GİRİŞ
Dünyanın en büyük sorunu nedir diye sorarsanız cevabım kesindir: Erkek ve kadın arasındaki cinsiyet farkı veya günümüz deyimiyle “Kadın Sorunu”dur. Çok iddialı bir ifade kullandığımı biliyorum. İsterseniz binlerce yıldır değişmeden günümüze kadar gelen “Kadın Sorunu”nu derinlemesine incelemeye başlayalım.
Değerli okuyucular!
Aslında makalenin başlığını “Kadın Sorunu” olarak yazmak içimden geçmedi. Ancak son 200 yılda yayımlanan tüm kitap ve makalelerde yani yerleşik literatürde bu başlık kullanıldı ve tartışmalar da bu başlık etrafında dönüp dolaştı. Bu makale için doğru başlık “Kadın ve Duygu Boşluğu” olmalıydı.
İlk kez Locke (1632-1704) isimli İngiliz filozof, kadınların özgürlük ve eşitlik haklarını gündeme getirdi. Kendisini takip eden diğer filozoflar da çok genel tanımlarla Locke’ın yolunu takip ettiler.
ENGELS’İN AİLE TANIMI
Kadın Sorununu ciddi anlamında ilk kez Marksist filozof Engels,1884 yılında yazdığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli kitabında ele aldı. Engels bu kapsamlı kitabında daha çok insanlık tarihinin ilk dönemlerindeki aile yapılarını ele almıştır. Engels, tek eşli aile biçimiyle “özel mülkiyet “arasında bir paralellik bulunduğunu tespit etmiş, yazısının esasını bu tez üzerine dayandırmıştı.
Engels’e göre eski toplumlar ana-soycuydular. Çünkü tek-eşliliğin olmadığı bir toplumda soy anneye göre belirlenmek zorundaydı. Baba-soycu akrabalık kavramı, özel mülkiyetin ve miras hukukunun doğmasıyla ortaya çıkmıştı. Kısacası Engels’e göre çağdaş tek-eşliliğin ortaya çıkışı, miras ve mülkiyet sorunuyla ilgiliydi. Engels’e göre Mülkiyetin ve mirasın devamı esası kadının erkeğe bağımlılığının (ataerkil) devam ettiği burjuva evliliği ile eşitlikçi işçi sınıfı evliliği arasındaki temel ayırıcıydı.
Değerli okuyucular!
Buraya kadar genel tanımıyla “Kadın Sorunu”nun nasıl doğduğunun ipuçlarını vermeye çalıştım. Kadınların son 200 yılda yaşadıkları sorunları maddeler halinde sıralamak isterim:
- Aile içi şiddete maruz kalması
- Ayrımcılık (evde ve işyerinde) yaşaması
- Düşük ücret alması ve düşük ücretli işlerde çalışması
- Aynı işi yapan erkeğe göre daha düşük ücret alması
- Oy kullanma hakkından yoksun bırakılması
- Fahişeliğe yani kadın ticaretine zorlanması
- Boşanma hakkının olmaması
- Kürtaj hakkının olmaması
- Gereğinden fazla veya isteği dışı çocuk yapmaya zorlanması
- Miras hakkının olmaması
- Tapu (mal) sahibi olma hakkının olmaması
- Eğitim hakkının olmaması
- Sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının olmaması
- Siyasal temsil hakkının olmaması
- Doğum izni hakkının olmaması
- Kamu sektöründe çalışmasının yasaklanması
- Sözleşme yapma hakkının olmaması
- Kadınların cinsel tacize maruz kalması
- Kılık-kıyafet hakkının olmaması
Günümüze kadar kabaca “Kadın Sorunu” denildiği zaman yukarıdaki maddeler anlaşıldı ve bunun çözümü için sosyal ve siyasal tedbirler uygulamaya konuldu. Siyasi partiler seçimlerde, parti program ve tüzüklerinde yukarıdaki sorunların tamamını veya bir kısmını çözme sözü vererek kadınların oyunu almaya çalıştılar ve çalışmaya devam ediyorlar.
