TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 631
Değerli okuyucular! Bugünkü yazımı okuduğunuzda bir başlıktan diğerine geçişte kopukluklar görecek, hatta bazı konuların tekrar etiğine şahit olacaksınız. Gazete köşesinde böylesine detaylı bir konuyu en özet ve en kısa yoldan okuyucuya aktarmanın başka bir yolunu bulmakta doğrusu zorlandım. Okuma keyfinizi bozacak bu durum için şimdiden özür dilerim. Umarım her şeyi rağmen yazı ilginize mazhar olur.
İKİ TANIM
Günlük yaşantımıza girmiş ve popüler medyada sıkça kullanılan iki kelimenin ne anlama geldiğini belirterek yazıma devam edeceğim. Bu kelimeler “Faşist” ve “Nazi” ifadeleridir. İtalya’da aşırı sağcı Mussoloni’nin partisinin adı Ulusal Faşist Partisi idi. Hitler’in partisinin adı Nasyonal Sosyalist İşçi Partisiydi. Kısaltılmışı NAZİ olarak kullanılıyordu. Naziler ve Faşistlerin ortak yönü aşırı milliyetçilik, muhalefetin zorla yok edilmesi, toplumun tamamını tek parti ile yönetilmesi, karizmatik liderlik, şiddetin övülmesi ve ırkçılık gibi çok yönlü tanımları içerir.
BARBAROSSA HAREKATI
İkinci Dünya Savaşı başladığında farklı uluslardan yüzbinlerce insan Hitler’in askeri lejyonlarına gönüllü olarak katılır. Hitler yeni bir düzen sözü vermektedir. Gönüllüler arasında Müslümanlar da vardır. Özellikle Sovyetler Birliği içinde yer alan Müslüman halklar Hitler’in Yeni Düzen’inde kendilerini daha iyi bir yaşamın beklediğine inandılar. Nazilerin Swastika sembolü ve İslam’ı temsilen Hilal birlikte resmediliyor, “kutsal birlik” ülküsü Türkistan steplerine kadar Müslüman halklarda umut duygusu yaratıyordu.
Polonya, Fransa, Hollanda ve Çekoslovakya’yı ele geçiren Hitler, 22 Haziran 1941 tarihinde Rusya’ya saldırır. Tarihin bu en büyük askeri operasyonuna, 12. yüzyılda. III. Haçlı Seferi komutanı ve Kutsal Roma Germen İmparatoru Frederick Barbarossa’nın adına atfen, “Barbarossa Harekâtı” kod adı verilir. 1918-1920 yılları arasında Kafkasya’da bağımsız devletlerini kuran Gürcüler, Ermeniler ve Azeriler bu habere sevinirler. Volga ve Kırım Tatarları da ilerleyen Alman güçlerine yardım için harekete geçerler. Kızıl Ordu saflarında savaşan ve Almanlara esir düşen Müslümanlar Hitler’e başvurur, Sovyetlere karşı savaşmak için izin isterler. Aslında Hitler’in etrafında bu esir Müslüman askerlerden Nazi Müslüman lejyonların oluşturulması yönünde adım atmasını öğütleyen önemli danışmanları vardır: Nuri Paşa (Enver Paşa’nın kardeşi), Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyin, İmam Said (Şeyh Şamil’in oğlu), Harun el-Reşid (Alman Albay Wilhelm Hintersatz), emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa ve kısmen Mehmed Emin Resulzade.
Ayrıca Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Türkiye’deki Turancı kesimleri örgütler. Nuri Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak, Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet ve daha sonra önemine değineceğim Milis Lider Kıyas Alkazak’ın da katıldığı bir toplantı düzenler. Türkiye içinde askeri ve milis güçlerin oluşturulması için gizli kararlar alınır. Bu yıllarda Türkiye’de Turancılar ön plana çıkmış, Misak-ı Milli taraftarları önemlerini kaybetmiş, İnönü köşeye sıkışmıştır.
NAZİ MÜSÜLMAN LEJYONLARI
Askeri uzman, Moskova Askeri Akademisi mezunu Binbaşı Abdurrahman Fethalibeyli Düdenginski Baltık boyundaki savaşta Almanlara esir düşer. Almanya tarafına geçerek Azerbaycanlılardan oluşan askerî birlikler kurma isteğini 1941’de Hitler’e iletir. Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüsrev Gerede ve Emekli General Hüseyin H. Erkilet’in teşebbüsleri de süreci hızlandırır.
Hitler, Aralık 1941’de iki Müslüman lejyonunun (askeri birlik) kurulmasını emreder. Almanlar savaşın ilk aylarında esir aldıkları milyonlarca Sovyet vatandaşın içinde yer alan 150.000’den fazla Azerbaycanlı asker ve subaydan faydalanmaya karar verir. Esirlerin bir kısmı bu isteği kabul eder bir kısmı esir kamplarında kalıp ölmeyi tercih eder.
Burada bir hatırlatma yapmak isterim: Almanların ilk saldırısında milyonlarca Kızıl Ordu askerinin esir düşmesi Stalin’i kızdırır. Yeni bir talimatname çıkarır. Buna göre, savaşta düşmana esir düşmek bile vatana ihanetle eş değer sayılır. Ayrıca düşmana sığınmayı, dış ülkeye kaçmayı da ihanet ve askerden firar olarak kabul eder ve ölüm cezası öngörür. Kaldı ki düşman saflarına geçip, Kızılordu’ya karşı savaşanları ne pahasına olursa olsun cezalandıracağına yumruğunu masayı kıracak şekilde vurarak yemin etmiştir.
MÜSLÜMAN VE DİĞER NAZİ LEJYONLARI
Kurulan Nazi yanlısı birinci askeri birliğin adı Türkistan Lejyonudur. Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Karakalpak ve Tacikler bu lejyonda yer alır.
İkincisinin adı Kafkas İslam Lejyonudur. Azeriler, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve Lezginler bu lejyona katılır.
Nazi işbirlikçisi esir Müslüman Sovyet askerleri için farklı renkte özel üniformalar yapılır, kollarına “Tengri Biz Menen”, “Biz Alla Bilen Türkistan” veya “Aserbaidschan” yazılı armalar dikilir.
1941 kışı geldiğinde Almanların elindeki Sovyet savaş esiri sayısı dört milyona yakındır. Bolşeviklere karşı nefret duyan on binlerce insan Nazilere destek vermek için harekete geçerler. İlk başlarda sadece “Hilfswillige” (gönüllü) adıyla rastgele Alman birlikleri arasına serpiştirilen bu askerler gerek sayı gerek etnik çeşitlilik yönünden öyle çoğalırlar ki bağımsız birlikler halinde örgütlenmeleri kaçınılmaz olur. Sovyet gönüllüleri arasında sayıca en fazla olanı, Müslüman Sovyet esirleridir. Gerek Himmler gerek Hitler, onlara özel bir önem vermektedirler. Bu nedenle Azeri, Tatar, Özbek, Türkmen, Türkistanlı gönüllüleri nizami ordu olarak değil seçkin Waffen SS biçiminde örgütlenmesi uygun görülür. SS kelimesi Almanca “Sturm Soldat” kelimelerinin baş harflerinin kısaltılmış halidir yani SS, Fırtına Asker anlamına gelir. Waffen SS, Alman silahlı kuvvetlerinin elit, en iyi eğitimli, en yeni silah sistemlerine haiz, siyasal ordusudur. Doğrudan Nazi Partisine bağlıdır. Sivil katliamlardan büyük ölçüde bu grup sorumludur.
Savaş sona erdiğinde Azeri, Türkmen, Özbek ve diğer Türk asıllı gönüllülerin sayısı 40.000 kadardır. Bunlara ek olarak Ocak 1942 yılında Polonya’da Tatarlardan oluşan Volga Tatar Lejyonu kurulur. Hitler’in Müslüman halklara kucağını açması bir anlamda Türkiye’yi taraf olarak kazanmak bu şekilde Bakü ve Orta-Doğu petrollerini kontrol altına almaktır.
Hitler’in Müslüman birliklere güveni o denli fazladır ki Aralık 1942 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle der:
“Müslümanların sadakatine inanıyorum. Bu yüzden Müslüman Birliklerin kurulmasına karşı değilim!”
GÜRCÜ NAZİ LEJYONU
Gürcistan Lejyonu Aralık 1941 yılında kuruldu. Ukrayna’da özel bir eğitimden geçirildiler ve sonbahar 1942’den itibaren Nazilerin safında savaşa katıldılar. 30000 Gürcü asker Nazi saflarında yer aldı. 1918-1921 yılları arasında kurulmuş olan Gürcistan Demokratik Cumhuriyetinin kurucuları bu lejyonları yönetti. Elbette bu hizmetin karşılığında Hitler, Kafkasya’yı ele geçirirse bağımsız bir Gürcistan sözü veriyordu. Sabotaj eğitimi aldılar. Paraşütle Rusya içlerine indirildiler.
ERMENİ NAZİ LEJYONU
Hitler’in Kafkasya planında Ermeniler de yer almaktadır. 1918-1920 yıllarında Bağımsız Ermenistan Cumhuriyetine yeniden kavuşmak umuduyla Ermeniler de akın akın Nazi saflarına katılırlar. 8 Şubat 1942 tarihinde Kızıl Ordu saflarında savaşırken Almanlara esir düşen Ermenilerden, 11 Taburdan oluşan Nazi Ermeni Lejyonu kurulur. Toplamda 18000 kişiden oluşuyordu. Bu lejyonu oluşturan Ermeniler genellikle, Kızıl Ordu saflarında Nazilere karşı savaşan ama esir düşen Ermenilerden oluşmaktadır. 1920 yılında Ermenistan Cumhuriyetinin yıkılmasıyla Ermenistan’ı terk eden Taşnak Partisi üyesi ve eski Savunma Bakanı General Drastamat Kanayan (Dro) bu birliklerin başına atanır. Farklı ülkelerde yaşayan Ermeni gönüllüler de bir yolunu bulup bu lejyona katılırlar. Ermeni Lejyonunu oluşturan askerlerin ve gönüllülerin ruh halini yakın takibe alan Fransız yazar Yves Ternon, sonraki yıllar kaleme aldığı kitabında Ermeni Lejyonunda Dro dışında diğerlerinde çok belirgin bir Nazi sevgisi eğilimi olmadığını ifade eder.
Savaş bitince Ermeni lejyonu dağılır. Birçokları Müttefik kuvvetlere (ABD, İngiltere) teslim olur. Sovyet vatandaşı olmayanlar diasporada vatandaşı oldukları devletlere teslim edilir. Ancak Sovyet vatandaşı olanlar anlaşma gereği Stalin’e teslim edilirler. Ya kurşuna dizilir ya da Sibirya’ya sürgüne gönderilirler. İkinci Dünya Savaşından sonra General Dro Amerikalılara sığınır, Sovyet vatandaşı olmadığı için Stalin’e teslim edilmez. Lübnan’a yerleşir, Ermeni davasını oradan devam ettirir. 1947 yılında yapılan Dünya Ermenistan Toplantısında Nazilerle yaptığı işbirliği nedeniyle işlediği suç affedilir, normal hayatına geri döner.
GENERAL DRO KİMDİR?
