20’nci yüzyıl Iğdır’ının siyasi tarihine göz attığımızda devlet adamı niteliklerini taşıyan yani bir anlamda zümreler ve mezhepler üstü bir karizma ve güce sahip olan iki şahsiyet vardır: Torun ailesinden Eleşref Bey ve aslen Kağızmanlı olup sonradan Iğdır’a yerleşen Ali Rıza Ataman.
Yeni neslin bu iki isme yabancı olduğunu biliyorum. Tarihin karanlığında kalan belki de unutulacaklar rafına konan bu iki şahsiyeti yeniden hatırlamakta ve kişilik özelliklerinden ders çıkarmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
ELEŞREF BEY (1845-1927)
Bir zamanlar Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu Suveren köyünün biraz yukarısından geçen bir sınırla ayrılıyordu. Kürt aşiretleri sınırın iki yanında da vardı. Her iki imparatorluk Kürtlerle farklı şekilde ilgilendi. Osmanlı Devleti, Hamidiye Alaylarını kurdu, askeri bir yapı oluşturdu. Albay, binbaşı, yüzbaşı gibi rütbeler verdi. Rus Çarlığı başka bir yol izledi. Hamidiye Alaylarını kurması gerekmiyordu çünkü zaten kendi Hamidiye Alayları yani “Kazaklar” vardı. Rus Kazak ordusunu Kazakistan’da yaşayan Kazaklarla karıştırmamanız gerekiyor. Rus Kazakları her şeyden önce Hıristiyan’dı. Bir zamanlar özgür kölelerdi. Çar, onları sınırı boylarına yerleştirdi. Yiyecek, para ve silah verdi. Onlar da koşulsuz bir şekilde Çar için dövüştüler ve her zaman Çar’ın en sadık savaşçıları oldular.
Kazaklar savaşlarda önemli bir rol oynadılar. Bir anlamda Rus ordusunun bel kemiğini meydana getirdiler çünkü ilk saldırıyı yapan onlardı veya gelen bir saldırıyı ilk karşılayan da onlardı. Iğdır sınır olduğu için Osmanlıya karşı bir savaş ihtimali nedeniyle Iğdır’da güçlü bir kazak ordusu konuşlanmıştı. Çar, aynı imtiyazı Müslüman Kürtlere veya Azerilere tanımadı. Çar, Müslümanların dini inançlarına müdahale etmezdi, son derece tolerans gösterir ama savaş zamanı Müslüman askerlere güvenmiyordu. Haksız da değildi. Sık sık ihanete uğramıştı.
Müslümanların askeri alınması yasaktı. Bu yüzden tarıma dayalı olarak yaşayan obadaki Azeri köy evlerinde ne silah vardı ne de askeri anlamda kendilerini savunacak bir organizasyon yeteneği oluşmuştu! Bu nedenledir ki Ermeni komitacılar saldırdığında Azeri ahali direniş gösteremedi, menfur katliamlar meydana geldi.
Çar, tebaasındaki Müslüman Kürtler için daha farklı bir yol izledi. Rusya’da yaşayan Kürtleri “Glava” denilen bir sistemle örgütledi. Glava Rusça bir kelimedir. “Baş” veya “reis” anlamına gelir. Her aşiret veya aşiretler topluluğunun kendi özgür iradesiyle bir “Glava” yani “Reis” seçme hakkına sahipti. Seçilen Glavalar Torun Ailesinden (Güneş Ailesine) bir lidere bağlı olurdu. Çoğunlukla General rütbesinde olan bu lider merkezi Tiflis’te olan Rus Ordusuna karşı doğrudan sorumluydu. Barış zamanında vergi toplamak veya Kürt aşiretleri arasında çıkan sorunları halletmek gibisinden görevleri olurdu. Savaş zamanında aşiretleri süvari birlikleri halinde örgütlemek ve savaşta yönetmek Torun Ailesinin en önemli göreviydi. Bu sistem ilk kez 19’ncu yüzyılda uygulamaya kondu. Gulicevher Ağa, General olarak atandı. Gulicevher Ağa’nın en büyük korkusu olası bir Osmanlı-Rus savaşında bir Müslüman olarak Osmanlıya karşı savaşmaktı. Rivayet edilir ki Gulicevher Ağa, “Allah’ım sen bana Osmanlıya karşı savaşmayı nasip etme!” diye dua edermiş. Gulicevher Ağa, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşını görmeden vefat eder. Üç oğlu vardır: Eyüp Paşa, Eleşref Bey ve Mahmut Bey.
Eyüp Paşa babasının yerine görevi teslim alır. Eyüp Paşa da din konusunda babası gibi derin bir hassasiyete sahiptir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı başlayınca kendisine bağlı Kürt süvari birlikleriyle Rus ordusuna ihanet eder, Osmanlı tarafına geçer. Osmanlı da Eyüp Paşa’yı ödüllendirir, Ağrı’ya bağlı Küpkıran köyünü yerleşim yeri olarak verir. Bu sefer Eleşref Bey tüm Kürtlerin Çar nezdinde lideri olur. “Eleşref” kelimesi “Ali Eşref” kelimesinin kısaltılmış halidir. İdari sistem olarak ele alındığında Kürtlerin Rusya’da yarı özerk yaşadığını söyleyebiliriz. Büyük suçlarda “êlbeg” veya “ruspî”nin yani “glava” suçluyu cezalandırır, öldürme olayların da ise suçlunun tüm malına el konulup sürgün edilirdi. Rus mahkemeleri bu işlere fazla karışmazdı. Örneğin bir kız kaçırma olayı meydana geldiyse kızın ailesi önce Glava’ya başvurur ve halen bir çözüm bulunamasa bu kez Eleşref Bey’den yardım istenirdi. Rus Yönetimi bu gibi idari işlemlere karışmazdı.
Eleşref Bey Erivan’da oturur, arada bir Ramazankent’deki köy evine uğrar, hatta zamanının büyük çoğunluğunu burada geçirirdi. Yaz aylarında Kağızman yaylalarını tercih ederdi. Boş durmazdı. Yanına aldığı süvari birliğiyle aşiretleri oba oba dolaşır, sorunlarını dinler, bir çözüm yolu bulurdu. Son derece adil davranırdı. Sorunları çözmeye yönelik olağanüstü bir iradeye sahipti. Kendisine ve askerlerine hizmet edilmesini istemez, kimseye yük olmazdı. Gerektiğinde ihtiyacı olan yiyeceği para vererek satın alırdı. Bu yüzden Kürt obaları Eleşref Bey’i büyük bir saygıyla karşılar, ellerinden geldiğince onurlandırmaya çalışırlardı. Eleşref Bey de önemli gördüğü sorunları Tiflis’te Rus yönetiminin dikkatine sunar, çözüm arardı. Ruslar Eleşref Bey’e “General” rütbesi vermişti. Ancak bu askeri değil sivil bir rütbeydi. Bu yüzden kendisine “Paşa” değil “Bey” olarak hitap edilirdi.
