TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 386
SENFONİ ÖĞRETMENİM
Değerli okuyucularım!
Günlük yaşantımızda sık sık kullandığımız güzel bir kelime vardır: “Hümanizm veya Hümanist”. Bu kelimenin anlamı şudur: İnsansever, ayrımcılık yapmayan, insanlara eşit davranan, yüreğinde evrensel senfoninin melodisini taşıyan, karıncaya bile zarar vermeyen, kalbi herkese açık bir insan anlamına gelir. Ben çok şanslıyım. Böyle bir insanı ilkokulda, hayatımın en önemli yıllarında, dört yıl boyunca öğretmenim olarak tanıdım. Bu mümtaz şahsiyet merhum öğretmenim Mehmet Yılmaz idi.Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Bazı okuyucularım “senfoni” kelimesinin anlamını bilmeyebilir. Senfoni, orkestra için bestelenmiş müzik yapıtının adıdır. Dört telli keman, senfoninin vazgeçilmez müzik aletidir.
KARDEŞİM AHMET (HACI AHMET HUN)
Merhum Mehmet Yılmaz öğretmenimi anlatmak için ilkokul yıllarımı yazmak zorundayım. İlkokul yıllarını yazarken de kardeşim Ahmet’i yazmasam anlatımım eksik kalacak. Çünkü o yıllardaki psikolojik gelişimime iki isim damga vurmuştu: Merhum öğretmenim Mehmet Yılmaz ve kardeşim Ahmet. İzin verirseniz size önce kardeşim Ahmet’i tanıtayım.
Kardeşim Ahmet benden iki yaş büyüktür. Bu yüzden gün içinde çoğu kez bir arada olurduk. Ahmet özel ve farklı bir çocuktu. Bunca yaşam tecrübeme rağmen Ahmet’i halen tanımlamakta zorlanacağımı biliyorum. Bu özellikte ve karakterde bir insana daha önce rastlamadım. Biliyorsunuz ilkokul yıllarında çocuklar sınıflandırılırken halk veya aileler arasında şu gibi sıfatlar kullanılır: Akıllı, zeki, çalışkan, tembel, yaramaz, zorba, kabadayı, utangaç vb Ahmet’i hangi kategoriye koyabilirim diye düşündüğümde aklıma bu kelimelerden birisi veya birkaçı yeterli gelmiyor. Ahmet her şeydi. Yerine göre tembel yerine göre çalışkan yerine göre zorba… Ancak Ahmet’te hiçbir çocukta bulunmayan garip üstün bir yetenek vardı. Çok nadir günlerde kendisini ortaya koyan gizli olağanüstü bir zeka! Herkes zeki ve akıllı olabilir ama biz kardeşlerden hiçbirimiz Ahmet’in çok nadiren de olsa kullandığı olağanüstü zekâya sahip değiliz. Ailemi tanıyan birçok insanın söylediklerimi paradoksal bulacaklarını biliyorum. “Zeki olsaydı okurdu!” gibisinden sonuç çıkaran çok insan biliyorum. Bunun bir yanılgı olduğunu belki de en iyi ben biliyordum çünkü O’nun iç dünyasına en yakın olan kardeşi bendim.
Ahmet, çözümsüzlüğün imkânsız olduğu ve herkesin pes ettiği anda ortaya çıkan garip ama olağanüstü bir zekâya sahipti. Dün yabancı haberleri okurken koronavirüs için milyonlarca dolar harcayan birçok şirket aşıyı bulmalarının imkansız olduğuna karar verip, araştırmalarını sonlandırmışlardı. İşte şu anda olduğu gibi koronavirüse çare bulmada dünyada herkesin pes ettiği çözümsüzlüğün gün yüzüne çıktığı böyle bir zamanda Ahmet’in zekasında bir mikrobiyolog olsaydı koronavirüse kesin bir çözüm bulurdu. Ahmet’le ilgili sizlere birkaç olay anlatmak isterim:
6-7 yaşlarımdaydım. Lombardini marka çayır biçer makinemiz vardı. Babam Iğdır’a ilk çayır biçer makinesini getirenlerdendi. Sonraki yıllar çayır sahibi ve hali vakti yerinde olanlar da çayır biçme makinesi satın almaya başladılar. Ama önceleri Iğdır’da 3-4 adet çayır biçme makinesi vardı. Bu yüzden bu makineler bozulduğunda tamirci veya yedek parça bulmak oldukça zordu.
Daha önce otlar tırpanla biçilirdi. Şahit olduğum için söylüyorum: Tırpancıların derdi çekilmiyordu. Zaman kaybettirmede üstlerine yoktu. Diyelim ki işçilerden birisi tırpanının omurgasını (demirini) taşla bileyecek değil mi, taşı eline alır omurga üzerinde sağa sola sallar,keyfince zaman öldürürdü. On dakika tırpan sallayıp ot biçtikten sonra bu kez bir sigara molası verip uzun uzun sohbete dalar, işlerini unuturlardı. Hele annemin hazırlayıp gönderdiği öğle yemeği servis edildiği zaman, tırpanlar derhal yere atılır, yemek molası seremonisi başlardı. Önce ellerini dikkatlice yavaş yavaş yıkar sonra da yer sofrasını özenle serip güya rüzgar uçurmasın diye kenarlarına taş yerleştirirlerdi.
Artık yaşam filmlerde olduğu gibi ‘ağır çekimde’ yol alırdı. Bir lokmayı uzun uzun çiğner, kafalarına göre bir konuda sohbete dalarlardı. Yemekten sonra ‘ağır çekim’ devam ederdi. Hemen işe başlamazlardı. Yediklerini sindirmek için on dakika ara verilir sonra tütün tabakası elden ele dolaşır, sigaralar ağır ağır sarılırdı. Sigara içme faslı bittiğinde zaten akşam olmuş olurdu. Zaten bir gözleri hep saatlerindeydi. Bir dakikalarını bile geçirmez, tırpanları omuzlarına atıp evlerinin yolunu tutarlardı. Paralarını gün hesabı üzerinde aldıkları için bu yöntem iyi bir para kazanma yoluydu. On tırpancının bir günde biçtiği alan inanın 30-40 metre kareyi geçmezdi. Bizim Karakuyu ve Adetli köylerinde 500 dönüme yakın çayırlık alanımız vardı. İş tırpancılara kalsa paramızın tamamı ceplerine girecekti.Babam, herhalde bu yüzden olsa gerek çayır biçme makinesi satın almıştı. Tırpancıların köylü kurnazlığıyla baş edecek gücü yoktu. Tırpancılara bel bağlamaktan nefret ettiğine defalarca şahit olmuştum.