Asıl adı Drastamat Kanayan’dır. 31 Mayıs 1884 tarihinde Iğdır’da doğdu. Askeri komutan ve siyaset adamıydı. Taşnak partisi üyesiydi. Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kurulduğunda Savunma Bakanı (1920) olarak görev yaptı. Kilise okulunda eğitim aldı. Sık sık dersten kaçar, Kazak askerlerin eğitimlerini merakla izlerdi. O yıllar Iğdır’da 8000-10000 arası Rus askeri vardır. Eğitimine Erivan Lisesinde devam eder. Dersler Rusçadır. İyi bir öğrenci olamaz. Osmanlı ordusuna karşı savaşan General Andranik hayranıdır. Rus Hükümeti, Ermen kilisesinin mal varlığına el koyunca milliyetçi Taşnak Partisine katılır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlıya karşı Ermeni Gönüllü birliğini yönetir. Beyazıt Vilayetine saldırıda yaralanır, ünü gittikçe artar. Savunma Bakanı olarak görev yapar. 1920 yılında Sovyetler Ermenistan’ı işgal edince sürgüne gönderilir. Bir yolunu bulup Romanya’ya yerleşir. İkinci Dünya Savaşında Hitler’in Sovyet vatandaşı esir Ermenilerden ve diasporadan gelen Ermenilerin oluşturduğu lejyonun başına geçer. Kırım ve Kafkasların ele geçirilmesinde görev alır. Savaş bitince Amerikalılara teslim olur. Sovyet vatandaşı olmadığı için Stalin’e teslim edilmez. Lübnan’a yerleşir. Tedavi için gittiği Amerika’nın Watertown şehrinde 8 Mart1956’de vefat etti.
ZEYTUN NAZİ ERMENİ TABURU
29 Ağustos 1942 yılında Polonya’da oluşturuldu. 1000’e yakın Ermeni gönüllüsü yer aldı. Kafkasya’ya sevk edildiler. Daha sonra Hollanda ve Belçika’da görev aldılar. Normandiya çıkarmasında Nazi saflarında Müttefik kuvvetlere karşı savaştılar ama büyük kayıplar verdiler.
KUDÜS MÜFTÜSÜ: MUHAMMED EMİN EL-HÜSEYNİ
Emin El-Hüseyin, 1921 – 1948 yılları arasında Kudüs baş müftüsü ve Arap Yüksek Komitesi’nin kurucusuydu. İslam dünyasında büyük bir saygınlığa sahipti (Bir anlamda Papa gibiydi). Filistin topraklarından Yahudileri çıkarma çalışmalarına girişir. Antisemit gösteriler ve sabotajlar düzenler.
Emin El-Hüseyni 1933’ten itibaren Nazilere yakınlaşır. 1941’de Berlin’e giderek bizzat Adolf Hitler ile görüşür. Yahudileri Filistin’den atmak için destek talep eder. Hitler, Kafkasları tamamen ele geçirince Yahudileri Filistin’den atma sözü verir. Emin El-Hüseyin, Müslüman Lejyonları teftiş eder, askerleri tek tek kutsar. Bir anlamda kısa süreliğine de olsa İslam-Nazi işbirliği sağlanır.
ŞEYH (İMAM) ŞAMİL’İN OĞLU SAİD ŞAMİL
Nazi Almanya’sının Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Kuzey Kafkasyalı İmam Şamil’in oğlu Said Şamil’i Hitler’e tavsiye eder. Şamil, Hitlerle görüşmesinde, Alman Hükümetinin Panturancılık konusunda Kafkasya’da bir hareket oluşturmak ve bunun için de uygun kişileri Kafkas cephesine göndermek için doğru zamanın geldiğini söyler. Alman Hükümeti ve Türkiye arasında bir uzlaşma sağlanmasını ve dahası Alman Dışişleri’nin rahatça ulaşabileceği Fransa’da yaşayan Sultan Kılıç Giray, Mirza Bey Kulattı ve Adil Bey Kulattı ile Varşova’da yaşayan Bahaddin Nurş gibi nüfuz sahibi, yetenekli Panturancılardan yararlanılmasını teklif eder.
WEHRMACHT VE WAFFEN-SS
Okuyucum şunu bilmelidir ki Hitler zamanında Almaya’da iki farklı ordu vardı: Birisi “Wehrmacht” olarak bilinen düzenli silahlı kuvvetleridir (Kara-Hava-Deniz). Diğeri ise doğrudan NAZİ partisine bağlı “Waffen-SS” isimli ordudur. Dünya tarihinde belki de bu bir ilktir. Savaşın sonuna doğru Wehrmacht subayları Hitler’e suikast düzenler fakat doğrudan Hitler’e bağlı Waffen-SS kontrolü ele geçirir.
Waffen-SS doğrudan doğruya Adolf Hitler’e bağlılık yemini etmiş gönüllü savaşçılardan oluşmuştur. Bu yönüyle resmi Alman ordusu olan Wehrmacht’ın bir parçası değildi. Asker sayısı önceleri 200.000’den az iken 1944 sonrası bir milyonu aşar. Elit ve seçkin askerlerden oluşurdu. En üstün silah ve ekipmanlar ilk olarak Waffen-SS’e verilirdi. Müttefik ordularının en korktukları ve çekinerek savaştığı birliklerdi. Çoğu tarihçinin ittifak ettiği üzere Waffen-SS tümenleri II. Dünya Savaşı’nın en iyi donanıma sahip ve en başarılı birlikleriydi. Nürmberg mahkemesinde Waffen-SS askerleri savaş suçlusu olarak görülmüş ve yargılanmışlardır çünkü sivil katliamların çoğundan Waffen-SS grubu sorumludur. Müslüman NAZİ lejyonları Waffen-SS grubuna dahil olduğu için savaş bittiğinde savaş suçlusu olarak yargılanmışlardır. Teslim oldukları ülkeler tarafından savaş mültecisi statüsünde değerlendirilmemiş, her yerde yargı karşısına çıkarılmışlardır.
HİTLER VE TURANCILIK
Hitler, hedefini daha da büyütür, Turancılık düşüncesinin hem Türkiye hem de Müslüman halklar arasında en inançlı savunucusu olur. Sovyet yönetimi ortaya çıkan bu yeni durum karşısında panikler. Sovyetlerin, ABD Büyük Elçisi Konstantin Oumansky itiraf eder:
“Kafkaslar konusunda endişeliyim. Kırım Tatarlar bize ihanet etmeye eğilimlidirler. Sovyet sistemini asla benimsemediler. 19’ncu yüzyıldaki Kırım Savaşlarında da bunu yaşadık. Düşmanlarımızla işbirliği yaptılar. Ayrıca Kafkasya’daki halklara da güvenmiyorum. “
Almanya, Kafkasya’daki Müslüman halklarla yakın ilişkiye geçer. Kolhozların kapatılması, camilerin yeniden açılması, Sovyetler tarafından el konulan malların geri ödenmesi veya bu zararların karşılanması yönünde söz verir.
Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Türkiye’yi yanlarına çekmek için kurtarılacak Müslüman bölgelerin yönetimini Türkiye’ye bırakmaya istekli olduklarını Türk Hükümetine iletir. Mareşal Çakmak ve Başbakan Saraçoğlu, Turancılık fikrine ilgi duyarlar. Ancak İnönü temkinli ve tarafsız bir siyasetten yanadır. Bu yıllar İnönü, “yalnız adam” konumundadır. Stalingrad yenilgisinden sonra Almanlar, Kafkasya projesinden geri adım atar. İnönü, fırsatı iyi değerlendirir. Mareşal Çakmak’ı derhal emekliye ayırır, Turancılık düşüncesiyle arasına mesafe koyar. Böylece Müttefik Kuvvetlerin özellikle Sovyetlerin hışmından kurtulmaya çalışır.
30 Nisan 1945 tarihinde Hitler’in ölümüyle savaş Avrupa’da sona erer, Nazi Müslüman Lejyonları, Amerika ve İngiliz kuvvetlerine teslim olurlar. Yapılan anlaşma gereği hepsi Sovyetlere iade edilir. Onları kötü bir son beklemektedir: Ya kurşuna dizilirler ya da Sibirya’ya sürülürler. Hatta Stalin daha da ileri gider Kafkasya’daki birçok halkı da Sibirya’ya sürer.
HİTLER’İN AMACI
Hitler’in üç amacı vardır:
1. Birinci dünya savaşının intikamını almak ve tüm Avrupa’nın hakimi olmak
2.Ülkesini ve Avrupa’yı Yahudilerden temizlemek
3.Komünizmi yok etmek.
Bu hedeflere ulaşmak için iki şeye ihtiyacı vardı: Ağır sanayi ve petrol.
Barborassa Harekâtı başladıktan kısa bir süre sonra Rusya’yı Moskova üzerinden işgal etmenin kolay olmayacağını anlayan Hitler, strateji değiştirerek Kafkasya’daki zengin petrol yataklarına yönelir. Böylece hem kendi ülkesi için enerji temin edecek, hem de Sovyet ordusunu enerjisiz bırakacaktır. Kafkasya’ya ulaşmak için önce Stalingrad’a saldırır. Ancak Stalingrad’da ilerleme sağlayamayınca bir kol güneyden Kafkasya’ya uzanır, Elbruz dağına kadar ilerler. Kafkasya ve Rusya’nın en yüksek dağı (5642 m) Elbruz’un zirvesine kocaman bir Nazi Swastika (Gamalı Haç) sembolünü yerleştirerek Güney Kafkasya halklarına anlamlı bir mesaj verirler.
Türkiye, Hitler için ne ifade ediyordu?
1. Türkiye Birinci Dünya Savaşında Almanya’nın müttefikiydi.
2. Türkiye komünist değildi.
3. Türkiye’de Yahudi nüfus azdı
4. Türkiye’de gelişmiş bir sanayisi yoktu. Ayrıca petrol, doğalgaz gibi enerji kaynakları bakımından da oldukça fakirdi. Türkiye’yi inceleyen Alman istihbaratı, işlerine yarar bir şey olmadığını Hitler’e rapor etmişlerdi.
5. Naziler Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi kendi saflarında savaşa sokmak istiyorlardı. Türkiye’nin milliyetçi gücünü kullanarak Orta Asya’daki Türk asıllı halkları Sovyetlere karşı kışkırtmak ve doğu cephesindeki iş yükünü hafifletmeyi hedefliyorlardı. Türkiye’de bu savaşa Almanya’nın yanında girmek isteyen etkili bir milliyetçi bir çevre vardı. Stalingrad yenilgisinden sonra Nazilerin savaşı kazanamayacağı anlaşılır. İsmet İnönü milliyetçilere (ülkücülere) karşı büyük bir tasfiye girişiminde bulunur. Ülkücüler o dönem nezarethanelerde işkence görür, önemli bir kısmı da devlet görevlerinden uzaklaştırılır.
ALMAN ALBAY WILHELM HİNTERSATZ (HARUN-EL-REŞİT BEY)
Alman kökenli Hintersatz, Hitler’i Turancı düşünce ve liderlerle tanıştıran kişilerin en başında gelenidir. 1917’de Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilen bir Alman heyetinde yer alır ve Enver Paşa’nın emir subayı olur. 1919 yılında Müslüman olup ismini “Harun El Reşit” olarak değiştirir. İkinci Dünya Savaşı’nda, 1939-44 yılları arasında Wehrmacht’ta (Nazi Silahlı Kuvvetlerinde) görev yaptı ve 30 Haziran 1944’te Waffen-SS’e katıldı.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SOVYETLERİN KAYBI
Bazı yazarlar nedense İkinci Dünya Savaşı’nda Rusların “kurnazlık” yapıp Sovyetler Birliğini oluşturan diğer etnik grupları özellikle Müslüman halkları ön cepheye sürdüklerini ileri sürerler. Aşağıdaki tablo, ölen veya kaybolan Sovyet askerlerinin etnik kökenlerine bağlı olarak dağılımını göstermektedir (1941–45). Savaşta ölen askerlerin sayısı tam olarak bilinmez. Asgari-Azami aralığında listeler yapılır. Aşağıdaki tabloda ölen “asgari asker” sayısı verilmiştir. Örneğin Azerbaycan’ın asgari asker kaybı 210 000, azami asker kaybı 300 000 olarak tahmin edilir. (Not: Siviller dahil değildir.)
