(Değerli Okuyucular! Bu satırları kaleme aldığımda ülkemiz orman yangınları ve sel felaketiyle boğuşmaktaydı. Can ve mal kaybımız büyük olmuştur. Ailelerin ve ülkemizin başı sağ olsun! Ölenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Ayrıca unutmayalım ki her yanan ağaç, her yanan böcek ve sele kapılan her hayvan için de yüreğimizi parçalanmaktadır. Ölenlerimizi ve yanan ormanlarımızı geri getirmemiz mümkün değildir. Önemli olan dayanışma ruhunu yükseltmek ve beraberliğimizi pekiştirmektir. Devletimizin konuyu hassasiyetle ele alacağına olan inancımı koruyarak tekrar ülkemize geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum. Unutmayalım ki ülkemizde yaşanan bütün felaketler ve acılar yüreğimize akar.)
Değerli Okuyucular:
Başlığı, İngiliz kadın yazar Jane Austin’ın (ceyn ostın) 1813 yılında yayımladığı ve eleştirmenler tarafından dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak değerlendirilen “Kibir ve Önyargı” isimli kitabına atfen koydum. (Kitabın özgün ismi “Pride and Prejudice” (prayd end precıdis) şeklindedir.)
Bu kitabında yazar dönemin aşk ve aile ilişkilerini KİBİR VE ÖNYARGI projeksiyonu altında özetlemeye çalışır. Ben de bugünün Türkiye’sinde özellikle TV ekranlarında yapılan tartışmalara aynı projeksiyonu doğrultmak istedim.
ÜMİT ÖZDAĞ’IN KİBİR VE ÖNYARGISI
Almanya’da kız kardeşimin yanındayım. Evin içi irili ufaklı bilgisayar, tablet ve laptop’larla dolu. Herkes kulaklığını takıp bir köşeye çekiliyor, kendi zevkine göre bir program izliyor. Modern aile ilişkileri ne yazık ki Jane Austin’ın zamanından çok farklı bir yerde…
Kız kardeşim, elindeki Tablet bilgisayarıyla yanıma oturdu, herhalde Türkiye haberlerini merak ettiğimi düşünerek gelişigüzel bir kanal seçti. Habertürk’te Fatih Altaylı her zamanki üslubu ve sağ eliyle havada kalem hoplatan gayri ciddi duruşuyla misafirlerini konuk ediyordu.
Konu, aynı gün (13 Ağustos) Ankara’nın Altındağ ilçesinde patlak veren olaylar ve Türkiye’nin gündemine oturan Suriyeliler idi. Konuklardan birisi de bir partiden diğerine koşuşturup duran, en nihayet “Ayyıldız” ismiyle kendi partisini kurma hazırlığı yapan Ümit Özdağ’dı. Akıllı bir siyasetçinin böylesine hassas bir günde toplumu yatıştıracak sözler sarf etmesi beklenirken, Sayın Özdağ kendisini ırkçılık ve nefret söylemine kaptırıp, fırsat bu fırsat, kuracağı ırkçı partiye oy devşirme telaşına düşmüştü. Yazıklar olsun Sayın Özdağ ve Altaylı’ya! Ateşin üzerine benzinle gitmek bir siyaset adamına ve yılların gazetecisine yakışmayan bir davranıştı. Baylar, o akşam TV’de boy göstermeniz bir zorunluluk muydu?
Maalesef ırkçı zihniyetler için zaman ve mekân kavramı yoktur. Önemli olan toplumsal nefreti körüklemek ve manipüle etmektir. Şahsi görüşüm odur ki, olayların sıcaklığını koruduğu bir günde nefret propagandası yapan böylesine bir program RTÜK tarafından derhal yasaklanmalıydı.
Fatih Altaylı ve Ümit Özdağ, ÖNYARGILARININ ışığında uzun uzun ırkçılık paslaşması yaptılar. Suriyelileri elindeki kalem gibi havada defalarca zıplatıp duran, nihayet onları bir Arslan iştahıyla çiğ çiğ yutmak üzere olan Fatih Altaylı itiraf etti: “Böyle söylediğim için bana faşist diyorlar. Umursadığım yok!”.
Hayır, umursamayın efendim! Çünkü zaten öylesiniz!