Tırpancıların su içme seremonisini anlatmadan geçemeyeceğim. Bir testiyi otların arasında saklı tutarlar ağzına ya bir mendil ya da küçük bir taş parçası koyarlardı. Hava sıcak olduğundan işçilerden birisi testiye yöneldiğinde diğerleri de ellerindeki tırpanları yere atar, testinin başında toplanır, uzun bir sohbetten sonra işlerinin başına dönerlerdi.
Gerçekler böyle olduğundan bir gün çayır makinemizin bozulması haberi babamın canını çok sıkmıştı. Makineyi binbir zahmet iteleye iteleye Karakuyu’dan Iğdır’daki evimizin bahçesine getirdiler. O yıllar Kadir Avcı isimli bir akrabamız ot biçme makinemizi çalıştırıyordu. Uzun yıllar kamyon şoförlüğü yaptığı için makinelerle ilgili tecrübe sahibiydi.
Kadir Avcı motorun altından girip üstünden çıktı ama tamir edemedi. Babam da balkonda ayakta durmuş büyük bir endişeyle sonucu bekliyordu. Bu arada okuyucuma bir hatırlatma yapmak isterim: Çayır işi zordur eğer otlar zamanında biçilmese kurur, kesilmesi imkansızlaşır.
Kadir Avcı tamir edemeyince bu kez Iğdır’ın en iyi traktör tamircisi bir usta geldi. O da altından girip üstünden çıktı ama tamir edemedi. Üstelik çok kötü bir haber verdi: “Zannedersem süpabları veya pistonu kırılmış olabilir!”
Merhum Mecit Şek o yıllar Lombardini marka çayır biçer makinelerinin tek yetkilisiydi. Babam Ahmet’i Merhum Mecit Şek’e gönderdi, yeni piston veya sübap olup olmadığını öğrenmek istedi. Ben de Ahmet’in arkasına takıldım. Mecit Şek amca bizi gülerek karşıladı, şu anda elinde piston ve sübap olmadığını siparişlerin de en az üç haftada eline ulaştığını söyledi. Bu kötü haberi babama getirdiğimizde babam sinirli sinirli kafasını kaşıdı, tırpancı bulması için birilerine haber gönderdi.
Herkes çekip gittikten sonra ben ve Ahmet çayır biçer makinesiyle baş başa kaldık. Ahmet’in en önemli özelliğini o gün keşfedecektim. Ahmet 9 yaşındaydı. Makineye yaklaştı. Yapmaması gereken işlere el attı. Önce hava filtresini açtı. İçini temizledi, tekrar taktı. Bunu elbette hayatında ilk defa yapıyordu. Karbüratör kelimesini ilk o gün duydum. Motorun kalbi anlamına gelir. Görevi benzini hava ile karıştırıp yakıtın yanmasını sağlamaktı.
Ahmet eline aldığı anahtarla karbüratörü söktü, içine uzun uzun baktı, bir anlam vermeye çalıştı. Sağ ve sol delikten üfledi. Tekrar parçaları toplayıp karbüratörü yerine taktı. Bu sefer bujilere el attı. Bujilerin hepsini çıkardı. Bütün zekasını ve yoğunluğunu bujinin ne işe yarayabileceği konusuna vermişti. Bağlantı yerlerinde pas benzeri bir katman gördü. Bu daha çok nemli havalarda oksitlenmeden dolayı olurdu.Ahmet paslı katmanı önce kazımaya çalıştı. Sonra aklına daha iyi bir fikir geldi. Evden sıcak su getirip beyaz renkteki oksit tabakasının üzerine döktü, beyaz oksit eriyip kayboldu. Bujileri tekrar özenle yerine taktı. O yıllar biçer makineleri anahtarla çalıştırılmazdı. Yuvarlak kasnağa ip sarılıyor hızla çekiliyordu. Ahmet de aynısını yaptı. Kasnağa sardığı ipi çekti ama ilk teşebbüsü beceriksiz bir çekişti buna rağmen motordan bir ses yükseldi. İkinci kez sardı, var gücüyle çekince motor tıkır tıkır çalışmaya başladı. Babam da motorun sesine balkona geldi. Ahmet olup biteni açıkladı. Babam sevinçle odasına gitti. Ahmet o gün böyle bir teşebbüste bulunmaya bilirdi. Çünkü daha önce motor sökmemiş, söküldüğünü görmemiş, üstelik en iyi ustalar bir çözüm üretememişlerdi. Velhasıl Ahmet, kimsenin çözemediği bir sorunu çözmek için yaratılmış garip bir çocuktu! İlham gelip konsantrasyonunu sağladığında yaptığı işte mutlaka istediği sonuca ulaşırdı.
Benzer bir durumu dondurma makinemizde de yaşadık. Dondurma makinesi birdenbire çalışamaz oldu. Dinamodan yanık kokusu yükseldi. Devreyi kapattık. Ahmet bir dinamo ustası getirdi. Usta, dinamoyu kokladı: “Dinamo yanmış, yeniden sarılması gerekir,” diye görüş belirtti.Babam merakla sordu: “Ne kadar zaman alır?” Usta umursamaz bir tavırla cevapladı: “Elimde çok işim var üstelik yeterli tel de yok. Dinamoyu söküp götüreyim. 3-4 hafta sonra tamir eder getiririm.” Usta 3-4 hafta deyince babamın suratı değişti. Ağustos ayındaydık. Dondurma satışının en çok yapıldığı mevsimdi. 3-4 hafta büyük bir maddi kayıp anlamına geliyordu. Babam, Ahmet’i başka ustalara gönderdi ama bazıları ya dinamo sarmasını bilmiyordu bazılarında da yedek dinamo yoktu. Birkaç usta da pastaneye geldi, makinenin bazı parçalarını söküp sorunu anlamaya çalıştı ama sonuç alamadı. Çaresiz bir durumdaydık. Babam yine kafasını kaşıya kaşıya sinirli bir yüz ifadesiyle pastaneden içeri girdi.
Ahmet’e tekrar ilham geldi. Eğildi, motor bölümünün içine uzandı. Bazı anahtarlar eksikti. Bir ustadan borç alıp geldi. Tekrar yere uzandı. Ne yaptığını bilmiyordum ama el lambasıyla ışık tutuyordum. Elini dişlilerin arasına soktu. Zorlayarak ve çeke çeke iki yuvarlak dişliyi çıkardı. Dişlerden birisi kırıldığı için demir parçası araya sıkışmış, dişlilerin dönmesine engel oluyormuş. Dinamo şaftı yani dinamonun içinden geçen uzun demir dönemediğinden dinamo zorlanmış, kablolar ısınmış ama yanmamıştı. Ahmet kırılan dişliyi kaynak ettirdi. Tekrar yere uzanıp dişlileri makineye taktı. Sıra şalteri açıp sonucu görmeye gelmişti. Düğmeye basar basmaz dinamo çalıştı, dondurma ünitesi kusursuz dönmeye başladı. Babam bu habere de çok sevindi.
