Değerli Okuyucular,
Son günlerde bölgede ve dünyada yaşanan olaylar “Anschluss (anşlus)” kavramını bizlere tekrar hatırlatmıştır. Bir yandan Trump’ın Kanada ve Grönland mesajları, Çin’in Tayvan’a karşı kullandığı “sen benimsin” retoriği ve Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’yı ilhak etme ihtirası; diğer yandan özellikle Orta-Doğu’da sonu gelmeyen mezhepsel çekişmeler ışığında artık bir sendroma dönüşen “Anschluss” kavramını mercek altına almamızı zorunlu kılmıştır.
“ANSCHLUSS (anşlus)”
Anschluss, Almanca bir kelime olup “bağlanma” veya “ilhak” anlamına gelir. Genellikle 1938’de Nazi Almanya’sının Avusturya’yı ilhak etmesiyle ilişkili olarak kullanılır. Ancak tarih boyunca benzer yayılmacı ve ilhak politikaları izleyen çeşitli ulus-devletler ve ideolojik gruplar olmuştur.
Bu yazımda tarihsel Anschluss kavramının modern dünyadaki yansımalarını ele alacak ve günümüzde ulus-devletlerin yayılmacı politikalarını gözden geçireceğim. Aynı zamanda, Orta Doğu’daki mezhepsel Anschluss sendromunun, yani devletlerin mezhep temelli yayılmacı politikalarının ve nüfuz alanlarını genişletme stratejilerinin etkilerini de dikkatinize sunmaya çalışacağım.
ANSCHLUSS SENDROMU VE DÜNYA SAVAŞLARI
Tarih boyunca, Anschluss benzeri genişleme hareketleri büyük savaşların habercisi olmuştur. Devletlerin etnik, kültürel veya stratejik gerekçelerle sınırlarını genişletme girişimleri, kaçınılmaz olarak uluslararası dengeleri bozmuş ve büyük ölçekli savaşları tetiklemiştir. Bunun en çarpıcı örneği, II. Dünya Savaşı’nın doğrudan bir Anschluss politikasının sonucu olarak başlamasıdır.
1938’de Almanya, Avusturya’yı ilhak ettiğinde, Batı dünyası bu genişleme hareketini durdurmak yerine yatıştırma politikası izledi.
Avusturya’nın İlhakı (Anschluss): Hitler, Viyana’da (1938)
Bu durum, Hitler’in daha büyük hedeflere yönelmesine ve 1939’da Çekoslovakya’nın tamamını ele geçirmesine neden oldu. Bu genişleme, Polonya’nın işgaliyle doruğa ulaştı ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine yol açtı. Benzer şekilde, Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı, 1910’da ise Kore’yi ilhak etmesi, Asya-Pasifik bölgesinde gerilimi artırmış ve Japonya’nın saldırgan politikalarının hızlanmasına sebep olmuştur. Sonuç olarak, Japonya’nın genişleme hırsı, 1941’de Pearl Harbor’a düzenlenen saldırıyla ABD’yi savaşa dahil etmiş ve küresel çatışmanın boyutlarını genişletmiştir.
Mançurya’nın (Çin) Japonlar tarafından İlhakı (1931)
Günümüzde, Anschluss sendromunun etkileri yeniden hissedilmektedir. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesi, Hitler’in Avusturya ve Südet bölgesini ele geçirme süreciyle büyük benzerlik taşımaktadır. Batı’nın zayıf tepkisi, Moskova’yı daha ileri adımlar atmaya teşvik etti ve nihayetinde 2022’de Ukrayna’nın geniş çaplı işgaline yol açtı. Benzer bir durum, Çin’in Tayvan üzerindeki hak iddialarında da görülmektedir. Çin, Tayvan’ı zorla da olsa ana karaya bağlama politikasını sürdürüyor ve bu durum, Asya-Pasifik’te bir çatışma ihtimalini artırıyor. Eğer Tayvan üzerindeki baskı askeri bir müdahaleye dönüşürse, bu yeni bir küresel savaşın başlangıcı olabilir.