Eleşref Bey beş evlilik yaptı ama çocuğu olmadı. Bu evliliklerden trajik olan birisini, Ermeni kızı Nino ile yaptığı evliliği ele almak isterim:
ERMENİ GÜZELİ NİNO VE TRAJİK BİR SON
Eleşref Bey, ilk üç hanımından çocuğu olmayınca bu kez Ermeni kızı Nino ile evlenir. Ancak Nino başkasıyla kaçar, sonrasında öldürülür. 2002 tarihine kadar bölge insanı Eleşref Bey’in Nino’yu öldürttüğünü zanneder. Iğdırlı siyaset adamı Hasan Alagöz benimle yaptığı söyleşide Redkan aşireti aksakallısı Evdıle Sano’nun ona aktardığı ancak korkudan aşiret içinde yıllardır gizli tutulan bir sırrı ifşa etti.
General Eleşref Bey, ilk üç hanımından çocuğu olmayınca, Ermeni güzeli Nino’yu alır ancak Nino’nun kalbi bir Ermeni gencindedir. Bir gün sevgilisiyle kaçıp gider.
Eleşref Bey deli gibi âşık olduğu Nino’nun elinden çıkıp gitmesine tahammül edemez, Nino’nun ihanetini affetmek niyetinde değildir. Torun ailesinin vurucu ve sadık gücü Çamurlu köyünde ikamet eden Redkan aşiretinden yardım ister:
“Gidin, ne yapıp edin, bana Nino’yu geri getirin!”
Çamurlular, içlerinde Evdıle Sano‟nun da olduğu on üç kişilik özel bir tim hazırlarlar. Hacı Yusuf oğlu Ali komutasındaki tim Nino’yu geri getirmek için yola çıkar. Uzun bir aramadan sonra Nino’nun kaçtığı Ermeni’nin evi tespit edilir.
Evin geniş bir bahçesi, etrafında azgın köpekler vardır. Yapılacak açık bir saldırıya uygun değildir. En ufak gürültü veya silah patlamasında köy halkının yardıma gelme ihtimali yüksektir.
Evin arka duvarı tepeye yaslanmaktadır. Saldırının sabaha karşı yapılmasının daha uygun olacağına karar verilir. Sabah erken bir saatte, Çamurlular dama çıkar, açtıkları delikten içeri girerler. Kendilerine karşı koyan Ermeni kocayı öldürür, Nino’nun da ağzını bağlayıp köyden uzaklaşırlar.
Nino’yu bir odaya kapatırlar. Özel tim olayı değerlendirmek için toplanır: Şimdi ne yapmalı? Farklı görüşler ortaya çıkar.
Biri şöyle der: “Eğer Nino’yu teslim edersek Eleşref Bey, Nino’ya delicesine âşık olduğundan onu affedecek, tekrar kendisine hanım yapacak, öldürmeyecek, namus meselemiz orta yerde kalacak, iyisi mi biz kendi ellerimizle öldürelim!”
Bir diğeri karşı gelir, şöyle der: “Eleşref Bey, Nino’yu sorgulayacak, sonra da ölüme mahkûm edecek.”
Anlaşmazlık büyüyünce, ortak bir karar alınır: İki kişi Eleşref Bey’e gidecek, niyetini anlamaya çalışacaktırlar.
Eleşref Bey, Ramazankent’e oturmaktadır. İki kişi huzura varır:
“Beg, em Nino anîn!” (Bey’im, Nino’yu getirdik.)
“Hûn sax û mirî anîn!” (Ölü mü, sağ mı getirdiniz?)
Çamurlular, Bey’in tepkisini öğrenmek için, mahsustan, Nino’nun Aras’ta boğulduğunu söylerler.
Haber üzerine Eleşref Bey elini dizine vurup üzüntüsünü belli eder:
“Aha! Male min şevitî!” (Evim yıkıldı!)
İki kişi köye döner, Eleşref Bey’in söz ve tepkisini arkadaşlarına aktarır, uzun değerlendirmelerden sonra ortak bir karar alınır:
“Artık geriye dönüş mümkün değil!. Nino’yu öldürmek zorundayız.”
Eski Çamurlu köyünde Geriyê Rêz denilen bir yer vardır. Talihsiz Nino infaz edilir, oraya gömülür.
SON YILLARI
Eleşref Bey erdem sahibi ve hakkaniyet duygusu yüksek bir devlet adamıydı. Aşiretler arasında ayrım yapmaz, zayıfları korumaya çalışırdı. Sadece Kürtlerin değil tüm Müslüman ahalinin mağdur olmaması için gereken tedbirleri alır, sorunlara anında müdahale eder, çözüm bulurdu. Azeri veya Kürt tüm Müslüman ahalinin onur ve şerefini gözetir, dini anlamda ayrımcılık yapmaz, uyumlu bir koordinasyon sağlardı.
Eleşref Bey 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlayınca kardeşi Eyüp Paşa gibi Osmanlıya karşı savaşmayı reddeder, kendisine bağlı askeri birliklerle Osmanlıya sığınır. Kazım Karabekir Paşa ile görüşür. Emekliye ayrılır. Ramazankent’e yerleşir ve orada vefat eder. Mezarı Kolukent köy mezarlığında babası Gulicevher Ağa’nın kümbet mezarının hemen yanındadır. Çocuğu olmadı.
Gurci Selçuk anlatır:
“Bir keresinde annem Fattê’yle birlikte Kolukent köy mezarlığını ziyarete gitmiştik. Eleşref Bey’in mezar taşı düşmüştü. Tekrar dik koymak için ikinci bir taşa ihtiyaç vardı. Gulicevher Ağa’nın kümbetinden bir taş aldım, sesli şekilde, ‘Ey Gulicevher Ağa, beni bağışla! Senin oğlun sana sahip çıktı, kümbet yaptırdı ama onun mezarına sahip çıkacak oğlu olmadı. Müsaade et bu taşı oğlunun mezarına koyayım’, dedim. Annem duygulanmış olacak ki oturup ağladı.
Eleşref Bey’in hayatı ile ilgili bir çok fıkra ve anekdot anlatılır. İsterseniz onlardan birkaç tanesini sizlerle paylaşayım:
YAZ YAĞMURU
Eleşref Bey artık yaşlanmıştır. Iğdır’ın sıcağından bunalır, kendisini zar zor yaylaya atar.