Ahmet’in üstün yeteneğiyle ilgili çok anılarım var ama bir tanesi çok ilginçti. Karakuyu çimeninde ahırlarımız vardı. İneklerden birisi rahatsızlanmıştı. Ayakta geğirmek ister gibi yapıyor ama tıkanıyordu. Vücudu tir tir titriyordu. Babam bir veteriner gönderdi. Veteriner hayvanın ağzına, dişlerine, gözlerine baktı. Bir hastalık ismi söyleyip bir iğne vurdu. Ayrılırken kendinden emin bir şekilde, “Yarına bir şeyi kalmaz!” dedi. Daha veterinerin arabası henüz uzaklaşmışken zavallı hayvan takatten düşüp yere çömeldi, durmadan kusar gibi yapıyor ama tıkanıyordu. Çobanlar hayvanın ölmeden kesilmesi için annemi ikna etmeye çalışıyorlardı. Annem bu öneriye direniyordu çünkü ineklerine çeşit çeşit isimler verir onları kendi çocukları gibi severdi.
Ahmet’e tekrar ilham geldi. İneğe yaklaştı. Çobanları yardıma çağırdı. Hayvan aniden ağzını kapatmasın diye uzun ve kalın bir odun parçasını ineğin ağzına geçirdiler. Ahmet kolunu sıvayıp hayvanın işkembesine doğru soktu. “Boğazında taş gibi sert bir şey var!” dedi. Annemden tereyağı getirmesini istedi. Elini yağladı, ineğin boğazına sokup taşın etrafını yağladı. Taş hayvanın boğazına saplandığı için dikkatlice aşağı yukarı oynattı, o anda inek geğirince taş da kendiliğinden ağzından çıktı. İnek rahatladı. On dakika sonra ayağa kalktı. Suyunu içti. Annem çok sevinçliydi çünkü en çok süt veren ineği ölümden dönmüştü.
İşte Ahmet, zor anlarda kimsenin çözüm bulamayacağı sorunları çözme gibi üstün bir yeteneğe sahip garip bir çocuktu! Bu yeteneğini sürekli kullanmaz artık çare kalmadığı düşünüldüğünde Ahmet’in zekası devreye girer, sorunu çözerdi.
Mademki söz Ahmet’ten açıldı, bir de Ahmet’in “tork” gücünden bahsetmek isterim. “Tork” kelimesi günlük yaşamda kullanılmaz. Halk diliyle ifade edersek “fiziksel güç” anlamına gelir. Tek farkla ki “tork” aniden, saniyelik güç anlamındadır. Spor salonlarında kas yapanların fiziksel gücü yüksek olabilir ama “tork” gücü çok zayıf kalabilir. Olayı anlatınca beni daha iyi anlayacağınızı ümit ediyorum.
Daha önce söylediğim gibi geniş çayırlarımız vardı. Yeni biçilen otlar birkaç gün kurumaya terk edilir, sonra tırmıkla toplanıp küme halinde yığılırdı. Uygun zamanda traktör vagonuna doldurularak ahırların olduğu bahçeye taşınır, “lot” denilen büyük ot yığınları halinde üst üste yığılırdı.
Biçilmiş çayırda, küme halinde toplanmış otları artık traktör römorkuyla bahçeye taşıma zamanıydı. Bu iş için altı işçi görev yapardı. İkisi römorkun üstünde durur, diğer dört işçinin dirgenle (şene)attıkları otları düzgün bir şekilde yerleştirirler, öyle ki römork olabilecek en büyük kapasitede otla yüklenmiş olurdu.
Karakuyu köyünden bir akrabamızın traktörünü kiralamıştık. Massey Ferguson marka traktörün anahtarla çalışan marş sistemi bozuktu. Traktörü çalıştırmak için traktörün yan tarafındaki kasnağa ip sarıp hızla çekmek lazımdı. (Bu kasnağın asıl görevi kocaman kayışlarla patoz olarak bilinen alete bağlanması, patozun içindeki mekanizmayı harekete geçirerek patozun içine atılan buğday saplarını kırması, buğday sapını saman ve buğday tanesi olarak ayırmasıydı.)
Dediğim gibi traktör anahtarla çalışmadığı için her duruşta motor stop ediyor, motoru yeniden çalıştırmak için çok uzun bir ip özenle kasnağa sarılıyor, şoförle birlikte yedi kişi hep bir ağızdan ‘bir, iki, üç’ diye sayar ve aniden ipi çekerlerdi. “Tork” işte bu ani güce verilen isimdir. Eğer yedi kişi aynı anda ipi çekmezse kasnak da dönmezdi. İşçilerin hepsi de olgun yaşta, güçlü kuvvetli kimselerdi. Böyle olmasına rağmen örneğin yedi yerine altı kişi ipi çektiğinde kasnağı döndürecek “tork” gücünü yaratamadıklarından motor da çalışmazdı. Hatta bazen yedi kişi birlikte çektikleri halde motor çalışmaz, işçiler birbirlerini suçlarlardı.
Ahmet, yedi güçlü kuvvetli işçinin tüm gücüyle çekip çalıştırdığı traktörü, kasnağa sarılı ipi tek başına çekerek çalıştırırdı. Bu olağanüstü bir “tork” gücü anlamına geliyordu.( “Tork” gücü örneğin haltercilerin ihtiyaç duyduğu bir güçtür. Güreş ve boksta bunun bir değeri yoktur.)
Sevgili okuyucularım! Bir ekleme yapmadan geçemeyeceğim: Gêloî aşiretinin gelmiş geçmiş en büyük kahramanlarından birisi rahmetli amcam Mıhemmede Hêsen’in Latif isimli bir oğlu vardı. Merhum Latif de babası gibi güçlü kuvvetliydi. Türkiye Ordulararası güreş şampiyonuydu. Merhum Latif (biz onu Letto olarak bilir ve severdik) bu ipi tek eliyle çekip çalıştırırdı. Ne güç Tanrım!
Şimdi Ahmet’i daha iyi tanımış olduğunuza emin olarak kendi ilkokul yıllarımı anlatmak istiyorum.
