ZELİŞ İLE ABBAS (BÖLÜM 2)
Değerli okuyucularım!
Daha önce söz verdiğim gibi arada bir köşe yazımı çocuklara ve gençlere (6-18 yaş grubu) ayıracağım. Bugün Zeliş ile Abbas’ın İkinci Bölümünü okuyacaksınız. Pek yakında Zeliş ile Abbas, IĞDIR MASALLARI ismiyle kitap olarak yayımlanacaktır.
KAHRAMANLARIMIZI HATIRLAYALIM
DONDURMA KEYFİ
Sokak dondurmacısı tozlu yolda arabasını iteliyor, gür sesiyle, “Dondurma geldi! Dondurma geldi!” diye bağırıyordu.Zeliş ile Abbas aynı anda evden çıkıp sokağa fırladılar. Zeliş dondurmacıya yaklaştı, heyecanla sordu:
“Bir külahı kaç kuruştu?”
“50 kuruş!”
Zeliş parasını uzattı, çok sevdiği çilekli dondurmadan bir külah aldı. Abbas sessizce öyle durmuştu. Zeliş meraklandı:
“Abbas sen niye dondurma almıyorsun?”
“25 kuruşum var!”
Zeliş cebinden 25 kuruş çıkarıp Abbas’a verdi. Abbas da sade dondurmadan bir külah aldı.”
Keyifle yiyerek eve doğru yol alırlarken, aksilik bu ya, bir kuşun kakası Zeliş’in dondurmasının üzerine düşer.Zeliş çok üzüldü. Dondurmasını yere attı. Abbas da çok üzülmüştü. Zeliş’e teklifte bulundu: “ Benim dondurmayı birlikte yiyelim. Bir defa sen yala bir defa ben yalayayım. Zeliş kabul etti. Dondurmayı afiyetle yiyip bitirdiler. Abbas bir hatırlatma yaptı:
“Zeliş sana 25 kuruş borcum vardı ama benim dondurmamın yarısını sen yedin. Artık borcum kalmadı!”
Gülüşerek ayrıldılar.
KISSADAN HİSSE: Param yok diye üzülme, şansa da biraz inan!
BOBİŞ’İN BAŞI BELADA
Zeliş’in kedisi Bobiş’in canı sıkıldığı zaman ağaca tırmanıyor, dallara konan kuşlara yavaş yavaş yaklaşıyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Çoğu zaman kuşlar Bobiş’ifark ediyor, uçup gidiyorlardı. Bobiş de sessizce oturup yeni bir fırsatın doğmasını bekliyordu.
O gün çamaşır günüydü. Zeliş’in annesi kocaman siyah bir kazanı üç kocaman taşın üzerine oturtmuş, altını da odun ve tezekle doldurmuştu. Ateşi verince önce odunlar tutuştu, kocaman kazan da yavaş yavaş ısınmaya başladı.
Bobiş de tam o sırada dalın üzerinde bir kuşa çok yaklaşmıştı. Kedilik şımarıklığı tuttu, kuşun üzerine atladı. Kuş uçtu ama Bobiş kazanın içine düştü. Su henüz ılıktı ama gittikçe ısınıyordu. Bobiş önce korku dolu bir ses tonunda sesli sesli miyavladı ama ortalıkta kimse yoktu. Zıplayıp çıkmak istiyordu ama ıslandığı için kazandan çıkmaya gücü yetmiyordu.
Su da artık ısınmaya başlamıştı. Bobiş’in çaresiz durumda olduğunu anlayan evin sevimli köpeği Bıgır, Bobiş’i sırtından yakalayıp kazandan çıkardı. Bıgır’ın bacak arası ateşte yanmıştı. Bobiş kendisini silkeledi. Yere uzanıp yarasını yalayan Bıgır’ın yanına gitti.
Bobiş hemen eve doğru koştu, yere uzanmış yazı yazan Zeliş’e uzun uzun miyavladı. Zeliş, bunun bir tehlike haberi olduğunu biliyordu. Bobişi takip etti. Birlikte Bıgır’ın yanına geldiler. Bıgır arada bir ağlar gibi sızlıyor, iki bacak arasını yalamaya çalışıyordu. Zeliş bunun bir yara olduğunu Bıgır’ın yanan kıllarından anlamıştı.
Zeliş bir koşuda Sımoş Halanın evine gitti. “Ay Sımoş Hala! Köpeğimizin bacağı yanmış, ne yapabilirim?” SımoşHala’nın her türlü hastalığa bir ilacı olurdu. Bir tas yoğurt aldı. İçine Zeliş’in bilmediği toz şeklindeki baharatlardan döktü, iyice karıştırdı. Macun haline getirdi. “Bunu yaraya günde iki defa sür! Bir şeyi kalmaz!”
Zelişelinde macunla koşarak eve geldi. Bıgır’ın ağlama sesi daha da yükseliyordu. Zeliş tastaki macunu yaraya sürdü. Bıgır önce yarasına dokunulmasını istemedi ama Bobiş kızgın şekilde miyavlayınca, Bıgırbacağını açıp Zeliş’in macunu sürmesine izin verdi. Çok geçmedenBıgır’ın inlemesi durdu. Kafasını yere uzatıp, rahatlamış olmanın verdiği bir huzurla gözlerini yumdu.
Akşam olunca Zeliş ikinci kez macunu sürdü. Bıgır artık rahatlamıştı. Birkaç gün sonra yarası iyileşmiş, hafifçe kabuk bağlamıştı. Zeliş ve Bobiş bu durumdan dolayı sevinçliydiler.
Zeliş, yardımından dolayı Sımoş Halaya bir şeyler vermek istiyordu. Azeri komşular yaylaya çıkmadıkları için tulum peyniri onlar için çok kıymetliydi. Zeliş, mutfaktan bir kap aldı, ambara gizliden dalıp tulumdan beş büyük kalıp peyniri kaba sıkıştırdı, kimseye görünmeden Sımoş Halaya gitti:
“Sımoş Hala bu peynirleri annem gönderdi!”
Sımoş Hala çok mutlu oldu. Tabağı boş vermek istemedi. Kabak çekirdeği doldurup Zeliş’e geri verdi. Zeliş ile Abbas duvarın üstüne oturup çekirdek yiyerek derin bir sohbete daldılar. Bobiş de onların çıtlayıp attıkları çekirdek kabuklarını havada yakalamakla meşguldü.
KISSADAN HİSSE: Bazı iyilikler görünmez bazıları görünür
ABBAS YAZ TATİLİNDE NE YAPACAK?
Mayıs ayının ilk haftasıydı. Zeliş’in ailesi yaylaya gitme hazırlığı yapıyordu. İşte böyle bir günde okuldan eve gelen Zeliş ile Abbas’ın arasında yaz ayını nasıl geçireceklerine dair bir sohbet başlamıştı. Zeliş düşüncelerini sevinçle açıkladı:
“Bu yıl Güngörmez yaylasına gideceğiz. Oraya daha önce bir kez daha gitmiştik. Yayla iki dağın arasında yemyeşil bir yer. Ortadan da küçük bir dere akıyor. Dere o kadar derin değil. Ayakkabılarımızı çıkarıp suya giriyoruz, küçük renkli taşları topluyoruz.
Güngörmez’de sabah güneşi hemen ortaya çıkmıyordu. Güneş önce karşı tepenin zirvesini aydınlatıyor sonra aydınlık yavaş yavaş aşağı iniyordu. Biz de koşup aydınlığı yakalamaya çalışıyor, onunla birlikte çadıra doğru inmeye çalışırdık. Dağın tepesinde bir kale var. Ben çıkmadım çünkü o zaman dağı tırmanmak bana zor gelmişti. Ama bu yıl kaleye mutlaka çıkacağım.”
Zeliş hayallere dalmış yayla günlerini anlatıyordu. Abbas da yüzünü somurtmuş Zeliş’i dinliyordu. Zeliş, Abbas’ın moralinin bozuk olduğunu fark etti ama ses çıkarmadı. Uygun bir zamanda sordu:
“Abbas, bu yaz ne yapacaksın?”
Abbas ağlar gibi konuştu:
“Ne mi yapacağım? Babamla beraber önce bostanları sulayacağız. Çamurlu suya gire-çıka insana bıkkınlık geliyor. Sonra patlıcan, biber, domates, salatalık bostanlarını kağ yapacağım, yabani otları kesip atacağım. Haziranın ortası kaysı ve şeftali toplama zamanıdır. Ağaçlara in-çık, in-çık adamda nefes kalmıyor. Bu işten zehlem(nefret) gidiyor. Topladığımız kaysı ve şeftalileri düzgün bir şekilde yaşiklere (sandıklara) dolduruyoruz, sabah erkenden el arabasına koyup, çarşıya götürüyoruz. Bazı tüccarlar topladıkları kaysıları kamyonlara yükleyip uzak yerlere götürüyorlar. Eve gelince bu sefer bostana gidip yetişen domates ve salataları yaşiklere doldurmam gerekiyor çünkü erkenden yine el arabasına koyup çarşıya götürmek zorundayız. Akşam eve gelince belim iki büklüm oluyor!Sabahları babam beni uyandırdığında hiç canım yataktan çıkmak istemiyor.”
Zeliş, Abbas’ın zahmetli işler yapmak zorunda kalacağına üzüldü. Birden aklına bir şeytanlık geldi:
“Abbas, sen de bizimle yaylaya gel!”
Abbas şaşırmış gözlerle Zeliş’e baktı:
“Babam izin vermez!”
“Bu akşam bir doktor amca eşiyle evimize misafirliğe gelecekler. Onlar eve geldiği zaman ben de size geleceğim, kitabımı isteyeceğim. Sen de eve gidince, ‘Ana çok hastayım!’ deyip yatağa uzan, durmadan öksür. Gerisini bana bırak!”
Zeliş’in söylediği gibi oldu. Doktor ve hanımı akşamüzeri misafirliğe geldiler. Zeliş evden çıkıp Abbas’ın evine koştu, annesinden Abbas’ı görmek istediğini söyledi. Annesi üzgün bir ses tonunda konuştu: “Abbas çok hastadır! Yataktan çıkacak hali yok!”
Zeliş eve döndü, doktorun duyacağı şekilde annesine Abbas’ın çok hasta olduğunu söyledi. Doktor ayağa kalktı, ‘Bakayım çocuğun nesi var?’ dedi. Zeliş’in elini tutarak Abbas’ın evine doğru yola çıktılar. Zeliş yolda doktordan yalvarır gibi rica etti: “Doktor amca, Abbas yalandan hastalık numarası yapıyor. Siz de ‘Yaylaya gitse sağlığına iyi gelir’ deyin. İstiyorum ki Abbas da bizimle yaylaya gelsin.