Bu arada 20’nci yüzyılın başında itibaren FEMİNİZM isimli bir siyasi ve sosyal dalga tüm dünyayı titretmeye başladı. Feminizm ideolojisi ve istekleri yıldan yıla değişti. Kendi içinde onlarca gruba ayrıldılar. Feministler ilk zamanlar yukarıda maddeler halinde sıraladığım konuları gündeme getirip seslerini duyurmaya çalıştılar. Tek istekleri erkeklerle eşit haklara sahip olabilmekti. Bunları çok detaylı bir şekilde incelemeye şu an gerek görmüyorum. Bugün ülkelerin çoğunda yukarıda sıralanan maddelerin çoğu zaten ya Anayasa’lara girmiş ya da yasal düzenlemelerle kontrol altına alınmıştır. Günümüzde Feminist hareketin ele alacağı ciddi bir konu kalmamıştır. Süreç içinde başka bir sorun ortaya çıkmış ama bunu çözmede sadece feministler değil tüm insanlık çaresiz durumdadır.
Feminizm, üç dalga yaşadı: 19’ncu yüzyılın sonlarında yaşanan klasik liberal feminist hareket, 20’nci yüzyılın başlarında Alman Marksistleri Rosa Luxemburg (1871-1919)ve ClaraZetkin’in başlattığı sosyalist feminist hareket ve 1960’dan sonra yükselen radikal feminist hareket.
Marksit feminist hareketin diğer önemli ismi Alman Marksist lider Clara Zetkin’dir. Hayatı boyunca kadınların oy hakkı ve fırsat eşitliği gibi konularda yazı yazdı, elinden geldiğince kadın politikasına eğilerek sosyalist kadın hareketini geliştirmeye çalıştı.
Acaba Lenin’in önderliğinde kurulan Sovyetler Birliğinde kadınların siyasi kotasının yüzde kaç olduğunu hiç merak ettiniz mi? İnsanların eşit haklara sahip olmasıyla ortaya çıkan Sovyetler Birliği Merkez Komitesinde kadın yoktu. Komünist Partideki kadın kotası 1981 yılında %8 civarındaydı. Bu sayı 1986 yılında %13 oldu. Gerçekler böyle olduğu halde yayınlanan raporlarda Merkez Komite ve Komünist Partideki kadın kotası 30% olarak gösteriliyordu.
Radikal feministlerin dayattığı ve olmazsa olmaz istekleri erkeklerle eşit SİYASİ TEMSİL hakkına sahip olmaktı. Eğer ülkeyi kadınlar yönetirse sorunların azalacağını kadın-erkek eşitliğinin ancak o zaman gerçek anlamda sağlanacağına inanıyorlardı ve inanmaya devam ediyorlar. Ancak yaşanan gerçekler onları haklı çıkarmıyor.
Zamanla siyasi partiler tüzük ve programlarına kadın kotaları eklemek zorunda kaldılar. Bugün Türkiye’deki tüm siyasi partilerin tüzük ve programlarında kadın kotası yüzde olarak belirtilmiştir. Radikal feministler kadın-erkek eşitliğinin veya bir anlamda “Kadın Sorunu”nun bu yolla çözüleceğine inandılar. Hatta Türkiye’deki bazı partiler siyasi temsil anlamında kadınlara verdikleri önemi belirtmek için “Eş Başkanlık” sistemini uygulamaya koydular. Halbuki birazdan göreceğiniz gibi bütün bunlar Kadın Sorununu çözmekten uzak göz boyayıcı önlemlerdir.
BUGÜN HANGİ ÜLKELER EN YÜKSEK KADIN MİLLETVEKİLİ ORANINA SAHİP?
İsterseniz parlamentosunda en fazla milletvekili olan ülkeleri sıralayalım:
- Ruanda %61
- Küba %53
- Bolivya %53
- Meksika %48
- İsveç % 45
Sıralama bu şekilde devam ediyor. 192 ülke arasında Türkiye %17.4 oran ile 117’nci sıradadır.
Değerli Okuyucular!