İLKOKUL YILLARIM
Yıl 1965. Annem elimden tutup beni 12 Kasım İlkokuluna götürdü ve kaydımı yaptırdı. Her yeni okula başlayan çocuk gibi ben de her gün erkenden kalkıp sıcak yatağı terk edip, okula gitmek düşüncesini iğreti buluyor, büyüklerin bu dayatmasına içimden kızıyordum. İçimde tanımsız bir korku ve beni huzursuz eden bir telaş vardı. Tanımadığım kalabalıkların içine karışmaya istekli değildim. Ne güzel sokakta oyun oynamak varken, kara önlükleri giyinip saatlerce sıralarda oturmak akıl, mantık işi değildi!
Okulların eğitime açıldığı gündü. Elimden tutup okula götüren olmadı. Benden bir yıl önce ilkokula başlayan Ahmet Abimin arkasına takılıp yola çıktım. Ahmet oldukça iri yarı, uzun boyluydu. Ben zavallı, sıska, cılız, hastalıklı, ürkek, utangaçtım. Sanki ilkokula gitmeyi hak etmeyecek kadar henüz büyümemiştim.
O gün tek tesellim sokak arkadaşım,komşumuz Kelba İbrahim Emmi’nin oğlu Alaattin’in de bizimle okula başlamış olmasıydı. Onun da yüzünde buruk bir acı vardı. Hani, dokunsan ha ağladı ha ağlayacak gibi…
Annelerimiz bizi Ahmet’in arkasına takıp işlerinin başına döndüler. Gelmelerine gerek yoktu çünkü bu yıl Ahmet’in ikinci yılıydı.Sınıfta kaldığı için aynı sınıfı bizimle birlikte tekrar okuyacaktı. Tecrübe sahibiydi.
Üçümüz birlikte tozlu yolda yürümeye başladık. Ahmet’in elinde sanki yolculuğa çıkacakmış gibi kocaman bir çanta vardı. İçinin boş olduğunu biliyordum ama Ahmet bu çantayı severek taşıyordu. Boyuna posuna da yakışıyordu. Ben ve Alaattin, kitap ve defterlerimizi koltuğumuzun altına sıkıştırmış süklüm püklüm sessizce Ahmet’i takip ediyorduk.
O yıllar evimizden ilkokula giden yol mezbahanın önünden geçerdi. Ben ve Alaattin, sanki mezbahaya kesilmeye götürülen koyunlar gibi birbirimize sokulmuştuk. Ahmet cüretkâr, atılgan, gururlu adımlarla birkaç adım önümüzde yürüyor, arada bir dönüp bize bakıyor, anaç tavuğun civcivleri sahiplenmesi gibi bizi gözaltında tutuyordu.
Nihayet okula vardık.Okulun önü, ballı, pamuk şekeri ve pasta satan tezgâhtarlarla doluydu. Parası olanlar heyecanla sıraya giriyor, istediklerini alıyorlardı. Canım ballı istedi ama cepte para yoktu.
Bahçeye girdik. Çocukların çoğu cıvıl cıvıldı. Birbirleriyle şakalaşıyor hatta biraz uzakta barfikste dönerek hava atan öğrenciler de vardı. Okula başlamak için niçin bu kadar isteklilerdi anlamış değildim.
Aniden askeri bir cemse bahçeye girdi. Okulun kapısının önünde durdu. Ön kapıdan fırlayan bir asker, cemsenin arka kapısını açtı, demirden yapılma dört basamaklı bir merdiveni kapının önüne yerleştirdi. Çeşitli yaşlarda kızlı erkekli çocuklar özenle cemseden indiler. Giyim kuşamları mükemmeldi. Saçları düzgün taranmış, çantaları ve ayakkabıları gıcır gıcırdı. Yanakları tıpkı besili domuzlar gibi tombul ve pembesi, elleri temiz ve bembeyazdı. Kızların saç örgülerinde rengârenk kelebek kurdeleler ve fiyonklar vardı. Tenezzül edip biz taşralı öğrencilere bakmadılar bile.
Anlıyorum, zannediyorsunuz ki ben Iğdır’ın önemli eşrafından Mecit Hun’un oğlu olduğum için üzerimde yepyeni bir önlük ve pırıl pırıl bir ayakkabım vardı. Yanılıyorsunuz! Dört erkek kardeşin en küçüğü olunca değişmeyen bir kural bizim evde de işliyordu. En yeni elbiseleri, çorapları, ayakkabıları, gömlekleri en büyüğümüz Atila giyerdi. Onun eskittiklerini sıradaki kardeşim Selahattin, sonra Ahmet ve nihayet sıra bana gelirdi. Ahmet iri yarı olduğu için aralarında beş yaş olmasına rağmen Selahattin’in elbiseleri Ahmet’e şıp diye otururdu. Ama Ahmet’in eskittiği elbiseler bana dört-beş beden büyük gelirdi. Önlüğüm Ahmet’in geçen yıl giydiği önlük olduğu için yıkana yıkana rengi değişmiş, boz bir renge dönüşmüştü. Boynuma, ütülene ütülene yarısı yanmış Ahmet’in eski beyaz yakalığını taktılar. Ahmet’in boynu kalın olduğu için yakalık boynumun etrafında dönüp duruyordu. Ahmet’e yeni bir önlük dikmişlerdi ve yeni bembeyaz bir yakalığı gururla taşıyordu. Ahmet’ten bana yadigar kocaman ayakkabının burun kısmını kağıtla doldurmuş, nerdeyse ayağımı sürüyerek yürüyordum. İçimde zaten okula gitmek isteği yoktu. Bir de dış görünüşümün verdiği mahcubiyet içimde huzursuzlukyaratıyor,dışlanmış duygusu veriyordu.
Beli iki büklüm, zorlukla yürüyen yaşlı bir hademe elindeki süpürgeyi duvara dayadı, giriş kapısının önünde sallanan ipi güçlü bir şekilde sağa-sola uzun uzun salladı. Çan sesi ortalığı doldurdu. Bu dersin başlama ziliydi. Kız öğrenciler önsıraya geçti. Bir hoca da erkek öğrencilerin arasında dolaşıyor sıramıza çeki düzen vermeye çalışıyordu. Çok geçmeden disiplinli bir kalabalık okul önünde hazır bekliyordu. Hademe bayrağı göndere çekti. Müdür olduğunu düşündüğüm göbekli bir beyefendi okulun giriş kapısındaki platforma çıktı.
“Hoş geldiniz çocuklar!”
“Sağol!”
“Şimdi andımızı okuyalım: Önce ben söyleyeceğim siz de tekrar edeceksiniz.”
“Türküm”
Öğrencilerin “Türküm” sesi yeri göğü inletti.
Göbekli adam devam etti:
“doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak,büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.Ne mutlu Türküm diyene!”
Andı bilmediğim için yalandan da olsa ağzımı açıp kapıyordum. Ahmet umursamıyordu bile. Sessizce duruyordu.