Doktor evden içeri girdi. Ev ahalisi ayağı kalktı. Hep birlikte Abbas’ın yatağına gittiler. Abbas sürekli öksürüyordu. Doktor her zaman yanında taşıdığı stetoskop cihazını çıkardı, Abbas’ın ciğerlerini uzun uzun dinledi. Sonra kafasını üzgün üzgün salladı: “Abbas’ın ağaç çiçeklerine alerjisi var. Bunun ilaçla tedavisi yok. Tek çare yayla gibi bir yere gitmesidir.”
Zeliş bu fırsatı bekliyordu: “Biz gelecek hafta yaylaya gidiyoruz, Abbas da bizimle gelsin!” Abbas’ın babası yüzünü somurttu, isteksiz bir şekilde kabul etti: “Gitsin bir ay kalsın. Temmuz ayında çiçek dönemi bitince geri gelsin!”
Zeliş, yalandan öksürmeye devam eden Abbas’a bir göz attı. Kitabını da alarak doktorla birlikte eve döndüler.
KISSADAN HİSSE: İmkansıza inanma! Yaşamda her şey mümkündür!
TRAKTÖRLE YAYLA YOLUNDA
Bir hafta sonra erken bir saatte eşyalar traktöre yüklendi. Zeliş, annesi, nenesi ve Abbas eşyaların üzerine yerleştirilmişkocaman bir döşeğe oturdular. Bobiş de Abbas’la Zeliş’in arasına uzanıp etrafa merakla bakmaya başladı.
Çok geçmedentraktör Iğdır’ı terk edip dağlara doğru tırmanmaya başladı. Yol taşlı ve tozluydu. Abbas ile Zelişçeşit çeşit oyunlar icat ediyor, yolculuğu unutmuş bir halde vakit geçiriyorlardı. Birdenbire havanın soğukluğunuhissedip kazaklarını giydiler. Bobiş’te battaniyenin altına girmiş derin bir uykuya dalmıştı. Traktör akşamın geç saatlerinde Taşlıca köyüne vardı. Zeliş’inGülizar Halası bu köyde oturuyordu. Geceyi halasının evinde geçirdiler. Ertesi gün tekrar yola koyuldular. Sıçanlı (Paşapınar) köyünü geçtikten sonra Güngörmez yaylası bütün güzelliğiyle gözlerinin önündeydi.
Zeliş, Abbas’a dağları, daha önce çadır kurdukları yeri gösteriyordu. Dağlardan birisinin tepesinde bir kale vardı. Zeliş heyecanla konuştu:
“İlk geldiğimizde kaleye çıkmaya korkmuştum ama bu sefer beraber çıkarız!”
Bir ara Bobiş, Zeliş’in kulağına uzanıp uzun uzun miyavladı. Bu ses tonu, “kakam var!” anlamına geliyordu. Traktör durdu. Bobiş atlayıp bir taşın dibinde hızla bir çukur açtı, kakasını yapıp çukuru tekrar kapattı. Zeliş ve Abbas da traktörden inmişlerdi. Etraftaki gelincik çiçeklerinden bir demet yaptılar. Sonra hep birlikte yola koyuldular.
Traktör, çadırın kurulacağı yerde durdu. Diğer çadırlardan komşular yardıma geldi. Herkes ne yapacağını biliyordu. Birkaç saat sonra büyük bir kıl çadır ve yanında beyaz bir çadır kurulmuştu. Yere halılar serildi. Büyük çadırın etrafı desenli çitle kapatıldı. Zeliş ile Abbas beyaz çadıra girdiler. Yere halı serildi. Bir yatak direğin soluna bir yatak direğin sağına yerleştirildi. Kalın iplerle rengarenk örülmüş kocaman bir at heybesi iki yatağın arasınakondu. Bobiş hemen heybenin içine girip keyifle sağa sola döndü.
Zeliş’in ailesi hayvancılıkla geçimini sağlıyordu. Onlarca inek, dana, buzağı, bir eşek ve bir atları, dört köpekleri vardı. Sürü, çobanların gözetimindegünler öncesinden yürüyerek yaylaya doğru yola çıkmıştı.
Zeliş’in annesi hemen semaver çayını demledi. Yer minderine oturup çaylarını içtiler. Komşular sırayla geliyor, “Hûn bixêrhatin. Ser sera ser çava rahatin.’ (Hoş geldiniz. Baş göz üzerine geldiniz). Gelenler ayaküstü kısa bir sohbet yapıyor, izin isteyip gidiyorlardı.
Abbas, Kürtçe öğrenmeye isteklendi. Zeliş, “Ez bircime!” cümlesini tekrar etmesini istedi. Abbas garip sesler çıkardı. Gülüştüler. Abbas, “Bu cümle ne anlama geliyor?” diye merakla sordu. Zeliş gülerek cevapladı: “Karnım aç!”. Gerçekten de Abbas acıkmıştı. Sofraya yemek ve peynir çeşitleri kondu. Abbas lavaş ekmeği çok seviyordu. Uzun bir dürüm yapıp iştahla yemeye koyuldu. Bobiş sinirli sinirli “Ben de açım!” der gibi miyavladı. Onun için hazırlanmış özel bir mama vardı. Zeliş mamayı getirmeye gidince Bobiş de onun arkasından koştu. Çok sabırsızdı. Zeliş daha mamayı yere koymadan zıplayıp tabağı devirdi. İştahla yemeye koyuldu.
Zeliş’in nenesinin bir dürbünü vardı. Kimsenin el sürmesine izin vermezdi. Dürbünle uzaklara baktı. Sevinçli bir sesle haykırdı: “Hayvan sürümüz de geliyor. Birkaç saat sonra burada olurlar!”
Akşama doğru tüm hayvanlar ve dört köpek çadırın önüne geldi. Çobanlar da çok yorulmuştu. Oturup çay içip karınlarını doyurdular. Bobiş köpeklerin yanına gitti. Birbirlerini gördükleri için çok sevinmişlerdi. Bıgır, Bobiş’in kafasını uzun uzun yaladı.
KISSADAN HİSSE: Yeni bir hayat ruhu da yeniden yaratır
BEYAZ ÇADIRDA UYKU ZAMANI
Yayla yerinde hava erkenden soğuyordu. En iyisi yatağın içinde olmaktı. Annesi beyaz çadırın direğine bir denizci feneri astı. Zeliş ve Abbas yataklarına girip sohbete başladılar. Çok geçmeden Bobiş de heybenin içine girdi ama kafasını dışarı çıkarıp etrafta olup bitenlere bakıyordu. Bıgır, Zeliş’i çok sevdiği için çadırın kapısında nöbet tutuyordu. Bir ara Abbas sordu:
“Burada kurt var mı?”
Zeliş gülerek cevapladı:
“Elbette! Bu dağlarda kurt da ayı da var. Burası yayla!”
Abbas’in yüreğine hafif bir korku girdi, uyurken bir kurdun içeri girip kendisini yediğini hayal etti. Zeliş, sanki Abbas’ın düşüncelerini okumuştu: “Bıgır çok güçlü bir köpek! Kurtlar korkudan gelemezler. Çobanlarımızın da silahı var.” Abbas biraz rahatladı. Çantasına uzandı. Kitaplarını çıkardı. En altta da plastik bir top vardı. Zeliş şaşırdı:
“Ders mi çalışacaksın?”
Abbas güldü. “Bunlar ders kitabı değil. Teksas ve Tommiks. Hiç okudun mu?”
Zeliş ilk kez bu isimleri duyuyordu. Başını,”Hayır!” anlamında salladı. Abbas fenerin ışığını biraz daha açtı. Önce Teksas’ı gösterdi. Kitabı açtı. İçi resimlerle doluydu. Her karede yazılar da var. Abbas anlatmaya koyuldu: “Bunun adı Çelik Blek. Çok kuvvetli. Bu onun arkadaşı Professör. Bu çocuğun adı da Rodi.” Zelişgösterilen resimlere dikkatle baktı. Eline aldı. Her karedeki resmi okumaya koyuldu. Merakla sordu:
“Bunlar ne yapıyorlar?”
“Bunlar vatansever. İngiliz askerleri onların vatanını işgal etmiş. Bunlar da İngilizlere karşı savaşıyorlar.” Abbas büyük bir heyecanla her sayfayı anlatmaya koyuldu. Zeliş diğer kitabı da görmek istedi. Abbas Tommiks’i eline aldı, aynı istekle sayfaları çevirdi: “Bu genç subayın adı Yüzbaşı Tommiks. Bu da onun arkadaşları Konyakçı ve Doktor. Amerika’nın Batısında düzeni sağlamakla görevliler.”
ZelişTommiks’in de sayfalarını çevirdi, resimlere baktı, yazıları okudu ama ne Teksas ne de Tommiks ilgisini çekmişti. Zeliş, konuyu değiştirmek istedi: “Gel sana bir masal anlatayım.”
Abbas, Teksas ve Tommiks’leri hayal kırıklığı içinde torbasına koydu. Yatağa uzanıp masalı dinlemeye hazır olduğunu belli etti. Zeliş, fenerin ışığını kıstı, yatağına uzanıp anlatmaya koyuldu: “Bir varmış bir yokmuş bir zamanlar bir kral varmış. Ahmet, Mehmet ve Mirza Muhammed adında üç oğlu varmış. Bir gün oğullarını yanına çağırmış: “Çocuklarım artık ben yaşlandım. Öldüğümde kral olmak için aranızda kavga çıkmasını istemiyorum. O yüzden üçünüze de bir görev vereceğim. Üç ay içinde kim dünyanın en güzel eşyasını getirirse benden sonra o kral olacak……” Zeliş anlatırken horlama sesi duydu. Abbas uyumuştu. Bobiş de ters dönmüş vaziyette derin bir uykuya dalmıştı. Zeliş de ışığı söndürüp uykuya daldı.”
KISSADAN HİSSE: Herkes yaşam zevki farklıdır
KÖROĞLU KALESİNE ÇIKIŞ
Çadırın önünde kocaman bir dağ yükseliyordu. Tepesinde uzaktan bile görülebilen bir kale vardı. Sur duvarları simsiyah kesme taştan yapılmış, uzun yıllardır içinde kimse yaşamadığı için kaderine terk edilmişti.
Kahvaltıdan sonra Zeliş, Abbas’a kaleyi gösterdi.
“Hadi gel çıkalım!”
Abbas da zaten macera peşindeydi. Hemen kabul etti. Zeliş ve Abbas yanlarına biraz su, ekmek ve peynir alıp kaleye doğru tırmanmaya başladılar. Kale uzaktan bakınca yakın görünüyordu. Ama yürüdükçe bir türlü yol bitmiyordu. Yokuş yukarı çıktıkları için iki de bir yoruluyor, oturup obaya uzaktan bakıyorlardı. Çok uzaklarda bir köy vardı. Etraf irili ufaklı siyah çadırlarla doluydu.
İnekler ve koyunlar dağın eteklerinde otluyor, bir eşek anırması ta uzaklardan işitiliyordu. Bobiş de onları on adım arkadan ağır ağır takip ediyor, sağa sola kaçan fareleri tuzağa düşürmek için çalılıkların arasına saklanıyor, hoşça vakit geçiriyordu.
