Değerli Okuyucular:
Yaşam, paradoksal (birbirine zıt) bir öze sahiptir. Boğuştuğunuz, uğraştığınız, okuduğunuz, düşündüğünüz zamanlarda, yaşam, insan zihnini yorar, bıktırır, vazgeçirmeye çalışır, ama bir o kadar da zihni aydınlatır, ferahlatır, kendinizi ve evreni tanımanıza yardımcı olur.
Yaşamın paradoksal yapısına tahammülü olmayanlar, ellerindeki kitapları yarım bırakır, kariyer ve gelecek korkusundan kurtulmak için yeteneklerinin çok altındaki mesleklere yönelir, kısacası kendilerini aldatırlar.
Diğer yandan, kariyerini ciddiye alanlar için yaşam, önce bir kâbus gibi üzerlerine çöker, yıllar boyu korkutur, ürkütür, uyutmaz, ama bunun karşılığında, sonunda dünya nimetlerini onlara altın tepside sunar.
BABAMIN KİTAPLIĞI
Herkesin adına konuşamam, ama benim için babam bir idoldü. Duruşuna, konuşmasına, yürüyüşüne, giyim kuşamına kısacası karizmasına hayrandım. Bundan olsa gerek, babamın okuduğu kitaplar ilgimi çeker, ciddiye alır, okumaya çalışırdım.
Yüzlerce kitap içinde sadece üç tanesi beni bıktırır, kitap okuma zevkimi engeller, zihnimi parçalardı:
- Goethe’nin Faust isimli kitabı,
- Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitabı,
- Dante’nin İlahi Komedya isimli kitabı.
Ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Kütüphanedeki kitapları sırayla karıştırıyor, okuyordum. Bazı kitaplar, ruhumu açıyor, zevk veriyor, elimden düşürmek istemiyordum. Ne zaman ki elim yukarıda listelediğim üç kitaba gitse, içime bir korku ve karamsarlık oturur, elimdeki kitap, sırıtarak bir anlamda benimle konuşurdu: “Beni okumakta zorluk çekiyorsun değil mi? Sen boş ver diğer kitapları, onlar çocuk masalı… Önemli olan beni anlamaktır.”
İtiraf etmeliyim, her üç kitabın sırrına ermek için uzun yıllar uğraşıp durdum. Defalarca bu kitapları farklı çevirmenlerden okudum, daha doğrusu okumaya çalıştım, ama kitapları, hakkını vererek, sonuna kadar, hani derler ya, bir solukta okuma başarısı gösteremedim. Üniversite yıllarım boyunca da defalarca bu kitapları elime aldığım halde, okuma çabalarım hep yarım kaldı. Her üç kitap, sanki bana meydan okuyormuşçasına gittiğim her yerde karşıma çıkıyorlardı.
Dayım Fetullah Kakioğlu ve Sosyal Yayınların kurucusu Enver Aytekin, 1963 yılında Kürt üniversite öğrenci ve aydınlarına karşı yapılan, tarihe “23’ler Olayı” olarak geçen tutuklamalarda birlikte gözaltına alınmış, kader arkadaşı olmuşlardı.
Kabataş Erkek Lisesi’nde, daimî yatılı öğrenciydim (1973-76). Dayım, velimdi. Arada bir dayımın izniyle, hafta sonu özgür olur, iki gece dayımda kalırdım. Dayımın bir matbaası vardı. Yoğunluklu olarak kartvizit, fatura gibi şeyler basardı. İşlerini düzene koyunca, matbaayı ortağına bırakıp, geniş dost çevresini dolaşarak sohbet etmeyi severdi.
Yine böyle bir gündü. Dayımla birlikte, Sosyal Yayevi (Sosyal Yayınlar) binasına doğru adımladık. Enver Aytekin; elinden piposunu düşürmeyen, konuşması, duruşu, bakışıyla daha çok Einstein’ı (aynştayn) hatırlatan önemli bir edebiyat uzmanıydı. Ciddiyeti ve söylediği sözlerin bir ağırlığı vardı.
İçeri girdiğimizde, her zaman mülayim ve anlayışlı olan Enver Aytekin, karşısındaki şahısa sinirli ses tonunda hitap ediyordu. Yüreğimi hoplatacak sözler ağzından çıktı:
“Bu ne biçim çeviri böyle? Faust, böyle mi çevrilir? Dünya edebiyatının baş tacı, böyle mi çevrilir?”
Karşısındaki şahıs, mahcup ve suskundu. Enver Aytekin, devam etti:
“İsmet, yeniden çevir. Acele etme, üzerinde uğraş! Merak etme! İyi bir ücret vereceğim. Yeter ki bana edebi özüne bağlı bir çeviri getir!”