KOMÜNİST ANSCHLUSS: SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN DOĞU AVRUPA’YI İLHAKI
Anschluss kavramı genellikle Nazi Almanya’sının yayılmacı politikaları ile özdeşleştirilse de, II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki genişleme stratejisi de bir tür “Komünist Anschluss” olarak değerlendirilebilir. Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği, Nazi Almanya’sının çöküşünün ardından Doğu Avrupa’da hızla nüfuzunu genişletmiş ve birçok ülkeyi kendi ideolojisine bağlı uydu devletler haline getirmiştir.
1945’ten itibaren Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde Sovyet destekli komünist rejimler kuruldu. Bu devletlerdeki muhalefet hareketleri baskı altına alınarak, Sovyet yanlısı yönetimler zorla iktidara getirildi. 1956’daki Macaristan Ayaklanması ve 1968’deki Çekoslovakya’daki Prag Baharı, Sovyetler Birliği’nin bölgedeki etkisini pekiştirme çabasına karşı halk hareketlerinin doğrudan bastırıldığı örneklerdir. Sovyet tankları, bu ülkelerdeki bağımsızlık girişimlerini ezerek Anschluss benzeri bir ilhak ve denetim politikasını sürdürmüştür.
Komünist Anschluss: Prag (1968)
Komünist Anschluss, ideolojik bir genişleme olarak görülebilir ve bu süreç, Soğuk Savaş’ın en belirgin unsurlarından biri haline gelmiştir. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’yı kendi güvenlik bölgesi olarak görmüş ve Batı dünyasına karşı bir tampon bölge oluşturma amacı gütmüştür. Ancak bu yayılmacı politika, Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerilimi artırmış, NATO’nun güçlenmesine ve nihayetinde Soğuk Savaş’ın kızışmasına neden olmuştur.
Bu bağlamda, Anschluss’un yalnızca askeri ilhaklarla sınırlı kalmadığını, ideolojik ve siyasi genişleme stratejileri ile de gerçekleşebildiğini görmek mümkündür. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını yeniden kazanmış, ancak bu ülkelerin çoğu, tarihsel olarak yaşanan “Komünist Anschluss” sürecinin kalıcı etkilerini hala taşımaktadır.
ABD’de ise son aylarda Trump’ın genişlemeci söylemleri dikkat çekmiş, Trump zaman zaman Kanada’nın “ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini” ve Grönland’ın satın alınmasını savunmuştur. Bu söylemler, doğrudan bir ilhak girişimi olmasa da büyük devletlerin hâlâ sınırlarını genişletme fikrine sahip olabileceğini göstermektedir. Trump’ın bu söylemleri daha çok ekonomik ve jeopolitik kaygılarla bağlantılı olsa da tarihsel Anschluss örnekleriyle benzer bir yayılmacı zihniyeti yansıttığı söylenebilir.
MEZHEPSEL ANSCHLUSS
Orta Doğu’da ise mezhepsel yayılmacılık ve anschluss kendini göstermektedir. İran, “Şii Hilali” olarak adlandırılan stratejiyle Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’de Şii grupları destekleyerek fiili kontrol alanlarını genişletmektedir. Hizbullah, Husiler ve Şii milisler bu stratejinin ana aktörleri konumundadır. Diğer yandan, Suudi Arabistan, Selefi grupları destekleyerek Orta Doğu’da etkisini artırmak istemekte, Türkiye ise Osmanlı mirasını ve Sünni güçleri destekleyerek etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Hafız Esad döneminde 1982 Hama Katliamı’nda binlerce Sünni isyancı öldürülmüştü. Sanki bunun intikamı alınırmışçasına birkaç gün önce Lazkiye’de Alevi Katliamı yaşanmıştır. IŞİD’in Ezidi soykırımı ise mezhepsel Anschluss’un yeni örnekleri olarak tarih sayfalarında yerini almıştır.
Mezhepsel Anschluss: Ezidi soykırımı (Irak)
ANADOLU’DA ALEVİ-SÜNNİ YABANCILAŞMASI
Tarih boyunca Anadolu’da Alevilere yönelik baskılar, Osmanlı döneminden başlayarak günümüze kadar uzanan bir sürecin parçası olmuştur. Yavuz Sultan Selim döneminde, Osmanlı-Safevi mücadelesi bağlamında Aleviler, siyasi ve mezhepsel bir tehdit olarak görülmüş ve geniş çaplı katliamlara maruz kalmıştır. 16. yüzyılda Anadolu’da binlerce Alevi’nin öldürülmesi, bu sistematik baskının en erken örneklerinden biri olarak kaydedilmiştir.