ETNİK İSİM NÜFUS ÖLEN ASKER SAYISI
Ermenistan 1,320,000 150,000
Azerbaycan 3,270,000 210,000
Beyaz Rusya 9,050,000 620,000
Estonya 1,050,000 30,000
Gürcistan 3,610,000 190,000
Kazakistan 6,150,000 310,000
Kırgızistan 1,530,000 70,000
Litvanya 1,890,000 30,000
Letonya 2,930,000 25,000
Moldovya 2,470,000 50,000
Rusya 110,100,000 6,750,000
Tacikistan 1,530,000 50,000
Türkmenistan 1,300,000 70,000
Ukrayna 41,340,000 1,650,000
Özbekistan 6,550,000 330,000
Diğerleri – 165,000
Toplam Sovyetler 194,090,000 10,600,000
Yukarıdaki tabloda da görüleceği gibi savaşın asıl yükü Rus, Ukrayna, Beyaz Rusya gibi Slav halkların üzerinde olmuştur.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE AZERBAYCAN
İkinci Dünya Savaşında Sovyet Azerbaycan’ı 700 000 askeri Kızıl Ordu saflarına gönderir. Bunun 300 000’e yakını savaşta ölür. Geri dönenlerin çoğu yaralı ve sakattır. Azerbaycan halkı, “Büyük Ana Vatan” savaşına büyük bir fedakârlıkla sahip çıkarken diğer yandan Almanlara esir düşen Azeri askerlerin önemli bir kısmı Nazilerin kurduğu Müslüman Lejyonlarında görev alırlar. Bunun mecburiyetten mi yoksa gönüllü mü olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Şu kadarını biliyoruz ki birçok Kızıl Ordu mensubu olup da esir Azerbaycanlı asker Nazi saflarına katılmaları yönünde yapılan teklifi , “Vatanıma (Sovyetlere) ihanet etmektense açlıktan ölmeyi tercih ederim,” diyerek reddeder ve çoğunluğu esir kamplarında helak olur.
AZERBAYCAN LEJYONU VE WOLA KATLİAMI
Nazi subayları ve üst yönetim, Müslüman Nazi Lejyonlarını sivil halka karşı katliamda kullanır. Bunlardan en vahimi 5 Ağustos 1944 tarihinde Polonya’da 40000 sivilin öldüğü Wola katliamıdır. Werner Scharrenber komutasındaki Azerbaijan Feld Bataillon bu katliamda aktif olarak görev almıştır. Yani Nazi yönetimindeki Azeri lejyonu savaş ve insanlık suçu işlemiştir veya işlemeye zorlanmıştır. Bu yüzden savaş bittiğinde Waffen-SS askerleri hiçbir zaman siyasi mülteci statüsünde ele alınmamıştır.
ZEPPELİN OPERASYONU
Alman Nazi orduları Kuzey Kafkasya’ya girer girmez, Kafkasya Ulusal Komitesi ilerleyen Nazi askerlerine yardımcı olmak için Zeppelin Operasyonu isimli askeri bir grup kurar. Amaçları, istihbarat, propaganda, isyancı grupların, sabotajların ve terör hareketlerinin örgütlendirilmesini sağlamaktır. Nazi Kafkasya lejyonları bu operasyonda yer alırlar. Azerbaycan grubu Abbas Bey Atamalibekov tarafından yönetilir. Abbas Bey, 1943-44 yılları arasında Azerbaycan Ulusal Komitesi içinde Azeri SS grubunu temsil eder, savaştan sonra da Şili’ye kaçar.
KAFKASYA’DA MİTİNGLER
23 Ağustos 1942 tarihinde Tiflis’te Kafkasya halklarının katıldığı anti-faşist miting düzenlenir. Güney Kafkasya halklarının özgürlüğü ve bağımsızlığını sonuna kadar savunmak için yemin edilir. Mitingde Semed Vurgun şöyle seslenir: “Kalbimizde yanan hiddet alevi, ateşli volkan lavlarının seli gibi topraklarımız üzerinde ölüm ve viranelik bayrağını kaldıranların üzerine çöksün. Göze-göz, ölüme-ölüm! Nizami Gencevi’nin yattığı toprağa faşist işgalcilerin ayağı değmeyecektir. Kafkas dağlarının derin vadileri, görünmeyen dereleri Alman işgalciler için mezar olsun! Sizi düşmandan nefret etmeye davet ediyorum.”
Kafkasya’da beş ay devam eden döğüşlerde Kızılordu saflarında yüz binden fazla asker ölür. Kafkas cephesinde Sovyet ordusunun direnişi sayesinde, buradaki Alman kuvvetlerinin Stalingrad’a gönderilmesi engellenir.
Bugünkü Azerbaycan’da Almanya’nın kayıtsız şartsız teslimiyetini imzaladığı 9 Mayıs tarihi halen Zafer Günü (Qələbə Günü) olarak kutlanır.
HAYDAR ALİYEV’İN KGB’YE GİRİŞİ
Hüseyin Adıgüzel, ZİRVE: HAYDAR ALİYEV’İN HAYATI isimli kitabında şöyle ifade eder (sayfa 44):
“Almanlar iki yıl boyunca saldırılarını sürdürdüler. Yapılan savaşlarda birçok Türk, Alman ordusuna esir düştü. Bu Türk ve Müslüman esirlere Almanların savaş ve galibiyet sonrası bağımsızlık ve özgürlük vaat etmeleri üzerine, Alman üniforması içinde, bu sefer SSCB ordularına karşı savaşmaya başladılar. Adına Türkistan Alayları denen bu birliklerin içinde binlerce Azerbaycan Türk’ü de yer almıştı. 1943 yılında Hitler’in orduları Stalingrad önlerinde yenilgiye uğradılar ve bozgun halinde geri çekilmeye başladılar. Türkistan alayları da aynı şekilde geri çekiliyordu. Stalin, bu hainlerin yakalanması ve düşman içlerinde sabotaj yapmaları için NKVD(KGB) örgütünün güçlendirilmesini, örgüte yeni elemanlar alınmasını istiyordu. Stalin’in bu isteğinin yerine getirilmesi için o dönemde NKVD’ye bir çok yeni eleman alındı. Haydar Aliyev 1944 yılında NKVD(KGB) biriminde görevlendirilmiştir.”
Yukarıdaki metinden de anlaşılacağı gibi Haydar Aliyev 1944 yılında KGB’de görev alır, amacı Sovyet vatandaşı, Nazi işbirlikçisi hainleri bulup cezalandırmaktır.
HAYDAR ALİYEV VE HÜSNÜ BİNGÖL
Haydar Aliyev 1941 yılından itibaren Nahçıvan MSSR Halk Dâhili İşler Komiserliği’nde ve Nahçıvan MSSR Komiserleri Sovyet’inde şube müdürü olarak görev yapar. 20 yaşında Komünist Partisi’ne girer ve bir yıl sonra parti tarafından haber alma servisinde (devlet güvenlik komitesi) görevlendirilir. 1944 tarihinden itibaren KGB’ye katılır. Nahçıvan yıllarında 18-21 yaşlarındaki Aliyev, acaba sınırın diğer tarafında canla başla çalışan, casusluk ve karşı-casusluk şebekesini üstün bir beceriyle yöneten Hüsnü Bingöl ismini duymuş muydu? İkisi arasında bazı sorunları aşmak için işbirliği anlamında bir yakınlaşma olmuş muydu? Elimizde ne yazık ki bu konuda bir belge yok. Ancak bu konunun okuyucu tarafından dikkate alınmasında yarar görüyorum.
YABANCI NAZİ LEJYONLARDAN KAÇIŞLAR
Hitler, Kızıl Ordu esirlerinden devşirdiği yabancı lejyonlara çok güvenmiyordu. Özellikle Gürcüler ilk fırsatta bulundukları ülkenin direniş güçleriyle (özellikle İtalya ve Fransa) iletişime geçiyor, Nazi saflarını terk ediyorlardı. Ancak Müslüman Lejyonlarda kaçış hemen hemen hiç yoktur. Nazi prensiplerine ve ilkelerine sadakat gösteriyor, verilen görevleri acımasızca yerine getiriyorlardı. Bir keresinde Azerbaycan Lejyonu, Fransa’daki gizli direniş örgütüne yardım sağladığı bahanesiyle onlarca köyü yakar ve ahaliyi katleder. Bununla beraber Yugoslavya cephesinde birçok Azeri asker, Nazi Lejyonlarından kaçarak Yugoslavya partizan gruplarına katılırlar. Savaştan sonra bir kahraman gibi Azerbaycan’a dönerler.
Burada çok önemli bir noktayı dikkatinize sunmak istiyorum. Yozgat’taki toplama kampında Ermeni lejyonunda görevli Nazi işbirlikçisi Sovyet vatandaşları da vardı. Onlar oraya nasıl gelmiştir? Ermenilerle Türkler arasında Birinci Dünya Savaşında yaşanan vahim olayları da dikkate alarak şu soruyu sorabiliriz: Savaş bitince Ermeni lejyonuna mensup bir asker Amerika veya İngiltere’ye veya başka bir ülkeye mi teslim olmak ister yoksa kaçıp Türkiye’ye gelmeyi mi? Cevabınızı tahmin ediyorum. O halde, Yozgat’taki Ermeni lejyonu askerlerinin varlığını nasıl açıklayacağız. Durum şöyle: Onlar Turancı kesimin desteğiyle Almanya tarafından Kafkasya sınırında özel görev için getirildiler. Savaş bitince Waffen-SS üyesi oldukları için siyasi mülteci statüsüne alınmadılar. Halbuki o yıllar çeşitli uluslardan on binlerce asker Türkiye’ye iltica etmiş, kamplarda sessiz bir yaşam geçirmiş, savaştan sonra da ülkelerine dönmüşlerdir. Bazı yazarlar Yozgat’taki askerleri siyasi mülteci olarak değerlendirir, bu yüzden Stalin’e teslim edilmelerini insanlık suçu kabul ederler. Ancak bu doğru değildir çünkü Yozgat kampında olanlar Türkiye’de iken aktif olarak görev üstlendiler, sınır boyu istihbarat ve sabotaj eylemlerinde görev aldılar. NAZİ partisine bağlı Waffen-SS ordusu üyesi olduklarından Nürnberg mahkemesi tarafından savaş suçlusu olarak görülmüş ve yargılanmışlardır.
HİTLER’İN KAFKASYA DEĞERLENDİRMESİ
Hitler’in gözünde Ermeniler Aryan yani Ari ırkı mensubuydular ama Hitler Ermenilere güvenmiyordu. Kafkasya halkları konusunda Hitler görüşlerini şöyle beyan eder:
“Gürcüler hakkında fazla bilgi sahibi değilim. Tek bildiğim Türk olmadıklarıdır. Kafkasya halkları içinde sadece Müslümanlara güveniyorum. Diğerlerinin samimiyetine karşı kuşkuluyum. Bu yüzden Gürcü, Ermeni ve diğer Kafkas halklarından oluşan tek bir Kafkas Birliği oluşturmak yerine sadece Müslüman birliklerden oluşan lejyonların kurulmasından yanayım. “
1942’de Türkistan ve Kafkas Müslümanlarından meydana gelen lejyonlar Kafkasya cephesindeki savaşlara katılır. 7.000’den fazla Azerbaycan askerinin yer aldığı “Bozkurt”, “Cevat Han”, “Aslan”, “Korkmaz”, “Dönmez”, “Vatan” gibi askerî birlikler Kafkasya’nın Sovyetlerden alınması için savaştılar. Mozdok, Elbrus ve Kazbek’teki stratejik mevkilerin ele geçirilmesinde önemli rol oynadılar. Sovyet ordusunda binlerce Müslüman asker bu birliklerin tarafına geçer.