Demek ki beyefendi, bir çevirmendi. Daha sonra isminin İsmet Zeki Eyüpoğlu olduğunu öğreneceğim beyefendi, usulca ayağı kalktı, masadaki kağıtları topladı, çekip gitti.
Enver Aytekin, dayımı görünce, yüz kasları gevşedi. Çay içerken, sıkıntısını paylaştı:
“Feto (dayımı böyle çağırırdı), Faust’u hakkıyla çeviren yok! Sanırım yazarın ruhunu anlamıyorlar. Basit çevirileri getirip önüme koyuyorlar. Patlayacağım!”
Bu sözler, ruhuma bir ilaç gibi geldi. Demek ki, Faust’u anlamayan tek ben değildim; koskocaman Sosyal Yayınlar, Faust’u hakkıyla anlayacak ve çevirecek birisini arıyordu.
Dayım, edebiyat çevresinin tam ortasındaydı ancak ne kitap yazmak ne de kitap okumak gibi bir alışkanlığa sahipti. Daha benim ortaokul yıllarında kendi kendime sorduğum soruyu, Enver Aytekin’e yöneltti:
“Enver Abi, Faust kitabının konusu nedir?”
Enver Aytekin, piposuna asıldı, derin bir nefes çekti:
“Alegorik bir kitap. Bir alşimist (Ortaçağ’da madenlerden altın elde etmeye hevesli kimseler), büyülü güçler elde etmek ve bilinmeyenleri öğrenmek için ruhunu Mephistopheles (mefistofeles) adındaki şeytana satar. Yazar (Goethe), bu kitabında, sembolleri kullanarak kafasını kurcalayan dönemin ahlaksal, sanatsal ve felsefi sorularını şiirsel bir dille ifade etmiş. Kitap, insan tragedyasını özetliyor, ortaya koyuyor. Basit gibi görünüyor ama yazarını anlayan yok!”
(Not: Babamın kitaplığındaki Faust, Maarif Vekaleti’nin yani Millî Eğitim Bakanlığı’nın iki ciltlik çevirisiydi.)
STAUFEN (ştaufın) ŞEHRİ
Aradan uzun yıllar geçti. Ekonomi doktorası yapmak için ABD’den Almanya’ya geçtim. Freiburg Üniversitesine kayıt yaptırmam için ya üniversitenin açtığı Almanca Yeterlilik Sınavını geçmem ya da Goethe Enstitüsü’nün Das Goethe-Zertifikat C2 isimli en üst seviye Almanca sınavını başarıyla geçtiğimi gösteren bir belge sunmam gerekiyordu.
Araştırmalarım sonucu Freiburg’un 20 km güneyinde, Kara Orman’ın dibindeki Staufen isimli küçük kasabada faaliyet gösteren Goethe Enstitüsüne gitmeye karar verdim. Staufen, emekli olmuş zengin Almanların oturduğu, doğayla iç içe, sakin bir kasabaydı. Kısa süreliğine de olsa ruhumu arındırmak için bulunmaz bir yer gibi gelmişti bana.
Bir gün hocamız, “Hadi, hep birlikte Staufen’da bir tur atalım. Herkes kendisine bir konu seçsin, kompozisyon olarak yazacak!”
On-on beş öğrenci, hocamızın arkasına takıldık. Staufen’daki Wasenhaus isimli ünlü şarap üreticisini ziyaret ettik. Belediye binasını dolaştık. Derken iki katlı bir otelden içeri girdik. İkinci kata çıktık. Kapının üstünde “Johann Faust” yazıyordu. Tanrım, Faust yine karşıma çıkmıştı!
Goethe’den yıllar önce yaşayan Doktor Faust’un kaldığı evin (şimdi otel) giriş duvarındaki levha
Hocanın rehberliğinden anladım ki, Johann Faust isminde bir doktor, bu odada bir zamanlar yaşamış, zamanını alşimist uğraşılara adamış. Vefat eder, ama geride bir efsane bırakır. Aradan yıllar geçer. Goethe (Götı) isimli bir yazar, Johann Faust’un hayatını okur, etkilenir, kendi Faust’ını kaleme alır. Bu elbette benim bilmediğim bir ayrıntıydı.
Freiburg Üniversitesine, Ekonomi doktorası için kaydımı yaptırdım. Almancada “Doktorvater” diye isimlendirilen doktora hocam, Kazakistan Alman’ıydı. Davranışlarından Almanya’ya ayak uyduramadığını, ilk fırsatta Orta-Asya’ya dönmek istediğini anlıyordum. Yıllar sonra, Almanya’yı terk edecek, Kırgızistan’ın TÜBİTAK’ı demek olan Ulusal Bilimler Akademisine geçiş yapacaktı. Ben de doktoramı kesintili de olsa Kırgızistan’da tamamlayacaktım.