Bu tarihsel baskının izleri, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş ve özellikle 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş katliamları gibi olaylarla kendini göstermiştir. 1978’de Maraş’ta ve 1980’de Çorum’da gerçekleştirilen bu katliamlar, Alevi topluluklarının doğrudan hedef alındığı acı verici olaylar olarak tarihe geçmiştir. Bu saldırılar, mezhepsel gerilimlerin ve etnik bölünmelerin körüklenmesi amacıyla provokatif unsurlar tarafından planlanmış ve uygulanmıştır.
Türkiye’de Sünni Anschluss: Maraş Alevi katliamı (1978)
Günümüzde Türkiye’de Sünni-Alevi yabancılaşması hala devam etmektedir. Tarihsel gerilimlerin yanı sıra, bölge ülkelerinde yaşanan Sünni-Şii ve Sünni-Alevi çatışmaları Türkiye’ye de yansımakta, toplumsal kutuplaşmayı artırmaktadır. Özellikle Suriye’de yaşanan iç savaş ve bölgedeki mezhepsel ayrışma, Türkiye’deki Alevi topluluklarını doğrudan etkilemiş, siyasi ve toplumsal gerilimleri körüklemiştir. Benzer şekilde, İran-Suudi Arabistan rekabetinin yansımaları da Türkiye’de Sünni ve Alevi gruplar arasındaki algıları şekillendirmektedir.
Bu durum, toplumsal barışın sağlanmasını zorlaştırmakta ve farklı inanç grupları arasındaki uçurumun derinleşmesine neden olmaktadır. Türkiye’de ve bölgede mezhepsel ve etnik ayrışmaların önüne geçmek için geçmişte yaşanan bu olaylardan ders çıkarılması gerekmektedir. Toplumsal barışın sağlanması, ancak farklı inanç gruplarına yönelik ayrımcılığın son bulması ve kapsayıcı bir anlayışın benimsenmesiyle mümkündür. Bu çerçevede, eğitim ve bilinçlendirme faaliyetleri, nefret söylemlerine karşı mücadele ve hukukun üstünlüğünün sağlanması büyük önem taşımaktadır.
SURİYE’DEKİ ALEVİ KATLİAMININ BÖLGESEL YANSIMALARI
Geçtiğimiz hafta Suriye’de gerçekleşen Alevi katliamı, yalnızca bu ülkeyle sınırlı kalmayıp bölge genelinde büyük yankı uyandırmıştır. Türkiye’deki Alevi topluluğu, bu saldırıları yalnızca mezhepsel bir çatışma olarak değil, kendi varoluşlarına yönelik bir tehdit olarak görmektedir. Özellikle Türkiye’deki Aleviler, Suriye’deki bu tür mezhep temelli saldırıların kendi topluluklarına karşı da olası bir tehdit oluşturabileceği endişesini taşımaktadırlar.
Bunun yanı sıra, İran gibi Şii eksenli ülkeler de bu saldırıyı büyük bir endişeyle takip etmektedir. İran, bölgedeki Şii nüfusunu koruma iddiasıyla hareket ettiğinden, Suriye’deki Alevilerin hedef alınmasını kendi nüfuz alanına yönelik bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Bu durum, İran’ın bölgedeki Şii gruplara verdiği desteği artırmasına ve yeni askeri müdahaleler planlamasına yol açabilir. Aynı zamanda, Lübnan’daki Hizbullah gibi grupların bu saldırılara nasıl bir yanıt vereceği de belirsizdir ve bölgesel tansiyonu daha da yükseltebilir.
Alevilere yönelik saldırılar, mezhepsel Anschluss’un ne denli yıkıcı bir güç olabileceğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu tür olaylar, yalnızca belirli bir toplumu değil, tüm bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir ve yeni çatışmaların fitilini ateşleyebilir. Türkiye ve İran gibi ülkelerin bu gelişmelere nasıl yanıt vereceği, bölgenin gelecekteki dinamiklerini belirleyen en önemli faktörlerden biri olacaktır.