Nihayet kalenin üstüne kurulu olduğu kocaman bir kayanın dibine geldiler. Zeliş kaleye arka taraftan girmek istedi. Manzara korkunçtu çünkü kalenin arkası uçurumdu. Çok tehlikeliydi. Merdivenlerin üzeri küçük küçük çakıl taşlarıyla doluydu. Yetişkin bir insan bile buradan çıkmaya zorlanabilirdi çünkü küçük taşlar kayıyor insanı uçuruma doğru çekiyordu. Zeliş kilolu değildi. Merdivenleri adımladıkça yerdeki çakıl taşları oynamadı bile. Abbas birkaç adım atınca birden uçuruma doğru kaydığını fark etti. Merdivenin üzerine uzandı, korkusundan hareket edemedi. Zeliş merdivenleri çıkmış kalenin içine girmişti bile. Abbas, “Zeliş! Zeliş!” diye var gücüyle bağırdı. Zeliş, Abbas’ı yerde uçuruma yakın görünce, telaşlandı. Yavaş yavaş Abbas’a yaklaştı, elinden tuttu ama Abbas ayağa kalkmaya korkuyordu. Bir ayağı uçurumda boşlukta sallanıyordu. Zeliş, çaresiz olduğunu anlayınca Bobiş’e bağırdı: “Koş Bıgır’ı getir!”
Bobiş tüm hızıyla yokuş aşağı kıl çadıra doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem de “Tehlike var” anlamında miyavlıyordu. Bıgır sesi duyup Bobiş’e doğru koştu. Bobiş, Bıgır’ın geldiğini görünce yönünü değiştirip kaleye doğru koşmaya başladı. Bıgır uzun bacaklarıyla bir panter hızıyla Bobiş’i geride bırakıp Zeliş’in olduğu yere vardı. Zeki bir köpekti. Abbas’ın ağladığını ve tehlikede olduğunu anladı. Abbas’ın paçasından yakalayıp tüm gücüyle kendisine doğru çekti. Abbas kurtulmuştu ama hayatında hiç bu kadar korkmamıştı.
Zeliş, Abbas’a su verdi, sıkı sıkı sarıldı. Abbas da ağlamayı kesip derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. Bobiş ancak yetişebilmişti. Ağzında da bir fare vardı. Fare halen canlıydı. Abbas ve Zeliş, Bobiş’i bu halde görünce gülmeye başladılar. Zeliş bağırdı: “Bobiş, zavallı yavru fareyi bırak!” Bobiş istemeyerek fareyi yere fırlattı. Küçük fare bir süre ölü numarası yaptı sonra aniden fırlayıp çalılıkların arasında kayboldu.
Zeliş başka giriş kapısı var mı diye kalenin etrafını dolandı. Evet, iki kocaman sütun arasında bir giriş kapısı vardı. Abbas istekli olmasa da Zeliş’i takip etti, birlikte kaleye çıktılar. Manzara muhteşemdi! Çoook uzaklarda sisler içinde Iğdır bile görünebiliyordu. Ağrı Dağı sanki daha büyük ve daha kocamandı. Zeliş yerden küçük bir taş alıp kale taşına kazıyarak kocaman harflerle ZAB diye yazdı. Abbas merak etti: “Bu ne anlama geliyor?” Zeliş hemen cevapladı: “Zeliş-Abbas-Bobiş” Abbas’ın hoşuna gitmişti.
Abbas ekledi: “Zeliş, bir B daha yaz!” Zeliş merakla sordu: “Niçin?” Abbas aşağıda oturmuş onları bekleyen köpeği gösterdi: “Bıgır için!” Zeliş kelimenin sonuna bir B harfi daha ekledi. Gülerek merdivenden indiler. Abbas kendi payına düşen ekmeğin hepsini Bıgır’a verdi. Bunu kıskanan Bobiş uzun uzun miyavladı. Zeliş de bir peynir parçasını Bobiş’in önüne koydu. Biraz oturup dinlendikten sonra çadıra doğru bazen koşarak bazen yürüyerek yol aldılar. Bıgır ve Bobiş de onları ağır adımlarla takip ettiler.
KISSADAN HİSSE: Sana yardım edeni unutma!
KARLI TEPEDEKİ KURTLAR
Karşı dağın tepesinde bir beyazlık vardı. Abbas ne olduğunu sordu. Zeliş: “Burada havalar soğuk olduğu için kar yavaş erir. O da son kalan kar parçası.” Abbas şaşırdı: “Haziran ayında kar olması ne kadar şaşırtıcı değil mi?” Zeliş, Abbas’ın karlı tepeyi merak ettiğini anladı. Bobiş ve Bıgırı da yanlarına alarak karlı tepeye doğru yola çıktılar. Neneleri arkadan bağırdı: “Çocuklar bana da biraz kar getirin!” Zeliş mutfaktan küçük plastik bir kova aldı, içine yemeklerini de koydu. Abbas da eline meşe ağacından yapılma bir değnek aldı. Birlikte yola çıktılar.
Abbas ilk kez yaylanın bu tarafını görecekti. Önlerinde berrak bir dere akıyordu. Çok uzaklarda eriyen kar suları derede akıp gidiyordu. Taşların üzerine basa basa dereyi geçtiler. Buğday tarlalarının olduğu yere vardılar. Tümseklerin ve sulama kanallarının yanından geçerek yokuşta zorlukla ilerlemeye başladılar. Abbas birden kendisini yere bıraktı: “Yoruldum! Adım atacak takatım kalmadı!” Bu habere Bobiş de sevinmişti. Yanından uçup giden kelebeği bir zaman kovaladı. Yakalayamayınca morali bozuk bir havada geri geldi. Yeşilliğe uzandı. Bıgır da oturmuş dili bir karış dışarıda nefesleniyor, gözlerini etraftan ayırmıyor olabilecek her türlü tehlikeye karşı uyanık duruyordu.
Zeliş’in nenesi dün çok lezzetlikılor (kete) yapmıştı. Zevkle yediler. Su içip yollarına devam ettiler. Bir ara geri dönüp baktıklarında obadan ne kadar uzaklaştıklarını anlamışlardı.
Bir koyun sürüsüne yakın gittiler. Sürüyü koruyan köpekler saldırıya geçtiler. Zeliş,Bobiş’i kucağına aldı. Bıgır gelen köpeklere, “Saldırırsanız bedeli ağır olur!” anlamında derin derin mırıldandı. Diğer köpekler havlamakla yetindiler. Abbas da elindeki değneği havaya kaldırmış, köpekler yaklaşırsa vurmaya hazır bir halde bekliyordu.
Kendileriyle aynı yaştaki çobanlar uzaktan taş atarak kendi köpeklerini sakinleştirdiler. Zeliş’le Kürtçe konuşup nereye gittiklerini sordular. Zeliş, karlı tepeye gittiklerini söyledi. Abbas’ı tanıştırdı: “Iğdır’da komşumuzun oğlu. Azeri’dir, Kürtçe bilmiyor”. Çobanlardan birisi kendisini zorlayarak Türkçe, “Benim adım Ahmet” dedi. Ses tonu garip çıkmıştı. Hep birlikte gülüştüler. Abbas da kendi adını söyledi. Diğer çobanın adı da Mehmet idi. Kardeşlermiş. Bu sürü de onlarınmış.
Ahmet karlı tepeye giden kestirme bir yol bildiğini ve yardımcı olabileceğini söyledi. Hep birlikte yola çıktılar. İki derin vadiyi geçip,kayalar arasından geçince birden karşılarında karlı tepeyi gördüler. Karlar yavaş yavaş eriyor, ince bir su aşağı doğru akıyordu. Hep birlikte karın üzerinde yürüdüler.
Bobiş’in ayakları üşüdüğü için miyavlamaya başladı. Zeliş, Bobiş’i kucağına aldı. Abbas ile Ahmet kartopu oynadılar. Kar yiyip susuzluklarını giderdiler. Zeliş kovayı karla doldurdu. Çok uzaklarda üç dört tane kurt kayaların üzerinde belirdi. Çoban, onları işaret etti: “Kurtlar! Bak sizin köpek de rahatsız oldu.”
Gerçekten de Bıgır, gözlerini kurtlardan ayırmıyordu. Geçen yıl bir kurt sürüsü Bıgır’ın etrafını çevirmiş, dönerek onu sersemletip aniden saldırıya geçip öldürmek istemişlerdi. Çoban, havaya silah sıkarak son anda Bıgır’ınyardımına gelmişti. O anı hatırlayan Bıgır, yalnız olmadığını biliyordu ama kurtların ne kadar sinsi ve tehlikeli olabileceklerini hatırlayarak bir an önce buradan uzaklaşmanın doğru olacağını düşünüyordu.
Zeliş ile Abbas da kurtları görünce korktular. Hızla sürüye doğru koşarak indiler. Biraz oturup sohbet ettikten sonra Zeliş ve Abbas eve gitmek için ayağa kalktılar. Çobanlardan birisi kendi eliyle oyarak yaptığı dört taştan tekerleği Abbas’a hediye etti. Abbas çok memnun oldu. Abbas, Zeliş’e Kürtçe nasıl, “Teşekkür ederim!” diyebileceğini sordu. Zeliş, “Spas!” dedi. Abbas da kendini zorlayarak çobana “Spas!” dedi, kendi hakkı olan keteyi Ahmet’e uzattı. Arkadaşça el sallayıp ayrıldılar.
Zeliş ve Abbas eve varınca yaşadıklarını annelerine anlattılar. Anneleri dikkatli olmaları gerektiğini, O’nun haberi olmadan çok uzaklara gitmemelerini istedi. Zeliş’in nenesi elini kovadaki kara daldırıyor, dondurma gibi ağır ağır zevkle yiyordu. Annesi de bir avuç kar alıp yemeye başladı. Bobiş çok yorulmuştu. Önüne konan sütü içti. Beyaz çadırdaki heybenin içine girip derin bir uykuya daldı.
Çok geçmeden Zeliş ile Abbas da beyaz çadıra girdiler. Zeliş feneri direkteki çiviye astı. Abbas’ın üzerinde günün yorgunluğu vardı ama canı birkaç sayfa Teksas okumak istedi. Kitapları çıkarmak için elini torbasına soktu. Aniden bir feryat kopardı. “Elime diken battı!” diye ayağa kalkıp acıdan elini sallamaya başladı. Zeliş feneri alıp torbanın içine baktı.
Küçük bir kirpi top olmuş uyuyordu. Zeliş gülerek Abbas’ı teselli etti: “Eline batan iğne değil, kirpinin dikenleri!”