Bir gün bir dostu ziyaretine gelir. Çadır önünde oturup sohbet ederlerken, gökte kara bulutlar yığışır, karanlık çöker, gök gürler, şimşek ortalığı aydınlatır. Derken çok şiddetli bir yağmur boşanır. Her şey o kadar ani olur ki Eleşref Bey ve dostu çadıra sığınırlar. Çok geçmeden yağmur başladığı gibi hızla kesilir. Dağın yamacından inen su akıntısı büyük hızla çadırın yanından akıp gider.
Eleşref Bey olup bitene kendini kaptırır, derin düşüncelere dalar.
Dostu nazik şekilde lafa girer:
“Ne oldu? Hatıralar mı?”
“Bir insan ömrünü düşünüyordum. Bizler de tıpkı gök gürültüsü şimşek parlaması gibi annemizin doğum sancıları, bağrışları, feryatları ile dünyaya geliyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarımız hızla yağan yağmur gibi geçer gider. Sonra yağmurun kesilmesi gibi güçten takatten düşeriz. Daha sonra şu çadır kenarında akıp giden su gibi ayakaltına düşeriz.”
O anda çadırın yanında akan su da azalır, ha durdu ha duracak gibi bir durum olur. Eleşref Bey dostuna ince bir çizgi halinde akan suyu işaret eder:
“Bu da benim şu andaki halim. Ha öldü ha ölecek…”
BUYUR BABA!
1917 Rus İhtilali sonrasında Ruslar Iğdır bölgesinden çekilir.
Bir Müslüman olarak Eleşref Bey’in komünist yönetimle arası yoktur. Kazım Karabekir Paşa’yla temas kurmak ister. Bir fırsatta Kars’a gidip Paşa’nın huzuruna çıkar. Kendisini tanıtır.
Karabekir Paşa kuşkuludur:
“Bu isimde birisini işittim. O gerçekten siz misiniz?”
Eleşref Bey üzerindeki paltoyu çıkartır, Rus Generali apoletleri ve ceketiyle Paşa’nın karşısına dikilir. Karabekir Paşa, kendisinden yaşlı ve tecrübeli General’in elini saygıyla öper. “Buyur baba!” diyerek yer iltifat eder.
Karabekir Paşa:
“Generalim, bize katılmanıza çok sevindim! En kısa sürede Mustafa Kemal’i haberdar edip sizi ordumuzun başına davet edeceğiz.”
Eleşref Bey bu davete pek istekli değildir. Diplomatik bir cevap verir:
“Hayır, ben uzun yıllar tekrar Türkiye’ye bağlanacağız umuduyla yaşadım. Görüyorum ki o günler çok yakın! Böyle bir günde ben kendimi General’den çok er oğlu er olarak hissediyorum ve bana böyle bir görev vermenizi istiyorum.”
Eleşref Bey emekli olup Ramazankent’e yerleşir.
DESENE SIPASI (XOTİK) DA YANINDA
Rus Yönetimi zamanında General Eleşref Bey’in hükmü, Kafkasya’nın bir ucundan diğerine koşulsuz geçerlidir.
Eleşref Bey bölgedeki Kürt glavalarını (bölge ve aşiret sorumlularını) tek tek kontrol eder, adalet ve nizam kurallarının hakkıyla uygulanıp uygulanmadığını bizzat yerinde denetlerdi.
Bunun için çoğu zaman dağ tepe demeden taşlı tozlu yollarda yürümek zorunda kalırdı. Çok sevdiği çizmesi çabuk eskimesin diye tabanına at nalına benzer bir demir pençe çiviletir. Öyle ki toprak yolda yürüdüğünde çizme at veya eşek toynağına benzer iz bırakır.
Yine böyle bir günde Eleşref Bey, çizmesini ayağına geçirir, yanına üst düzey maiyetini alarak teftişe çıkar.
Tozlu yolda yürürlerken birkaç adım geriden gelen General arkadaşı, şaka olsun diye seslenir:
“Eleşref Bey! Eleşref Bey! Burada eşek izi var!”
Eleşref Bey geri döner. Arkadaşı eliyle, Eleşref Bey’in çizmesinin az önce geride bıraktığı izleri gösterir.
Eleşref Bey, bozuntuya vermez, arkadaşının ayak izlerini gösterir:
“Haklısın! Baksana sıpası da yanında…”
HE KURBAN, BİR LOP DA ÜZERİME AT!
Kürt aşiretleri günlük yaşam zevkini önemsemeden günübirlik yaşarlardı. Ne ev düzeni ne de rahat bir yaşam zevki! Kürt ağa ve beyleri için de durum aynıydı. Misafirine gözünü kırpmadan birkaç koyun kurban eden ağanın evinde yatacak doğru dürüst bir döşeği bile olmazdı. Bu tezat durum bir gün Eleşref Bey’i çileden çıkarır.
Eleşref Bey, zengin bir Kürt ağasının evine misafir olur. Yenir içilir. Yatma zamanı gelir. Ev sahibi elinde lop’la (altı keçe üstü kilim, öküzlerin üzerine atılan kalın örtü) çıkagelir. Lop’u yere serer. Eleşref Bey’i üzerinde uyumaya davet eder.
Eleşref Bey, sıkıntılı ve sinirli bir tavırla, kendisini tozlu, öküz teri kokan lop’un üzerine atar. Ev sahibi çok geçmeden geri döner, misafirine daha fazla hizmet (!) etmek düşüncesiyle öneride bulunur:
“Beyim, üstünüze örtmeniz için de bir lop getireyim mi?”
Ağaya ders verme zamanının geldiğine karar veren Eleşref Bey:
“Sana zahmet, bir lop da üzerime ört, kalın iple önden ve arkadan iyice bağla, sonra da ipi iki defa karnıma dola, düğümünü de kuvvetlice sık ki koşup ederken lop’lar üzerimden düşmesin.”
ÖYLE ZANNETTİM Kİ…
Eleşref Bey, yağcı insanlardan hoşlanmazdı.
Bir gün, iki elini arkasında kenetlenmiş, dalgın dalgın yürümektedir. Bir köylü çok saygı duyduğu Eleşref Bey’e arkadan sessizce yaklaşır, öpmek için dudaklarını Eleşref Bey’in ellerine dokundurur, ıslaklığı etinde hisseden Eleşref Bey irkilir, korkuyla ellerini yana açarak ileri doğru hamle yapar.