Bayrak gönderden indirildi. Hademe tekrar zili çaldı. Ders başlıyor anlamına geliyordu. Çocuklar “hurra” deyip neşeyle itişip kalkışarak kapıya hücum ettiler. Ben ve Alaattin korkuyla Ahmet’in arkasına saklanmış, onu kaybetmemeye çalışıyorduk. Holden içeri girince Ahmet hızla sağa döndü. Nereye gideceğini geçen yıldan biliyordu. Bize hava atan adımlarla yürüyerek en baştaki sınıftan içeri girdi. En arka sıraya oturdu. Ben ve Alaattin de en arka sıraya Ahmet’e yakın bir sıraya yerleştik. Ahmet bizi uyardı:
“Her sabah bu marşı söyleyeceğiz. Ezberlemeniz gerekiyor.”
Alaattin yalvarır gibi konuştu: “Sen ezbere biliyor musun? Bize de öğretsene!”
Ahmet itiraf etti: “Bir yıl uğraştım ezberleyemedim.”
En sonunda askeri cemseyle gelen ayrıcalıklı öğrenciler sınıftan içeri girdiler. Ellerindeki çantalardan çeşit çeşit defterler, kitaplar, renkli kalemler çıkardılar. Biz taşralılara tenezzül edip bakmadan en öndeki sıraları doldurdular. Sınıfta derin bir uğultu vardı.
Aniden içeriye kravatlı, kibar görünüşlü bir beyefendi girdi. “Ben öğretmeninizim. Adım Mehmet Adıgüzel. Sınıfa girdiğim zaman ayağa kalkacaksınız! Gürültü yapılmasını da sevmem!” Sınıf büyük bir gürültüyle ayağa kalktı. Öğretmen öğrencileri boy sırasına göre dizdi. Ahmet yine en arka sırada kaldı. Ben ve Alaattin’in yeri değişti. Uzakta bir köşede teyze oğlu Hasan Alagöz’ü gördüm. İçim biraz rahatlamıştı. Neyse ki tanıdıkların sayısı çoğalıyordu. Boy sırasına göre yerleştirme bittikten sonra herkes sırasına oturdu.
Öğretmenimizin elinde ahşap bir cetvel vardı. “Herkes mendilini ve parmaklarını sıra üzerine koysun!” Kiminin tırnağı, kiminin saçı uzun olduğu için ihtar aldı. Mendili olmayanları uyardı. Kalem, kalemaçacağı ve silgi kontrolü de bittikten sonra ders başladı. Öğretmenimiz tahtaya kocaman bir “A” yazdı. Harfin telaffuzunu hepimize sırayla tekrar ettirdi.
Böylece aylar hızla geçti. İlk yarıyıl karne zamanı geldi. Karnelerimizi sırayla öğretmenimizin elinden alıyorduk. Karnesini alan, notlarının ne olduğunu bilmeden sevinçle sınıftan çıkıyordu. Ben ve Alaattin de aynısını yaptık. Ahmet tecrübeliydi. Yolda yürürken karneme baktı. Yüzünü buruşturdu: Orta, zayıf, orta, orta, zayıf… Alaattin’in karnesi de benimkinden daha iyi değildi. Ama Ahmet kendi karnesini bizden sakladı: “Sen eve git! Ben birazdan geleceğim.”
Evden içeri girince annem hazır bir şekilde bizleri bekliyordu. İlk işi elimdeki karneyi alıp notlarıma bakmak oldu. “Zayıf”ların sayısı “Orta”lardan fazlaydı. Sert bir tokat yüzüme indi. Yetmezmiş gibi “Emeklerim sizi tutsun!” diye bağıra bağıra beni arka bahçeye sürükledi. “Git ahıra, çobanlara yardım et!”
Alaattin şanslıydı çünkü annesinin okuma yazması yoktu. Muhtemelen ona dayağı akşamleyin işten dönen babası atacaktı.
Ahmet çok geç saatlerde eve geldi. Annem bütün hırsını benden aldığı için Ahmet’in karnesine bakmak gereği bile görmedi. Ahmet kurnazlık yapmıştı. Beni anneme dövdürmüş, kendisi de sedirin üzerine uzanıp keyif çatıyordu.
Bu şekilde yılı tamamladık. Gerçi yılsonu notlarımız da iç açıcı değildi ama zar zor ikinci sınıfa geçmiştik.
İkinci sınıfa başlayınca artık tecrübe kazanmıştım. İlk gün yine herkes istediği yere oturdu. Çok geçmeden içeri elinde garip bir kutuyla bir beyefendi girdi: “Merhaba çocuklar! Hoş geldiniz! Ben sizin yeni öğretmeninizim. İsmim Mehmet Yılmaz. Önce boy sırasına göre dizilelim.”
Ahmet yine en arka sıraya oturdu. Boyu öğretmenimiz kadardı. Diğer bütün öğrenciler ufak tefekti. Yerleştirme işlemi bittikten sonra not defterini çıkardı. İsmini okuduğu öğrenci, ayağı kalkıp “Buradayım!” diye bağırıyordu. Yoklama bittikten sonra öğretmenimiz masanın üzerine koyduğu garip ama sihirli kutuya yöneldi. İçinden bazı Azeri düğünlerinde gördüğümbir çalgı aleti çıkardı. Bu bir kemandı. Yayını da özenle çıkardı. Kemanı çenesinin altına yerleştirdi. Önce bazı düğmeleri sıktı bazılarını gevşetti. Akort tamamlandıktan sonra yayı hafifçe tellere dokundurdu. Ses kalitesinden memnun olunca, yayı bazen hızlı bazen yavaş bazen yukardan aşağıya bazen aşağıdan yukarıya hareket ettirerek keman çaldı, alışık olmadığım bir melodi sınıfta yankılandı.
Saz, davul, zurnadan başka müzik sesine alışkın olmayan kulaklarım bu sesi önce garipsedi ama çok geçmeden gözlerim camdan dışarı kaydı. Yaprakları dökülen kavak ağaçları, güneşli sıcak bir yer arayan kuşlar, dışardan gelen birbirine karışmış “Pasta! Ballı!” sesleri… Garip bir hüzün ve sevinç üzerime çöktü. Öğrencilerin çoğu umursamaz şekilde birbirlerine tekme atıyor, “saçma” müziğin bir an önce bitmesi için can atıyorlardı.
Öğretmenimiz defter ve kitaplarımızı kontrol etti. Şaşırtıcı bir şekilde elini kafamın üzerine koydu. Bir zaman elini kafamın üzerinde tutarak kurallar hakkında bilgi verdi. Neden elini benim kafamın üzerine koymuştu anlayamamıştım. Belki de keman sesini en sessiz şekilde dinleyen olduğum içindi.