BAŞBAKAN SARAÇOĞLU VE MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN NAZİ HAYRANLIĞI
Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin savaş sırasında Almanya ile yakın ilişkiler kurması, Almanya ile dış ticareti Alman para birimi Reichsmark ile yapması, Türk lirasının banknotlarını Almanya’da bastırması, Almanya’ya paslanmaz çeliğin ham maddesi olan kromun sevkiyatını yapması, bakan Şükrü Saracoğlu’nun ırkçı ve nasyonal sosyalizm sempatizanı söylemleri, Türk emekli ve muvazzaf generallerin Kırım ve Kafkasya’da askeri harekât yapmakta olan Alman ordusuna danışmanlık hizmetinde bulunması nedeniyle Sovyetler ve Türkiye arasındaki ilişkiler iyice gerilir. Aslında muvazzaf bir Türk generalinin subay elbisesiyle Nazi subaylarıyla birlikte Kafkasya cephesindeki birlikleri teftiş etmesi bir savaş nedenidir. Buradan da anlaşılıyor ki Turancı cephe bir oldubitti yaratma, İnönü’nün direncine rağmen, Türkiye’yi Almanya’nın yanında savaşa sokma isteğindedirler. Bu yıllarda Mareşal Fevzi Çakmak, Nazi işbirlikçisi Müslüman Lejyonu askerlerinin Kıyas Alkazak’a bağlı yerel milis güçlerle birlikte Türkiye sınırından Kafkasya’ya sızmasına göz yumar. Kafkasya’ya sızan bu gruplar sabotaj, propaganda ve anti-Sovyet eylemlerinde bulunurlar.
VON PAPEN’IN GİZLİ TOPLANTISI
Türkiye’deki Turancı hareketin Almanya tarafından desteklenmesi için Von Papen büyük gayret gösterir. Hem siyasetçi hem sivil hem de askeri kadrolarla ilişkilerini geliştirir. Ribbentrop, 5 Aralık 1942’de Von Papen’e bir telgraf gönderir. Türkiye’deki Alman dostlarının (Kıyas Bey ve yabancı Nazi lejyonları) desteklenmesi için 5 milyon altın Reichsmark gönderilmesi emri verdiğini bildirir. Von Papen, gizli bir yerde Turancı kesimin ileri gelenleriyle toplantı yapar. Mareşal Fevzi Çakmak, Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet, Nuri Paşa, Kıyas Alkazak ve İmam Borluk bu toplantıda hazır bulunurlar. Harekât planı hazırlanır. En önemlisi Azeri/Gürcü/Ermeni lejyonlarından seçme askerlerin sınır bölgesinde görevlendirilmesi ve Kıyas Bey’e 15000 kişilik milis kuvvet hazırlaması için yetki verilmesidir. Kıyas Bey’in milis ordusunu kurması için gerekli para İmam Borluk’a teslim edilir.
VON PAPEN’A SUİKAST
Stalin, Von Papen’ın çalışmalarından rahatsızdır. Vatikan temsilcisinin, Von Papen ile gizli görüşmeler yapması, Sovyetleri iyice endişelendirir. Görüşmelerin amacının Sovyetleri dışarıda bırakarak, İngiltere ve ABD ile Almanya arasında barış anlaşması imzalanmasını sağlamak olduğu öğrenilince, bu istihbarat Sovyetleri rahatsız eder. Bu nedenle Sovyetler, Von Papen’in öldürülmesine karar verir. Von Papen’in öldürülmesi görevini alanlar, bu işi bombayla gerçekleştirmek isterler. Suikastı yapacak olan kişi de, bir Yugoslav göçmeni ve komünist olan Ömer Tokat isimli bir şahıstır. Suikast girişimi, 24 Şubat 1942 tarihinde gerçekleşir.
Her sabah çoğunlukla aynı saatlerde eşi ile birlikte dairesinden çıkarak elçiliğe giden Franz Von Papen ve eşi, patlayan bombadan yara almadan kurtulurlar. Papen ve eşinin yaralanmamasının sebebi, bombanın onlardan yaklaşık on yedi metre ötede patlamasıdır. Olay hemen Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bildirilir. Şükrü Saraçoğlu haberdar edilir. Papen, olayın ayrıntılı bir şekilde incelenmesi için yetkililere başvurur. Papen’in o gün çok kızgın olduğu görülmüş ve polis incelemesinin de acilen yapılmasını Saraçoğlu’ndan talep etmiştir. Olay yeri incelendiğinde, bombacının bombayı atarken elinde patlaması sonucunda vücudunun parçalanması ile öldüğü anlaşılır, hızla soruşturmaya geçilir. Ona yardımcı olduğu sanılan yakın arkadaşları da yakalanmıştır. Ömer Tokat, olay yerinde öldüğü için arkadaşlarından bilgi alınır. Verilen bilgilere göre Ömer Tokat, yabancı bir devlete mensup iki kişiye karşı suikast yapmak üzere eğitilmiştir. Yardım ve yaltaklık yapan iki kişi yakalanır. İsimleri George Pavlov ve Leonid Kornilov olan iki Rus’un yargılanmasına, Ankara’da 1 Nisan 1942 günü başlanır.
YALNIZ ADAM: İNÖNÜ
Alman gemilerinin boğazdan geçmesi üzerine İngiltere ile Türkiye arasında gerginlik ortaya çıkar. Dışişleri bakanı Menemencioğlu, geçişi durdurur. Von Papen, bunların savaş gemisi olmadığı konusunda şahsi olarak teminat verince gemiler geçmeye devam eder. Daha sonra gemilerin savaş gemisi olmadığı, Türk memurlarının incelemesi sırasında anlaşılır. İngiltere ile ilişkiler bozulur, Menemencioğlu Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa eder. İnönü artık yalnız adamdır.
TÜRKİYE’DE GİZLİ HÜCRELERİN OLUŞTURULMASI
Von Papen, 27 Ağustos 1942 tarihli Başbakan Saraçoğlu ile bir görüşme yapar. Von Papen, hazırladığı raporda, Başbakan Saraçoğlu’nun bir Türk ve bir Başbakan olarak Türk halkının yüzyıllık hayali olan Rusya’nın yok olmasını arzu ettiğini bilgisini aktarır. Güney Kafkasya’yı oluşturan üç temel halktan yani Ermeni, Azeri ve Gürcülerden oluşan Nazi üniformalı Sovyet vatandaşları özel bir eğitim alır. İstihbarat anlamında son derece yetkin hale gelen bu özel grubun toplam sayısı 200 civarındadır. Türkiye’de sınıra yakın bölgelerde konuşlandırılan bu hücrelerin amacı haberleşmeleri dinlemek, bilgileri Nazilere aktarmaktır. Plan şöyledir: Nazi orduları Elbruz dağını aşıp Güney Kafkasya’ya girer girmez Kıyas Bey, örgütlediği 15000 kişilik milis kuvvetle Türkiye üzerinden yeni bir cephe açacak, Güney Kafkasya’ya girecektir.
Ancak Stalingrad yenilgisinden sonra her şey alt üst olur. Ermeni, Azeri ve Gürcülerden oluşan özel hücre Yozgat kampında bir araya toplanır. Her etnik grup farklı renkte Nazi üniformasına sahiptir. Türkistanlılar açık mavi, Azerbaycanlılar yeşil, Gürcüler mor ve Ermeniler sarı, kuzey Kafkasyalı halklar için de kahverengi öngörülmüştür. 1945 yılında bu gruba iki sivil dahil olur. Her ne kadar sivil elbiseli olsalar da Enver Anar ve Kadri Başaran – DP Konya Mebusu Ziyad Ebuzziya Bey’in kayınbiraderleri- isimli Sovyet vatandaşı ve bir zamanlar Kızıl Ordu’da subay olan bu şahıslar daha sonra Müslüman Lejyonlara dahil olmuş ancak Hitler’in yenileceği kesinleşince Türkiye’ye kaçarak yakınlarına sığınırlar, ancak İstanbul’da yakalanarak Yozgat kampına götürülürler.
ALMANYA İLE DİPLOMATİK İLİŞKİLERİN KESİLMESİ
Stalingrad yenilgisini izleyen aylarda 2 Ağustos 1944’te Türkiye, Almanya ile olan diplomatik ilişkilerini keser. Diplomatik ilişkilerin kesildiğini öğrenen Von Papen, Türkiye’den ayrılma kararı alır, İnönü ile vedalaşır. İnönü, Von Papen’e tarihsel gelişmelerin özel ilişkileri etkilemeyeceğini söyledikten sonra, olası bir durumda barış görüşmelerinde arabuluculuk edebileceğini belirtir. Von Papen, 5 Ağustos 1944 günü Ankara’dan ayrılır. 8 Ağustos 1944 günü Berlin’e varır. İstanbul’da kalabalık gruplar tarafından yolcu edilen Von Papen, Almanya sınırına ulaştığında treni durdurulur, tutuklanma korkusu yaşar. Trenin durdurulma sebebi, Hitler’e karşı planlanan başarısız bir suikasta adının karıştırılmasıdır. Suikastla ilgisinin olmadığı anlaşılır.
STALİN’İN GAZABI VE İNTİKAM YEMİNİ
Stalin 7 Kasım 1941’de Ekim Devrimi’nin 24. yıldönümü vesilesiyle bir radyo yayınında şöyle bir ifade kullanır: “Sovyet savaş esirleri yok, sadece hainler var”. Bir oğlu Nazilere esir düşer ve infaz edilir. Diğer oğlu yaralanır. Savaşta 27 milyon Sovyet vatandaşı ölmüştür.
Stalin özellikle, esir kamplarından ayrılıp Hitler’in kurduğu Müslüman, Gürcü ve Ermeni Lejyonlarına katılan Sovyet vatandaşlarına karşı en büyük kini taşımaktadır. Ne pahasına olursa olsun onlardan intikam almak için yemin eder. Yalta’da Amerika ve İngiltere ile yaptığı toplantıda yakalanan esirlerin vatandaşı oldukları ülkelere teslim edilmesini en önemli şart olarak kabul ettirir (4-11 Şubat 1945). Savaş sona erince Nazi işbirlikçisi Müslüman, Ermeni ve Gürcü Sovyet vatandaşları korkudan Amerikalılara ve İngilizlere teslim olurlar. Ancak müttefik kuvvetler, teslim olan bu askerleri anlaşma şartlarına uygun olarak Stalin’e teslim ederler.
Türkiye savaşta güya tarafsız kalmıştır. Ancak gerçek farklıdır. Özellikle 1941-1944 yılları arasında İnönü, Turancı kesim tarafından bir kenara itilir, Mareşal Fevzi Çakmak, Başbakan Saraçoğlu ve Nuri Paşa, Turancı idealleri gerçekleştirmek için Almanya ile işbirliği yapar. Bir yandan Kıyas Bey gibi milis güçlere destek olurlar, bir yandan Türk subaylarını Kafkasya’daki cephelerde gizliden görevlendirirler. Bununla yetinmezler, Nazi işbirlikçisi Müslüman, Gürcü ve Ermeni lejyonlarından seçkin askerleri ve istihbaratçıları Kafkasya’ya sızma, sabotaj ve propaganda yapmak amacıyla gizliden Türkiye’ye getirirler. Naziler, Stalingrad’da yenilince, İnönü ön plana çıkar, Mareşal Fevzi Çakmak’ı derhal emekliye ayırır, Türkiye’de bulunan Nazi işbirlikçisi Azeri, Ermeni ve Gürcüleri Yozgat kampında enterne eder. Kıyas Bey’i idam etmek ister ancak Almanya, Türkiye’ye ültimatom verir. Von Papen’e suikasttan tutuklanan iki Rusu, George Pavlov ve Leonid Kornilov, derhal serbest bıraktırır.
