Değerli Okuyucular!
24-29 Mart tarihleri arasındaki beş günümü Iğdır’da, doğduğum topraklarda geçirdim. Iğdır, benim gerçek vatanım ve aşkımdır.
Ağrı Dağı, kara bürünmüş, bembeyazdı. “Bahar, bu yıl geç kaldı! Sıcaklar başlasa da üzerimdeki kar yükünden kurtulsam,” der gibi sabırsızdı.
Yıllar geçti aradan. Ben değiştim. Bir zamanlar sıska, zayıf, uzun boylu bir çocuktum. Büyüdüm, ülkeleri dolaştım, saçlarına ak düşmüş biri olarak Iğdır’a geri döndüm. Ama Ağrı Dağı hep aynı, hep aynı… Birden zihnimde, biri Kürt biri Azeri iki önemli şahsiyet canlandı: Eleşref Bey ve Kerim Yaycılı
Eleşref Bey
(Merhum Hacı Evliya Yiğit’in anlatımından. Kaynak: Iğdır Sevdası kitabı)
“Eleşref Bey oldukça kültürlü ve bilgili bir Kürt Generaliydi. Her sözünde derin bir anlam ve felsefi bir mesaj varmış:
Bir gün atıyla Kellehemo (Nişankaya) köyü yakınındaki Çarsale Tepesi’ne yakın bir yerden geçerken, atının dizginine asılır, düşünceli düşünceli, Çarsale Tepesi’ne bakıp söylenir, iç geçirir:
‘Ey Çarsale tepesi, ben annemin terkisinde küçük bir çocuk iken sen yine Çarsale Tepesi’ydin, şimdi ihtiyarladım güçten düştüm ama sen hâlâ aynı Çarsale’sin, aynı Çarsale’sin…”
Kerim Yaycılı
(Merhum Hamza Aygün’ün anlatımından. Kaynak: Iğdır Sevdası kitabı)
“Şair ve edebiyatçı, Kerim Yaycılı, Alhan oğullarından Hacı Abdullah Efendi’nin oğlu olup 1913 yılında Iğdır’ın Yaycı köyünde dünyaya gelmiştir. Çocukluğu Birinci Dünya Savaşı’nın ıstırap ve acısı içinde geçmiştir. Mazinin bu acı sahneleri onun Subay olarak vatana hizmet aşkını körüklemiş, girdiği askeri ortaokul ve liselerinde sınıfını daima birincilikle tamamlayan Kerim Yaycılı, çok çalışması ve bünyece zayıf olması nedeniyle 1931 yılında ciğerlerinden rahatsızlanarak çürüğe çıkarılmıştı.
1934 yılına kadar devam eden hava tebdili (değişimi) sırasında Karaköse (Ağrı), Karakoyunlu ilçesi ve Erzurum ilkokullarında öğretmen olarak hizmet vermiştir. Aynı yıl içinde Erzurum Lisesi Edebiyat kolundan mezun olarak Yedek Subay hizmetine çağrılır. 1937 yılında terhis olduktan sonra Ankara’ya gelerek Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydını yapar.
Kerim Yaycılı, Iğdır’da doğup büyüdüğü için oraya ve orada yaşayan yurttaşlarına karşı sonsuz sevgi ve saygısı vardı. Aras nehri ve Ağrı Dağı, onun ilham kaynağı idi.
Kerim Yaycılı, 66 yıllık hayatının 36 yılını hasta, yürüme kabiliyetinden mahrum geçirmesine rağmen hiç kimseye nasip olmayan büyük bir azim ve irade ile yaşama gücünü kaybetmemiş, hayata bağlanmasını bilmiştir.
Kerim Yaycılı’yı 1962 yılının 21 Mart gününde tanıdım. Kendisinin çalıştığı Devlet Opera ve Tiyatrosu’nda geniş bir muhiti vardı. Bütün sanatçılar ona karşı derin bir sevgi ve saygı duyarlardı. Yalnız kaldığı, dışarıya çıkmadığı odası, hiçbir zaman boş kalmaz, ziyaretçileriyle dolup taşardı.