Abbas hayatında hiç kirpi görmemişti. Zeliş torbayı alıp çadırın önünde boşalttı. Kirpi de yere düştü. Korkan kirpi top şeklini almıştı. Zeliş kitapları ve torbayı alıp çadıra döndü. “Bak birazdan ortalık sessiz olunca kafasını çıkarıp hızlı hızlı uzaklaşacak.” Zeliş’in dediği gibi oldu. Yuvarlak bir top gibi orada duran kirpi etrafta tehlike olmadığını anlayınca kafasını çıkardı, hızlı hızlı yürüyerek karanlıkta kayboldu. Abbas’ın eli hafifçe kanamıştı ama ağrısını unuttu. Birkaç sayfa Teksas okuyup derin bir uykuya daldı.
KISSADAN HİSSE: Dilini bilmezsen de sevgi insanları birbirine bağlar
CEMİLE NENENİN EVİ
Çadırın karşısında köye yakın tarafta küçük bir tepenin üzerinde toprak kerpiçten yapılmış küçük bir kulübe vardı. Duvarları eskimişti. Kapısı kırıktı. Küçük bir penceresi vardı. Evin önünde bir yer minderivardı. Her gün sabahleyin yaşlı bir kadın beli iki büklüm bir halde evden çıkıyor, yer minderine zorlukla oturuyor, nerdeyse gün boyu oturduğu yerde kalıyordu. Bu durum Abbas’ın dikkatinden kaçmamıştı. Zeliş’e evi işaret ederek sordu:
“O yaşlı kadın yalnız mı yaşıyor?”
Zeliş de çok fazla bir şey bilmiyordu. Annesine sordu. Annesi de elindeki işleri bırakıp çadırın önüne geldi, hep birlikte uzaktaki kulübeye baktılar. Zeliş’in annesi yaşlı kadını tanıyordu:
“Cemile Nene yıllardır yalnız yaşıyor. Kimsesi yok. Çocuklar! Size süt, yoğurt, peynir ve ekmek vereyim, Cemile Neneye götürün!”
Abbas, dün çoban arkadaşı Ahmet’in kendisine hediye ettiği taştan yapılma dört tekerleği nasıl kullanabileceğini tasarlıyordu. Bu konularda doğal bir yeteneğe sahipti. Boş bir sandığı aldı, birkaç çiviyle dört tekerin üstüne oturttu. Sandığa bir ip bağladı. İpi çekince tekerler harekete geçti. Zeliş bunu görünce çok sevindi, bir çığlık attı: “Artık bir arabamız da var!” Bobiş fırsatı kaçırmak istemedi. Hemen arabanın içine atladı. Abbas çadırın önünde uzun uzun birkaç tur attı.
Zeliş’in annesi yiyecekleri hazırlamış bir bohçaya koymuştu. Zeliş, bohçayı sandığa yerleştirdi. Bobiş de üstüne oturdu. Hep birlikte Cemile Nenenin evine doğru yola çıktılar. Bıgır da kafasını yere koymuş onları izliyordu. Zeliş el işaret yapınca Bıgır da ayağa kalkıp önce gerindi sonra yarı koşar adımla kafileyi yakaladı.
Cemile Nene çok yaşlıydı. Çocukların geldiğini bile zor fark etti. Gözleri de iyi görmüyordu. Kim olduklarını sordu. Zeliş kendisini tanıttı. Annesinin gönderdiği bohçayı Cemile Nenenin yanına koydu. Cemile Nene çocukların oturmasını istedi. Zeliş, Abbas’ı tanıştırdı, Kürtçe bilmediğini söyledi. Cemile Nene hafifçe gülümsedi, “Men Azericeyi yaxşidanışıram!” deyince Zeliş ve Abbas çok şaşırdılar. Abbas merakla sordu: “Cemile Nene, Azericeyi nerede öğrendin?” Cemile Neneye bu soruyu uzun zamandır kimse sormamıştı. Derin bir iç geçirdi. Hafifçe sulanan gözlerinden akan bir damla yaş, yüz kırışıklıklarının içinde kayboldu. Cemile Nene üzgün bir ses tonunda cevapladı: “Uzun bir hikayedir! Dinlemek istiyor musunuz?” Zeliş ve Abbas, “Evet!” anlamında başlarını salladılar. Biri Cemile Nenenin sağ tarafına biri de sol tarafına uzanmıştı. Bobiş de bir yolunu bulup dama çıkmış, oradan etrafa bakıyordu. Bıgır da her zamanki gibi sırtını bir taşa vermiş, başı ön ayaklarının arasında uyuyor gibi yapıyor ama kulakları en ufak yabancı gürültüye hazır şekilde sağa sola dönüyordu.
Cemile Hala bir yudum süt içtikten sonra anlatmaya başladı:
“Ben bu köyde doğup büyüdüm. 17 yaşında genç kızdım. Ailenin tek çocuğuydum. Annem çok hastalandı. Öküz arabasıyla iki gün süren bir yolculuktan sonra annemi Iğdır’a götürdük. Babamın tanıdığı Azeri bir kirvesi vardı. Yardımcı oldu. Annemi hastaneye yatırdık. Babam yoksul biriydi. Kalacağımız bir yer yoktu. Kirvemizin evine misafir olduk. Gündüzleri annemin başucunda oturuyor akşamleyin de kirvemizin evinde kalıyorduk. Birkaç gün sonra annemin kanser olduğunu öğrendik. Ölümü yakındı. Bir deri bir kemik kalmıştı.”
Cemile Hala derin derin birkaç kez öksürdü. Uzun zamandır bu kadar çok konuşmamıştı. Öksürüğü sakinleşince devam etti:
“Kirvemizin bir oğlu vardı. İsmi Cafer idi. Benden birkaç yaş büyüktü. Babası gibi soba ve demircilik işiyle uğraşıyordu. Aramızda bir yakınlık oldu. Türkçe bilmediğim için sevgimizi bakışarak belli ediyorduk. Derken birkaç hafta sonra annem vefat etti. Cenazesini tekrar köye götürmemiz mümkün değildi. Sağ olsun, kirvemizin yardımı sayesinde annemi İdirmava mezarlığına defnettik. Artık köye dönme zamanı gelmişti. Bir yandan annemin ölümüne üzülüyor bir yandan da Cafer’den ayrılacağım için yüreğim buruktu. Bir sabah öküz arabasına binip köye döndük.”
Aniden Bobiş uzun uzun miyavladı. Bıgır bunun bir tehlike olduğunu anlayıp ayağa kalktı, iki ayağını önündeki taşın üzerine koyup Bobiş’in baktığı tarafa göz gezdirdi. Bir tilki hafifçe koşarak uzaklaşıyordu. Bıgır havlayınca tilki hızla uzaklaştı. Bobiş de sakinleşip tekrar oturdu. Cemile Hala bunu fırsat bilip bir yudum süt daha içti ve konuşmaya devam etti:
“Birkaç ay sonra kirvemiz traktörle Iğdır’dan geldi. Çok şaşırmıştık. Evimize misafir ettik. Babamın üç-dört tane koyunu ve kuzusu vardı. Kuzu kesip misafire kebap ikram etti. Akşam çayını içtikten sonra kirvemiz babama geliş nedenini açıkladı ama ben Türkçe bilmediğim için ne konuştuklarını bilmiyordum. Meğerse beni oğlu Cafer’e istemeye gelmiş! Babam ayağı kalktı beni odaya götürdü, kirvenin niçin geldiğini açıkladı. Kalbim duracak gibi olmuştu. Ben de Cafer’i seviyordum. Her gün aklımdaydı ama onunla evlenebileceğime hiç ihtimal vermiyordum. Babam komşuları davet etti, kızını gelin olarak Iğdır’a gideceğini söyledi. Küçük bir tören yaptılar. Ben, babam ve kirvem traktörle Iğdır’a doğru yola çıktık.
Cafer’in ailesinin durumu iyiydi. Cafer ailenin tek çocuğuydu. Kendidükkanındaçalışıyor, ekmek parasını kazanıyordu. Güzel bir Azeri düğünü yapıldı. Düğünden sonra annemin mezarını ziyarete gittik. O günden sonra evin gelini olarak bir yandan Türkçe öğreniyor bir yandan komşulardan yemek yapılması için yardım istiyordum. Becerikli ve zeki bir kızdım. Birkaç ayda kocamla Azerice konuşabiliyor, en güzel yemekleri hazırlayabiliyordum.”
Abbas ve Zeliş tek ses çıkarmadan, kıpırtısız bir şekilde Cemile Neneyi dinliyorlardı. Cemile Nene’nin sesindeki melankoli ve geçmişe özlem çocukları daha da etkiliyordu.
Cemile Nene devam etti:
“Talihsiz bir durum yaşamaya başladık. Çocuğumuz olmuyordu. Doktora gittik. Cafer’in çocukluğunda geçirmiş olduğu ateşli bir hastalık çocuk sahibi olmamıza engeldi. Cafer çok üzgündü. Onu teselli ediyor önemli olanın sevgi ve beraberlik olduğunu söylüyor, yaşamı bu şekilde devam ettirmeye istekli olduğumu şefkatimle belli etmeye çalışıyordum.
Yıllar böylece geçti. Cafer’in annesi ve babası yaşlılıktan vefat ettiler. Birkaç yıl sonra babamın da ölüm haberini aldım. Ben ve Cafer bu dünyada yalnız kalmıştık. Çocuksuz bir aile olduğumuz için her ikimiz de belli etmeden derin bir hüznü içimizde taşıyorduk. Başkalarının çocuklarını seviyor, bununla teselli buluyorduk.
Bir gün genç bir çocuk koşarak eve geldi: “Cemile Hala, Cafer’e araba çarptı, hastaneye kaldırdılar.” Haberi alınca sanki yüreğimi canımdan çıkarıp almışlardı. Çarşafıma bürünüp gözlerim yaşlı birhalde hastaneye koşuşturdum. Cafer’i yoğun bakıma almışlardı. Yanına yaklaştım. Baygındı. Gözleri kapalıydı. Ağır ağır nefes alıyordu. Elini tuttum. Soğuktu. Bağırmak istedim. Saçlarımı yolmak istedim. Hemşireler beni zorlukla odadan çıkardılar.
Cafer karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun altında kalmıştı. Koridorda ayakta saatlerce bekledim. Beyaz elbiseli bir erkek yanıma yaklaştı: “Ben doktorum. Eşiniz vefat etti! Başınız sağ olsun!”
O an bayılmışım. Tanıdıklar beni eve götürmüşler. Komşuların yardımıyla Cafer’i de İdirmava mezarlığına defnettik. Artık Iğdır’da kalmamın bir anlamı kalmamıştı. Geçimimi nasıl sağlayacaktım? Köye dönersem hiç olmazsa birikmiş paramla birkaç koyun alır, geçimimi sağlardım, diye düşündüm. Köye geldim. Bu evi yaptırdım. Yıllarca 3-5 koyunum, tavuklarım oldu. Yaşlandıkça onlara da bakamaz oldum. Şimdi bu evde yapayalnız yaşıyorum. Sağ olsun komşular arada bir bana yiyecek falan getiriyorlar. Bugün de siz getirdiniz! Beni ne kadar mutlu ettiniz. Allah sizden razı olsun!”