Tahtaya bir tablo astı. Sırayla harfleri okuttu. İkinci gün tahtaya hayvan resimleri astı. Elindeki çubukla işaret ederek hayvanların ismini sordu. Sınıf heyecanla tekrar etti. Son dersti. Öğretmenimiz yine kemanını çıkardı. Bu kez başka bir ritimde bir müzik çaldı. Benim ruhum yine sınıftan uzaklaştı, çok uzaklara, Ağrı Dağına hatta daha öteye kaydı. Evrensel bir huşu içimi dolduruyordu. Keman resitali bitince kitaplarımızı heyecanla toplayıp koşarak evin yolunu tuttuk.
Ahmet ders çalışmamakta inat ediyordu. Verilen hiçbir ödevi ciddiye almıyordu. Hocalar örneğin bir defter sayfasına on defa ALİ TOP AL diye yazmamızı istiyordu ama Ahmet ödevi önemsemezdi. Elinde asla kalem görmedim. Defteri bomboştu. Kitabın kapağını bile açmak zahmetine katlanmıyordu. Sınıfta en arkada oturuyor, hepimize tepeden bakıyor, keyfince zaman geçiriyordu.Dışarıdan birisi, boynundaki beyaz yakalığı görmezse Ahmet’i sınıfı denetleyen bir müfettiş bile zannedebilirdi.
Üçüncü sınıfta Ahmet tekrar sınıfta kaldı. Ben, Mehmet Yılmaz öğretmenle dördüncü sınıfa devam ederken, Ahmet, acımasız bir öğretmenin eline düşmüştü. Ahmet çift dikiş gittiği için boyu ve görünüşü, sınıftakilerin iki katıydı.
Öğretmende bir alışkanlık oluşmuştu. Sınıftaki bütün gürültüden Ahmet’i sorumlu tutuyordu. Bir gün kapı aralığından öğretmenin Ahmet’i kürsüye çağırıp, “Aç avucunu!” dediğini ve ahşap cetvelle ellerine sert şekilde vurduğunu gördüm. Ahmet durumdan şikayetçi değildi. Elleri artık acı hissetmiyordu.
Bir gün öğretmen Ahmet’i feci şekilde dövmüştü. Ahmet çantasını almış, yüzü gözü şiş bir halde daha ders bitmeden eve gitmişti. Okul dağılınca Ahmet’i göremedim. Sınıf arkadaşlarından birisi yanıma geldi: “Öğretmen Ahmet’i yaman dövdü! Ahmet eve gitti!” Eve dönünceAhmet’i yatakta buldum. Üzgün şekilde uzanıyordu. Yüzünde morarma ve şişlik vardı. Ahmet’i bu şekilde görmek beni çok üzmüştü.
Ahmet’in ifadesine göre Azeri öğretmen Kürtleri sevmiyordu. Bu yüzden hiçbir neden yokken yanına çağırmış, boyu da kısa olduğundan kürsüden inmeden Ahmet’in suratına tokatları arka arkaya indirmişti
Babam, çocukların okul hayatına asla karışmazdı. Benim beklentim babamın ertesi gün Ahmet’in elinden tutarak okula götürüpöğretmenle yüzleşmesiydi. Hayır! Soru bile sormadı. Ama annem intikamcıydı. Oğlunun bu şekilde dövülmesini kabullenemiyordu. Öğretmeni çobanlara dövdürmek için bir plan yaptı. İki çobanımız değnekleriyle öğretmeniokulun bahçesinde döverek linç edecekti.
Babam her sabah erken uyanır, tıraş olur, evden ayrılmadan önce mutlaka ahırı kontrol eder, ineklerin genel durumuna göz atar, gerekirse bazı önerilerde bulunurdu.
O sabah da babam yine her zamanki gibi ahıra gider, inekleri kontrol eder. İneklerden birisi hastadır. “Birazdan bir veteriner göndereceğim aşı yapsın,” diyerek ayrılmak ister ama bunu duyan çobanlar, “Apê Mecit! Bu mümkün değil çünkü birazdan Ahmed’i döven öğretmeni dövmeye gideceğiz.”Babam hışımla eve gelir, annemi azarlar, annemin intikam planı da bu şekilde boşa çıkar.Annem intikam planını o gün için erteler, uygun bir zaman bekler.
Ahmet o günden sonra bir daha okula gitmedi. Zamanını çobanların yanında geçiriyor, ahır işlerine yardımcı oluyordu. Sabahtı. Babam tıraş oluyordu. Ben de okula gitmeye hazırlanıyordum. Annem, Ahmet’in okula gitmek istemediğini babama iletince, babam sessizce cevapladı: “Naciye, birini zorla okula göndermek doğru değil. Sevdiği şey neyse onu yapsın!”
Sonraki yıllar anlayacaktım ki bir öğrencinin ilkokulda başarılı olması için ailesinin motivasyonu çok önemliydi. Evimizde motivasyonla ilgili herhangi bir çaba yoktu. Zaten babamdan utanır, çekinir, odadan içeri girdiğinde ayağa kalkar sessizleşir, tek kelime etmeden en küçük fırsatta odadan çıkardık. Zavallı annem bütün gününü inekleri sağmak, yoğurt ve peynir yapmak, ekmek pişirmek, çamaşır yıkamak, ütülemek, yemek pişirmekle geçirdiği için bizimle oturup da, “Çocuklar okul durumunuz nasıl?” diye sohbet etmeye zamanı yoktu. Atila ve Selahattin abilerimiz liseyi Kars’ta okudukları için zaten bizden uzaktaydılar.
Ahmet, ilkokulu üçüncü sınıfta eğitim hayatına son verdi. Bir daha okul yüzü görmedi. Bazen ben, Ahmet, Hasan Alagöz ve Alaattin top oynamak için bir araya gelirdik. Söz kaçınılmaz olarak karnelerden, okuldan ve notlardan açılırdı. Ahmet konuşmalarımızı duyunca içinde anlaşılmaz bir hüzünle yanımızdan uzaklaşırdı. Bu durum ev toplantılarında da tekrar ederdi. Karne günleri teyzelerim ve komşular eve doluşur, çocukların ders durumunu sorarlardı. Böyle anlarda Ahmet üzgün üzgün çarşıya doğru yol alırdı. Onun yüreğindeki yalnızlığı veya pişmanlığı hisseder üzülürdüm çünkü okul hayatı Ahmet’in gerçek yeteneğini yakalayamamış, onu dışlamıştı.
