Son Yazılarımız

ROSETTA TAŞI VE HASAN ONBAŞI

Değerli Okuyucular!

Yazıma başlamadan önce kansere yakalandığını öğrendiğim değerli abim Mahmut Alınak’a geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Kendisiyle telefonda konuştum. Her zaman ki gibi, ses tonu özgüven doluydu ve korkusuzca yeni bir mücadeleye hazırlandığının ipucunu veriyordu. Tedavisi için İzmir’e gideceğini söyledi. Değerli abime acil şifalar diliyor, iyileşip, demokrasi mücadelesine kaldığı yerden devam etmesi temennilerimi iletiyorum.

Giriş

İnsanoğlu garip bir yaratıktır! Bir yandan “bilinmeyeni” açıklamak için olağanüstü bir çaba içine girerken, bir yandan “bariz, açık” olan bir gerçekliği “bilinemez” yapmak için anlamsız bir uğraşıyı kendisine meslek edinir. Ne diyebiliriz ki? Bizim görevimiz, her zaman gerçekliği savunmak ve toplumu aydınlatmak olmalıdır. Bu görev elbette sadece birkaç kişinin değil, bütün toplumundur. Bu nedenle sizleri üzerinize düşen sorumluluğun bilincinde olmaya davet ediyorum.

Bugünkü yazım iki bölümden oluşacaktır:

Birincisi; “bilinmeyeni”, anlaşılır kılmaya yönelik gösterilen olağanüstü çabaya örnek olarak Rosetta (Raşid) taşı;

İkincisi; “bilineni”, anlaşılmaz kılmaya yönelik gösterilen olağanüstü çabaya örnek olarak “Hasan Onbaşı masalı”.

ROSETTA (RAŞİD) TAŞI

Zihnim çocukluk yıllarıma gidiyor. İlkokul öğrencisiydim. Gazeteci Zekeriya Sertel ve arkadaşlarının çıkardığı, Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı çalışması olan10 ciltlik Hayat Ansiklopedi, babamın kütüphanesindeki başucu kitaplarından birisiydi. Aliköçek mezrasındaki evde çıkan yangın nedeniyle ansiklopedinin sayfa kenarları ya yanmış ya da sararmıştı. Bu haliyle ansiklopedi benim gözümde daha da değerliydi.

İnternetin ve kütüphanenin olmadığı o yıllarda, ansiklopedi, benim için dünyaya açılan bir pencereydi. İlginç tarafı, ev ahalisinde benden başka kimsenin de merak edip ansiklopedi ciltlerine başvurmamasıydı.

En büyük zevkim, “Misafir Odası” olarak kullandığımız büyük salonda yalnız başıma olmak ve ansiklopedinin sayfalarını karıştırmaktı. Emek verilerek hazırlanmış bir çalışmaydı.

Bazı sayfalar kat kattı. Sayfayı açtığınızda karşınıza kocaman renkli bir resim çıkıyor, sizlere gizemli bir dünyadan göz kırpıyordu. Renkler arasında kayboluyor, geçmişe dalıp gidiyordum.

En çok ilgimi çeken bölümlerden birisi de Mısır Uygarlığıydı. Piramitler, firavunlar, garip giyimli askerler… Daha o yıllarda Rosetta taşının bir resmini ansiklopedide görmüştüm ama önemini anlamam için aradan yılların geçmesi gerekeceğini tabi o gün bilemezdim.

Antik Mısırlıların hiyeroglif yazısı kullandığını hepimiz biliyoruz.

Mısırlılar hiyeroglif yazısını ilk kez MÖ 3100 yıllarında kullanmaya başladılar. Hiyeroglif alfabesiyle en son metinler MS 5’inci yüzyılda yazıldığını dikkate alırsak Mısırlılar 3500 yıl boyunca hiyeroglif yazısını kullandıkları anlaşılır. Bunun ne kadar uzun bir zaman dilimi olduğunun takdirini sizlere bırakıyorum.