Geriye dönüp karşısında süklüm püklüm, başı yere eğik köylüyü görünce şaşırır. Hem kendi korkusunu haklı göstermek hem de köylüye yağcılıktan hoşlanmadığını ima etmek için şöyle der:
“Ha! Öyle zannettim ki sen bir köpeksin!”
ADAM YAXŞİDIR (Yaxşi: İyi)
Bir Azeri, Eleşref Bey’e merakla sorar:
“Ay Bey! Kürt mü yaxşidır yoksa Azeri mi?”
Eleşref Bey düşünmeden cevaplar:
“Adam yaxşidır adam!”
AV, İLK VURANINDIR
Sonbahar yaklaşır, Eleşref Bey evini Kağızman yaylasından Ramazankent’e taşır. Bir Azeri çiftçi huzuruna çıkar:
“Ay Bey! Bir öküzüm ölmüş, bir öküzüm kalmış. Tarla süreceğim, bir conega (tosun) ödünç ver!”
Eleşref Bey tereddüt etmeden bir tosunun köylüye verilmesini emreder. Köylü tosunu önüne katıp giderken hayvan ne yapıp eder köylüden kaçıp ahıra geri gelir. Bu durumu uzaktan seyreden Eleşref Bey, aniden durumu kavrar:
“Hevalê xwe jî dixwaze!” (Arkadaşını da istiyor!)
Köylüye bir tosun daha verir. Köylü de mutlu bir şekilde iki tosunu önüne katıp gider. Eleşref Bey’in cömert şekilde, bir tosun isteyene ikinci tosunu bedava verdiği haberi Azeri köylerinde hızla yayılır. Azeri çiftçiler aynı istekte bulunmak için Ramazankent’e, Eleşerf Bey’in huzura koşarlar. Eleşref Bey, hepsi de aynı istekte bulunan çiftçilerin önüne geçer, elini ümitsiz bir duyguyla iki yana açar:
“Beyler, av ilk vuranındır. Ne yapayım geç kaldınız!”
YAŞLILIĞIN HAYRI
1926 Ağa ve Beyleri Sürgün Yasası nedeniyle Iğdır Bölgesi’nden birçok isim sürgüne gönderilir. Eleşref Bey’in adı da sürgün listesindedir. Yaşı sekseni aşan Eleşref Bey yaş haddinden affedildiğini duyunca kendi kendine söylenir:
“Yaşlılıktan bana bir hayır gelmez diye düşünüyordum. Demek ki yaşlılığın da bir hayrı ve bereketi varmış.”
HER DAKİKANIN HER SANİYENİN BİR HÜKMÜ VAR
Redkan (Redkî) aşiretinde Hacı Yusuf ve Hacı Sano amca çocuklarıdır. Hacı Yusuf aşiretin yönetim, Hacı Sano da dini yönüyle ilgilidirler. Bu yüzden Hacı Sano, yeme içme gibi şatafattan uzaktır.
Eleşref Bey, her hafta bir Kürt ileri gelenine misafir olur, hem aşiretin sorunlarını dinler, hem de yönetim işleriyle ilgili bazı sorunları çözermiş. Bir gün Eleşref Bey, Hacı Sano’ya şöyle der:
“Haftaya senin misafirinim.”
Bu gibi ziyafetlere ve ağırlamalara alışkın olmayan Hacı Sano rahatsız olur kibarca bir öneride bulunur:
“Bey’im, benim evim seni misafir etmeye uygun değildir. Masraflarını ben karşılayayım, yeter ki bu toplantıyı Hacı Yusuf’un evinde yapın!”
Eleşref Bey ısrar eder: “Olmaz!”
Hacı Sano, bilge bir tavırla başını sallar, şöyle söylenir:
“Ne yapayım! Her saniyenin, her dakikanın, her saatin, her günün bir hükmü vardır. Allah büyüktür!”
Eleşref Bey bu söze bir anlam veremez.
Vakit gelir. Eleşref Bey, etrafında yardımcıları ile birlikte Çamurlu köyüne, Hacı Sano’nun evine doğru yola çıkar. Yarı yolda, Ramazankent yönünden doludizgin gelen bir haberci Eleşref Bey’e ulaşır:
“Bey’im Aliye Hanım vefat etti!”
Eşinin ölüm haberini alan Eleşref Bey, Çamurlu köyüne düşünceli düşünceli bakar Hacı Sano’nun sözlerini hatırlar, kendi kendine söylenir:
“Hacı Salih (Sano) erê vallê! Her saniyenin, her dakikanın, her saatin, her günün bir hükmü varmış.”
Atın yönünü Ramazankent’e çevirir. Böylece Hacı Sano’nun isteği bir anlamda yerini gelir.
AZERİ KIZI ALİYE HANIM
Bir gün Eleşref Bey; Erivan Hanı, Xancar Xan’ın kızı Aliye Hanım’ı ister. Ancak Aliye Hanım, Eleşref Bey’e gitmeye istekli değildir.
“Men Kürde gitmem!” diyerek ayak diretir. Aliye Hanım’ın başka talipleri de vardır. Bir gün babası, “Kızım, Eleşref Bey’le ilgili başından büyük söz ettin! Eleşref Bey herkesin sevdiği saydığı iyi bir insandır” deyince, kız babasının gönlünü almak için şöyle der:
“Baba, biliyorsun beni birkaç genç istiyor. Hiç birisini görmüş değilim. Üç damat adayı bir gün yolda yan yana yürüsünler, ben çocuklardan birini göndereceğim, beğendiğim damat adayının elinden tutturacağım” .
Bu öneri babasının hoşuna gider.
Ertesi gün aralarında Eleşref Bey’in de olduğu üç damat adayı yolda yan yana giderler. Aliye Hanım içlerinden birisine gönlünü kaptırır. Yanındaki çocuğun kulağına fısıldar:
“Git sağ baştaki adamın elinden tut!”
Çocuk koşarak Eleşref Bey’in elinden tutar.
Xancar Xan’ın karısının gönlü bu evliliğe pek razı olmamış. Haberi işittiği zaman ağıt yakar gibi söylenmiş:
Men hara Kürd-i İran hara
Bir gün axır çekerler bizi dara (darağacı)
MUSTAFA KEMAL’E TELGRAF
29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilân edilince, Meclisi Mebusan’ı ve Mustafa Kemal’i kutlamak için Eleşref Bey bir telgraf gönderir. Iğdır PTT’si, Bitlisli Mehmet Kakioğlu’nun dükkânının (Bugün Denizbank) bulunduğu yerdedir. Eleşref Bey, telgrafında Mustafa Kemal’i uzun uzun kutladıktan sonra bir isteğini iletir:
“Paşam, bayramlarda General elbisemi giyerek resmi törenlere katılmama izin verir misiniz?”
