde bulamamış.
Mecit Hun söz alır:
“Bey Amca, sorunuza cevap vermek isterim ama biraz çekiniyorum..”
Hüsnü Bingöl:
“Korkma, söyle!” diye üsteleyince, Mecit Hun,
“Bey Amca, vallahi kellenizi kesip Rusya’ya gönderirsek hiç şüphesiz karşılığında çok para alırız.”
(DEVAM EDECEK)
Bir sonraki yazımda Nazi Müslüman Lejyonlarına ve Kıyas (Alkazak) Bey’e yer vereceğim.