Abbas ile Zeliş vedalaşıp ayrıldıklarında ikisi de son derece üzgündü. Zeliş eve varınca konuşmaları annelerine aktardı. Anneleri de üzüldü. Artık her sabah Zeliş ve Abbas’ın ilk işi kasaya bir bohça yiyecek koyup Cemile Halanın yanına götürmekti. Cemile Hala kendi eliyle dokumuş rengarenk desenli bir yün çorabı Abbas’a birini de Zeliş’e hediye etti.
Bir gün yine Abbas arabayı çeke çeke Cemile Hala’nın evine vardılar ama Cemile Hala her zaman oturduğu yerde değildi. Kapısı yarı aralıktı. Zeliş birkaç kez, “Bîrkê Cemile! (Cemile Nene)” diye bağırdı ama cevap veren yoktu. Abbas kapıyı açıp içeri girdi. Cemile Nene yatağında hareketsiz yatıyordu. Zeliş korkuyla hem eve doğru koşuyor hem de bağırıyordu: “Anne Cemile Nene hasta. Yatakta yatıyor!”. Önce çobanlardan birisi koşarak önde gitti. Zeliş’in annesi,Cemile Nenenin evine vardığında çoban üzgün bir şekilde kafasını salladı: “Cemile Nene vefat etmiş!”
Köyün din hocası ve komşular geldiler. Cenazeyi köy mezarlığında defnettiler. O gün Zeliş ve Abbas yemek yemediler. Çadırdaki yataklarına girip sessizce uyudular.
KISSADAN HİSSE: Bu dünyada kimin ne yaşadığını bilmek zordur
ZİKİR EDEN DERVİŞ
Yayla yerinde bazen grup halinde bazen tek başına dolaşan dervişler olurdu. Ellerinde def denilen davula benzer bir çalgı aleti taşırlardı. Dervişlerin saçları uzun ve bakımsızdı. Kılık, kıyafetlerine önem vermezlerdi. Üstleri başları toz toprak içindeydi. Gezgin idiler. Oba oba dolaşır, def çalarak zikir ederlerdi. Amaçları çile çekmek, nefislerini terbiye etmek, insanlara maneviyatı ve ibadeti hatırlatmaktı.
Bir gün bir derviş elinde bir defle kıl çadıra geldi. İşin ilginç yanı köpekler dervişe havlamadılar bile. Abbas bu duruma çok şaşırmıştı. Derviş kıl çadırın önünde durup içerdekileri selamladıktan sonra zikir etmek için izin istedi. Kendisine oturması için yer gösterildi ama o bunu kabul etmedi, toprağa oturdu. Sessizlik olunca defe vurup Kürtçe ilahi ve anlaşılması zor dualar okudu.
Abbas, Zeliş’in kulağına eğildi:
“Bu adam kim? Ne yapıyor?”
Zeliş bildiklerini aktardı. Abbas sormaya devam etti:
“Niçin bu kadar bakımsızlar?”
Zeliş, sorunun cevabını bilmiyordu. Nenesinin yanına gidip kulağına fısıldadı.Koşarak geri geldi: “İç dünyaları ve ruhlarının temiz olması için çirkin ve bakımsız görünmeleri gerektiğine inanıyorlarmış.”
Derviş, zikrini bitirdikten sonra ayağa kalktı, kendisine ikram edilen hiçbir şeyi kabul etmedi. Köpeklerin arasından korkusuzca yürüyüp bir sonraki çadıra gitti.
KISSADAN HİSSE: Nefsini terbiye edene köpekler de saygı duyar
ÇERÇİ AMCA
Yaylada bakkal dükkanı falan olmazdı. En çok özlenen şey meyve olurdu. Bunu bilen tüccarlar 5-10 eşek dolusu meyve, kuru yemiş ve elbise parçası yükünü Iğdır’dan getiriyor, yayla yerinde peynir ve yağ karşılığı satıyorlardı.Çerçinin yayla yerine gelmesi bir olay olurdu. Yayladaki çocuklar birbirlerine iple bağlanmış eşeklerin yanında koşuyor, bir şekerleme falan yeme fırsatı doğar umuduyla gözleri ışıltıyla dolu olarak Çerçi Amcaya bakıyorlardı.
Zeliş’in annesi çerçinin geldiğini görünce durmasını istedi. Kendisine ayran ikram etti. Neler sattığını öğrendi. Elma, kaysı, armut, domates, biber her şey vardı. Çeşit çeşit şekerlemeler, fındık, fıstık, bisküvi, ayrıca bayanlar için elbiselik rengarenk kumaşlar da satıyordu. Zeliş’in annesi cömert ve eli açıktı.Yağ ve peynir karşılığında her şeyden biraz aldı. Ayrıca elbiselik kumaştan da farklı renklerde birkaç metre aldı. Çerçi, aldığı peynir ve tereyağındanmemnun halde yoluna devam etti. Zeliş’in annesi bir kilo kadar şekerlemeyi çocuklara dağıtması için Zeliş’everdi. Abbas ve Zelişobadaki çocukları çağırdılar. Çocuklar tozu dumana katarak Zeliş ile Abbas’ın etrafını aldılar, her ağızdan bir ses çıkıyor, “Bana da bir tane! Bana da bir tane!” diye bağırıyorlar, aldıkları şekerlemeleri birbirlerine gösteriyor sonra da ağızlarına atıp iştahla emiyorlardı.
Zeliş ve Abbas uzun zamandan beridir meyve yememişlerdi. Beyaz çadıra oturup hem fındık, fıstık yiyor hem de çocukların bağrış çağırışlarını taklit edip gülüyorlardı. Bobiş, kendisine bir şey verilmediği için kızgındı. Böyle günlerde gelip Zeliş’in ya ayağını hafifçe ısırıyor ya da sinirli sinirli yeri eşeliyordu. Zeliş sütün için birkaç bisküvi koyup Bobiş’e verdi. Bobiş zevkinden kuyruğunu havada sallayarak yemeğini iştahla yedi.
KISSADAN HİSSE: Kıymet vermediğin şeyler zamanı gelince kıymete biner
KUNİ TOPLAMA
“Kuni” Kürtçe bir kelimedir. Dağ eteklerinde yetişen bir çalılığa verilen isimdir. Boyu iki karış kadardır. Çok kalın bir gövdesi, derin ve güçlü kökleri, dikenli yaprakları vardı. Yerden çıkarması zordu çünkü dikenler batınca hem ağrı veriyor hem de saatlerce kaşındırıyordu. Kuni çok kıymetliydi çünkü ağır ağır yanar, közü olurdu. Yayla yerinde ekmek pişirildiğinde en çok kuni kullanılırdı. Ekmek pişirme işlemi tamamlandıktan sonra Zeliş’in nenesi bu sefer közleri kullanarak “kılor” olarak bilinen lezzetli keteyi yapardı.
Zeliş’in annesi kahvaltı yapan çocuklara görev verdi: “Bugün kuni toplayacaksınız. Nasıl toplanacağını size göstereceğim.”
Annesi eline bir keser aldı. Tepeye doğru epeyce yürüdüler. Nihayet bir kuni buldular. Annesi açıkladı: “Sakın kuniyeelinizi vurmayın! Dikenleri çok keskindir. Ayağınızla köküne doğru basın, kökleri göreceksiniz. Keserle vurarak kökleri tek tek kesin! Sakın keseri çok yukarı kaldırmayın. Ne kadar sert ve kısa vursanız kökler o kadar kolay kesiliyor. Sonra kunileri çuvala doldurun. Arabaya koyup getirin.”
Abbas’la Zeliş hemen işe koyuldular. İş bölümü yapıldı. Abbas’ı kuniyi kesecek Zeliş de çuvala koyacaktı. Bobiş de sanki verilen görevi anlamış gibi etrafta koşuyor, kuni buluyor, miyavlayarak Zeliş’e haber veriyordu. Çok geçmeden çuval kuni ile doldu. Bir ara Abbas’ın ayağı kaymış, dikenler ayağına batmıştı. Onun dışında herhangi bir kaza olmamıştı.
Çadıra geri döndüler. Çuvalı boşalttıktan sonra öğlen yemeğini yediler. Öğleden sonra tekrar kuni toplamaya çıktılar. Abbas artık ustalık kazanmıştı. Keserin ucunu sert taşlarla keskinleştiriyor, bir vuruşta kuniyi kökünden kopartıyordu. Bir çuval dolusu kuniyi daha getirdiler. Annesi çok memnundu. “Bu kadarı yeterli olacak! Yarın size kılor da yapacağız.” Annesi daha bir gün öncesinden kocaman bir leğen içinde hamuru ekşimeye bırakmıştı.
Zeliş ile Abbas da plastik topla hentbol oynamaya başladılar. Abbas her seferinde Zeliş’i yeniyordu. Top yere düştüğü zaman da Bobiş hızla ileri atılıyor, topu yakalıyor, ayağıyla hafifçe vurarak topu Zeliş ve Abbas’a geri getirmeye çalışıyordu. Zeliş’in aklına iyi bir fikir geldi. Abbas kiloluydu. Topu biraz yan tarafa doğru atsa Abbas yetişemeyecekti. Zeliş üzerine gelen topu Abbas’ın birkaç metre uzağına attı. Abbas kendisini toparlayıp hamle yapmak istedi ama vücudunu hızlı hareket ettiremeyince top da yere düştü. Bundan sonra ki bütün oyunları Zeliş kazanmaya başladı. Abbas sinirleniyor suçu topta buluyordu.
KISSADAN HİSSE: Bilmediğin şeyleri öğrenmeye meraklı ol
KAÇAN AŞIKLAR
Akşama doğru bir zamandı. İnekler sağılmış, akşam yemeği sofrası kurulmuştu. Aniden köpekler yaklaşan bir atlıya havlamaya başladılar. Acaba gelen kimdi diye bir merak aldı Zeliş’in annesini. Yüzü gölgeli süvari yaklaşınca bunun Taşlıca köyünde Gülizar’ın kocası olduğunu anladı. Çobanlar köpekleri uzaklaştırdı. Misafir atından indi. Mavzer silahını omzundan çıkarıp yanına koydu, sofraya oturdu. Karnı acıkmıştı. Şuradan buradan konuştuktan sonra misafir niçin yola çıktığını anlattı:
“Çobanlardan biri yoksul ve yetim bir kızı kaçırmış. Bu aşiret içinde huzursuzluk yarattı. Ben kestirmeden gidip onları yakalayacağım. Aşiret büyükleri onları yakalama görevini bana verdiler.”
Misafir zaman kaybetmek istemiyordu. Ayağı kalktı. Mavzerini omzuna astı. Selam ve duayla çadırdan uzaklaştı. Abbas, Zeliş’in tercümesiyle olup biteni anlayınca çok şaşırdı. Niçin kızı isteyip evlenmek varken zorla kaçırıyorlardı? Bu soruyu annelerine sordular. Annesi üzgün ses tonunda cevapladı: “Eğer erkeğin vereceği başlık parası yoksa tek çaresi kızı kaçırmak oluyor.” O akşam Zeliş’in annesi aşiret geleneklerini uzun uzun anlattı.