MEZHEPSEL VE ULUS-DEVLET ANSCHLUSS SENDROMU KISKACINDA KÜRTLER
Orta Doğu’da mezhepsel ve ulus-devletçi Anschluss sendromu derinleşirken, Kürtler bu kaotik denklemde çok boyutlu bir çıkmaz içinde bulunuyor. Kürt nüfusu, büyük ölçüde Sünni olmasına rağmen, Alevi, Şii ve Ezidi Kürtler de önemli bir demografik bileşen oluşturuyor. Mezhepsel fay hatlarının belirginleştiği bir coğrafyada Kürtlerin homojen bir siyasi irade ortaya koyması zorlaşırken, devletlerin Kürtler üzerindeki politikaları da farklılık gösteriyor.
Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de dağınık bir nüfusa sahip olan Kürtler, çoğu zaman ulus-devletlerin merkeziyetçi politikalarına ve bölgesel mezhepsel mücadelelere maruz kalıyor. Kürtler için en büyük çıkmazlardan biri, ulus-devlet kurma ideali ile bölgedeki mezhepsel dengeler arasında sıkışmalarıdır. Sünni Kürtler, zaman zaman Suudi Arabistan ve Türkiye gibi Sünni eksenli devletlerle yakın ilişkiler kurarken, Şii Kürtler İran’ın bölgesel etkisi altında kalmaktadır. Bu durum, Kürtlerin ortak bir ulusal bilinç oluşturmasını zorlaştırmakta ve bölgesel güçler arasında bir pazarlık unsuru haline gelmelerine neden olmaktadır.
TARİHSEL ÖRNEKLER: KOÇGİRİ VE DERSİM
Kürtler tarih boyunca hem mezhepsel hem de ulus-devletçi politikaların kıskacında kalmış bir halktır. Türkiye’de yaşanan iki önemli isyan, Kürtlerin bu ikili baskıyı nasıl yaşadığını anlamak açısından önemli örnekler sunmaktadır: 1921’deki Koçgiri İsyanı ve 1938’deki Dersim İsyanı.
KOÇGİRİ İSYANI (1921)
Koçgiri İsyanı, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma aşamasında, Kurmanç Aleviler tarafından gerçekleştirilen ilk büyük isyanlardan biridir. Bu isyan, Koçgiri bölgesinde yaşayan Kurmanç Alevilerin, yeni kurulan merkezi otoritenin kendilerini dışlamasına ve baskı altına almasına karşı bir tepkisiydi. İsyancıların temel talepleri arasında, Kürtlerin ve Alevilerin haklarının tanınması, özerklik ve baskıcı uygulamaların sona erdirilmesi yer alıyordu.
Koçgiri İsyanı (1921): Alevi isyanı mı Kurmanç isyanı mı?
Ancak Ankara hükümeti, bu isyanı hem bir etnik hem de mezhepsel tehdit olarak değerlendirdi. İsyan, dönemin merkezi otoritesi tarafından sert bir şekilde bastırıldı. Kürtler, hem ulus-devletin homojenleştirici politikalarına hem de Sünni merkezli devlet yapılanmasına karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu olay, ilerleyen yıllarda Kürt Alevilerin devlet tarafından nasıl görüleceğini belirleyen bir dönüm noktası oldu.
DERSİM İSYANI (1938)
Dersim İsyanı, Cumhuriyet döneminde Zaza Alevilerin maruz kaldığı en sert müdahalelerden biri olarak tarihe geçmiştir. Dersim bölgesi hem Zaza kimliği hem de Alevi inancıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin merkeziyetçi politikalarına meydan okuyordu. 1935 yılında çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile bölgeyi sıkı bir kontrol altına almak isteyen devlet, Dersim’de asimilasyon politikalarını hızlandırdı. Buna karşılık, 1937-1938 yıllarında Seyit Rıza önderliğinde başlayan isyan, devletin sert müdahalesiyle karşılaştı.
Dersim İsyanı yılları: Zaza isyanı mı Alevi isyanı mı?