Buraya kadar kadın sorununu açıklamaya çalıştım ve kadın hakları konusunda genel bir bilgilendirme yaptım. Asıl soru şudur? Parlamentosunda en yüksek milletvekilline sahip olan Ruanda, Küba, Bolivya gibi ülkelerde kadın-erkek eşitliği diğer ülkelere göre daha mı gelişmiş durumda? Maalesef yapılan araştırmalar bunun böyle olmadığını göstermektedir. Yani kadınların siyasi gücü elinde tutması kadın-erkek eşitliğine katkı sunmuyor. O halde sorun nerede?
Herhangi bir ülkenin parlamentosunun, kurumlarının hatta askerlerinin tamamının kadınlardan oluştuğunu varsayalım. Bu durumda kadınlar erkeklerden daha mı baskın ve daha mı güçlü olacaklardır? Hiç şüphesiz yönetimsel anlamda kadınlar daha avantajlı olmalarına rağmen gerçek yaşamda hala kendilerini ezik ve yenik hissedeceklerdir. Kısacası kadın-erkek eşitliği ile siyasi temsil arasında doğru bir orantı yoktur. Bu bir aldatmacadır. Gerçek kadın-erkek eşitliğine ulaşmanın formülü siyasi güçten değil duygusal güçten geçmektedir. O halde duygusal güç nedir?
ÇOCUĞU DOĞURAN VE DUYGUYU YARATAN ANNEDİR
Kadın ve erkek, yaratılışları gereği farklı fiziksel görev ve fonksiyonlara sahiptirler. Bebeği dokuz ay karnında taşıyan annedir. Bebeği vücudunun bir parçası gibi gören annedir. Bebeği kendi varlığının devamı olarak gören de annedir. Bebek dünyaya geldiğinde onu sütüyle besleyen annedir. Bebek ilk sevgiyi annesinden alır. Kadın, isterse evlenip çocuk sahip olsun veya hiç evlenmesin doğanın ona vermiş olduğu bu misyonve hatırlatmayı DNA’sında taşır: Doğa kanunları insan türünün devamlılığında kadına daha çok sorumluluk yüklemiştir. Kadın, doğanın kendisine daha çok sorumluluk yüklediğini ve bu minnet duygusunun erkek tarafından bilinmesini ve takdir edilmesini ister. İşte bu takdiri DUYGU BOŞLUĞU olarak adlandırmak gerekir.
Örneğin İsveçli bir aile hayal edelim. Varsayalım evin erkeği çalışmıyor olsun. İş hayatında aktif olan eşi de doğumdan ve annelik izninden sonra tekrar işe başlasın. Siyasal bir partiden milletvekili seçilsin. Eğer koca, kadının ihtiyaç duyduğu DUYGU BOŞLUĞUNU dolduracak yönde adım atmıyorsa, kadın, milletvekili dahi olsa, işsiz-güçsüz kocasına karşı “ikinci sınıf bir vatandaş” duygusunu taşıyacaktır çünkü yüreğindeki DUYGU BOŞLUĞU karşılıksız kalmaktadır. Kadın farkında olmadan içinde bir reddedilmişlik ve eziklik duygusu taşıyacaktır. Her gün TV’de gördüğümüz ABD CumhurbaşkanıTrump’ın eşi Melanie’nin DUYGU BOŞLUĞU yaşadığı kesindir çünkü kocası tarafından reddedilmiş gibi bir hali var. Züppe kocası kadının doğal hakkı olan MİNNET duygusunu ondan esirgemektedir.Bu örneğe benzer binlercesini etrafınızda gözlemlemeniz mümkündür.
Çocukluğumdan bir hatıramı nakletmek isterim. Bir çobanımız vardı. İşine sadık, söz dinleyen ve kendisiyle barışık birisiydi. Ailesi köyde yaşadığı için karısını ve çocuklarını her gün görme şansı yoktu. Bizim ahırlarda köyden uzakta Iğdır merkezdeki evimizin yanındaydı. Bir gün köyden koyun tezeği getirmesi için annem çobanı görevlendirdi. Bir at arabası kiraladık. Ben de beraberinde gittim.