Hiyeroglif yazısı, zamanla, yerini önce Demotik yazı sistemine sonra da Yunanca alfabeye bırakmıştır. Böyle olunca hiyeroglif yazı sistemi artık kullanılmaz olmuş ve yaklaşık 1400 yıl sonra (18’inci yüzyılda) artık hiyeroglif yazısını anlayan kimse kalmamıştı. 3500 yıllık devasa Mısır tarihi böylece karanlığa gömülmüştü. Ta ki Rosetta taşı bulununcaya kadar…

Hiyeroglif yazısı

Kaliforniya Berkeley (Börkli) Üniversitesi

1992 yılında, yüksek lisans ve doktora eğitimime devam etmek için Paris’teki işimi bırakıp, ABD’nin yolunu tuttum. İlk durağım Berkeley (börkli) şehriydi. Küçük bir öğrenci evi kiraladım. Gündüzleri bir dil okulunda İngilizcemi ilerletirken, akşamları Berkeley üniversitesinin yetişkinlere ve çalışanlara yönelik olarak hazırladığı “Extension (ikstenşın)” programına katılıyordum. Extension’da sosyolojiden edebiyata, ekonomiden psikolojiye her türden ders almak mümkündü. Birçok yetişkin bu dersleri takip ediyor, aldıkları sertifika ile iş değiştiriyorlardı.

Birkaç derse eş zamanlı kayıt olmuştum. Haftamın tüm akşamlarım doluydu. Amerikalılarla aynı sınıfta olunca dili öğrenmem ve kendimi geliştirmem daha da hızlandı.

Aldığım derslerden birisi de arkeoloji idi. Ünlü İngiliz bir arkeolog, hocamızdı. Konuya hakimdi. İlgimizi çekecek slaytlar gösteriyor, bizzat kendisinin katıldığı arkeolojik kazılardan bahsediyordu.

Konumuz antik Mısır uygarlığıydı. Hocamız, sınıfa sordu:

Mısıroloji (Mısır Bilimi) tarihinin en önemli buluşu nedir?”

Sınıfta sessizlik oldu. Birkaç cılız ses çıktı ama tahminleri doğru değildi.

Hoca, slayt makinesinin ışığını yaktı. Ekranda Rosetta taşını görünce, kalbim duracak gibi oldu. Bu taşı ta ilkokuldan beri tanıyordum ama önemi konusunda bilgi sahibi değildim.

Rosetta (Raşid) Taşı

Rosetta (Raşid) Taşı

Rosetta taşı; aşağı yukarı 1.123 metre yüksekliğinde, 0.757 metre genişliğinde ve 0.284 metre kalınlığında granitten bir kaya parçasıdır. Üzerinde aynı metin,  üç farklı alfabeyle yazılmıştır. Bu alfabeler sırasıyla, Hiyeroglif, Demotik ve Eski Yunancadır. Bulunduğu yerin adı Rosetta (Raşid) olduğu için bu isimle anılmaya başlanmıştır.

Napolyon, Mısır’ı fethetmek için yola çıkar. Napolyon, ileri görüşlü bir devlet adamıdır. Mısır uygarlığını incelemek üzere bilimsel bir ekip oluşturur.

Bir gün Napolyon’un askerleri Kahire yakınlarındaki Rosetta (Raşid) isimli kasabada bir granit parçası bulurlar. Üzerindeki yazılardan bunun geçmişe ait bir taş olduğunu anladıklarından, mısıroloji ekibine teslim ederler.

Yapılan incelemelerde taşın üzerindeki yazıların MÖ 205-180 yılları arasında hüküm süren Beşinci Ptolemy dönemine ait olduğu anlaşılır. Taşın üzerindeki metnin kopyaları çıkarılır, arkeoloji ve filolojiyle ilgili bilim insanlarına gönderilir. Bunlardan birisi de Champollion (Şampolyon) isimli dilbilimcidir.

Champollion (Şampolyon) Kimdir?

Champollion (Şampolyon)

Jean-François Champollion, 23 Aralık 1790’de yedi çocuklu bir ailede dünyaya gelir. Daha çocuk yaşta dillere karşı olağanüstü bir ilgi geliştirir. 16 yaşındayken on ikiden fazla dili okuyup anlayabiliyordu. 20 yaşında anadili Fransızcanın yanı sıra Latince, Yunanca, İbranice, Geez (Eritreçe), Sanskritçe, Avestaca, Pehlevice, Arapça, Süryanice, Kildani dili (Chaldean), Farsça ve Çince dillerini akıcı konuşabilmekteydi.

Champollion, gecesini gündüzüne katar. Üç dilli metni incelemeye alır. Diller konusundaki olağanüstü sezgisi ve bilgisi sayesinde hiyeroglif yazısının sırrını çözer, böylece 3500 yıllık antik Mısır tarihi aydınlığa kavuşur.