Freiburg’da sık sık Faust Operası sahneye konuluyordu. Ayrıca Volkshochschule diye isimlendirilen, yetişkinlere yönelik Yüksek Halk Okulu’nda “Fasut’u Anlamak” isimli bir ders vardı. Konuya ilgi duyan her yaştan Alman, sınıftaydı. Tartışmalar zihnimi açacağına daha da karmaşık hale getiriyordu.
Bir gün hoca, bir soru yöneltti: “Sürekli olarak Faust’u tartışıyoruz. Hiç düşündünüz mü Goethe niçin Faust’u yazdı?”
Soru ilginçti. Meraklandım. Sınıftan cılız sesler çıktı ama tatmin edici değildi. Hoca, açıklamasını yaptı:
“Goethe (götı), çocukken bir olaya tanıklık eder. Bir kadın, bir çocuğu öldürdüğü için idama mahkûm edilir. Kadın, halka açık bir alanda iple asılarak infaz edilir. Çocuk Goethe, bu sahneyi hayatı boyunca unutamaz. Gördükleri ruhunu alt üst eder. Huzursuzluğu, ilk gençliğine ve aşklarına yansır. Bu idam olayı, Goethe’nin yaşamını bir büyü gibi teslim alır. Bu yüzden yazar, Faust’ı yazarak bir anlamda ruhuyla ve toplumsal değerlerle hesaplaşır, öyle ki kitabı hemen bitirmek istemez, 83 yaşında vefatına kadar Faust üzerinde çalışmaya devam eder. Faust’ı yazması bir anlamda Goethe’nin, çocukluk yıllarında tanıklık ettiği infaz sahnesinden kurtulma çabasıdır.”
Bunu duyunca, irkildim. Kendimi düşündüm. Benim hayatımı, farkında olmadan zihnimi ve ruhumu bir büyü gibi teslim alan, içimde kızgınlık ve nefret uyandıran bir olay var mıydı? Düşündüm. Evet, vardı!
DENİŞ GEZMİŞ VE ARKADAŞLARININ İDAMI
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edildiler. 13-14 yaşlarında bir çocuktum. Gazete kupürü bugünkü gibi gözlerimin önündedir.
Misafir odasına çekildim. Mahzuni Şerif veya İhsanî’nin kasetini dinlemeye koyuldum. Bu idamlar, üzerime uğursuz bir büyü gibi çökmüştü. Sorgulamaya başladım: “Bir insan hata yapabilir, küçük ve büyük suçlar işleyebilir. Bu bireysel bir davranıştır. Anlaşılabilir. Ancak, koskocaman Millet Meclisi idamı oylamaya sunuyor, koskocaman milletvekilleri ellerini kaldırarak idamı onaylıyorlar. Toplumsal ahlak nerede?”
İdamlar, bana kabul edilemez bir durum olarak geliyordu. Toplumu, ahlak kurallarını, değer yargılarını sorgulamaya başladım.
Üniversite yıllarımda gördüm ki, sol gençlik, 3-4 toplu öldürme, işkence ve idam olayının büyüsü altında kalarak, devrimcilik yapıyorlardı. Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de öldürülmesi; Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak’ta öldürülmesi; İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürülmesi (kafasının kesilerek babasına teslim edilmesi) ve Deniş Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi…
Halit Çelenk’in İdam Gecesi Anıları isimli kitabını defalarca okudum. Her seferinde, kendimi bir “şehitlik büyüsüne” kaptırıyor, toplumu eleştiriyor, Goethe gibi binbir soruyla insanoğlunun acizliğini ve zavallılığını sorguluyordum. Goethe, Faust’u yazarak ruhunu özgürleştirmeye çalışmıştı; peki ya ben?
Bu olaylarla ilgili türküler bestelenmişti. Bunları dinleyince, kendimizden geçiyor, belirsiz bir kızgınlık ve nefreti içimizde besliyorduk. Keşke gücümüz yetse, tarihi geri getirip, onları kurtarabilseydik! Öylesine bir ruh haline bürünüyorduk ki sanki bütün bu cinayetlerden biz sorumluyduk.
Yüreğimizde sonsuz bir matemi taşıyorduk. Zihnimizi ve ruhumuzu melankolik bir yaşama hapseden, “kült” özellikli bir anlayışa teslim olmuştuk. Yapılan ölüm yıldönümleri, toplantılar, seminerler, dağıtılan broşürler, atılan sloganlar benliğimizi kaplayan büyüyü daha da derinleştiriyor, dinlediğimiz türküler, “devrimci melankoliyi” içimizde durmadan depreştiriyordu.