KIYAS ALKAZAK KİMDİR?
GİRİŞ
Kafkas halkları mitos kahraman yetiştirme geleneğine sahiptir. 19ncu yy’da yaşamış Şeyh (İmam) Şamil, Hacı Murat gibi isimler belki de hafızamızın en çok başvurduğu romantik halk direnişçileri ve liderleri olarak günlük hayatımızın içindeler. Bunun yanı sıra özgürlük tutkunu ve direniş sembolü bir düzine “isimsiz kahraman” da Kafkas dağlarında izlerini bırakıp şu veya bu şekilde aramızdan ayrılmışlardır. Bunlardan Kıyas Bey’i özellikle yad etmek isterim. Hakkında çok az şey bilinen Kıyas Bey, Iğdır’la bağlantıları göz önüne alınarak üzerinde araştırma yapılmaya değer bir şahsiyet olarak ön plandadır.
HAYATI
Merhum Hacı Turan Alkazak anlatıyor:
“Azerbaycan’ın Gence ili Kazak ilçesi Şıhlı (Kenti) köyünde 1893 yılında dünyaya geldi. Babasının adı Cihangir, anasının adı Dürlü idi. İlk ve ortaokul tahsilini Kazak’ta, yüksek tahsilini Moskova Askeri Akademisinde (Harbiye) bitirdi. Çar Nikolay II (Nığalay) zamanında Azerbaycan’ın çeşitli yerlerinde ve Tiflis’te jandarma komutanı (pristav) olarak görev yaptı. Rus Bolşevik Devrimi’ni takiben, Lenin zamanında, “Ağa” çocuğu olduğu gerekçesiyle yetkiyi elinden aldılar. Kıyas Bey, bu nedenle çeşitli zulümlere maruz kaldı. Tutuklanıp “Kala” diye tabir edilen cezaevine kondu. Yıllarca hapis yattı.
1923 yılında Kıyas Bey’in dostları Bakü hapishanesini basıp, Kıyas Bey’i özgürlüğüne kavuşturdular. 116 mücadele arkadaşıyla birlikte Kafkas dağlarında çete savaşı örgütledi. 8 yıl boyunca aralıksız süren bu direnişten sonra 1932 yılında 85 kişilik bir gurupla Türkiye’ye geldi. Bunun üzerine Sovyet Hükümeti, Kıyas Bey’in annesini, eşini ve çocuklarını hapse attı.
Annesi Dürlü Hanım ve Kemal isminde oğlu hapis yaşamında vefat ettiler. Ailenin geri kalanı Kazakistan’a sürgüne gönderildi. Kıyas Bey’in iki ağabeyi kurşunlanarak öldürüldü.
Kıyas Bey ve arkadaşları önce Kars’a gelip yerleşirler, uzaktan amcasının oğlu, Iğdır Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ün yardımıyla bu kez Iğdır’ı tercih ederler. Rusların, Türk hükümeti nezdinde şikayeti üzerine Kıyas Bey ve arkadaşlarının Van’a sürgüne gönderilme kararı çıkar.
Van’a doğru yola çıkan Kıyas Bey, Karaköse’ye geldiğinde, Atatürk’e telefon açar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Sayın Paşam, Iğdır’dan sürülmemizin sebebini bilmek istiyoruz”
“Başınızın selameti için bunu yapmak zorundayız”
“Paşam, bizi ya geri verin Ruslar öldürsün ya da müsaade edin Karaköse’de (Ağrı) kalalım”
“Tamam, Karaköse’de kalmanız için yardımcı olacağım!”
“Sağ ol Paşam!”
Atatürk’ün emriyle, İskân ve Tapu memurları devreye girip, Kıyas Bey’i Karaköse’de iskân ettirmek isterler. Ancak O, bu hakkını kullanmaktan vazgeçer. Kendi gücüyle yaşamını devam ettirmeye çalışır.
İkinci Dünya Savaşının en sıcak günlerinde, 1943 yılında, Almanya ve Türkiye arasında gizli bir anlaşma yapılır. Buna göre Kıyas Bey’in liderliğinde, Türkiye’deki Kafkas göçmenleri tekrar Kafkasya’ya dönecek ve Sovyet Rusya’yı içten vurmak için yeni bir cephe açacaklardır. Ancak, Kıyas Bey’in arkadaşlarından İman Borluk adlı birisi bu gelişmeleri 20 bin lira karşılığında Ruslara bildirir. Kıyas Bey ve muhacirler Doğubayazıt’ta silahlarıyla beraber yakalanırlar.
Kıyas Bey, Rus Hükümetine hoş gelsin diye Erzurum’da yargılanıp idam cezasına mahkum edilir. Gelişmelerden haberdar olan Alman Hükümeti, Türk Hükümetine bir ültimatom verir; “Ya Kıyas Bey’i serbest bırakacaksınız, ya da Türkiye’yi vuracağız”. Bunun üzerine Hükümet, Kıyas Bey’i idam etmekten vazgeçip, savaş bitinceye kadar Gümüşhane’ye sürgüne gönderir.
Kıyas Bey, 1949 yılında tekrar Kars’a, 1955 yılında da Ağrı’ya gelmiş. 1965 yılında Bandırma’ya yerleşti. 1970 yılında vefat etti.
Kıyas Bey, Ağrı’dan evlendi. Üç oğlu ve iki kızı var.
Babam Hasan Alkazak, Kıyas Bey’in öz kardeşiydi. 1900 yılında Gence ili Kazak ilçesi Şıhlı köyünde dünyaya gelmiş. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Kazak’ta okudu. 1935 yılında Ağrı Cezaevinde gardiyan, 1939 yılında Ofis ambar memuru oldu. 1949 yılında istifa ederek Kars’a gitti. 1955 yılında Iğdır’a yerleşti. 1980 yılında Iğdır’da vefat etti. Hasan Alkazak Iğdır’dan evlendi. Üç oğlu dört kızı var.
İMAM BORLUK’UN İHANETİ
Karslı Azerilerinden olan İmam Borluk, Von Papen’in yaptığı gizli toplantıda yer alır. Alman Hükümeti, Kıyas Bey’in başkanlığında kurulacak milis gücü için gerekli parayı İmam Borluk’a teslim eder. Bu arada Kıyas Bey, Bulanık’tan bir arkadaşıyla birlikte, ağır silahları teslim alır, sınır bölgesine götürür. İmam Borluk durumu bir fırsata dönüştürmeye karar verir. Sovyet istihbaratına Almanların Güney Kafkasya’da Türkiye üzerinden yeni bir cephe açmak için hazırlık yaptıkları bilgisini 20 bin TL karşılığında satar. Böylece İmam Borluk hem Almanların verdiği paraya hem de Sovyetlerin verdiği paraya el koyar. Rivayete göre bu paralarla Kars merkezde bir cadde boyu dükkan satın alır.
Gelelim Kıyas Bey’e… Stalin, Kıyas Bey’in ve arkadaşlarının yakalanması ve idam edilmesi için Türkiye’ye ültimatom verir. Kıyas Bey derhal tutuklanır, Erzurum’da idamla yargılanır. Gürbüz Alkazak durumu şöyle özetler:
“Dedem Hasan Alkazak (Kıyas Bey’in kardeşi) Askerlik Şube başkanın yardımıyla bir dilekçe hazırlar. Memleketine giden Şube Başkanı, mektubu Alman Konsolosluğuna elden teslim eder. Bu kez Almanya, Türkiye’ye bir ültimatom verir: Ya Kıyas Bey serbest bırakılacaktır ya da Almanya Türkiye’ye saldıracaktır. Kıyas Bey idamdan kurtulur ama göz hapsinde kalır. 3 yıl boyunca her gün imza atar.”
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
“Hasan ve Kıyas kardeşler Ağrı merkezde çok tanınan ve saygı duyulan insanlardı. Özellikle Kıyas Bey’i uzaktan yakından herkes bilirdi. Kıyas Bey, özellikle iki olaydan dolayı kendisine isim yapmıştı. Bunlardan ilki, Hüsnü Bingöl’ün kayını Ziya Güner’le girişmiş olduğu kavgaydı.
Aslen Hınıs’lı olan Ziya Güner, Ağrı’da davavekili olarak görev yapmaktadır. Bir gün Kıyas Bey’le arasında bilmediğim bir nedenden dolayı bir tartışma olur. Ağız dalaşının en kızgın anında Ziya Güner belindeki tabancasına uzanır ama Kıyas Bey daha atik davranır, hançerini çeker, sağı sollu darbelerle Ziya Güner’in yüzünü parçalar.
Hüsnü Bingöl, bir yanıyla Terekme olduğu için, hem Kıyas Bey’in hem de kayınının bu düşmanlıktan daha fazla zarar görmesini istemediği için, duruma müdahale edip tarafları zor da olsa barıştırır.
Ziya Güner, bu kavganın akabinde Iğdır’a gelip yerleşir. Yüzündeki hançer izleri çok derin ve belirgindi. Hatta bazı yaralar derin olduklarından kapanırken cildi germiş, Ziya Güner’in ağzı bir yana doğru çekilmiş vaziyetteydi.
Ziya Güner, çok efendi bir insandı. Son yıllarında kooperatifte muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Yaşlanmıştı. Yazı yazarken eli titrer; muhasebe bilgisi de yeterli olmadığından telâşa kapılırdı. Bu durumlarda kendisine seve seve yardım eder, muhasebe defterini yazardım.
KIYAS BEY ŞEBEKENİN İÇİNDEYDİ
Kıyas Bey’in ismini öne çıkaran ikinci olay İkinci Dünya Savaşı yıllarında üstlenmiş olduğu gizli bir misyona dayanır: Hitler, gözünü Kafkasya’ya ve petrollere dikmişti. Kafkasya’ya çok önem verdiği için, Sovyet Rusya kontrolündeki bu bölgede karışıklıklar çıkarmak amacıyla bölgeden bazı kesimlerle ilişki halindedir. Türkiye’nin istihbarat birimleri, özellikle Hüsnü Bey de bu bağlantıları yakından izler; fakat Almanya’yı karşılarına alıp kızdırmamak için bu şebekenin faaliyetlerine göz yumarlardı.
Savaş devam ederken, Alman işgalindeki Ukrayna’dan muhtemelen Odessa’dan havalanan iki Alman uçağı uzun bir yol kat edip Erivan’ı bombaladılar. Yakıtları tekrar geri dönmeleri için yeterli değildi. Verilen emir, misyonu tamamladıktan sonra Aras’ı geçip Türkiye topraklarına iniş yapmaktı. Erivan’daki Sovyet uçaksavarları bir uçağı düşürdüler. İkinci uçak yaralı olarak kendisini zor belâ Aras’ın bu yanına atabilmişti. Karakale’ye yakın bir yerde düzlüğe inmeyi başardı. Uçaktan sağ salim çıkan iki pilot kendi elleriyle uçağı ateşe vermişlerdi.
İki pilotu gözlerimle gördüm. Sarışın ve bıyıkları henüz terlemiş iki Alman genci… Savaş nedeniyle otobüs ve kamyon işlemediği için Alman pilotlara iki at tahsis edildi. Bir askeri müfrezenin refakatinde Çıllê üzerinden Ağrı’ya doğru yola çıkarıldılar.