Champollion, 1832’de 41 yaşında vefat eder. Paris’teki Père Lachaise mezarlığına gömülmüştür.

Değerli okuyucular!

Gördüğünüz gibi bazen insanoğlu, yüzeyi 0.85 metrekare olan küçük bir taş parçasından hareketle 3500 yıllık bir tarihi aydınlığa kavuşturabildiği gibi bazen de apaçık bir gerçekliği bulandırarak, yüzlerce yıllık bir tarihi karanlığa gömmesini de çok iyi becermektedir. Bunun birçok örnekleri vardır:

Özellikle Iğdırlı okuyucularıma malum olan: “Boraltan Köprüsü yalanı”, “Şehit Mehmet Çavuş Yalanı”, “İstiklal Madalyası yalanları”, “On binlerce askeri olan Milli Şuralar yalanları”, “Sahte kahramanlar yalanları”… ve şimdi “Hasan Onbaşı masalı”…

“IĞDIRLI HASAN ONBAŞI” MASALI

Boraltan Köprüsü; Şehit Mehmet Çavuş; İstiklal Madalyaları; on binlerce askeri olan Milli Şuralar yalanlarını IĞDIR 1919 ve BEYAZGRİ VE SİYAH: HÜSNÜ BİNGÖL isimli çalışmalarımda ele aldım. Geri dönmeye niyetim yok…

Hasan Onbaşı Masalının Gündeme Oturması

ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in Başkenti olarak tanıdığı günlerdir. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 10 Aralık 2017 tarihinde Sivas’ta toplu açılış töreninde konuşma yapar:

“Ey Trump, ey Netenyahu, siz bunları yapsanız da biz sizin düştüğünüz bu acze düşmeyeceğiz. Bizden buna seyirci kalmamız bekleniyorsa kimse kusura bakmasın. Biz böyle bir ayıbı sırtımızda taşıyamayız. Biz haklıyız, onun için de güçlüyüz. Ama Amerika herhalde bazularına güveniyor. Hayır değilsin. Çünkü haksızsın. Şunu unutmayın. Kudüs bizim ilk kıblemizdir. Çünkü Kudüs Peygamberimizin Mirac’a çıktığı kutsal mekandır.

Gazeteci tarihçi İlhan Bardakçı, bir hikayeyi şöyle anlatır:

‘Mescidi Aksa’nın avlusunda, Osmanlı askeri adeta abide misali durmaktadır. Selamlaşmadan sonra bu kişi, kendini şöyle tanıdır; “20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Tabur Komutanı Onbaşı Hasan”

9 Aralık 1917 tarihinden beri oradadır. Kendisi en son ayrılan birliğin geride bıraktığı nöbetçi onbaşı. Iğdırlı bu kahraman görev yerini terk etmemiş, orada beklemiştir. Bu yiğit, komutanının bir sözü üzerine yarım asır orada nöbet beklemişken, biz koskoca Türk milleti olarak Allah’ın emrine, ecdadın emanetine nasıl sırtımızı dönüp ‘Kudüs’ten bize ne’ diyebiliriz.”

Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanımız, daha önce de Boraltan Köprüsü yalanına inandırılmış, o da gözyaşlarına boğularak Boraltan Köprüsü şiirini okumuştu. Elbette bu vahim bir durumdu. Hiç şüphesiz Cumhurbaşkanı’mıza yanlış bilgi aktarılmıştı.

Diğer yandan Adnan Menderes’in 1950’lerde, Süleyman Demirel’in 1960’larda, İsmet İnönü’yü ipe göndermek veya O’nu halkın nezdinde küçük düşürmek için kullandığı “Boraltan Köprüsü” yalanına neden Cumhurbaşkanımız tekrar rağbet etmişti? “Boraltan Köprüsü” şiirini okuduktan sonra Cumhurbaşkanımız, bu kez İsmet İnönü yerine, Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklenmiş, bir anlamda geçmiş tekerrür etmişti.

Yalanın tekerrür etmesi kabul edilemez bir şeydi ama olmuştu bir kere…

Hasan Onbaşı’yı ilk kez gazeteci İlhan Bardakçı gündeme taşıdı. Yazısını bir gazetenin TARİHTEN BUGÜNE isimli köşesinde yayımladı. Yazının orijinali şöyledir:

TARİHTEN BUGÜNE

Yazan: İlhan Murad (İlhan Bardakçı’nın mahlas adı)

O’na Mescid ül Aksa’da rastlamıştım, takdim ederim

Mevki: Kudüs

Mekân: Mescid ül Aksa

Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma

Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaştık.

Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgar gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan, biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı, sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Miraç mucizesinin soluklandığı ilk Kıblemize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hala bizim lakabımızda anılır: “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o kutsal Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş bir vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır.. Kaput, pardösü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey işte..

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi.

Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim.

Lakaydi ile omuz silkti. “Bilmem, diye cevap verdi. Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi hala duruyor ya.. Kimse bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez…”

Kan mı Çekti Nedir?

Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe, “Selamünaleyküm baba,” dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana bizim, o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

“Aleykümüsselam oğul…”

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm.

“Kimsin sen, Baba? Dedim”

Anlattı ki, ben de, size anlatacağım.

Ama evvelâ biliniz. O cânım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmağa imkan yoktur. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Adet odur ki, kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

“Ben, dedi, Kudüs’ü, kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğü…

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

“Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım komutanı Onbaşı Hasan’ım..”

Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi..

Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı.

“Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?

“Elbette, dedim, buyur hele…”

Konuştu:

“Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musta Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki….

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:

“O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, ’11. Makinalı Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım” dedi dersin.

Öleyazdım.

Sona yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri… ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun, serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.”

Gazeteci İlhan Bardakçı’nın yazısının SONU

Değerli Okuyucular!

Yukarıdaki yazıyla ilgili görüşlerimi yazmadan önce iki konuyu araya sıkıştırmak durumundayım:

  1. İlhan Bardakçı kimdir ve bu yazıyı ne zaman kaleme aldı?

Gazeteci yazar İlhan Bardakçı 22 Şubat 1926, Burhaniye doğumludur. İstanbul Üniversitesinde Hukuk eğitimi aldı. 1948’de gazeteciliğe başladı. Türkiye ile ilgili belgeleri Irak ve Libya’ya sızdırdığı gerekçesiyle casuslukla suçlanarak Ankara Sıkıyönetim komutanlığı tarafından vatana ihanetle yargılandı. Bu yargılama sonucu 17 yıl hapse mahkûm oldu. Cezaevine girmemek için Almanya’ya kaçtı. Hayatının son 14 yılını Bonn’da geçirdi.

Almanya’dayken Zaman gazetesinde Tarihten Bugüne isimli bir köşede yazarlık yapar. Bu gazetede İlhan Murad mahlasını kullanır. Yukarıda okuduğunuz yazıyı da Almanya yıllarında kaleme almıştır. Gazeteci Murat Bardakçı’nın babası olan İlhan Bardakçı, 27 Şubat 2004’de Almanya’nın Giessen (gisın) şehrinde vefat eder.

  1. Duygu Sömürüsü Nedir?

İnsanoğlu; duygu ve sağduyuyu dengede tutan bir yaratıktır, der bir filozof. Ancak şahsi görüşüm odur ki, insanoğlu, bu dengeyi her zaman tutturamaz. Bazen duygu bazen sağduyu kefesi daha ağır basar.

Zihin terazisinde “duygu kefesi” ağır basınca ne olur?

İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kendi tarihimizden örnek vermek gerekirse, Enver Paşa “duyguyu”, Atatürk ise “sağduyuyu” ön planda tutmuştur.

Keza, Adnan Menderes, “duyguyu”; İsmet İnönü, “sağduyuyu” ilke edinmiştir. Bunun gibi yüzlerce örnek vermek mümkündür.

Bildiğimiz şudur ki: Duyguyu esas alan yani “duygu sömürüsü” yapan yönetimler siyaset sahnesinde görkemli bir şekilde var olmuşlar ama aynı “görkemle” de siyaset sahnesini terk etmişlerdir.

Hasan Onbaşı Yazısı

1972’de kaleme alınmış bir yazının durup dururken 2017’de siyasi gündeme taşınmasının tek bir nedeni vardı: ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak tanıması….

Hasan Onbaşı’nın gündeme taşınması doğru muydu? Bu bir tercihtir ancak hatırlatmak isterim ki siyaset, “duygu sömürüsü” ile yönetilmeyecek kadar hassas bir alandır.