Telgrafına aynı gün Mustafa Kemal’den cevap gelir:
“Kendinize Türk General elbisesi diktirip giyinmenizde sakınca yoktur!”
Eleşref Bey de buna istekli olmaz.
ELEŞREF BEY’İN MAĞDURİYETİ
Rus Çarlığı zamanında bir kral kadar güçlü ve saygın birisi olan Eleşref Bey, Cumhuriyet yıllarında mağdur duruma düşer. Servet içinde serveti olan Eleşref Bey’in eli her geçen gün dara girer, cebindeki her altın sikkeyi eli titreyerek saymaya başlar.
Cebinde on altın parası kalan Eleşref Bey bir gün Axura taraflarında yayla yerinde dolaşmaktadır. Mendilini çıkardığında altın sikkelerden birisi çizmesinin içine düşer ama Eleşref Bey, bunu fark etmez. Yardımcısını çağırır, istekte bulunur:
“Oğlum bir altın para yere düştü, ara bul!”
Genç adam atın tırnağına yakın yerde bir altın sikke bulur! Eleşref Bey evde çizmesini çıkarırken bu kez içindeki altın sikke avucuna düşer. Eleşref Bey, altın sikkeye bakar sevinçle kendi kendine söylenir:
“Bakalım bu ‘gel ha gel’ daha ne kadar devam edecek!”
FETTAH BEY
Hamit Bey’in en büyük oğlu Fettah Bey haşin ve sert yaratılışla birisidir. Bu karakteriyle Torun ailesinin diğer fertlerinden ayrılır.
Aşiret dostlarından birisi bir gün Eleşref Bey’e sorar:
“Beyim, yabancılar bizim için Kürt-Mürt diye laf ediyorlar. Anladım Kürt biziz, peki Mürt kimdir?”
Eleşref Bey tereddüt etmeden cevaplar:
“Mürt de bizim Orgof’taki Fettah Bey’dir”
SON
ALİ RIZA ATAMAN (1855-1955)
“Ataman” ailesi 20’nci yüzyıl Iğdır’ına damga vurmuş önemli bir ailedir. Halkın hafızasında daha çok Osman ve İdris Ataman isimleri yer etmiştir. Bunun nedeni Osman Ataman’ın uzun yıllar Belediye Başkanı olarak görev yapmasıdır. Ama bu ailenin tartışmasız en önemli ismi Ali Rıza Ataman’dır. Erken yaşta vefatı nedeniyle hafızalarda ismi hakkıyla yer etmedi. Her ne kadar köken olarak Kağızmanlı olsa da hayatını Iğdır’a adamış bu önemli şahsiyeti yeni nesle tanıtmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Ali Rıza Ataman’ın ailesi aslen Kağızman’ın yerlisidir. “Yerli” kelimesi konusunda Merhum Hamza Aygün şöyle bir değerlendirme yapar:
“Doğu Anadolu’da Kağızman, Kars, Van ve Erzurum il ve ilçelerde kendilerine ‘yerli’ tabir edilen bir halk kesimi vardır. Bunların kökeni Osmanlı-İran arasında yüzyıllar boyu süren din savaşlarına kadar gider. Kendisi de bir zamanlar Bizans sınırında ‘Uç Beyliği’ olarak kurulan, buradan bir cihan imparatorluğuna dönüşen Osmanlı Devleti, Şii mezhebinin Anadolu’ya girişini engellemek için sınır boyundaki illere ‘Uç Beyi’ denilen Sünni mezhebinden aile ve kavimleri yerleştirmiştir. Bu aile ve topluluklar sonraki yüzyıllarda ‘yerli’ adını alarak bölge halkıyla kaynaşmış ve temel bir unsur olmuştur. Uç beylerine örnek olarak Kağızman’da Ataman ailesi, Van’da Vural Ersoy ve Turgut Bey örnek gösterilebilir.”
Ali Rıza Ataman, İsmail Bey’in dört oğlunun en küçüğüdür. Kardeşler yaş sırasına göre Murat, Ömer, Mehmet ve Ali Rıza Beylerdir. 20’nci yüzyıl Iğdır’ın vazgeçilmez isimlerinden Osman ve İdris Ataman kardeşler Ömer Bey’in çocuklarıdır. Ali Rıza Ataman, uzun yıllar Iğdır Belediye Başkanlığı yapan Osman Ataman’ın öz amcasıdır.
Ali Rıza Bey, 1885 yılında Kağızman’da dünyaya geldi. 19 Haziran 1955 tarihinde 70 yaşında Iğdır’da vefat etti. Kağızman’da aile mezarlığına defnedildi.
MİLLİ MÜCADELE YILLARI
Dört kardeş, eğitimlerini Rus okullarında tamamlayıp, lise mezunu olmuşlardı. Bu nedenle Ermenice ve Rusçayı çok iyi konuşabiliyorlardı. Milli Mücadele yıllarında, Ermeni işgalindeki Kağızman’da aktif mücadeleye atılan üç kardeş Sibirya’ya sürülür. 3.5 yıl süren sürgünden sonra kardeşler Kağızman’a geri döner, mücadeleye kaldıkları yerden devam ederler. Kars Milli Şurası ilan edilince Ali Rıza Bey, hükümette Dahiliye (İçişleri) Bakanlığı görevini üstlenir. Hükümet üyeleri İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürgüne gönderilince, Ali Rıza Bey, yolculuk sırasında bir yolunu bulur, Batum’dan kaçıp Kars’a geri döner. İngilizlere bir mektup bırakır:
“Firar ettiğimi zannetmeyin. Memleketimin bu sıkışık durumunda hizmete koşuyorum”
Kâzım Karabekir Paşa’yla istişare halinde Milli Mücadele güçlerini örgütler, milis ve askerden oluşan silahlı güçleri etrafında toplayarak Ermenilere karşı mücadeleye kararlılıkla devam eder. Ermeniler, sürgünden kaçan Mehmet Bey’i yakalayıp Kars Kalesi zindanlarına atar; ailesini de göz hapsinde tutarlar. Mehmet Bey yaklaşık 8 ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Vakit kaybetmeden ailesini de yanına alıp Milli Mücadele güçlerine katılır. Savaş bütün şiddetiyle altı ay devam eder. Nihayet 28 Eylül 1920 tarihinde Kâzım Karabekir Paşa’nın emriyle, Ali Rıza Bey ve kardeşlerinin komutasındaki Milli Mücadele güçleri Kağızman’ı, Karabekir Paşa’nın emrindeki askerler de Sarıkamış’ı işgal ederler. Mehmet Bey’in komutasındaki Milli Mücadele güçleri Ermeni birliklerini Gümrü’ye kadar kovalar; Ali Rıza Bey komutasındaki milis güçleri de eş zamanlı olarak Iğdır’a doğru ilerlerler. Nihayet 14 Kasım 1920 tarihinde Iğdır’daki güçlerle birlikte, Iğdır kasaba merkezini ele geçirilir.