Çocuklar sabahleyin uyandıklarında çok uzaktan bir atlının ve arkasında iki kişinin zorlukla yürüyerek geldiğini gördüler. Zeliş’in nenesi gelenlere dürbünle baktı, hafifçe mırıldandı: “Kaçan kız ile oğlanı yakalamış.”
Çok geçmeden dün akşamki atlı ve iki aşık çadırın önünden geçtiler.Kızın ve çobanın elleri bağlanmış, ip de atın eyerine asılmıştı. Genç kızın ayağı çıplaktı. Ayakları kan içindeydi. Zeliş ve Abbas bu duruma çok üzüldüler. Zeliş annesinden kullanmadığı bir ayakkabısını istedi. Abbas koşarak ayakkabıyı kıza verdi. Cebine de bir avuç şekerleme koydu. Genç kız çok mutlu olmuştu.
KISSADAN HİSSE: Aşk en güzel duygudur ama bir bedeli vardır
GÖLETTE YÜZME
Bir gün çoban Ahmet, Zeliş’in evine geldi. Karlı tepeye giderken kendilerine yardım eden çobandı bu. Abbas’a da dört adet taştan tekerlek hediye etmişti. Ahmet, Zeliş’in annesine utanarak sordu:
“Biz köyün çocukları bugün derenin önünü kapatıp bir gölet yapıp yüzeceğiz. Zeliş’in gelmesi mümkün değil çünkü çocuklar suya çıplak giriyorlar.”
Zeliş her zamanki gibi söylenenleri Abbas’a tercüme etti. Aslında her ikisi de ayrılmak istemiyor bugün için bir plan yapıyorlardı ancak Ahmet onlara yardımcı olmuştu. İyi bir çocuktu. Zeliş’in annesi Abbas’ın gitmesine izin verdi ama sıkı sıkı tembihledi: “Eğer yüzme bilmiyorsan suya girme!” Zeliş ileri atıldı: “Anne Abbas yüzmeyi Alıkızıl köyünde öğrenmiş, nasıl olduğunu biliyor.”
Ahmet ve Abbas konuşmadan sessizce tepeden inip köy çocuklarının toplandığı yere gittiler. Gölet için uygun bir yer seçmişlerdi. Harıl harıl taş taşıyor suyun önünü kapatmaya çalışıyorlardı.Çok geçmeden derede su birikmeye başladı. Artık su, taşlarla örülü bendi aşıp öylece yoluna devam ediyordu.
Çocuklar çırılçıplak soyunup suya atladılar. Abbas da suya girdi. Ayağını yere koyduğunda su çenesine kadar geliyordu. Abbas, çocukların kısa sürede böyle güzel bir gölet yapmalarına çok şaşırmıştı. Kimseyle Türkçe konuşma şansı yoktu ama el hareketleriyle anlaşıyorlardı. Çocuklardan biri dilsiz ve sağırdı. Elini arkadan bağlatıyor, suya herkese gösterdiği küçük kırmızı bir taşı atıyor, suya dalıp taşı ağzıyla çıkarıyordu. Bunu ondan başka kimse yapamıyordu.
Su soğuktu, dışarı çıkınca insan daha da üşüyordu. En iyisi suyun içinde kalıp yüzmek, bu şekilde soğuktan korunmaktı. Abbas yüzerken ayağına sert madeni bir şey takıldı. Suya dalıp madeni parçayı aldı. Bu metalden yapılma yuvarlak bir şeydi. Dikkatlice baktı ama bir anlam veremedi. “Zeliş için güzel bir hediye olacak,” diye düşündü. Güneş batıyordu. Çocuklar üşümeye başladı. Abbas ve Ahmet elbiselerini giyip çadıra geri döndüler.
Zeliş bütün gün çadırda oturmuş, üzgün bir şekilde annesinin öğrettiği bir elişini dokumaya çalışıyordu.Abbas ile Ahmet’in sesi uzaktan gelince heyecanla çadırdan çıktı onları karşılamaya gitti. Ahmet ne yaptıklarını bir çırpıda anlattı.
Zeliş’in annesi yer sofrası hazırlamıştı. Semaver hazırdı. Hep birlikte oturup karınlarını doyurdular. Sıcak çay Abbas’a iyi gelmişti. Birden Abbas’ın aklına bulduğu yuvarlak madeni bilezik geldi: “Zeliş gözlerini kapat ve sağ elini uzat!” Zeliş ne olacak diye merakla söyleneni yaptı. Sağ elini uzattı. Abbas cebinden çıkardığı bileziği Zeliş’in koluna taktı. Abbas seslendi: “Tamam! Şimdi gözlerini açabilirsin.”
Zeliş kolunda bir bilezik görünce çok şaşırdı. Zeliş’in annesi de meraklandı, bileziği eline alıp inceledi. “Bu antik bir bilezik!İki yılanın başları birleşiyor. Dağlardan kar suları bazen eski paraları ve kıymetli eşyalarıönüne katıp getiriyor. Bu çok değerli! Zeliş aman kaybetme!”
Zeliş bileziği annesinin elinden kaptı, koluna taktı. Abbas’a sarılıp yanağından öptü. Bütün gün içinde biriktirdiği hüzün kaybolup gitmişti. Zeliş’in nenesi de meraklandı. O da bileziği eline aldı. “Çok eski zamanlardan kalma! Şunu biraz parlatalım. Zeliş biraz su kaynat, içine de sabun koy!” Zeliş söyleneni yaptı. Nenesi bileziği suyun içerisine koydu, bir zaman karıştırdı, sonra çıkarıp ince bir bez parçasıyla sildi. Bilezik pırıl pırıl olmuştu. Zeliş’in nenesi müjde verir gibi konuştu: “Bu altından yapılma bir bilezik!” Zeliş bileziği koluna takıp gururla baktı. Abbas, Zeliş’in mutlu olmasına sevinmişti.
KISSADAN HİSSE: Sabırlı olursan kader karşına güzel sürprizle çıkar
FIRTINA, DOLU, YAĞMUR
Yayla yeri pek masum sayılmazdı. Bazen çok sert bir fırtına eser, kıl çadırı neredeyse havaya uçuracak gibi olurdu.
Yine fırtınalı bir gündü. Önce hafif bir rüzgâr esti. Yerdeki kurumuş otları sağa sola savurdu. Hafif bir toz bulutu ortalığı sardı. Hatta uzakta bir şeytan kulesibelirdi. Rüzgâr kendi etrafında dönüyor topladığı kağıt ve kuru ot parçalarını beraberinde götürüyordu.
Zeliş ve Abbas bir koşuda şeytan kulesini yakalayıp içine girdiler. Şeytan kulesi hızla yol alıyor, Zeliş ve Abbas da onun peşinden koşuyorlardı. Çok geçmeden daha sert bir rüzgâr esmeye başladı. Annesi tecrübeliydi. Çocuklara seslendi, çadıra geri gelmelerini istedi.
Rüzgâr sert bir fırtınaya dönüştü. Uğultu halinde esiyor, kara çadırı havaya uçuracakmış gibi yukarı kaldırmaya zorluyordu. Zeliş’in annesi herkesin çadırı ayakta tutan direklerden birisine sarılmasını, yukarı kalkmasına engel olmasını istedi. 15 dakika kadar fırtınayla boğuştular. Kıl çadırın üzerinden geçen iki kalın ip yere sağlam bir şekilde sabitlenmişti. Çadırın uçmasına engel oluyordu.
Fırtına birden gücünü kaybetti. Dağın arkasında siyah bulutular belirdi. Sert bir yağmurun habercisiydi. Şimşek ve gök gürültüsü ortalığı doldurdu. Zeliş böyle günleri hiç sevmezdi. Bobiş de beyaz çadırda heybenin içine saklanmış, kendisini güvene almıştı. Yağmurdan nefret ederdi.
Çok geçmeden ilk yağmur damlaları yere vurmaya başladı. Zeliş’in annesi yaklaşan tehlikeyi biliyordu. Çadırın önü dağa çıkan bir yamaca bakıyordu. Yağmur şiddetlenince tepeden inen sular birleşip kocaman bir sel dalgasına dönüşüyor, hızla aşağı doğru akıyordu.
Zeliş’in annesi çobana seslendi, hızla gelen su dalgasının çadırın içine girmemesi için çadırın biraz uzağında uzun bir kanal açmalarını söyledi. Çoban kürekle kanal açmaya başladı ama bu işte pek becerikli değildi. Abbas yer kazma işinde tecrübeliydi. Çobanın elinden küreği alıp çadırın önünü çepeçevre kanalla çevirdi. Daha sonra on adım daha ilerleyip, ikinci bir kanal daha açmaya başladı. Zeliş’in annesi buna bir anlam veremedi: “Abbas, bir kanal yeterli değil mi?”
Abbas, şiddetli yağan yağmurda sesini zorlukla duyurdu: “Eğer çok su gelirse önce birinci kanala çarpacak, gücünü kaybedecek, birinci kanalı aşan sular ikinci kanala yavaşça girip çadıra girmeden yokuş aşağı akıp gidecek.”
Abbas haklıydı. 10-15 dakika sonra dağın yamacından öylesine bir su dalgası gelmeye başladık ki evdekileri derin bir korku aldı. Zeliş de annesine sarılmış, ne olacağını merakla bekler olmuştu. İlk gelen dalga çok sert bir şekilde Abbas’ın açtığı birinci kanala çarptı hatta sular bir metre kadar havaya fırladı ama gücünü kaybettiği için ikinci kanala sakin bir şekilde girip çadıra ulaşmadan kanal boyunca aşağıya doğru akıp gitti.
Yağmur kesildiğinde çadırların içine tek bir damla bile su girmemişti. Bu tekniği bilmeyen diğer köylülerin çadırları su içinde kalmıştı. Abbas onlara da yardımcı olmaya çalıştı. Köylüler böyle bir teknikle ilk kez tanışıyorlardı. Hepsi Abbas’ı gayretinden ve çalışkanlığından dolayı tebrik etti.
Islanacak korkusuyla kaldırılan halılar tekrar serildi. O akşam inekler sağılmadı. Semaver çayı içip bu zor günü geride bırakmanın zevkiyle yemeklerini yediler. Ortalığın sakinleştiğini anlayanBobiş saklandığı yerden çıktı, esneyerek kıl çadıra geldi, miyavlayarak yemek istedi.
Zeliş şaka yollu Bobiş’e kızdı: “Sen de bize yardım etseydin ya! Hemen heybeye girip kayboldun.” Bobiş söylenenlere aldırış etmedi, yemeğini iştahla yedi, Zeliş ile Abbas’ın arasına uzanıp ısınmaya çalıştı. Zeliş’in annesi meraklanmıştı: “Abbas, ikinci kanalı açmak nereden aklına geldi?” Abbas, ailesi tarımla uğraştığı için bazı hileleri biliyordu. “Bazı sebzeler çok su istemez. Çok az su verilmesi gerekir. Büyük kanalın önüne ikinci bir kanal açarız. Buradan taşan sular yavaş yavaş tarlaya akar, bostana zarar vermez.”