VE TAHRİFAT…

Yazıyı mantıksal olarak çözümlemeden önce, yazının zaman içinde nasıl tahrifata uğradığına bir göz atalım…

İlhan Bardakçı, orijinal yazısında, “Kolağası Musta Efendi” diye yazar. Güya yazının orijinalini yayımlayan gazeteciler, her nedense “Musta” kelimesiyle barışık olmazlar bunun yerine ya “Mustafa” ya da “Musa” yazmayı tercih ederler. Nasıl olsa tahrifat bedava ve dilin kemiği yok… Sorarım, bu durumda bir araştırmacı hangi ismi esas alacak?

İkinci aşamada, yeni bir masal uydurulur. Hasan Onbaşı’nın resmi yayımlanır.

Gazete başlığı şöyledir:

“Kudüs’teki son Osmanlı askerinin fotoğrafı Filistin’de bir müzede çıktı”       Salı 19 Kasım 2019 14:49

Osmanlı’nın yıkılışından sonra Kudüs’teki nöbetini bırakmayan son Osmanlı askerinin fotoğrafı Filistin’deki bir müzede bulundu. 1982’deki ölümüne kadar nöbetine devam eden Onbaşı Hasan’ın kayıp olan mezarını bulmak için de çalışmalar sürüyor

Iğdırlı Hasan Onbaşı (!) (Fotoğraf: AA)

Kendi icatları olan fotoğrafı hayranlıkla (!) inceleyen birisi

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına rağmen Kudüs’ü terk etmeyerek 1982 yılındaki ölümüne kadar Mescid-i Aksa’daki nöbetini sürdüren Osmanlı askeri Iğdırlı Onbaşı Hasan’a ait bir fotoğraf, Filistin’deki özel bir müzede ortaya çıktı.

Fotoğrafı bulan Yunus Emre Enstitüsü Kudüs Türk Kültür Merkezi Müdürü Reha Ermumcu, Batı Şeria’da Tulkerm Belediyesi ve Yunus Emre Enstitüsü’nün ortaklaşa düzenlediği bir resim sergisi sayesinde Onbaşı Hasan’ın fotoğrafının yer aldığı müzenin sahibi Filistinli iş adamı Bessam Bedran’la tanıştıklarını ve söz konusu fotoğrafın böylece gün yüzüne çıktığını anlattı.

Değerli okuyucular:

Yukarıdaki haberin ciddiyetine (!) dikkatinizi çekmek isterim. Resmi bulduğunu iddia eden şahıs, sıradan birisi değildir. Haberde de okuyabileceğiniz gibi şatafatlı bir kurumun başkanıdır. Ayrıca fotoğrafların altında devletimizin önemli bir kurumu olan Anadolu Ajansı’nın ibaresi vardır.

Servis edilen ve Iğdırlı Hasan Onbaşı’ya ait olduğu iddia edilen fotoğraf gerçekte kimin fotoğrafıydı?

CEVAP: Erzincan Başköylü Alevi Dedesi Seyid Hasan Efendinin..

Üstelik Alevi Dedesi Hasan Efendiyle ilgili kitaplar da yayımlanmış. Bu kitaplardan birisinin kapak resmini aşağıda dikkatinize sunuyorum.

Hakk’ın Emri Rızası kitabının kapağı (Yazan: Başköylü Seyid Hasan Efendi; Yayın tarihi: 2008)

Sahtekarlar; resmi yeni bulmuşlar gibi piyasaya sürüyorlar, utanmazmış gibi bir de resmin sağ üst köşesine güya Osmanlıca (yazı Arapçadır) yazılmış bir not düşüyorlar. Resmi bulduklarını iddia ettikleri tarih 2019; halbuki Alevi Dedesinin kitabı 2008’de yayımlanmış…

BİR ROMAN

“Iğdırlı Hasan Onbaşı” masalına yenik düşenlerden birisi de bir yazar oluyor. “Kudüs’teki Son Osmanlı” ismiyle bir kitabı Haziran 2020’de piyasaya sürer. Nasıl olsa bir roman! Uydur uydurabildiğin kadar… Güya Hasan Onbaşının ailesi Iğdırlıdır ama 93 Harbi’nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) Iğdır’ı terk eder, Erzurum’a yerleşir. Yani Hasan Onbaşı, Iğdır’ı hiç görmemiştir ama ne hikmetse romanda durmadan Iğdır’ı hatırlar, sanki orada yaşamış gibidir… Yazar; usta bir şekilde masalla gerçeği harmanlar. Romanda, gerçekte yaşayan Şeyh Sabri, Hasan Onbaşı’nın defterini yeğenine (romanın kahramanına) teslim eder (Gerçekte böyle bir defter yoktur!). Kısacası, yazar, romanla yani duygu sömürüsüyle bize bir masalı yutturmaya çalışıyor. İnce hesaplar…

MANTIK

Sorun; “Hasan Onbaşı” isimli birisinin yaşayıp yaşamadığı değildir, sorun bunun Iğdırlı olup olmadığıdır. Iğdır’ımız yıllardır, yalanlara ve masallara boğulmuştur. Bir yenisine tahammülü yoktur. Buna alet olan herkesi kınıyorum.