Bir gün Alman Hükümeti, Türk kökenli bir istihbarat elemanını bölgedeki çalışmaları koordine etmesi için Iğdır’a göndermişti. Kimliğini ve vazifesini saklamak için, halkın inanacağı türden bir hikaye uydurmuştu. Güya yaban domuzu avlayıp, kavurma yapacaklar sonra da konserve olarak Almanya’ya göndereceklerdi. O yıllar Karahacılı ve Adetli mıntıkası, yasak bölge içinde kaldığından, sözün tam anlamıyla domuz kaynıyordu. Sazlıklar ve bataklıklar içinde saklanan yaban domuzlar bazen insanlara saldırıyor hatta onlara ciddi zarar bile verebiliyordu. Taşburun köyünden tanıdığım birisi de, bu domuzların saldırısına uğrayıp yaralanmış, sakat kalmıştı.
Almanların, Türk kökenli istihbarat elemanı uzun zaman Iğdır’da kaldı. Lokantamıza gelip gittikleri için gelişmelerden haberimiz olurdu. Bir gün nasıl olduysa, Alman hükümeti para gönderemez olunca, adam parmağındaki yüzüğü satıp, Iğdır’dan zar zor ayrıldı.
Gelelim Kıyas Bey’e…Alman Hükümeti, Kafkaslarda karışıklık çıkarmak için örgütlediği bu guruplara silah ve cephane yardımı da yapmıştı. Kıyas Bey de bu şekilde hatırı sayılır bir lider olarak epeyce silah ve cephaneyi kontrolünde tutuyormuş. Ancak daha sonra kendi eliyle bütün bu silahları Türk Hükümetine teslim etti.
Kıyas Bey, birkaç kez bizim kahvehaneye geldiği için kendisini şahsen tanıma şansım olmuştu. Saygın, oturaklı, etrafında hep bir kalabalığın olduğu önemli birisiydi.
Hasan Bey, iri yapılı ve babayiğit birisiydi. Fabrikada müdürlük yaptığım yıllar, kasabanın güngörmüş insanlarına el uzatır onlara sahip çıkardık. Bu yüzden Hasan Bey’e, içinde bulunduğu maddi sıkıntıdan biraz kurtarmak İçin ufak tefek işler ayarlar, söz gelimi tartı kantarlarının başında gözlemci olarak görev yapmasını sağlardım.”
HÜSNÜ BİNGÖL NAZİ AVINDA
1932’den beri Doğu Anadolu bölgesindeki casusluk ve karşı casusluk şebekesinin başında Hüsnü Bingöl vardır. Gerçi üç sınıra komşu Iğdır gibi küçük bir ilçede ikamet ediyordu ama buradan tüm Doğu Anadolu’nun nabzını tutuyor, olup biten her şeyi saniyesi saniyesine takip ediyordu. Turancılar, 1941 yılında gücü ele geçirince Hüsnü Bingöl’den hemen vazgeçmeleri mümkün değildi. İsteksiz de olsalar birlikte çalışmaya devam ederler. Hüsnü Bingöl süreç içinde, Türkiye topraklarından Sovyet sınırına sızma hareketi yapan Nazi işbirlikçisi Sovyet vatandaşı Azeri, Ermeni ve Gürcüleri yakın takibe alır.
1944 yılında Stalingrad yenilgisinden sonra nihayet dizginleri tekrar ele alan İnönü, Turancıları tasfiye eder, Nazi işbirlikçisi Sovyet vatandaşlarını Yozgat kampında toplar. Bu arada Nazi işbirlikçisi olup da savaş sonrası canını kurtarmak umuduyla Türkiye’ye kaçıp saklanan Sovyet vatandaşlarını da tek tek yakalatır.
Nazilerin yenileceği kesinleşince İnönü, formalite icabı 23 Şubat 1945 yılında Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eder. Böyle olunca Yalta Konferansında alınan kararları da kabullenmiş olur. İnönü ilk anda Nazi işbirlikçisi lejyonlarda görev yapmış Sovyet vatandaşlarının Türkiye’de enterne edildiğini fazla seslendirmez. Aslında o yıllarda Türkiye’de birçok mülteci kampı vardır. Bu kamplarda savaştan kaçan her milletten insan yer almaktadır. Özellikle 12 adalar İtalya tarafından işgal edilince buradan kaçan asker ve sivil Yunanlılar ve Almanya tarafından işgal edilen Bulgaristan’dan kaçan asker ve siviller çoğunluğu oluştururlar. Elbette Avrupa’daki Nazilerden kaçan Yahudileri de unutmamamız gerekir. Kızılhaç mültecilere yardım eder. Bunlar siyasi mültecidir. Ülkelerine ihanet etmemiş, Müttefik kuvvetlere karşı savaşmamış, savaş suçu işlememiş, sadece siyasi sığınma isteğinde bulunmuşlardır. Bilgi vermek anlamında bu kamplardan birkaçının adını yazmak isterim: Edirne, Uzunköprü, Aydın, Nazilli, Denizli, Niğde, Yozgat, Sivas, Bergama, Kastamonu ve Gölcük. Bu kamplardan istifade edenler arasında sivil Yunanlılar olduğu gibi, savaş döneminde Yunan ordusunda görev yapan Batı Trakyalı Türkler, Yunanlı askerler ve askeri personel de bulunmaktadır. Ayrıca o yıllar savaşan taraflar arasındaki geleneksel esir değiş tokuşu da büyük ölçüde Türkiye’de gerçekleştirilmektedir.
Stalin, genel olarak Türkiye’ye kızgındır çünkü savaş boyunca Almanya’ya lojistik destek vermiş, krom satışı yapmıştır. Üstelik üst düzey Türk yetkililer Hitler’e danışmanlık hizmetinde bulunmuş, Nazi Müslüman Lejyonlarının oluşturulmasına ön ayak olmuşlardır. Türk subayları gizli (!) bir şekilde Kırım ve Kafkasya cephesinde Alman komutanlarla bir araya gelir, birlikte durum değerlendirmesi yaparlar. Türk askeri danışmanlardan özellikle birisi ön plana çıkar: Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet.
EMEKLİ GENERAL HÜSEYİN HÜSNÜ ERKİLET
1883 yılı Kayseri Erkilet köyü doğumludur. Binbaşı Emiroğlu Halil Bey ile Şuşa doğumlu Azeri Şefika hanımın oğlu olarak Gazze’de dünyaya gelir. Kurtuluş savaşında çeşitli cephelerde hizmet eder. Korgeneral olarak 1932 yılında emekli olur. Turancı eğilimi ile bilinen Mareşal Fevzi Çakmak ve Nuri Paşa’nın grubuna katılır. Emekli olmasına rağmen ordu içinde Mareşal Fevzi Çakmak’tan sonra en sözü geçen ikinci kişi konumundadır.
Cumhurbaşkanı İnönü’nün bilgisi dışında, 1941 yılında yanına Harp Akademileri Komutanı Ali Fuad Erden Paşayı alarak Kırım’a gider. Alman askerlerle cephede teftiş yapar, Alman safında savaşan Sovyet vatandaşı Müslüman birlikleri teftiş eder. Aslında muvazzaf bir Türk generalinin subay elbisesiyle Alman birliklerini teftiş etmesi bir savaş nedenidir. Erkilet Paşa, Hitler’i ziyaret edip görüşlerini ve izlenimlerini aktarır, tavsiyelerde bulunur. Bir anlamda Alman ajanı olarak görev üstlenir. (Resmi görmek isteyen okuyucularım aşağıdaki internet sayfasına başvurabilirler : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRG9zeWE6RXJraWxldF9hbmRfRXJkZW5fb25fdGhlX0Vhc3Rlcm5fZnJvbnQuanBn
STALİN ULTİMATOM VERİR
Stalin, bütün bunlardan haberdardır. Türkiye’den intikam almak için uygun zamanı kollamaktadır. Savaş bitince Türkiye’ye ültimatom verir, Kars, Ardahan ve Artvin’i ister, Boğazlar üzerinde hak talebinde bulunur. Nazileri yenilgiye uğratmış Kızıl Ordu’da moral son derece yüksektir. İsterse Türkiye’ye saldırabilir, bu illeri kısa sürede işgal edebilirdi. Zaten bunu bilen sivil halkın bir kısmı korkudan Batı’ya göç eder.
Bu süreçte Hüsnü Bingöl’ün devreye girdiğini düşünüyorum. Turancı kesimle arası yoktur. Kıyas Bey uzaktan akrabasıdır ama Iğdır’dan tek bir kişi bile Kıyas Bey’in 15000 kişilik milis gücünde yer almaz. Kıyas Bey’e mesafelidir. Gerektiğinde şahsi sıkıntılarını gidermeye yardımcı olur ama Kıyas Bey’in milis gücüne destek sunmaz. Görevi gereği Hüsnü Bingöl Sovyet istihbaratıyla temas halindedir. Görevini Misak-ı Milli sınırlarını korumak olarak algılayan Hüsnü Bingöl Stalingrad yenilgisinden sonra Stalin’in gazabını dindirmek için karşı atağa geçer. Yapmış olduğum okumalara ve çok yönlü araştırmalara dayalı olarak, zihnimde olgunlaşan şahsi görüşüm odur ki, Hüsnü Bingöl, temas halinde olduğu Sovyet istihbaratına, İnönü’nün Nazi taraftarı Mareşal Fevzi Çakmak’ı emekli ettiğini, Nihal Atsız ve diğer Turancıları hapse attırdığını, Nuri Paşa’nın suikastla öldürüldüğünü hatırlatır hatta isterlerse Yozgat’ta enterne edilen Nazi işbirlikçisi Sovyet vatandaşlarını da teslim edebilecekleri bilgisini iletir. Bu gizli bilgiyi Doğu sınırını bir uçtan diğerine kontrol altında tutan Hüsnü Bingöl’den başka birinin karşı tarafa vermiş olma ihtimali zayıf görünmektedir. Ne yazık ki o döneme ait gizli yazışmalar ya yok edilmiş ya da gelecek kuşak araştırmacıların ulaşabileceği gizli yerlerde tutulmaktadırlar.1950’den sonra belli çevrelerce İnönü ve Hüsnü Bingöl için birlikte gözden düşürme kampanyası başlatıldığını dikkate alırsak bu bilginin doğruluk payı yüksek gibi görünüyor.
Stalin, Türkiye’nin davranışını iyi niyet çerçevesinde değerlendirir, savaş suçlusu olarak gördüğü Sovyet vatandaşlarının derhal teslimini ister. Trenlere doldurulan Nazi işbirlikçisi askerler 6 Ağustos 1945 tarihinde (Hiroşima’ya atom bombasının atıldığı gün) Akyaka demiryolu sınır kapısından Stalin’e teslim edilirler. Bilinmesi gereken önemli nokta teslim edilenler sadece Azeri değildir. Ayrıca içlerinde çoluk-çocuk, kadın ve yaşlı yoktur. Sadece iki tutuklu sivil giyimlidir ama asker kökenlidirler. Geri kalanlar farklı renkte Nazi üniformaları veya alametsiz er elbisesi giyinmektedirler. Teslim edilen askerlerin infazı veya infaz şekli de önemini kaybediyor. İlk anda, yapılan infazı acımasız görebilir, üzülebiliriz. Bu insani bir duygudur ama dönemin koşulları farklıdır.