Çoban şehir merkezinde uygun bir yerde arabadan indi ailesi için öteberi aldı. Yola devam ettik. Köye vardık. Çoban önce ailesini görmek istedi. Şeker, çay vb öteberiyi evin önüne koyduktan sonra eşi için aldığı ayakkabıyı ve elbiselik kumaşı bir torbadan çıkarıp özenle eşine uzattı. Kadın bunu beklemiyordu. Gözleri sevinçle ışıldadı. Utangaç ama gururlu bir şekilde hediyeleri elinde tuttu. Çocuklar babalarının etrafını aldı. Onlar için de şekerleme almıştı.
Ayrıldığımızda kadın o kadar mutluydu ki çobanlık yapan eşinin içinde bulunduğu zorluğa rağmen minnet gösterip DUYGU BOŞLUĞUNU unutmamasını büyük bir sevinçle karşılamıştı. Çok iyi biliyordum ki o kadın ne yapıp edecek beş çocuğu sevgiyle büyütecekti. Benim için KADIN-ERKEK eşitliği işte budur. Gerisi lafazanlık ve hikâyedir.
Toplum ekonomik anlamda geliştikçe yukarıda maddeler halinde sıraladığım eksiklikleri kapatabilir, ama DUYGU BOŞLUĞU duygusunu kapatamaz. Bu eksiklik yasal düzenlemelerle de giderilemez. Aile ister zengin olun ister yoksul olsun eğer koca, eşinin ihtiyaç duyduğu minnet duygusunu takdir edemiyorsa orada kadın-erkek eşitliğini aramak anlamsızdır.
DUYGU BOŞLUĞU olgusunun başka bir zararlı etkisi daha vardır. Kadın bir zaman sonra depresyonla boğuşmak zorunda kalacaktır. Avrupa ve Amerika’da daha çok kadınlar psikiyatristleri ziyaret etmektedirler. DUYGU BOŞLUĞU yaşayan anne intikamını yavaş yavaş çocuklarından alacak SEVGİSİNİ kendi çocuklarından esirgeyecektir. Anne sevgisiyle büyüyemeyen bütün çocukları gelecekte bekleyen tek bir gerçeklik vardır: Huzursuzluk, başarısızlık ve nihayet depresyondur.
Yukarıda sıralanmış olan hakların elde edilmesiyle kadın ve erkek, yasal anlamda birbirine yaklaşmakta ama duygusal anlamda birbirinden uzaklaşmaktadır. Bu paradoksal durumu açıklamak oldukça zor.Örneğin 20’nci yüzyıldan önce gençler kariyer ve iş bulma stresi olmadığından yaşam daha çok aile odaklı ve tek köy, kasaba ve şehirde devam ediyordu. Ortalama bir hayat için ücret veya maaş elzem değildi. Ancak günümüzde yasal haklar anlamında birbirine yaklaşan gençlik, eğitim ve kariyer yani para odaklı bir toplumda ailelerinden uzaklara gitmek zorunda kalmakta, duygusal anlamda ailelerinden uzaklaşmakta ve daha kırılgan bir yapıya bürünmektedirler. Bu duygu boşluğunu ya da eksikliğini şimdilik psikiyatri doldurmaya çalışmaktadır. Ancak bu ne zamana kadar böyle devam edecek sorusu önem kazanmaktadır.
SONUÇ
200 yılı aşkındır her boyutuyla tartışılan kadın-erkek eşitliğinin gerçek sihri erkeğin elindedir. Erkek istemedikçe ve eşinin duygu boşluğunu doldurmaya istekli olmadıkça kadın-erkek eşitliği tatsız-tuzsuz matematiksel bir hesaba dönüşür. Feminist hareket bu anlamda çökmüştür çünkü kontrol erkeğin elindedir.
DUYGU BOŞLUĞU’nun giderilmesi ve kadın-erkek eşitliğinin sağlanması anlamında çobanın karısının,ABD Cumhurbaşkanı Trump’ın eşi Melanie’den çok daha şanslı olduğuna inanıyorum.Yüzyılın en büyük sorunu DUYGU BOŞLUĞUNU giderecek yönde minnet, sevgi ve empati duygularını geliştirmek gerekiyor.İşte o zaman kadın-erkek eşitliğinden söz edebiliriz. Ancak bunun formülü nedir, ben de bilmiyorum. Şüphesiz insanlık uzun bir zaman bu duygu boşluğuyla mücadele etmek zorunda kalacaktır.