Birinci Meclis-i Mebusan (Millet Meclisi) 23 Nisan 1920 tarihinde toplanınca Ali Rıza Bey, Birinci Dönem Milletvekili olarak Ankara’ya davet edilir. İkinci dönem milletvekilliğine istekli olmaz, Kars’a geri döner.
Ali Rıza Bey’in ailesi kısmen Iğdır’a kısmen de Kağızman’a yerleşiktir. Ticaretle uğraşan Ali Rıza Bey, uzun yıllar İran ve Rusya’yla ithalat ve ihracat yapar, Iğdır’da bir çırçır fabrikası kurar, fabrika işletmesini yeğeni Osman Ataman’la birlikte yönetir. Ali Rıza Bey, zarif ve çok iyi yetişmiş bir hanımefendi olan Pakize Hanım’la evlenir, mutlu bir evliliği olur. Osman Ataman, savaş çıktığında Rus ortaokulunda öğrenci imiş. Bu nedenle eğitimi yarım kalır. 1940’lı yıllarda Iğdır’da birkaç dönem belediye başkanlığı yapan Osman Ataman, 1944 yılında Güzin Hanım’la evlenir, ancak çocuğu olmaz. Ermenice ve Rusçayı çok iyi konuşan Osman Ataman, uzun yıllar protokol görüşmelerinde Türk tarafını temsilen tercümanlık görevini yerine getirmişti.
ATAMAN AİLESİ
Ailenin en belirgin özelliği düzenli yaşam biçimleri ve sürekli konuk ağırlamalarıdır. Örneğin İran Şahı 1934 yılında, Ankara’ya yolculuğu sırasında, 3 gün Ali Rıza Bey’in Iğdır’daki evinde kalır. Bundan başka, Ali Rıza Bey’in yakın dostu Kâzım Karabekir Paşa da sık sık Kağızman’daki evde misafir edilmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak, dönemin bakan ve milletvekilleri de ağırlanan konuklar arasındadır. Ataman Ailesi; konuksever, sofra adâbını iyi bilen, güzel giyinen, eğlenmeyi ve yaşamayı seven, birbirine son derece bağlı saygılı bir ailedir. Anlatılanlara göre, Ali Rıza Bey; ata binmeyi, ava gitmeyi ve av partileri düzenlemeyi kendisine hobi edinmişti. Ayrıca çok okuyan ve çalışkan birisiydi. İyi bir ziraatçı olarak çiçek yetiştirmeyi ve bahçe işleriyle uğraşmayı da ihmal etmezdi. Kağızman’daki evin bahçesi şakayık ve leylâklarla doluymuş! Ali Rıza Bey, 1955 yılında kalp kriziyle vefat eder. Kağızman’daki aile mezarlığına defnedildi. Osman Ataman da 1990 yılında vefat etti.
Mecit Hun’un çıkarmış olduğu DİL gazetesinin 30 Ekim 1952 tarihli 27 sayılı nüshasında Kars Milli Şura’yla ilgili bir tefrika yayınlanmış, bu yazı dizisinde Ali Rıza Ataman’ın ismi şöyle geçer (Aşağıdaki metin sadeleştirilmiştir):
“15 Kasım 1918 tarihinde Kars’ta 8 kişiden oluşan Kars Milli Şura (Danışma) Hükümeti kuruldu. Geçici Başkan Fahrettin Bey başkanlığında Hükümet üyeleri, Sarıkamış Yedikilise köyünden Hayrullah, Erivanlı Ahund oğlu Taki Karaçantalı, Hacı oğlu Ahmet Ali Afzal, İsrafil Behçet ve Vafyadin idi. 15 gün içinde diğer yerlerden gelen delegelerle kurultay açıldı. Yeni hükümet şu şekilde kurulmuştu:
1. Hükümet Başkanı: Cihangiroğlu İbrahim Bey
2. Hükümet Üyesi: Cihangiroğlu Hasan Bey
3. Hükümet Üyesi: Dr. Esat Bey
4. Hükümet Üyesi: Akbabalı Kelbayı Memed Bey
5. Hükümet Üyesi: Karaçantalı Ahmet Bey
6. Hükümet Üyesi: Kağızmanlı Ali Rıza Bey (Ataman)
7. Hükümet Üyesi: Erivanlı Taki Bey
8. Hükümet Üyesi: Sarıkamışlı Fahrettin Bey
9. Hükümet Üyesi: Iğdırlı Alibeyoğlu Mehmet
10. Hükümet Üyesi: Oltulu Molla Bilal
11. Hükümet Üyesi: Borçalı Emin
12. Hükümet Üyesi: Cemaldinallı aşiret başkanıMaksut Ağa oğlu Hasan Ağa
13. Hükümet Üyesi: Gümrülü Yusuf Bey
Merhum Fahrettin Gülseven, Ali Rıza Ataman’ın Iğdır’daki rolünü şöyle özetler:
“Cumhuriyeti izleyen yıllarda Iğdır ve ahalisinde büyük bir otorite boşluğu varmış. Bu yüzden mafya tipinden örgütlenmeler ve çeteler her yerde türüyor, yerli halkı bunaltıyormuş. Bu çeteler öylesine azgınmışlar ki, Aras nehrini geçip Ermeni dükkânlarını talan ediyor, yerli halk üzerine tehdit ve baskıyla haksız kazanç sağlıyorlar, hatta posta arabalarını bile soyuyorlarmış. Otoritenin böylesine ciddi sorun olduğu, devletin henüz kendisini kurumlarıyla hissettirmediği bu dönemde Azeri ve Aşiret ileri gelenleri ele ele vererek otorite boşluğunu doldurmaya çalışmışlar. Bu yüzden, o dönemde Azeri ve Aşiret kesim arasında kendiliğinden çok iyi bir ahenk ve dostluk oluşmuş. Sosyal yaşam her gün biraz daha renkleniyor, ekonomi canlanıyormuş. Yerel otoritenin tesisinde ve halkın örgütlenmesinde bu dönem en çok Ali Rıza Ataman’ın emeği geçmiş. Doğuştan lider özelliklerine sahip Ali Rıza Ataman, Iğdır eşrafını etrafında toplayarak onlara liderlik eder, kasabanın problemlerinin halli için kişisel girişimlerde bulunur.”