Kızıl Ordu’ya 700 000 asker gönderen, bunun 300 000’i Nazilerce öldürülen, geri kalanların ya sakat kaldığı ya da esir düştüğü bir Azerbaycan gerçeğini göz önünde bulundurarak şu soruyu sormak isterim: Acaba anti-faşist mitingler düzenleyen Azerbaycanlı Ulusal Şair Semed Vurgun veya o yıllar (1944’den itibaren) KGB’de görev yapan Haydar Aliyev, İnönü’nün teslim ettiği “hain” Azeri/Gürcü/Ermeni askerlere nasıl bir ceza öngörürdü? Onlar hangi cezayı öngörmek istemiş olabilirse Stalin de aynı cezayı uygulamıştır. Ya kurşuna dizmiş ya da Sibirya’ya sürgüne göndermiştir. Birçok yazar, “Eğer Atatürk olsaydı, Stalin’e direnir Azeri askerleri teslim etmezdi,” diye görüş beyan eder. Stalin’in baskısıyla Mehmet Emin Resulzade gibi bir kahramanı ülke dışına çıkmaya mecbur eden Atatürk, İnönü’nün takip ettiği siyasetin aynısını tereddüt etmeden uygulardı. Çünkü Atatürk ve İnönü için Misak-ı Milli ilkesi esas idi.
Veya şu örneği ele alabiliriz: Kurtuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadele güçleri saflarında yer alan, büyük hizmetleri dokunan, Çerkez Ethem, bir gün ihanet eder, düşmana yani Yunanlılara sığınır. Eğer Yunanlılar Çerkez Ethem’i Mustafa Kemal’e teslim etseydi acaba sonu ne olurdu?
AKYAKA SINIR KAPISI
Akyaka sınır kapısı Kars’a 66 km uzaklıktadır. Sadece demiryolu geçişi vardır. Eski adı Kızılçakçak idi. Halk arasındaki adı “Doğu Kapısı”dır. Ermenistan tarafında kapının adı Ahuryan’dır. Ayrıca Akyaka ilçesine bağlı Tignis (Kalkankale) köyü veya Tignis kalesi nedeniyle bu kapının adı bazı resmi yazışmalarda “Tiknis”, “Tignis” veya “Tıhmıs” olarak verilmiştir.
Burada bir parantez açmak durumundayım. Öyle zannedilir ki Yozgat’ta trene doldurulan esirlerin üzerlerine kapanan kapılar, tren Akyaka sınır kapısını geçtikten sonra Sovyetler Birliğinde açılır. Bu doğru değildir. O yıllar Kars-Akyaka- Gümrü hattı Ruslar tarafından inşa edildiği için dar hattır. Esirlerin Kars’ta başka bir trene aktarılması gerekmiştir. İşte o an duygusal anlar yaşanır. Ahali, ölüme gönderilen gençlere üzülür. Haklılar! Ama savaş koşullarının acımasızlığı her şeyin üstündedir.
“BORALTAN KÖPRÜSÜ” YALANI NİÇİN UYDURULDU?
1950’de Demokrat Parti (DP) iktidara gelince Turancıların üzerindeki baskı azalır hatta önleri açılır. Anti-Komünist tutumuyla bilinen, Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılması için özel bir çaba sarf eden, Nazım Hikmet’in teyzesiyle evli DP Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan, savaş suçlusu Sovyet vatandaşlarının teslimatını Meclis Kürsüsünde ilk seslendiren oldu. Mocan, bu teslimatın Tıhmıs (yani Tignis/Akyaka) kapısından yapıldığını söylüyordu. Haklıydı. Ama teslim edilenler masum sivil Azeriler veya siyasi mülteciler değildi.
Nitekim Mocan’ın kendisini “CHP iktidarının avukatı gibi konuşmakla” suçlaması üzerine partili arkadaşı Adalet Bakanı Nasuhioğlu dayanamaz, söz alır: “Eğer Sayın Mocan olayın suç teşkil eden bir tarafı olduğunu iddia ediyorsa, Meclis soruşturması açılmasını isteyebilir. Varsa suçlular cezalandırılır.” İşin ilginç yanı Mocan hiçbir zaman böyle bir istekte bulunmaz.
“Boraltan Köprüsü” yalanı ile amaç, duygu sömürüsü yaratmak, körelen Turancı idealleri yeniden canlandırmak, İnönü’yü gerekirse savaş suçlusu olarak yargılamak ve cezalandırmaktı.
Bir yalana insanlar nasıl inanır diye sorabilirsiniz: Bunun cevabını Hitler’in ve belki de dünyanın gelmiş geçmiş en büyük propaganda şefi yani Joseph Goebbels (Göbels) veriyor:
“Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve sürekli tekrar ederseniz bu yalanı, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.”
“Boraltan Köprüsü” yalanı da durmadan tekrar edildiği için halk nezdinde kabul gördü, insanlar inandı. Öyle ki her önüne gelen bir “Boraltan Faciası” senaryosu yazdı.
IĞDIR KAMUOYUNA VE YETKİLİLERE ÖNERİMDİR
“Boraltan Köprüsü” yalanıyla yüzlerce makale ve kitap yazıldı, film yapıldı. Hatta Boraltan yalanından esinlenerek yapılan ve başrolünü Cüneyt Arkın’ın oynadığı bir film gösterimdeyken sinema salonunda bomba patlar, akabinde Maraş katliamı patlak verir.
“Boraltan Köprüsü” yalanındaki amaç, bir yandan duygu sömürüsü ile Soğuk Savaş yıllarında revaçta olan ve değer gören Komünist rejimi kötüleme kampanyasına katkı sunmak bir yandan da Turancı düşünceyi ön plana çıkarmaktı. Böyle bir senaryoya o yıllar ihtiyaç vardı. Ancak Soğuk Savaş dönemi sona erdi. Eğer Iğdırlı yazar ve aydınlarımız gerçek bir “sivil facia” aramak istiyorlarsa ne hayal dünyasına sığınmaya ihtiyaçları var ne de çok uzaklara gitmeye… Asıl trajedi gözlerimizin önünde yaşandı.
Daha on gün önce Iğdır’daydım. Taşburun’da Şaban Öztürk Emmiyi ziyarete gittim. Kaç yaşındasın diye sorduğumda yedi yıldan beri yatalak olan Şaban Emmi zorlukla da olsa cevapladı:
“1925 yılında Erivan’ın Karabazar köyünde dünyaya gelmişim. Annemin kucağında iki aylık bebek iken, ailem kaçak olarak Aras’ı geçip Taşburun’a yerleşir. Aras’ı geçerken bir ara sarılı olduğum kundak coşkun sulara kapılıp gider. Annem yardım ister:
‘Oğlumu kurtarın!’
Birisi beni yakalayıp kıyıya fırlatır. Bu şekilde Türkiye’ye gelmiş oldum.”
Şaban Emmi şanslıymış. Birisi kundağı yakalayıp top gibi Türkiye tarafına fırlatmış. Şaban Emmi Türkiye ile bu şekilde tanışır. Bu kez oğlu Oktay Öztürk araya girer:
“Ermenistan’da zulüm ve katliamdan dolayı 1927-1932 yılları arasında Azeri nüfus kaçıp Taşburun’a geldi. Kaçanlar, Dize köyüne yakın bir noktadan Aras’ı geçiyorlarmış. Genellikle kış aylarını tercih etmişler. Bu mevsimde Aras’ın suyu azalıyor, geçişi daha kolay oluyormuş. Ama su buz gibi soğuktur. Hatta babamın bir amcası donarak vefat eder. Cennetabat köyüne defnedilir. Gelinler, kızlar, yaşlı kadınların çoğu boğulur veya akıntıya kapılıp giderler. Hatta bir keresinde boğulan bir kadını sudan çıkarmaları imkansız olur. Parmağındaki yüzüğü çıkarmaya çalışırlar, başaramayınca parmağı keserek yüzüğü alırlar. Dedem sivil ahaliyi katliamdan kurtarmak için silahla kafileyi korumaya alır. Bir keresinde Ermenilerle çatışmaya girer. Bacağından yaralanır ama Aras’ı geçip Taşburun’a gelmeyi başarır. Çocukken dedemin etrafını alır bacağındaki yarayı gösterirdik:
‘Dede! Bu ne yarasıdır?’
‘Ay oğul! Ermeni dığasının güllesi değdi.’ (Dığa: Delikanlı, genç adam)
Değerli okuyucular! Iğdır ovasında ve Aras boyunda bunun gibi binlerce trajik olay yaşandı. Bu facialar ön plana çıkarılmadı, roman yazılmadı, film yapılmadı. Hayali “Boraltan Faciası” yalanları ve duygu sömürüsü ile gerçek trajedi ve acılar ikinci plana itildi. Buradan tüm Iğdırlı hemşerilerime ve yetkililere sesleniyorum: Taşburun köyüne, Aras’ı geçerken ölenlerin anısına “Özgür Vatan” anıtını dikelim. İşte bizim gerçek Boraltan köprümüz bu anıtımız olacaktır.
HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN IĞDIR YAŞAMINDAN KESİTLER
ALMAN MUHARREM
Hamza Aygün anlatıyor:
“Aslen Kafkasyalı olan Muharrem Bey, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Ordusunun bir eri olarak savaşa katılmış, bir çatışmada Almanlara esir düşmüştü. Uzun yıllar Alman askeri hapishanelerinde savaş esiri olarak yatan Muharrem Bey, 1945 yılında savaşın sona ermesiyle, tercih hakkını kullanarak, vatanı yerine Türkiye’ye gelmeyi yeğlemiştir.
İstanbul’da bir zaman ikamet eden Muharrem Bey, daha sonra Iğdır’a gelip yerleşmiştir. Savaş yıllarını ve bilhassa esirlik yıllarında başından geçenleri anı şeklinde kasaba halkına tefrika ettiği için, gel zaman git zaman ismi halk arasında “Alman Muharrem” olarak bilinir oldu.”
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
Hacı Cahide, Mahide, Kadir ve Fatma Ertan kardeşlerden bahsetmek isterim. Bu kardeşler henüz çocuk yaştayken babaları Rıza Bey, haksız bir suçlamayla karşı karşıya kalır. Onuruna ve gururuna yediremediği bu durum nedeniyle intihar eder. Bu vahim olaya neden olan haksız suçlama şu şekilde gündeme gelir:
Hükümet, Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç yıl sonra, ani bir kararla, Milli Mücadele yıllarında “padişah taraftarlığı” gibi nedenlerden dolayı savaşa katılmayan zabıtanı, ordudan ve sivil görevlerinden tasfiye etmeye başlamıştı. Örneğin o yıllar Iğdır’da Tarım Kredi Kooperatifi müdürü olarak görev yapan Cemal Bey, bu zan altında görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaya kurban olanlardan birisi de Rıza Bey’di. Iğdır Reci Dairesi (Tekel) Müdürü olan Rıza Bey de aynı zan altında görevinden alınınca bunu kendisine onur sorunu yaptı. Halbuki herkes Rıza Bey’in Milli Mücadele yıllarında Irak cephesinde İngiliz kuvvetlerine esir düştüğünü, bu nedenle Milli Mücadeleye katılamadığını biliyordu. Rıza Bey, kendisine savunma fırsatı bile verilmeden bu şekilde suçlanınca kasabayı mateme boğan bir çıkış yolunu kendisine uygun bulmuştu.
Rıza Bey’in vefatından sonra Hüsnü Bingöl bu aileye kol kanat gerdi, sorunlarına sahip çıktı.
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
Eşref Kaya 1936-37 yıllarında Sovyetler Birliğinden kaçarak tek başına Iğdır’a geldi. Uzun boylu yakışıklı biriydi. Terekeme asıllıydı. Çok geçmeden Hüsnü Bingöl, Eşref Kaya’ya ilgi gösterip sorunlarına yardımcı oldu. Pamuk Tarım Satış Kooperatifine memur olarak girip çalışmaya başladı.