Iğdır’da “Iğdırlı Hasan Onbaşı Cami” ismiyle bir caminin temellerinin atıldığını basından öğrendim. Cami yapılması kutsal bir görevdir. Halkımızın dini inançları başka bir şeydir, dini inançları kullanarak bir yalanı Iğdır’a empoze etmek veya Iğdır’ımızı bir yalana alet etmek başka bir şeydir.

Eğer Iğdır, kendisine atfedilen yalanlara değer veriyorsa, vakit kaybetmeden bir Boraltan Köprüsü inşa edilsin; bir darphane kurularak onlarca olduğu iddia edilen İstiklal Madalyaları bastırılıp halka dağıtılsın… Gerçi Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve devletimizin üst yöneticileri madalya dağıtımı konusunda gerekli boşluğu fazlasıyla dolduruyorlar ama yine de Iğdır’ımızın acilen madalya basan bir darphaneye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum çünkü her yıl “Iğdır’ın Kurtuluşu” törenlerinde birilerinin babası veya dedesi kahraman ilan ediliyor, madalya verme ihtiyacı doğuyor…

1877-78 Osmanlı-Rus savaşından önce de sonra da Sürmeli Bölgesi (Kulp yani Tuzluca, Başkent yani Aralık ve Iğdır) Rus Yönetimi altındaydı. Müslüman (Azeri ve Kürt) ahali askere alınmıyordu. Sürmeli kazasında doğan birinin Osmanlı Devleti ordusunda yer alması mümkün değildir. Sürmeli kazası, Erivan Guberniyasına (vilayetine) bağlıydı.

Varsayalım ki uydurulan masallar doğrudur: Hasan Onbaşı’nın ailesi Erzurum’a göç etmiş. Böyle bir aileye, Erzurum’un yerlileri, “Nerelisiniz?” diye sorduklarında birinci ihtimal, “Revanlıyız”; ikinci ihtimal de, “Sürmeliliyiz” olur. O yıllar Iğdır merkezde çok az Müslüman ahali vardı; kimse de kendisini, “Ben Iğdırlıyım” diye tanıtmazdı.

Biliyorsunuz Tokat’ın Zile ilçesine bağlı “İğdir” isminde bir köy var. Hasan Onbaşı, anlatımında, “Tokat sancağındaki..” şeklinde bir ifade kullanıyor. Eğer Hasan Onbaşı diye biri yaşadıysa büyük bir ihtimalle Tokatlıdır.

İğdir köyü muhtarı Murat Kara’yla görüştüm. Köylerinde bu ismi tanıyan kimsenin olmadığını söyledi.

Geriye tek ihtimal kaldı: Ya İlhan Bardakçı bize bir masal anlattı ya da biz bir masala inanmak için kendimizi zorluyoruz; baksanıza yazarın birisi, vakit kaybetmeden duygu sömürüsünü paraya dönüştüren bir kitabı kaleme almış bile… Helal olsun! Yetenek işte budur!

SONUÇ

Önerim şu olacaktır: Iğdır’da yapımı devam eden cami eğer bir Sünni Camisi ise, adını “Halife İbrahim Güneş” ; yok eğer Şii Camisi ise adını, “Şeyh Hamza Göleli” koyalım. Her iki şahsiyetin Iğdır’ın maneviyatındaki yeri çok daha önemlidir.

Biliyorsunuz, İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) Kudüs’te bir cami yaptırdı ve adını “IĞDIRLI HASAN ONBAŞI”           koydu. Sanırım üç yıl öncesiydi.. Kendilerini uyardım; caminin adı “HASAN ONBAŞI” oldu.

Iğdır da kendi üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. Yoksa da güzel şehrimiz  “Masallar mezarlığına” dönüşecek.. Ayrıca Alevi vatandaşlarımıza saygı anlamında bu isim ve resim polemiğinden uzak durmamız gerektiğini hatırlatmak isterim.