Bu türkülerden birisine burada yer vermek isterim:
Şarkışla’ya düşürmesin, oy-oy
Allah sevdiği kulunu, oy
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu
Gece Elmalı’da kalmış, oy-oy
Hamamcı Ali’yi sormuş, oy
Uzatmalı itin biri
Yusuf’u gafletle vurmuş
Yaşa Türk ordusu yaşa, oy-oy
Dünya şaştı böyle işe, oy
Ordu madalya göndermiş
Yusuf’u vuran çavuşa
Ne olaydım ne olaydım, oy-oy
Okur-yazar olaydım, oy
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım
YURTDIŞI VE RETROSPEKTİF (GERİYE BAKMA)
Yurtdışına çıkınca, benliğimi ve düşüncelerimi bir büyü gibi kaplayan, esir alan, zihnimi anlamsız bir şekilde kendime ve topluma karşı intikama iten bu olay ve türküler, yavaş yavaş sönüp kayboldular. Ancak, Goethe gibi kendi çabamla toplumun ahlak değerlerini sorgulayarak kendimi aşmış değildim. Sadece, duygularımı bilinçaltıma itmiş, bastırmıştım.
Paris’te St. Denis mahallesinde küçük bir Türk kitapevi vardı. Sahibi, tombul bir Fransız hanımdı. Çat pat Türkçe konuşabiliyordu.
İşlerimin yoğunluğu nedeniyle uzun bir zaman Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı St. Denis mahallesine gidememiştim. Bir gün nihayet hem yeni çıkan kitapları satın almak hem de bir Türk lokantasında özlediğim yemekleri tatmak için St. Denis mahallesine uğradım.
Kitapevinden içeri girdiğimde, Zülfü Livaneli’nin sesinden “Şarkışla” Türküsü çalıyordu. Melodi, beni derin bir geçmişe geri götürdü. İçim huzursuzlukla doldu. Büyü, beni unuttuğum geçmişime davet ediyordu. Defalarca okuduğum halde Halit Çelenk’in kitabını tekrar aldım. Lokantada yemek yerken, bu “toplumsal büyüyü” düşünüyor, bir dönemin gençliğinin ruhunu ve zihnini nasıl parçaladığını değerlendiriyordum. Hayır, tuzağa düşmeyecektim! Devrimci melankoliyi sorgulayarak aşmam gerektiğine karar verdim. Satın aldığım kitabı masada bırakarak ayrıldım.
Akşam eve dönünce, ilk gençliğimi ve üniversite yıllarımı düşünmeye başladım. “Devrimci melankoli” bir örümcek ağı gibi zihnimi örmüş ve parçalamıştı. Bunu net bir şekilde görebiliyordum. İşim gereği, zamanım genellikle Fransızların arasında geçiyordu. Dostlarım ve arkadaşlarım arasında Türkiyeli çok azdı; yoktu dersem belki daha doğru ifade etmiş olurum. Eğer Paris’e yerleştiğim günden itibaren Türkiyelilerin içinde kalmış olsaydım, belki de kendimi geriye dönük (retrospektif) olarak sorgulama şansı bulamayacaktım.
O akşam, evde yalnızdım. Türk ve Kürt devrimci gençliğinin zihnini parçalayan, özgür bir insan olarak yaşamalarına engel olan “devrimci / isyancı melankoliyi” ruhumdan ve zihnimde atmak için çaba göstermeye karar verdim. Melankoli, kök salmış bir ağaç gibi direniyordu. Annesinden koparılmak istemeyen bir çocuk gibi inat ediyor, ağlıyordu. “Melankoliyi”, yıllarca emek(!) vererek ben yaratmıştım; o da benimle yaşamak istiyordu. Bazen acıyor, “melankoliye” hücum etmekten vazgeçiyor; bazen, zihnimi ve ruhumu bundan temizlemem gerektiğine inanıp harekete geçiyordum.
Bu mücadele yıllarca devam etti. Ve bir gün farkında olmadan, özgürleştiğimi hissedip, “melankoli” ağını zihnimden ve yüreğimden koparıp attım.
Yaşam, bazen karşımıza okuyup da anlamadığımız için zihnimizi parçalayan Faust gibi kitaplar çıkarır; bazen de anlamsız ve tanımsız bir “melankolinin” tuzağına düşürerek, zihnimizi parçalayan bir yaşam biçimine hapseder. Her ikisinde de kurtuluş, özgür iradede saklıdır.
Bu yüzden, “özgür iradenizi” hiçbir siyasi görüş, düşünceye köle etmeyiniz. Özgür olduğunuz kadar varsınız, bunu unutmayınız!
Saygılarımla