Yayla yerinde yağış başladı mı birkaç gün devam eder. Hatta bazen çok ani bir hava soğumasıyla dolu da yağardı.
Bir gün Zeliş, Abbas ve Bobiş arabayla kuni getirmek için uzaklara gitmişlerdi. Beklenmedik şekilde dolu yağmaya başladı. Bu durum önce Bobiş’in hoşuna gitti. Hatta zıplıyor havadaki dolu parçalarını yakalamaya çalışıyordu. Ancak dolunun şiddeti ve büyüklüğü artınca arabayı bırakıp çadıra doğru koşmaya başladılar.
Bazı dolu parçaları nerdeyse ceviz büyüklüğündeydi. Korkutucu bir görünümdü. Dolu bittiğinde dağ tepe beyaza bürünmüştü. Zeliş’in nenesi uyardı: “Eğer kıl çadırın üzerindeki dolu yığınları orada kalırsa yavaş yavaş içeri damlayacak, çadırın içindeki her şeyi ıslatacak.”
Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Abbas’ın aklına yine zekice bir fikir geldi. Küreğin sapını çıkardı. Ucuna geniş bir tahta parçası çiviledi. Çadırın üzerinde yirmiden fazla çukur gibi yerler vardı. Abbas, sopayı çadırın en baştaki çukurunun altına yerleştirdi, var gücüyle iteledi ama gücü yetmeyince çobandan yardım istedi. Birinci bölmedeki dolu yığınları alttan itelenincekomşu çukurlara doldular. Bu kez diğer çukurlardaki dolu yığınlarını da sırayla aşağıdan iteleyerek daha aşağıdaki çukurlara ve en sonunda yere dökülmelerini sağladılar. Siyah çadırın üzerinde artık dolu kalmamıştı.
Zeliş’in nenesi Abbas’ın bu buluşuna çok sevinmişti. Sandığını açtı. Bir avuç fındık, fıstık çıkardı. Yayla yerinde bunları kıymeti çok olurdu. Abbas, Zeliş’le beyaz çadırda kuruyemişleri beraber afiyetle yediler. Bobiş de bir şeyler yemek istiyor, yorganın üzerindeki fındıklara hücum ediyor, kendisine göre bir oyun icat etmeye çalışıyordu.
KISSADAN HİSSE: Aklını kullanan yaşamı kazanır
SU KAYNAKLARINA YOLCULUK
Güngörmez yaylasında iki tane su kaynağı vardı: KaniyeŞir ve KaniyeBello. “Şîr” Kürtçe “Süt” anlamına gelir. KaniyeŞîr denmesinin nedeni suyunun süt gibi beyaz olmasındandı. Bunun nedeni bilinmiyordu ama yüzyıllardır köy halkı bu suyu içiyor ve yemeklerde kullanıyordu.
Zeliş ve Abbas hazırlıklarını tamamladılar. Yanlarına arabalarını da alarak yola koyuldular. Bobiş her zamanki gibi rahatına düşkün bir şekilde arabanın içinde küçük bir minderin üzerine oturdu. Bıgır da onları ağır adımlarla takip ediyordu.
KaniyeŞîr yakındı. Suyun çıktığı kaynağa yaklaşmak içinbataklığın içine kocaman taşlarla bir yol yapmışlardı. Gerçekten de yerden süt benzeri su fışkırıyordu. Hatta Bobiş süt zannedip suya dilini dokundurdu ama ne kokusu ne de tadı süte benzemiyordu. Kaynaktan sürekli su çıktığı için etrafta büyük bir bataklık oluşmuş, içi çeşit çeşit yabani otlarla doluydu. Zeliş yabani kekik ve nane topladı. Sandığa yerleştirdi. Bu durum Bobiş’in pek de hoşuna gitmemişti. Yeri daralmış üstelik kokusunu sevmediği bu otlara tahammül etmek zorunda kalmıştı.
Yollarına devam ettiler. Yaşlı bir adam omzunda bir ağaç kütüğünü zorlukla taşımaya çalışıyordu. Abbas hemen yaşlı adamın yardımına koştu, ağaç kütüğünü kendi omzuna aldı. Abbas’ın yardımı yaşlı adamın çok hoşuna gitti. Kürtçe bir şeyler söyledi ama Abbas anlayamadığı için cevap veremedi. Zeliş, Abbas’ın Azeri olduğunu söyleyince yaşlı adam Türkçe konuşmaya başladı. Yaşlı adam Zeliş’in ailesini tanıyordu. Bir anısını anlattı:
“Bir gün 10 tane koyunumu satmak için Iğdır’a götürmüştüm. Koyunlar uzun bir yolculuktan sonra çabuk kilo kaybederler. Ben de koyunlarımı otlatıp biraz toparlansınlar, ucuza gitmesinler düşüncesiyle şehir merkezinde boş gördüğüm bir bahçeye götürdüm. Bahçenin sahibi beni uyarmadan polise haber vermiş. Polis geldi, beni karakola götürdü. Sert davrandılar. Elime süpürge verip karakolun bahçesini süpürmemi istediler. Zeliş’in babası karakolun önünden geçiyordu. Beni tanıyordu. Kürtçe, “Hasan Amca ne yapıyorsun?” diye sordu. Ben de başıma gelenleri anlattım.
Zeliş’in babası avukatlık işlerini iyi biliyordu. Karakoldan içeri girdi. Polis amirine çok sert konuştu: “Gözaltına aldığınız bu yaşlı adamı kendi kişisel işlerinizde çalıştıramazsınız. İfadesini alıp, gözetim evinde 24 saat tutup Savcının huzuruna çıkarmakla yükümlüsünüz.”
Ben de konuşmaları duyuyordum. Polis amiri rahatsız olmuştu, o da sert cevap verdi: “Sana ne! Ben istediğimi yaparım!”
Zeliş’in babası Cumhuriyet Savcılığına başvurdu. Yarım saat sonra Savcının huzuruna çıkardılar. İyi bir insandı. Savcı,olup biteni dinledikten sonra beni serbest bıraktı. Eğer Zeliş’in babası olmasaydı belki bana ceza verip hapse atacaklardı.
Zeliş’in babasıyla faytona binip koyunların olduğu yere gittik. O yıllar taksi çok azdı. Koyunlarım bahçede yoktu. Her önüne gelen koyunlarımdan bir tanesini alıp kendi evine götürmüştü. Ağlamaklı olmuştum! Zeliş’in babasıyla birliktetekrar polis karakoluna gittik. Zeliş’in babası polis amirine daha da sert konuştu, “Sizin hatanız yüzünden yaşlı adamın koyunlarını hırsızlar götürmüş. Sizin göreviniz asıl şimdi başlıyor. Koyunları bulmanız gerekiyor!”
Polis amiri Zeliş’in babasının kolay bir adam olmadığını anladığı için isteksiz bir şekilde yerinden kalktı, yanına polisleri alarak Jiplemahalleye gitti. Biz de faytonla onları takip ettik. Binbir zorlukla koyunları toplayıp bir araya getirdik. Mutlu olmuştum. Zeliş’in babasının büyük bir çayırlığı vardı. Koyunlarımı on gün orada otlattım. Çayırın ortasında küçük bir ev vardı. Orada yatıp kalkıyordum.
On gün sonra koyunlarımı hayvan pazarında iyi bir fiyata sattım. Zeliş’in babasına uğrayıp teşekkür ettim. Güldü. “Hasan Amca sen bizim misafirimizsin. İyi yolculuklar diliyorum!” dedi.
Zeliş bunları duyunca babasıyla gururlandı. Yaşlı adamın evinin önüne gelmişlerdi. Abbas ağaç kütüğünü yavaşça omzundan indirip evin önüne bıraktı. Yaşlı adam eve girdi. Elinde kuzu postundan yapılmış bir papakla geridöndü. Abbas’a uzattı. “Bu da benden sana hediye! Sen akıllı ve yardımsever bir çocuğa benziyorsun. Sakın kaybetme. Baktıkça beni hatırlarsın.” Abbas papağı giydi. Papak kocaman kafasına tam da oturmuştu. Çok mutlu olmuştu. Birlikte yaşlı amcanın elini öpüp KaniyeBello’ya doğru yola çıktılar.
Abbas, sevinçle Zeliş’e duygusunu belli etti: “Şeyh Şamil oyununda da bu papağın aynısını takıyorlar!” Abbas papağı giyip gelincik tarlasının ortasında Şeyh Şamil oyunu oynadı. Gülüşerek yollarına devam ettiler.
Önlerinde uzun bir yol vardı. Etraf çeşit çeşit otlarve çiçeklerle doluydu. Abbas yerde kaya tuzu parçaları gördü. Bir anlam veremedi: “Bunlar ne işe yarıyor?” diye sordu. Zeliş cevapladı: “Hayvanların tuza ihtiyacı oluyor. Gelip bu tuz kayalarını yalıyorlar. Daha çabuk kilo alıyorlar!”
Biraz ötede KaniyeBello vardı. Birkaç köylü kadın su dolduruyordu.Zeliş Kürtçe konuştu. Bir kadın topladığı ışkınlardan kocaman bir demeti Zeliş’euzattı. Zeliş ışkın demetini kasaya yerleştirince Bobiş’in yeri daha da daraldı, morali bozuldu. Zeliş ve Abbas yerden fışkırır gibi çıkan kaynak suyundan doyasıya içtiler. Zeliş, nenesine götürmek için mataraya da su doldurup boynuna astı.
Artık akşam karanlığı yavaş yavaş çöküyordu. Gecikmeden çadıra doğru yola çıktılar. Zeliş’in annesi ve nenesi Abbas’ı papakla görünce güldüler: “Çok da yakışmış!” diye iltifatta bulundular. Abbas papağın bir ucuna uzun zamandır evin bir köşesinde duran tilki kuyruğunu bağladı. Zeliş’in karşısına geçip hava attı: “Bak şimdi Çelik Blek’e benzedim değil mi?” Birlikte gülüştüler.
KISSADAN HİSSE: Her yardımın bir mükafatı vardır
SİSLİ TEPELER VE KURTLAR
Yayla yerinde arada bir yoğun bir sis tabakası dağın tepesinden aşağıya doğru yavaş yavaş inerdi. Sisli havayı en çok kurtlar sever. Genellikle dağda otlayan sürülere saldırır zarar verirlerdi. Sisin aşağı doğru indiğini gören çobanlar sürüleri hızla obaya, çadırların önüne getirirler, korumaya alırlardı.