Ancak yıllar sonra Ahmet’in niçin okuma-yazmadan nefret ettiğini anlayacaktım. Eve gelen aşiretimizin yaşlıları Ahmet’i görünce, “Tıpkı Ahmed Şemo!” diyorlardı. Ahmed Şemo, büyük babamın adıydı. Üstelik Ahmet’e de büyükbabamın adını vermişlerdi. Ahmet de büyük babama benzetildiği için övünür, gururlanırdı. Tek sorun vardı: Büyük babam okur-yazar değildi. Ahmet de büyük babama benzerlik tam olsun diye okur-yazar olmamaya karar vermişti. Tabii bu benim kişisel değerlendirmemdi.
Ahmet, okulu bıraktığı için benim psikolojik durumum zora girmişti. Ben de Ahmet gibi işsiz güçsüz ortalıkta dolaşmayı arzuluyordum. Okulu, sınıf arkadaşlarımı, ders çalışmayı sevmiyordum ve bütün bunları saçma bir uğraşı olarak değerlendiriyordum. Ümit ediyordum ki öğretmenimiz beni de döver, ben de Ahmet gibi okula gitmekten kurtulurdum.Yarıyıl karne notlarım çok düşük gelince annemi telaş aldı. Niyetimi anlamıştı.
Dördüncü sınıfın sonuna doğruydu. Sınıf kapısı aniden açıldı. Annem içeri girdi. Elinde tuttuğu bir bakraç yoğurdu masanın üzerine koydu: “İnşallah Mücahit sınıfını geçer değil mi?” diye sordu. Annem açıktan rüşvet teklifinde bulunmuştu. Öğretmen gülümsedi. Yoğurt için teşekkür etti.
Annem süslü püslü elbiselerle gelmemişti. Ahıra giderken giydiği “göçmen donu” ile gelmişti. Bir tarafı yamalıydı. Elleri çatlak ve kirliydi. Annem ayrıldığı zaman ben oturduğum yerden annemin bahçe kapısından çıkışını görebiliyordum. İçimi tanımsız bir acıma duygusu doldurdu.
Öğretmenimiz kemanını çıkardı, sanki benim ruhumun karanlıklara gömüldüğünü anlamış gibi yayı ustalıkla kullanarak çok derinden gelen ve kalbimi hüzne boğan duygusal bir melodi çaldı. Hayatımda ilk kez o gün gözyaşlarımın kendiliğinden aktığını fark ettim. İçimde kararlı bir ses yükseldi: Hayır okuyacağım! Çünkü sevdiğim ve benim ruhumu anlayan bir öğretmenim vardı ve ahırlarda inek sağarak oğlunun okumasını isteyen bir annem vardı.
Öğretmenim seslenince irkildim: “Mücahit yarın Mohaç Meydan Muharebesini sınıfta anlatacaksın!” Kalbim duracak gibi oldu. Daha önce asla sınıfın önüne çıkmamış, ders anlatmamıştım. Normalde öğrenciler oturdukları yerde ayağa kalkar soruları cevaplardı.
Eve geldim. Kendi ders kitabımızda Mohaç Meydan Muharebesiyle ilgili tek bir cümle yoktu. Iğdır’da ve okulda kütüphane olmadığından dört gözle babamı bekler oldum.
Babamın odası ayrıydı. Akşam yemeğine doğru koltuğunun altında bir tomar gazete ve dergiyle eve gelir, masasına oturur, gazeteleri didik didik okur, bazen daktilosunun başına geçip karbon kağıdı araya sıkıştırarak bir şeyler yazardı.
Anneme yalvardım: “Yarın bu dersi anlatmam gerekiyor ama hiçbir yerde bilgi bulamadım.” Annem, babamın odasına girdi, yalvarır ses tonunda, “Mecit, çocuğun ödevi var. Yapamıyor. Yardımcı olsan!” Kapı aralığından bu sesleri duyuyordum. “Gelsin!” sesini duyunca içeri girdim, titrek bir ses tonunda verilen ödevi söyledim. Babam ayağı kalktı, kütüphanede sıra sıra duran siyah deri ansiklopedilerden bir tanesini çekip çıkardı. Aradığı sayfayı buldu. “İşte her şey burada yazılı,” dedi. Babam tekrar masasının başına döndü. Kocaman ansiklopediyi alıp odadan çıktım. Yere uzanıp yazıyı birkaç kez okudum ve Mohaç savaşıyla ilgili bir sayfa kadar yazı yazdım. Metni ezberlemeye çalıştım. Durmadan ezberledim. Durmadan ezberledim. Bu hayatımın ilk ezber denemesiydi. Ezber konusunda herkes benim gibi sıkıntılı değildi. Örneğin sınıf arkadaşım teyze oğlu Hasan Alagöz ezber konusunda çok şanslıydı çünkü evlerinde kural gereği 6 yaşından itibaren dini sureleri ezberletiyorlardı.
Ertesi gün ders başladığında öğretmenimizin ilk sözü: “Mücahit tahtaya gel!” Kalbim heyecandan duracak gibiydi. Sınıfın önüne geçtim. “Anlat bakalım Mohaç Meydan Muharebesini!”
Önce hafif bir kekeleme oldu ama sonra cümleler ağzımdan su gibi aktı.Öğretmenim de şaşırmıştı. Çünkü bu bilgilerin çoğunu o da bilmiyordu. Anlattığım hikaye içinde şöyle ifadeler vardı: “Mohaç ovasının bir yanı bataklık bir yanı tepelikti.”
Normal okul ansiklopedilerinde böyle detaylara yer verilmezdi. Öğretmenim hayranlıkla dinledi. “Aferin! İşte hepinizin böyle olmasını istiyorum,” dedi. Sevincinden bir keman resitali dinletti. O gün gerçekten gururlanmıştım.
Sonraki sınavlarımda notlarım “İyi” veya “Pekiyi” gelmeye başladı. O günden sonra babamın Meydan Larousse Ansiklopedileri artık elimin altından düşmez olmuştu. Arada bir ansiklopedilerin arasına Teksas, Tommiks koyduğumu da itiraf etmeliyim.
Beşinci sınıf da aynı güzellikle devam etti. Kemancı öğretmenimin sınıfından iyi dereceyle mezun oldum. Artık ortaokul yılları beni bekliyordu.
MERHUM MEHMET YILMAZ KİMDİR?
Nüfus kaydına göre 1930 Aralık doğumluydu. Ama her nedense 1928 doğumlu olduğuna kendisini inandırmıştı. Çünkü bazı olayları hatırlıyor, bu da onda daha yaşlı olduğu düşüncesinin doğmasına neden oluyordu.
Babasının adı Abdürrahim idi. Şiiler için kutsal mekân olan İran’daki Meşhed şehrini ve İmam Rıza Türbesini ziyaret ettiği için babası halk arasında Meşe Abdürrahim olarak bilinirdi. Annesinin adı Züleyha idi. Uzun Haşim olarak bilinen eşraftan birisinin kızıydı.