Iğdırmavalı Hacı Ümmet Uşağı’ndan Hüseyin Kulu ile Ziver Hanım’ın kızı Fatma Hanım’la evlendi. Hüseyin Kulu vefat ettiği zaman, Eşref Kaya aile reisi olarak aile servetini idare etti. Bir ara Kars merkezde “Kars Palas” otelini işletti. 5-10 yıllık bir süreden sonra bu oteli Veyis Koçulu’ya devredip tekrar Iğdır’a döndü.
Milletvekili Mehmet Hazer’in özel ilgi ve yardımıyla Iğdır PTSK’ne müdür oldu. Orada bir iki yıl çalıştıktan sonra, kooperatifin tasfiyesine yakın bir zaman İstanbul’a taşındı. Veyis Koçulu’nun sahibi olduğu bir otelin müdürü olarak İstanbul’da çalışmaya başladı. Bir gün gayrimenkullerini tasfiye etmek için Iğdır’a gitmişti. Ani bir kalp kriziyle vefat etti.
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
Enver Ogan’ın babası Meşe Eset Melekli köyünün muhtarıydı. Korkusuz ve kararlı bir insandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında o bölgede kanun kaçağı ve eşkıya çoktu. Bunlardan birisi de meşhur “Çilli” idi. Meşe Eset,“Çilli”yi yakalatan adam olarak ün salmıştı.
Çilli, Rusların İran’ı işgal ettiği yıllar (1945-47) düzenli olarak İran’a gidip gelirdi. Bu durum Hüsnü Bingöl’ü çok rahatsız ediyordu. Adamları (Rutto) onu sürekli takip ediyordu ama kıstırmaları mümkün olmuyordu. Nihayet Meşe Eset’in yardımıyla “Çilli” yakalanınca derin bir nefes aldılar. Aynı şekilde kaçak olarak ün yapan “Eşto” da Meşe Eset’in gayret ve cesareti sayesinde saf dışı bırakıldı. Iğdır’ın korkulu rüyası, bir jandarma erini öldüren Kör Hacı da kendi rızasıyla Meşe Eset’e gidip teslim olur. Rivayet edilir ki Hüsnü Bingöl, Kör Hacı için şöyle der: “Şu işe bak! Herkes benden korkuyor ben de Kör Hacı’dan.”
HAMZA AYGÜN ANLATIYOR
Iğdır’da “Uzun Mahmut” lakaplı iki kişi vardı. Birincisi; aslen Kadıkışlak köyündendi. Aydın ve kültürlü bir zattı. Genellikle Iğdır’da otururdu. Kasaba merkezinde kıymetli emlâkleri vardı. Yunus adında bir oğlu, Hikmet adında bir kızı vardı. Ata binmeyi seven Mahmut Bey, düğünlerde neşeli bir şekilde oynar, kendisini seven dostları tarafından her zaman aranan birisiydi.
İkinci “Uzun Mahmut’un ailesi Kafkasya’dan göç etmişti. Babasının vefatından sonra annesi, amcası Hüseyin Ali Bey’le evlenmişti. Aile, geçimini ilk zamanlar “Furgon” şeklinde bir at arabası işleterek sağlıyordu. Ticarete atılıp hayli başarılı oldular. Mahmut Bey, orta tahsilden sonra memuriyet hayatına atıldı. Mahmut Bey, çok iyi ata binerdi. Bu nedenle, ordudan Binbaşı Süvari rütbesiyle emekli olan Iğdır Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ün yanından ayrılmaz, elinden geldiğince onunla beraber görünmeyi çok severdi.
HACI ALİ ESKER BAĞCI ANLATIYOR
İlk ticari faytonu Keçel Kasım ve Meşhedi Abbas getirmişlerdi. Keçel Kasım, Hüsnü Bingöl’ün yakın dostuydu. Nağı Odoğlu’nun da hususi bir faytonu vardı. Çok değişik bir faytondu. Tekerleri ne kadar çukura girerse girsin beşik gibi sallanır, içindekileri rahat ettirirdi. Faytonculuğa başladığımda (1944) Iğdır’da 20 kadar fayton vardı. En iyi faytonlar Afyon veya Sivas’tan gelirdi. Daha sonra at modadan düştü ortalıkta taksiler çoğalmaya başladı. Iğdır’da ilk taksiyi Şamil Bey’in oğlu Yakup kullandı. Siyah renkte eski bir arabaydı. 1970’li yıllarda faytonculuk mesleği tamamen gözden düşmüş, kaybolmaya yüz tutmuştu.
CELAL BAŞER ANLATIYOR
NOT: Ağrılı Merhum Celal Başer Turancı hareketin Doğu Anadolu’daki ilk temsilcilerinden birisi idi. 1944 yılında Nihal Atsız’la birlikte tutuklanır. Ağır işkencelere maruz kalır.
“Tahliye edildikten sonra hayatımı kazanmak için geçim yolları aramaya koyuldum. Ağrı’da gazoz fabrikası yoktu. Böyle bir girişimde bulunmak için kolları sıvadım. Ama önce bir gazoz fabrikasının nasıl kurulduğunu incelemek zorundaydım. Iğdır’da gazoz fabrikası olduğundan durumu yerinde tetkik etmeye karar verdim.
Hüsnü Bingöl’ ziyaret edip yardımını istedim. Bana, “Git gazoz fabrikasının sahibine selamlarımı ilet. Gerekeni yapacaktır” dedi.
Öğlen sonrasıydı. Fırıncılık da yapan, aslen Yusufelili olan gazoz fabrikasının sahibinin bürosundan içeri girdim. Derdimi anlatıp, “Ağrı’ya gelip bir fabrika kurmama yardımcı olur musunuz?” diye sordum. Rekabetin civar il ve ilçelerde artmasını istemediğinden olacak teklifimi, “Benim zamanım yok!” diyerek kesin dille reddetti. Bir gazoz fabrikasını açmak için en azından kaba bir plana sahip olmak gerektiği için kendisinden hiç olmasa elindeki planı vermesini istedim. “Plan falan yok!” deyip kestirip attı.
Duvarda bir takvim asılıydı. Kartonun üzerinde bir gazoz fabrikasının ünitelerinin birbirine nasıl bağlandığını gösteren bir şema vardı. “Hiç olmasa bu takvimi verin!” dedim. “Elimdeki son takvim! Mümkün değil! Eğer 350lira ödersen alabilirsin.” “Gel fabrikayı kur, bir kasa gazoz üret sana 350 lirayı vereyim “dedim. Adam başını yukarı kaldırarak, inatla, “Olmaz!” dedi.
Üzgün dışarı çıktım, kendi kendime “Ne yapabilirim?” diye düşünmeye başladım. Aklıma güzel bir fikir gelmişti. Bir şeyleri bahane edip büroya sıkça gidip geldim, takvimdeki planı iyice ezberledim. Birkaç gün sonra, takvimdekinin tıpatıp aynısı olmasa da bir gazoz fabrikasının kuruluş şemasını gösteren plana sahip olmuştum Artık Ağrı’ya dönüp fabrikayı kurabilirdim. Dönmeden önce Hüsnü Bingöl’ uğrayıp nezaketten “Allahaısmarladık” demek istedim. Hüsnü Bingöl merakla, “Nasıl, yardım etti mi?” diye sordu. Durumu kendisine anlatınca, “Aferin yeğenim. İşte böyle gözü açık ol!” dedi. 4000 liraya mal ederek Ağrı’nın ilk gazoz fabrikasını açtım.
Hüsnü Bey’in kardeşi Yüzbaşı Şakir Bey bir gün Ağrı’da hakimle atışmıştı. Hakim Şakir Bey’i tevkif edip cezaevine koydu. Bunun üzerine Şakir Bey, Hüsnü Bingöl’e telgraf çekip, “Acele gel. Hakim haksız olarak beni tevkif etti” demiş. Hüsnü Bingöl bu telgrafa şu kısa cevabı gönderir:
“Hakime hürmet et!”
Hüsnü Bey gerçekten de son derece namuslu ve devlet adabına önem veren birisiydi. Haksızlık yapan kardeşi dahi olsa taraf tutmazdı.
ÖNEMLİ NOT
Çok değer verdiğim Iğdır MHP Eski İl Başkanı Cafer Sadık Erol Bey’le bir telefon sohbetimiz oldu. Bir önceki yazımda Ermenistan tarafından Aras nehrini kaçak geçip Iğdır toprağına yerleşen Azeri kardeşlerimize yer vermiştim. Cafer Sadık Bey, yazıyı okuyan bazı okuyucularımın, sanki Iğdır’da yaşayan bütün Azerilerin 1920’den sonra Aras’ı kaçak geçerek Iğdır’a yerleştiği şeklinde bir anlam çıkarabileceğini söyledi. Elbette, yazımın içeriğinde bu yönde bir iddiam yoktu. Okuyucularıma yardımcı olur düşüncesiyle Mecit Hun’un 1997 yılında kaleme aldığı anılarında yer verdiği, 1920’den önce Iğdır toprağında yaşayan dört kadim halkın yerleşim yerlerini tekrar hatırlatmak istiyorum (http://www.igdirsevdasi.com/cilt1/5mecit.pdf):
ERMENİLER
Iğdır merkez ( Iğdırmava ve Sultanabat hariç ), Alkamerli, Halfeli, Hoşhaber, Hakveyis, Özdemir, Pulur, Yüzbaşılar, Kadıkışlak, Tecirli, Evci köyleri; Karakoyun ilçesinin Mürşitali, Alican, Taşburun köyleri ile Aralık ilçesinin Yukarı Topraklı köyünde ;
AZERİLER
Iğdır merkezinin Iğdırmava ve Sultanabat mahalleleri ile Küllük, Çalpala, Bayraktutan, Aşağı ve Yukarı Çarıkçılar, Yaycı, Çavuşbahçe, Kasımcan, Kazancı, Kuzugüden, Erhacılar, Melekli, Taşlıca, Sıçanlı, Kundo, Alıköçek, Oba, Sarıçoban; Karakoyunlu’da, Karakoyun ilçe merkezi, Bayatdoğanşalı, Zülfikar, Cennetabat, Gökçeli, Kacardoğanşalı, Koçkıran ve Şireci köylerinde; Aralık’ta, Aralık ilçe merkezi, Aşağı Çiftlik, Emince, Ortaköy, Tazeköy, Yukarı Çiftlik ve Hasanhan köylerinde;
KÜRT AŞİRETLERİ
Iğdır’da; Asma, Çilli, Gülpınar, Mezra, Örüşmüş, Suveren köylerinde ; Karakoyun ilçesi Bulakbaşı köyünde; Aralık ilçesinin Adetli, Aratan, Babacan, Gödekli, Hacıağa, Karahacılı, Kıraçbağı, Kulukent, Ramazankent, Tarlabaşı, Yenidoğan, Çamurlular, Aşağı Topraklı köylerinde;
EZİDİ KÜRTLER
Karakuyu, Bendemurat, Karaçomak, Güngörmez, Harmandöven, Nişankaya köylerinde oturmakta idiler. Tuzluca’da Ermeni yok gibidir. Aslanlı, Sinek köylerinde Yezidiler, diğer köylerde Kürt aşiretlerle Azeriler oturmaktadır
Kısacası Azeriler, Iğdır toprağının kadim bir halkıdır. Aynı şekilde Ermeni, Ezidi Kürt ve Müslüman Kürtler de Iğdır toprağının kadim halklarıdır. Ancak 1920’den sonra Aras’ı kaçak geçip Iğdır’a gelen Azeriler olduğunu da unutmayalım! (Her ne kadar “kadim” kelimesi “çok çok eski” anlamına gelse de tarihsel anlamda son 200-300 yıllık dönem anlamına gelir. Dedelerimizin 300 yıl önce nerede olduğunu birçoğumuz gibi ben de bilmiyorum.)
(DEVAM EDECEK)
HÜSNÜ BİNGÖL’E VEDA