Ali Rıza Ataman İngiliz askerleri, 20 Nisan 1919 tarihinde Kars Milli Şûra Hükümet parlamentosunu basıp, yakaladıkları devlet erkânını trenle Batum’a oradan da gemiye Malta’ya sürgüne göndermişlerdi. Yakalanıp gözaltına alınanlardan birisi de Ali Rıza Bey idi. Ancak, örgütçülük ve istihbarat işlerini iyi beceren Ali Rıza Ataman, Batum’da, dışarıdan gelen arkadaşlarının yardımıyla İngilizlerin elinden kurtulmayı başarır. Ali Rıza Ataman, buna benzer bir olayı daha önce de yaşamış, sürgüne gönderildiği Sibirya’dan kaçarak vatana geri dönmüştü. Ali Rıza Ataman’ın yalnız kendisi değil tüm ailesi milli mücadele yıllarında ön saflarda çarpışmışlardı. Bir ağabeyi, Ermeni komitacılar tarafından işkenceyle feci şekilde şehit edilmişti.
ALİ RIZA ATAMAN MECLİS-İ MEBUSAN’DA MİLLETVEKİLİ
Ali Rıza Ataman, Milli Mücadelede gösterdiği fedakarlık ve yararlılıklar göz önüne alınarak Kars mebusu sıfatıyla Birinci Dönem milletvekili olarak Ankara’ya çağrılır. Daha ilk günden Meclis kürsüsünden yaptığı dobra konuşmalarıyla dikkati çeker. Ancak bir gün, mutasarrıflıklarla ilgili yapılan meclis tartışması sırasında Mustafa Kemal’le karşı karşıya gelir.
MAKİNİST BOZUK, EFENDİLER!
Osmanlı Devletinde, bugünün “ilçe” karşılığı “sancak” idi. Sancakları “mutasarrıf (kaymakam)” denilen kimseler yönetirdi. Anadolu’nun birçok ilçesinde, yöneticiler otorite boşluğundan yararlanarak keyfi idare yürütüyorlardı. Mutasarrıfın yaptığı zulüm ve haksızlığına dayanamayan bir kasaba ahalisi Meclis’e başvurup şikayette bulunur. Açılan müzakerede Meclis Başkanı Mustafa Kemal söz alır:
“Efendiler, makine bozuk, çalışmıyor. Falanca mutasarrıf hakkında yapılan şikâyetleri göz önüne alıp, bu zatı başka bir ilçeye sürdük (…)” şeklinde bir konuşma yapar.
Bu kez Ali Rıza Ataman kürsüye çıkar:
“Efendiler, makine değil makinist (Mustafa Kemal’i ima ederek) bozuk. Bir mutasarrıfı başka yere sürmekle sorun hallolmaz. Şimdi de oradaki halkın mı kanını emsin! Efendiler, böyle adamları söküp atmak gerekir (…)”
KARS’A KAÇIŞ
Ali Rıza Ataman’ın bu muhalif çıkışı ve çıplak eleştirisi, Meclis içinde soğuk duş etkisi yapar. Çünkü hedef aldığı ve ima ettiği kimse sıradan birisi değildir. O yıllar Deli Halit Paşa isminde bir zat da Kars Mebusu olarak görev yapmaktadır. Kâzım Paşa’nın ordusunda görevliyken, Kars’ın kurtuluşunda gösterdiği yararlılıklardan dolayı Kars halkı tarafından kendisine sevgi ve saygı gösterilmiş, o da Kars’a yerleşmişti. Meclis müzakeresinden sonra, öteden beri muhalif konuşmalarıyla tanınan Topal Osman, evinde boğulmuş olarak bulununca, Ali Ataman ve Deli Halit Paşa, öldürülme korkusuyla gizliden Ankara’yı terk edip Kars’a dönerler.
İki milletvekilinin bu şekilde aniden ortadan kaybolmasını önce kimse fark etmez. Mustafa Kemal, Meclis komisyonlarını oluştururken bir gün, “Ali Rıza Bey nerede?” diye merakla sorar. Yapılan araştırma ve istihbarat sonucu iki milletvekilinin Kars’ta olduğu haberi alınınca, geri dönmeleri için emir buyurur. Ali Rıza Ataman, Meclis’in isteğini geri çevirir. Ali Rıza Ataman, Kars ve ahalisinde öylesine nüfuz sahibidir ki, onu yakalayıp Ankara’ya sevk etmek söz konusu olmaz. Deli Halit Paşa, Ankara’ya geri döner. Bir gün, Meclis Başkanın odasında, Ali Çetinkaya isimli kişi tarafından tabancayla vurularak öldürülür.
“BU MALİKANE KİMİN?”
Ali Rıza Ataman ileri görüşlü, lider yaradılışlıydı. Davranışlarında kibarlık ve incelik iç içeydi. Günlük yaşamı renkli ve şatafatlıydı. Faytonu, alaca atları, av köpekleri ve av tüfeğiyle aristokrat zevklere sahipti. Kış günleri Kağızman’dan kızaklara binip Aras boyuna iner, nehrin donmuş yüzünde delik açarak, oltayla avladığı balıkları maltızda pişirip arkadaşlarına ziyafet verirdi. Iğdır’da ilk piyano Ali Ataman’ın evinde (daha sonra Nağı Bey) vardır. Kendisine ait çırçır fabrikasında görev yapan Rus asıllı baş makinisti, zaman zaman piyano çalıp misafirlerine özel dinleti sunardı. 1934 yılında İran Şahı, yolu üzerindeki Iğdır’da gecelemeye karar verdiğinde tereddüt edilmeden kendisine Ali Rıza Ataman’ın evi tahsis edilir. Şahın geçeceği sokaklardaki tüm evler beyaza boyanır, yollar kumlanarak, otomobillerin rahat şekilde yolculuk yapması sağlanır, güvenlik nedeniyle de sokağa çıkma yasağı konur.
Fahrettin Gülseven anlatır:
“Babam Farsça, Rusça ve Ermeniceyi konuşabildiği için, mihmandar olarak Şahın yanında görevlendirilmişti. Avşar sülalesinden olan İran Şahı Türkçeyi az da olsa konuşabiliyormuş. Ali Ataman’ın evine yerleştikten sonra Şah, babama dönerek, “Bu kimin mâlikanesi?” diye sormuş. Babam da usulca, “Ali Rıza Bey’in” demiş.