Birilerine sitem etmesi gerektiği zaman, kimsenin kalbini kırmamak için, sözlerine büyük bir yumuşaklık ve gülümseme katar, karşısındakinin gönlünü okşardı.
Kerim Bey, 13 Temmuz 1979 Cuma günü akşamı kalp krizi sonucu hayata veda etti. Cenazesi 16 Temmuz Pazartesi günü saat 15’de Ankara Küçük Tiyatroda Devlet Tiyatrosu sanatçılarının, dost ve hemşerilerinin katılımıyla yapılan törenden sonra akrabaları tarafından alınarak Iğdır’a götürüldü. Orada toprağa verildi.
İyi bir insan ve her şeyden önce iyi bir vatan şairi olan Kerim Bey’e Tanrıdan rahmet dilerim. Bu büyük şairin Iğdır için yazmış olduğu ‘Araslı Kız’ şiirini burada takdim etmeden geçemiyorum.”
Araslı Kız
Ak bulutlar bürümüş Ağrı’nın zirvesini
Azeri kızlar dinler Aras’ın şen sesini
Iğdır şu baharıyla ne kadar cana yakın
Araslı kız saçına, göksüne güller takın.
Çardaklardan türküler yayılır ovaya
Gel Aras seyredelim Iğdır’ı doya doya
Bugün rüzgârlar bile şiveni taklit eder
Söyle Aras kolların hangi diyara gider
Gezerken şu kıyıda hâlâ yüreğim sızlar
Görmüştüm onu bir gün kağa giderken kızlar
Ak yaşmağın altında lebler kıpkırmızıydı
Sormadım da kimseye o kız kimin kızıydı?
Gözlerinde parlarken bayrağın yıldızı
Sevmiştim şuracıkta o şen Azeri kızı
Bir sevdalı titreyiş vardı tatlı sesinde
İğde ağaçlarının kokulu gölgesinde
Geçen yaz hatıramız o an ruhumu çardı
Sesinde aşkımızın yanan hasreti vardı
Ne zaman şu kırlara yayılsa koyun kuzu
Onu görürüm diye bekliyorum Navruz’u
Aradım Mecnun gibi dağın yamaçlarını
Dediler yıkıyormuş Aras’ta saçlarını
Ne olur işitseydim bir daha şen sesini
Tatsaydım ah ölmeden o yarın busesini
Derdim Cennette bana kimse olmasa da yar
Benim iki dünya da yalnız bir sevgilim var
METAFİZİK NEDİR?
“Metafizik” kelimesinin Türkçe karşılığı “Fizikötesi / Doğaötesi” anlamına gelir. Buradaki “Fizik” kelimesi, bir anlamda içinde yaşadığımız gerçek dünya (yani dünyevi) anlamındadır. Böyle düşündüğümüzde “Metafizik” kelimesi “Bilinemeyen veya bilmediğimiz dünya” mesajını kendi içinde taşır. Metafizik sorular, insanlık tarihi boyunca hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Birkaç metafizik sorusuna isterseniz bir göz atalım:
- Hayatın anlamı nedir?
- Evrendeki yerimiz nedir?
- Bilinç nedir?
- Dünya gerçekten var mı?
- Hür irademiz var mı?
- Tanrı var mı?
- İnsan nedir? Niçin yaşıyoruz?
MEZAR ZİYARETİ
İnsanoğlu, durup dururken metafizik sorularla yüzleşmek istemez, çünkü sonsuza kadar yaşayacakmış gibi bir duyguyu içinde taşır, hayal kırıklığıyla yüzleşmekten korkar. Akrabalarını, yakınlarını, dostlarını bir-bir kaybeder ama hâlâ kendisinin ölmeyeceğine inanır. Ne zaman ki bir mezarlık görse veya bir mezarlıktan içeri adım atsa, metafizik sorular zihnine hücum eder, varlık ve hiçliği sorgular, korkar, yaşama anlam veremez, bir yerlere sığınmak ister, yaşayacağına ve asla ölmeyeceğine dair güvence ister. Ama bu çabalar nafile…
Her Iğdır’a gidişimde, mutlaka Karakuyu Köyü mezarlığını ve Iğdır Asri (Narınçoğlu) mezarlığını ziyaret eder, sevdiklerimi derin bir hüzünle yâd ederim. Dün (29 Mart), eşim Şeval’le birlikte, mezar ziyaretine gittiğimde metafizik sorular bu kez zihnime daha yoğun hücum etti.