Dersim operasyonu sırasında binlerce insan öldürüldü, köyler yakıldı ve yüzlerce insan batı illerine sürgün edildi. Bu olay, Kürtlerin ulus-devlet politikaları karşısında nasıl bir dirençle karşılaştığını ve aynı zamanda Alevi kimliği nedeniyle nasıl bir çifte baskıya maruz kaldığını gözler önüne serdi. Dersim, devlet açısından hem bir Kürt isyanı hem de bir Alevi isyanı olarak görüldü ve bu yüzden bastırılması daha da sert oldu.
Bu iki isyan, Kürtlerin sadece etnik kimlikleri nedeniyle değil, aynı zamanda mezhepsel aidiyetleri nedeniyle de nasıl bir kıskaca alındıklarını göstermektedir. Türkiye’de ulus-devlet inşası sürecinde, Kürtler ve Aleviler, merkezi otoritenin homojenleştirici politikalarına direnç gösterdikleri için büyük bedeller ödemişlerdir. Bugün hâlâ devam eden Sünni-Alevi ayrışması ve Kürt sorunu, bu tarihsel arka plan göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz.
Bu bağlamda, Türkiye’de demokratikleşme sürecinin başarılı olabilmesi için hem etnik hem de mezhepsel kimliklerin tanınması, geçmişte yaşanan travmalarla yüzleşilmesi ve tüm toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık temelinde kabul edilmesi gerekmektedir.
ANSCHLUSS POLİTİKALARINA KARŞI PANZEHİR: ALTERNATİF STRATEJİLER
Mezhepsel ve ulus-devletçi Anschluss sendromuna karşı etkili bir panzehir geliştirmek için aşağıdaki stratejiler benimsenebilir:
- Uluslararası Hukukun Güçlendirilmesi: Devletlerin yayılmacı politikalarına karşı uluslararası hukukun güçlendirilmesi gerekmektedir. BM ve diğer uluslararası kuruluşlar, ilhaklara ve sınır ihlallerine karşı daha caydırıcı yaptırımlar uygulamalıdır.
- Bölgesel İş Birliği ve Diplomasi: Komşu ülkeler arasındaki diplomatik ilişkiler artırılarak anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi sağlanmalıdır. Diplomatik platformlar, bölgesel barışın korunmasına katkıda bulunabilir.
- Eğitim ve Medya Yoluyla Bilinçlendirme: Mezhepçi ve aşırı milliyetçi söylemlerin medya ve eğitim kurumları aracılığıyla yayılmasının önüne geçilmelidir. Farklı topluluklar arasında diyalogun teşvik edilmesi, uzun vadede barışın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.
- Ekonomik Entegrasyon: Bölgesel ekonomik iş birlikleri, devletleri birbirine bağımlı hale getirerek savaş risklerini azaltabilir. Avrupa Birliği’nin entegrasyon modeli, farklı ulusların birlikte barış içinde yaşamasına katkı sağlayan bir örnek olarak değerlendirilebilir.
- Etnik ve Mezhepsel Çatışmaları Azaltmaya Yönelik Reformlar: Devletler, kendi içlerinde etnik ve mezhepsel gruplara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmalı ve kapsayıcı yönetim politikaları geliştirmelidir. Özellikle azınlık hakları konusunda daha eşitlikçi yaklaşımlar benimsenmelidir.
SONUÇ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Anschluss politikalarının yol açtığı istikrarsızlık ve savaşları önlemek için bölgesel ve küresel ölçekte kapsamlı çözümler geliştirilmelidir. Türkiye, İran ve diğer bölgesel aktörler, mezhepsel ve etnik ayrışmaları körüklemek yerine, kapsayıcı politikalar benimsemelidir. Aynı zamanda, eğitim ve medya yoluyla nefret söylemlerine karşı mücadele edilerek toplumlar arası diyalog güçlendirilmelidir.
Tarih, Anschluss politikalarının her zaman büyük çatışmalara ve savaşlara yol açtığını göstermektedir. Gelecekte bu tür politikaların tekrarlanmasını önlemek için uluslararası toplum, barışçıl ve diplomatik çözümleri teşvik etmelidir. Ancak bu şekilde, Orta Doğu’da ve dünyada kalıcı barış sağlanabilir.