Mehmet Yılmaz İlkokulu Aralık’ta (Başköy) tamamladı. O yıllar okula başlayan çocuklar aynı yaşta değillerdi. Mehmet Yılmaz ilkokula geç yaşta başlamıştı. Üstelik ilkokul sırasında bir yıl hastalık nedeniyle okula gidemeyince mezun olduğunda yaşının çok üstündeydi.
Babasının mali durumu çok iyiydi. Beş yüzden fazla davarı vardı. Bir anlamda yerli ahalinin deyimiyle “ağa” durumundaydı. Para sıkıntısı olmamasına rağmen oğlunu ortaokula göndermek istemedi çünkü Mehmet Yılmaz’ın abisi ortaokulu yarıda bırakıp gelmişti. Aynı şey bu oğlunun da başına gelecek diye Mehmet Yılmaz’ı kuzuları otlatmaya göndermeyi uygun bulmuştu.
Tabi bu durum ilkokul mezunu Mehmet Yılmaz’ın kalbinde burukluk yaratmış, yaşamını yarı küskün bir halde devam ettirmişti. Bu şekilde üç yıl boyunca aile için çobanlık yapıp, kuzuları otlattı.
Genç Mehmet Yılmaz bir gün kuzu otlatmadan dönerken toz fırtınası yükseldi, göz gözü göremez oldu. Mehmet Yılmaz önünü göremediğinden suya düşer ve ıslak bir şekilde babasının önüne çıkar. Çok sinirlidir. Babasının duyacağı şekilde kendi kendine söylenir: “El-âlemin malı mülkü,yiyeceği bir parça ekmeği yok ama çocuklarını Cılavuz’a (Cılavuz Köy Enstitüsü /KARS) gönderiyorlar, bizim de her şeyimiz var ama kuzu otlatmaya gidiyorum. Allah’a reva mı?” Babası, oğlunun sinirli ve sitemkar olduğunu görünce kendi kendine şöyle düşünür: ‘Şimdi Cılavuz’a git desem kızgınlığından, yok diyecek! İstediğim olacak!’ Babası ses tonunu oğlunun “yok” demesi için daha da sertleştirir, “Madem istiyorsun seni de yazdırayım!” diyerek öfkeyle bağırır. Genç Mehmet Yılmaz da bu fırsatı kaçırmaz: “Evet! İstiyorum!” diyerek babasının tuzağını bozar.
Mehmet Yılmaz ertesi gün cebinde 20 TL ile yola çıkar. Okula kaydını yaptırıp Aralık’a geri döner. Yeni öğretim döneminin başlamasını heyecanla beklemeye koyulur ve çok geçmeden okula başlar. 1948/49 öğretim yılında Cılavuz’dan mezun olur.
İlk görev yeri Hakkari’nin Çukurca kazasının Bilican Mezrasıdır. Orada stajyer öğretmen olarak görev yapar, Milli Eğitim Bakanlığının üstün başarı belgesini hak kazanır. Bu şekilde Şark Hizmeti uzun sürmez. Bu kez tayini Iğdır’ın Hoşhaber köyüne çıkar. Daha sonra Taşburun Nahiyesinde öğretmenlik yapmaya devam eder. 1959 yılında Askerlik Hizmeti için görevden ayrılır. 1960 Askeri İhtilali olur. Askeri Cunta eğitim seferberliği başlatılır, öğretmenleri uzun süre askerde tutmaz.
Mehmet Yılmaz erken terhis olur. Altı ay Yedek Teğmen olarak hizmet verir. Daha sonra beş yıl süreyle Kazancı köyünde öğretmenlik mesleğini devam ettirir. 1966 yılında tayini Iğdır Merkeze, 12 Kasım İlkokuluna çıkar. Öğretmen olarak hizmet verir. Sonraki yıllar Müdürlük görevini üstlenir. Son yıllarında evine yakın olan Hürriyet İlkokulunda çalışır ve oradan 1982 yılında emekli olur. Mehmet Yılmaz altı çocuk sahibiydi. Yaş sırasına göre çocukların ismi şöyledir: Bertan Suphi, İrfan Zeki, Doğan Kemal, Rana, Muazzez ve Yasemin
Mehmet Yılmaz 07.06.2014 tarihinde 86 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. Ruhu şad, mekanı cennet olsun!
Yıllar sonra hangi şehre veya hangi ülkeye gitsem ilk işim bir fırsatını bulup bir senfoni orkestrası bileti almak, bu muhteşem müziği bana sevdiren değerli öğretmenim Mehmet Yılmaz’ı sevgiyle yâd etmektir. Allah rahmet etsin!
FIKRA…FIKRA… FIKRA
Şimdi gelelim bu hüzünlü yazıdan sonra biraz gülümsemeye:
ŞİRAZ BADEM YAĞI
Bildiğiniz gibi Rutto, Hüsnü Bingöl’ün emrinden çıkmazdı. Bıyıklarını da Hüsnü Bey gibi yukarı kıvırır, Hüsnü Bey’i taklit ederdi. Bir gün Rutto, bazı haberler vermek için Hüsnü Bey’in evine uğrar. Konuşmalar devam eder ama Hüsnü Bey, gözünü Rutto’nun pırıl pırıl parlayan, tek bir kıl parçasının bile ayrık durmadığı mükemmel bıyıklarından ayıramaz. Konuyu hemen değiştirir:
“Rutto, bıyıklarına ne sürüyorsun?”
“Şiraz bademi?”
“Nereden alıyorsun?”
“İran’a gittiğimde alıyorum.”
Rutto cebine davranır, bir kutu uzatır.
“Siz de kalsın efendim! Ben yenisini alırım.”
Hüsnü Bey de Şiraz badem yağını bıyıklarına sürer, öğleden sonra finosunu da yanına alarak Belediye bahçesine kahve içmeye gider.”
Her zamanki dalkavuk grubu Hüsnü Bey’in etrafını alır. Bıyıklarının pırıl pırıl olduğunu gören birisi dayanamaz sorar: “Efendim bıyıklarınıza ne yağı sürüyorsunuz? Muhteşem görünüyor.”
Hüsnü Bey, biraz da övünçle: “Şiraz badem yağı!”
“Efendim, nereden satın alıyorsunuz?”
“Rutto bana İran’dan getiriyor.”
“Efendim hani kaçakçılık yasaktı demiştiniz…”
Hüsnü Bey sert sert bakar: “Rutto bunu bana parayla satmadı, hediye etti. Siz de gidin İran’dan mal getirin halka bedava dağıtın, hakkınızda işlem yapmayacağım.”