BÖYLE ŞAHLIK OLMAZ
Şah, bakımsız Iğdır sokaklarından sonra Ali Rıza Ataman’ın Revan taşlarıyla örülü debdebeli, şato gibi evini görünce, biraz da imrenerek şöyle der:
“Siz de burada kendinize bir şahlık kurmuşsunuz.”
Ali Rıza Ataman:
“Savaş sonu bölgeyi terk etmek zorunda kalan bir Ermeni’nin evinde oturarak şahlık kurmak olmaz.”
Şah, kendisi için pişirilen yemeklere, zehirlenme korkusuyla, dokunmamış. Kendi özel aşçısının sedir pirinci ve İran fıstığıyla pişirdiği yemekleri tercih etmiş. Eve elektrik vermek için, çırçır fabrikası gece boyunca çalışıyormuş. Motorun çıkardığı pat-pat sesleri gece karanlığını yırtarak, Şahın kulağına kadar geliyormuş. Şah merakla, “Bu ne sesi?” diye sorunca, durumu kendisine anlatmışlar. Şah, “Bu gürültüde uyuyamam. Motoru durdurun!” diye buyurmuş. Evi lüks lambalarıyla yeniden aydınlatmışlar. Gece yarısı, Şah, suikast korkusuyla, kendisi için hazırlanan yatağı salondaki pencerenin altına taşıttırmış. Sabah olunca şatafatlı bir şekilde, kafile, Kars’a doğru yola koyulmuş.
MUSTAFA KEMAL’E TELGRAF
Hükümet 1926 yılında Ağa ve Beyleri sürgün yasasını çıkarır. Ağa ve Beylerin bir kısmı yurt dışına kaçar, yakalananlar da Batı’ya sürülür. Ali Rıza Ataman bu duruma sessiz kalmaz, hükümete ve Mustafa Kemal’e bir telgraf çeker:
“Rus Kazak askerleri hiç olmasa bizleri namazda rahatsız etmiyorlardı ama siz kapıyı kırıp insanların mahrem odasına giriyorsunuz. Yazıklar olsun!”
Ali Ataman bu telgrafı yüzünden Mustafa Kemal’le sonraki yıllar çok sıkıntı yaşar, milletvekilliğini bırakır, Iğdır’a yerleşir.
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
“Atamanlar, aslen Kağızmanlı olup Iğdır’a ilk gelip yerleşen ailelerdendir. Atamanların, Doğuda Osmanlı İmparatorluğunun uç beylerinden olduğu söylenir. Bu aile aydın, kültürlü ve oldukça zengindi. Cumhuriyetten sonra Iğdır’da devlete intikal eden gayrimenkullerin en önemlileri bu ailenin eline geçmişti. Ailenin kendine özgün aristokratik bir yaşam biçimi vardı. O yılların “Kadillak”ı sayılan, özel bir faytonla dolaşırlardı. Özenle aranıp bulunmuş, kırmızı ve beyaz benekli atların koştuğu bu fayton, kasaba merkezinde dolaştığı zaman şatafatın ve zenginliğin sembolü olarak göz doldururdu.
Bu aileden Ali Rıza Ataman Bey, Birinci Dönem Milletvekili olarak Meclise girdi. Burada tanıştığı Sinop Milletvekili arkadaşının kız kardeşi Pakize Hanım’la evlendi. Bu düğünde bulunma şansım olmuştu.
1934 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’yi ziyarete gelen İran Şahı Rıza Pehlevi’nin, Doğubayazıt, Iğdır ve Kars güzergâhını izleyerek Trabzon’a gitmesi gerekiyordu. Bir gece Ali Rıza Ataman Bey’in Iğdır’daki evinde misafir oldu. Ertesi gün Trabzon’a yola çıkan Şah Pehlevi, oradan Yavuz Zırhlısı’yla İstanbul ve nihayet Ankara’ya gitti. Dönüşte yine aynı güzergâhı izleyerek Gürbülak üzerinden İran’a döndü.
Ali Rıza Ataman Bey, Iğdır’da vefat etti. Cenazesi Kağızman’a nakledilerek orada defnedildi. Ali Rıza Ataman’ın Kağızman’da Mehmet isminde bir kardeşi vardı. Ayrıca Ömer isimli ölen bir kardeşinden de Osman ve İdris adlı yeğenleri vardı.
OSMAN ATAMAN
Ali Rıza Ataman’ın vefatından sonra Iğdır’daki fabrika ve emlakin idaresini Osman Ataman üstlendi.
Zamanında iyi bir eğitim almış olan Osman Ataman, Rusça ve Ermeniceyi çok iyi konuştuğu için, hudut bölgesinde yapılan protokol konuşmalarında tercümanlık yapardı. Uzun yıllar bekâr yaşayan Osman Ataman, nihayet 1944’li yıllarda müzik hocam Nezahat Hanım’ın kız kardeşi Güzin Hanım’la evlendi. Güzin Hanım, anne ve üç kız kardeşi (Güzin, Nezahat ve Sabahat) Erzurum’dan Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. Sabahat Hanım da İdris Ataman Bey’le evlendi. Bu şekilde İdris ve Osman Ataman kardeşler, bacanak oldular.
Osman Ataman, Iğdırlılar tarafından çok sevilirdi. Üç kez belediye başkanlığı görevini başarıyla yapan Osman Ataman, uzun ömürlü bir yaşam sürdü. 1990 yılında vefat eden Osman Ataman’ın naaşı Kağızman’daki aile mezarlığına nakledildi. Mehmet Ataman da Kağızman’da vefat etti. Oğlu Yaşar Ataman, Ziraat Yüksek Mühendisi oldu. Kızlarından Zeliha Hanım, Musa Doğan Bey’in; Mediha Hanım da Fahrettin Karadeniz Bey’in hanımıdır.
İDRİS ATAMAN
İdris Ataman, Iğdır’a vefalı bir insandı. Belirli bir kesim Iğdır’dan bıkıp büyük şehirlere göç etti ama İdris Ataman hep Iğdır’da ikamet etti. Memuriyet hayatını Tarım Bakanlığı bünyesinde tamamlayan İdris Ataman, emekli olduktan sonra eşi Sabahat Hanım’la mutlu bir yaşamı devam ettirdi. İdris Ataman memlekete hayırlı evlâtlar yetiştirdi. Damadı Vural Savaş Bey, bir ara Cumhuriyet Başsavcılığı gibi önemli bir görev üstlendi. Nazahat Hanım, bilahare çok değerli bir general olan Faruk Güventürk’le evlendi.”
SON