METAFİZİK TEORİSİYLE TANIŞMAM
İlginçtir, metafizik teorisiyle ilk kez, “metafizik” kavramını küçümseyen ve hatta onu yok sayan ünlü Fransız filozof George Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri isimli kitabını okuyunca tanıştım. Sosyalistler için Aristo, Hume, Berkeley, Hegel (diyalektik tanımını bir yana bırakırsak), Kant gibi filozoflar, sanki büyük günah işlemişler gibi, dışlanmış ve yok sayılmışlardı. Üniversite yıllarımda eğer Hume veya Kant, kazaen elimize düşseydi, hiç şüphesiz “Diyalektik Materyalizme” ihanet (!) ettikleri için yargılanacak ve linç edileceklerdi.
GEORGE POLITZER KİMDİR?
1970’li yıllarda Türkiye’deki sosyalist öğrenci ve aydınlar arasında, George Politzer ismi, Marks ve Lenin kadar saygı uyandırırdı. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim, George Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri isimli kitabını okumayanlar sessizce aforoz edilir, dışlanırlardı. Herhalde bu yüzden olsa gerek, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi olunca, ilk yasaklanan kitap da Felsefenin Temel İlkeleri olur.
George Politzer, 3 Mayıs 1903’de bugün Romanya sınırları içinde kalan Oradea şehrinde Macar Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Aktivist eylemlere karıştığı için 17 yaşında sürgüne gönderilir, önce Viyana’ya sonra da Paris’e yerleşir. Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) katılır. Bu partinin kurmuş olduğu Paris İşçi Üniversitesi’nde “Diyalektik-Materyalizm” derslerini üstlenir.
Nazi Almanya’sının Fransa’yı işgali sırasında (1940) FKP adına Paris’te görev alır. Şubat 1942’de Politzer, kendisi gibi bir direnişçi ve komünist olan eşi Mai’yle birlikte tutuklanır. 20 Mart 1942’de Naziler, Politzer’i ağır işkenceden geçirirler. Politzer, 23 Mayıs 1942’de kurşuna dizilerek idam edilir. Eşi Mai, Auschwitz esir kampına gönderilir, Mart 1943’te orada ölür.
Öğrencileri tarafından alınan notlara dayanılarak hazırlanan Felsefenin Temel İlkeleri isimli kitabı ölümünden sonra 1945’de yayımlanır, özellikle sosyalist gençlik ve aydın kesim arasında geniş bir taraftar bulur.
KANT’IN İŞKENCESİ
Aradan yıllar geçti. 1991 yılının sonlarına doğru bir zamandı. Sovyetler Birliği dağılmış, dünya sosyalist aydınlarının büyük bir kısmı derin bir hayal kırıklığı yaşıyordu. İşte böyle bir günde, Le Monde gazetesinin haftalık Edebiyat/Felsefe ekinde, ünlü Alman filozofu Immanuel Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” isimli kitabıyla ilgili bir eleştiri yazısı okudum. Etkilendim. Fransızcası “Critique de la Raison Pure” olan kitabı satın aldım. Okumaya koyuldum!
Aman Tanrım! Anlaşılması imkânsız bir kitap! Aynı cümleyi defalarca okuyorum ama bir anlam çıkaramıyorum. Halbuki George Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabı açık, berrak bir ifadeyle yazılmıştı. Marks ve Lenin’in eserleri de biraz emek verilince anlaşılacak kitaplardı. Ama Kant’ı anlamak imkansızdı! Şaka etmiyorum, imkansızdı!