Sis yavaş yavaş çadırların da olduğu yere indi. Göz gözü göremez oldu. Çobanlar ellerine silahlarını alıp her an ateş etmeye hazır bir şekilde nöbet tuttular. Kurtlar çadırlara o kadar çok yaklaşmışlardı ki ulumaları çadırdan duyuluyordu. Kurtların hoşuna giden en güzel tuzak köpeklerden birini heyecanlandırıp saldırıya geçmesini sağlamaktı.
Aptallık edip kurtlara saldıran köpekler geriye sağ gelmezlerdi. Kurtlar köpeğin etrafını çembere alır, bazen arka ayaklarıyla köpeğin üzerine toprak atar, sürekli döndükleri için köpek de kendisini savunmak için durmadan döner, bir zaman sonra yorulur, çemberi yarıp kurtlardan kaçması da mümkün olmaz. Kurtlardan güçlü olanı aniden atağa geçer, köpeğin boğazına sarılır. Köpek nefes alamaz bir şekilde yere yığılır. Çok geçmeden diğerleri de hücuma geçer köpeği paramparça ederler.
Bıgır daha önce böyle bir tehlike yaşadığı için havlayarak diğer köpeklere çadırın yanında durmalarını, kurtlara saldırmamalarını tembihliyordu. Sis o kadar yoğundu ki Zeliş, Abbas ve Bobiş biraz da korkudan nenenin yanına oturdular. En çok da Bobişheyecanlanıyor, köpek havlamaları ve kurt ulumalarını korkuyla dinliyordu.
Akşama doğru sis yavaş yavaş kayboldu. Komşu çadırdaki çobanlardan birisi, iki tane koyunun kurtlar tarafından kaçırıldığını bağırarak duyurdu. Kurtlar o kadar sessiz ve sinsice yaklaşmışlardı ki ne köpekler ne de çobanlar fark etmişti.
Zeliş ile Abbas çadırdan dışarı çıktılar. Obada yaşam normale dönmüştü. Tehlike kalmamıştı. Evin biraz uzağında kocaman bir kaya vardı. Akşamın karanlığı yavaş yavaş obayı dolduruyordu. Abbas ile Zeliş kayanın üzerine çıktılar, kurt taklidi yapıp uludular. Beklemedikleri bir şey oldu obadaki bütün köpekler hem havlıyor hem de onlara doğru geliyordu. Bıgır koşarak Zeliş ile Abbas’ın yardımına gitti. O gün anladılar ki yayla yaşamında köpekler için en tehlikeli hayvan kurtlardı.
KISSADAN HİSSE: Düşmanın sinsi ise sana mutlaka zarar verecektir
GEW (GRİ) EŞEK
Zeliş’in ailesinin bir eşeği vardı. Rengi, gri ve açık mavi olduğundan herkes onu Gew (gev) eşek olarak bilirdi. Yaşlıydı. Oldukça uysaldı. Yıllardır bu eve hizmet etmiş, onlarca kez yaylaya gitmiş, başından çok şeyler geçmişti.
Eşekler, normalde yabancı birisi yanına yaklaştığında huzursuzlanırlar. Sırtlarına kimseyi bindirmez, eğer zorla binen olursa zıplayarak onu yere atmaya çalışırdı. Bazen de çok kızıp arka ayaklarıyla öylesine sert bir çifte atardı ki kocaman adamlar bile yere serilirdi.
Ama gev eşek öyle değildi. Özellikle Zeliş’i çok severdi. Zeliş, gev eşeğin yaşlandığını bildiği için bazen dere boyuna iner demet demet yeşil ot getirirdi. Abbas da gev eşeği çok sevmişti. Boynuna sarılıyor, hatta öpüyordu. Gev eşek de sanki bu sevgiden etkilenmiş gibi gözleri sulanır, bir damla yaş kıllı yüzünden aşağıya doğru akardı. Zeliş gev eşeğe bindi, “Hadi beni biraz dolaştır!” diye komut verdi. Gev eşek bunu severek yapıyordu. Zeliş’i tepeye doğru götürmeye başladı. Abbas, Bobiş ve Bıgır da onları takip ediyordu.
Zeliş’in annesi seslendi: “Zeliş, gev eşeği getir! Gidin kaniye şirden su getirin!”
Gev eşeğin üzerine bir heybe atıldı. Çoban heybeyi iple iyice bağladı. Nasihat etti: “Gev eşek çok yaşlı! Sadece suları taşısın! Üzerine binmeyin!” Her bir heybenin içine plastikten yapılma ağzı kapanabilir iki küçük güğüm yerleştirildi. “Tamam! Şimdi gidebilirsiniz!”
Gev eşek hayatı boyunca hep yük taşımıştı. Böyle şeylere alışkındı. Bobiş miyavladı. Zeliş, Bobişi gev eşeğin sırtına oturttu. Birlikte yola koyuldular. Kaniyeşir uzak değildi. Güğümleri doldurup heybeye yerleştirdiler, tekrar çadıra geri dönmek için yola koyuldular.
Gev eşeğin yükü ağır değildi ama tepeyi çıkmakta zorlanıyordu. Birkaç adım atıyor sonra dinleniyordu. Zeliş bu duruma çok üzüldü. Bir daha kimsenin gev eşeğe yük bindirmesine izin vermeyecekti. Abbas ileri atıldı: “Güğümler o kadar ağır değil! Birisini ben taşıyabilirim,” dedi.
Çıkarılan güğümden boş kalan heybeye Bobiş keyifle yerleşti. O akşam kaniye şirden gelen suyla semaver çayı yapıp içtiler. Nene başından geçen ilginç olayları anlatıyor, çocuklar da dikkatlice dinliyorlardı. Nenenin Türkçesi o kadar iyi değildi ama Abbas zorlanmadan anlıyordu. Farkında olmadan biraz Kürtçe öğrenmişti. Bütün söylenenler onlara bir masal gibi geliyordu.
“Sizin yaşlardaydım. Yaylaya gitmiştik. Bir sabah uyandığımda yanımda kıllı bir hayvanı uyuyor buldum. Korkuyla irkildim. Annemi çağırdım. O da şaşırmıştı. Bu bir ayı yavrusuydu. Ya yolunu kaybetmişti ya da annesi öldüğü için sahipsiz kalmıştı. Ayı yavrusu beni annesi zannedip edip yatağıma girmişti.
Annem önüne süt koydu. Çok acıkmıştı. Ekmek, elma her şeyi yiyordu. Onu bir isim verdim: Belangaz yani Zavallı. Belangaz insanlar gibi oturuyor, kalkıyordu. Nere gitsem beni takip ediyordu. Üç dört ay sonra boyu benden daha uzun olmuştu ama hala beni annesi gibi görüyor ne diyorsam onu yapıyordu.
Köpekler saldırmazdı. Evden birisi gibi kabul etmişlerdi. Bir gün birlikte çobana yemek götürmek için Belangaz’la birlikte dağlara doğru yola çıktık. Yanımda Belangaz olduğu için içimde korku yoktu. Kocaman bir dereyi geçerken yukarıda bir kurt sürüsü göründü. Çok korkmuştum. Bir an önce çobanın yanına varmak istiyordum çünkü orada köpekler ve silah vardı. Ama daha önümüzde uzun bir yol vardı. Kurtlar hızla aşağı indiler. Bize yaklaşmaya başladıklarında Belangaz iki ayağı üzerine doğruldu, çok derinden ve güçlü şekilde böğürdü. Kurtlar oldukları yerde kaldılar. Belangaz yerden aldığı kocaman bir taşı kurtlara fırlattı. Belangazla baş edemeyeceğini anlayan kurtlar bizi uzaktan takibe başladılar. Çok geçmeden çobanın yanına varmıştık.
O akşam hep birlikte çadıra döndük. Günler böyle geçerken bir gün artık havalar soğumuş, yayla zamanının sonu gelmişti. Şehre dönecektik. Belangaz’ı yanımızda götürmemiz mümkün değildi. Eşyalarımızı öküz ve eşeklere yükleyip ayrıldığımızda Belangaz da arkamıza takılmış geliyordu. Çobanlar onu uzaklaştırıyor ama o tekrar bizi takibe koyuluyordu. Ağlar gibi sesler çıkarıyordu. Yaylayı aşıp ovaya indiğimizde çok uzaklarda bir kaya üzerinde Belangaz’ı iki ayağının üzerine yükselmiş gördüm. Hüzünlü bir şekilde böğürüyordu. O gün çok ağladım! Belangaz’ı bir daha görmedim. Bazen hayvanlar insanlardan daha vefalı olurlar. Hayvanları sevin onlara zarar vermeyin.”
KISSADAN HİSSE: İster yaşlı olsun ister yavru olsun hayvanları sev!
ABBAS IĞDIR’A DÖNÜYOR
Yaylaya geldiklerinden beri tam bir ay geçmişti. Artık Abbas’ın Iğdır’a dönmesi gerekiyordu. Üç günde bir traktör köye geliyor, yolcularını alıp Iğdır’a dönüyordu.
Zeliş’in nenesi birgün önceden kılor ketesinden yaptı. Abbas da torbasını hazırladı, papağını aldı. Yemek bohçasını da omzuna astı. Önce nenenin ve Zeliş’in annesinin elini öptü. Sonra sırasıyla Bobiş’e, Bıgır’a ve gev eşeğe sarılıp öptü. En sonunda Zeliş’e sarıldı. Zeliş duygulanmıştı: “Abbas, büyük vadiye gidemedik. Orada yabani meyveler ve sincap vardı!” Ancak Abbas’ın gitmesi gerekiyordu. Papağı başına yerleştirdi. Traktörün vagonuna tırmandı. Traktör uzaklaştıkça Zeliş, Bobiş ve Bıgır da traktörün arkasından koştular. Ancak traktör hızlıydı. Zeliş yorulmuştu. Artık uzaklaşan traktörün çıkardığı tozu çok uzaktan görebiliyordu. Üzüntülü bir şekilde eve döndü. Yatağa girip biraz ağladı sonra Bobiş’e sarılıp uyudu.
Traktör birkaç saat sonra Taşlıca köyüne vardı. Yeni yolcular eşyalarını yüklerken Abbas da bir taşın üzerine oturup onları izlemeye başladı. Birden yanında genç bir adamla genç bir kadın belirdi. Her ikisi de Abbas’a gülerek bakıyorlardı. Abbas birden hatırladı. Bu kaçan sonra yakalanan âşıkgençlerdi. Evlenmişlerdi. Genç kadının elinde bir torba dolusu peynir vardı. Abbas’a uzattı. Abbas,Kürtçekonuşamadığı için üzgündü. “Spas!” demekle yetindi.
Traktör hareket etmek üzereydi. Römorka binip onlara el salladı. Traktör yeşillikler ve tarlalar arasında kayboldu.Kervansarayın önünden geçti. Iğdır’dan gelişte yolculuk akşama doğru olduğundan kervansarayı görememişti. Iğdır şimdi çok uzaklarda hafif bir sis arasından görünüyordu.
KISSADAN HİSSE: Yapılan iyilikler asla unutulmaz!