İnatlaştım! Kitabı bir ay boyunca yanımda taşıdım. Anlamasam da birkaç kez baştan sona okudum. Bilmediğim kelimeleri not ettim. Kitabı bitiriyordum ama o an birisi, “Konusu neydi?” diye sorsa tek bir cümle dahi kuracak durumda değildim. Kant’ı defalarca okudukça, tüm diğer kitapların ne kadar basit, anlaşılır, okuyucuyu yormayan bir tarzda yazıldığını daha iyi anlayacaktım.
Kant’ın sırrını kendi kendime, bir anlamda mucizevi bir şekilde yakaladım. Diğer bütün filozoflar, birbirine benzer bir yol izlemişlerdi: Amaçları insanın durmadan sorguladığı, Devlet, Din, Ölüm, Yaşam, Evren, Etik, Bilinç vb kaotik soruları bir düzen çerçevesinde açıklamak ve anlaşılır kılmaktı. Yani Kaos’tan Düzen’e doğru bir yol izlediler.
Halbuki Kant, bunun tersi bir yolda ilerledi. Bildiğimiz ve doğruluğunu tartışmasız kabullendiğimiz değerlerden Kaos’a, sonra da Kaos’tan tekrar Düzen’e doğru üç aşamalı bir yaklaşımı tercih etti. Böyle olunca, bizim basit ve sıradan gördüğümüz “Değerlerin” aslında sorgulandığında karşımıza bir “Kaos” çıkardığını kanıtladı. Ve şöyle dedi: “Mademki anlaşılır şeyler sorgulandığında bizi Kaos’a götürüyor; o halde Kaos’un kendisinde bir düzen vardır.”
Kant’ın bu yaklaşımı Metafizik Teorisinde bir devrimdi. İnsanı korkutan, ürküten sorular, Kant’ın yaklaşımıyla anlaşılabilir hale geliyor, insanın iç dünyasında barış ve huzur yaratıyor.
Kant, insana özgü bir paradoksu keşfeder: İnsanın evrenle ilgili bilgisi az olduğunda, felsefi anlamda bilinmeyenlerin sayısı da az olur. İnsan bilgisi geliştikçe, bilinmeyenlerin sayısı da çoğalmaktadır. Kısacası, insanoğlu evreni hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaktır. Kant’a göre, insanoğlu bu paradoksu ancak, “düşünce deneyleriyle” kısmen aşabilir.
KANT KİMDİR?
Eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilen Kant, Doğu Prusya’da Königsberg’de (Bugün Rusya Federasyonu’na bağlı Kaliningrad şehri) dünyaya geldi. Hayatı boyunca Königsberg şehri dışına çıkmadı. Konigsberg Üniversitesi Teoloji Fakültesi’nde yüksek öğrenimine başladı. Doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede sosyal bilimler alanında ders verdi. 12 Şubat 1804’te Königsberg’de öldü.
Kant’ın tuhaf bir kişiliği vardı. Örneğin sabah yürüyüşlerine hep aynı saatte çıkardı. Öyle ki komşular, Kant’a bakarak evlerindeki saatlerini ayarlıyorlarmış. Yürüyüşlerinde her zaman aynı güzergahı takip eder, hatta aynı sayıda adımla yürürmüş. Baş ağrısından yani migrenden mustaripti.
Albert Einstein itiraf eder: “Eğer, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, isimli kitabı okumasaydım, düşünce deneylerini yapamayacak, Özel Görecelik Kuramını geliştiremeyecektim.”
Kant’ı anladıktan sonra Mezar Ziyaretlerimin daha huzurlu ve barışık bir öze kavuştuğunu itiraf etmeliyim.
FIKRA… FIKRA… FIKRA… ANECDOTE… ANECDOTE…
TAZİYE EVİ
Bir gün Hamit Hun, nüfusunun yarısı Kürt yarısı Azeri olan Iğdır’ın bir köyünde, çok sevdiği bir dostunun, uzun zamandır hasta olan eşinin vefat haberini alır. Yanına bir din hocasını alarak başsağlığına gider. Kürt geleneklerine uygun olarak bir çuval şekeri taksiye yükleyip yola çıkarlar.
Taksi, köye girer. Hamit Hun, dostunun evinin nerede olduğunu bilmemektedir. Gözü, az ötedeki taziye çadırına ilişir. Evi zahmetsiz bir şekilde bulduğu için sevinçlidir.
Taksi, taziye çadırının önünde durur. Hamit Hun ve Hoca, üzgün yüz ifadesiyle taksiden inerler. Şoför, bagajdan çıkardığı bir çuval şekeri çadırın yanına koyar. Birkaç genç, Hamit Hun ve hocayı karşılarlar. Hamit Hun, üzgün yüz ifadesiyle, “Başınız sağ olsun!” der, sonra da Hocayla birlikte çadırdan içeri girer.
Cemaat, afiyetle yemek yemektedir. Hamit Hun ve Hoca, cemaatin arasında kendilerine yer bulup otururlar. Derhal önlerine yemek servisi yapılır. Her ikisi de afiyetle yemeye başlarlar.
Hoca, ikide bir Hamit Hun’un kulağına eğilip ısrarcı ses tonunda fısıldar:
“En iyisi ben şimdi biraz Kur’an okuyayım!”
“Biraz bekle Hocam! Kaşık sesinden kimse duymayacak!”
Hamit Hun, bir ara kafasını yemekten kaldırır, etrafına bakınır. Tanıdık yüz yok gibidir. Garipser. Yanındakine sorar:
“Bu kimin taziyesi?”
“Taziye mi!!”
“Burası taziye evi değil mi?”
“Yox! Bizim Meşedi Yakup muxtarlığı qazanıp! Uğur naharı (yemeği) verir.”
Hamit Hun, hocanın kulağına eğilir, Kürtçe fısıldar:
“Em niha rabin! Şikir ji Xwedê re em têr bûne.Bila em kîsê şekir xilas bikin!”
(Hemen kalkalım! Allah’a şükürler, karnımız doydu. Hiç olmazsa bir çuval şekerimizi kurtaralım.)
ENGLISH ANECDOTE… ENGLISH ANECDOTE…
HOUSE OF CONDOLENCES
One day, Hamit Hun receives the news of the death of the wife of a dear friend, who lives in a village populated with half Kurds and half Azeris. The poor wife has been sick for a while.
He asks a religious teacher (Hodja) to accompany him. In accordance with Kurdish tradition, he buys a sack of sugar, loads it into the trunk of a taxi and sets off.
The taxi enters the village. Hamit Hun does not know where his friend’s house is. A little further away, he sees a big tent, in which, the condolences have been exchanged. He feels relaxed to find the house effortlessly. The taxi stops in front of the condolences tent.
Hamit Hun and Hodja get out of the taxi with a sad countenance. The driver takes out the bag of sugar and puts it next to the tent.
A few young men greet Hamit Hun and Hodja. Hamit Hun offers his condolences and walks in the tent, followed by Hodja. The villagers have been gathered around a big table and were eating happily. Hamit Hun and Hodja find a place and sit among them. Meals are served immediately. They both start eating with pleasure. Hodja, once a while, leans towards Hamit Hun’s ear and whispers with an insistant voice:
“I’d better read some Quran now!”
“Wait a minute! No one will hear you because of the noise of spoons!”
At one point, Hamit Hun lifts his head from the table and looks around. To his surprise, there were no familiar face. He finds it weird. He asks the person next to him:
“Whose condolences is this?”
“Condolences!!”
“Isn’t this a condolences tent?”
“No! Meshedi Yakup has won the election for Mukhtar (village head). He offers a celebration lunch.”
Hamit Hun leans towards the Hodja’s ear and whispers in Kurdish:
“Em niha rabin. Şikir ji Xwedê re em têr bûne. Bila em kîsê şekir xilas bikin!”
(Let’s get up now immediately. Thanks God we’re full. Let’s at least save our sack of sugar!)