Ümit Özdağ da fırsatı değerlendirdi, KİBİRLE söze girdi: “Bana senin ailen de göçmen (Balkan) diyorlar. Benim dedem İstiklal Madalyası sahibi. Dedemin beratını göstermeye hazırım. Soruyorum beni göçmen diye eleştirenlere: Sizin de dedenizin İstiklal Madalyası var mı? Varsa beratını yayınlayın da görelim! (Sayın Özdağ, İstiklal Madalyanız kadar konuşun, demek istiyor)”
Sayın Özdağ! Belki ilk kez benden duymuş olacaksınız ama söylemiş olayım: Muhacir, göçmen veya mülteci olmak ayıp bir şey değildir. “Sizler de Balkan göçmenisiniz,” diyen okuyucunuza YERİ GÖĞÜ İNLETEN BİR KİBİRLE dedenizin İstiklal Madalyası olduğunu söyleyerek cevap vermeniz gerekmiyordu. “Evet, büyük dedelerim Balkan göçmeni! Bununla da gurur duyuyorum!” demeniz daha doğru olurdu.
Türkiye Cumhuriyetinin gerek kuruluşunda gerekse sonraki yıllarında ülkeye hizmet etmiş çoğu İstiklal Madalyalı birçok değerli Balkan ve Kafkasya göçmeni veya mültecisi var. İsterseniz dedeniz gibi hem Balkan göçmeni hem de İstiklal Madalyalı birkaç ismi hatırlatayım: Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Salih Omurtak, Cafer Tayyar Eğilmez, Mehmet Suphi Kula, Mehmet Nuri Conker, İzettin Çalışlar, Ahmet Zeki Soydemir, Ahmet Derviş ve nicesi.
Ailesi Balkan göçmeni olan ve Türkiye’de isim yapmış bazı isimler: Tansu Çiller, Cem Yılmaz, Hülya Koçyiğit, Metin Oktay, Ahmet Necdet Sezer, Tarkan, Süleyman Seba, Ali Şen, Sezen Aksu, Can Bartu, Halil İnalcık, Zeki Müren vb.
Dedelerinizin muhacir olmasından niçin utanıyorsunuz anlamak zor! Muhacir Naim Süleymanoğlu’nu ayakta alkışlıyorsunuz ama kendi dedenizi karanlık bir kuyuya gömüyorsunuz.
Söyleşinin tam ortasında bu kez “muhacir, göçmen ve mülteci” ifadelerine yeni bir tanım yapıldı. Türk Dil Kurumuna göre bu kelimelerin anlamı şöyledir:
MUHACİR: Göçmen
GÖÇMEN: Kendi ülkesinden ayrılarak yerleşmek için başka ülkeye giden
MÜLTECİ: Sığınmacı
SIĞINMACI: A. Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi, sığınık, mülteci.
B. Yabancı bir ülkede iltica etmeden önce belirli bir süre kalan kimse
Ancak ırkçılık hezeyanına kendilerini kaptırmış olan Sayın Özdağ ve Altaylı, ülkemize sığınan Suriyeliler için bu ifadeleri kullanmak istemiyorlardı. Oturdukları yerden yeni bir tanım icat ettiler: “Türkiye’nin görevi geçici koruma sağlamaktır. Suriyeliler ‘geçici koruma’ altındaki kimselerdir. Suriye’de savaş bitmiştir. Geçici koruma sona ermiştir. Suriyeliler ülkelerine geri dönsünler!”
Emredersiniz efendim! Ermenilere yaptığımız gibi Suriyelileri de zorunlu göçe yani tehcire tabi tutarız. Ölen ölür kalanlar da Suriye çölüne ulaşır. Böylece onlardan kurtuluruz.
Sayın Özdağ, yazıklar olsun akademik unvanınıza! Anlamıyorum bu unvanı nasıl hak ediyorsunuz yoksa bu unvan marketlerde satılıyor mu? Bilim insanı değilsiniz, akademik bir bakış açınız yok, yüreğiniz kin ve nefretle dolu… Bana kalırsa YÖK bir kriter koymalı, ırkçılık yapanların unvanını derhal geri almalıdır.
Biliyor musunuz Sayın Özdağ’a ASAM’da (Asya Stratejik Araştırmalar Derneği) niçin Başkanlık görevi verildi? ASAM’ı Kırım Göçmeni Sabri Ülker’in kurduğu ÜLKER GIDA finanse etmekteydi. Sayın Özdağ bir Balkan göçmeni olduğu için bu başkanlığa seçildi. Keza Sayın Özdağ’ın yerine geçen Sayın Gündüz Aktan da bir Balkan göçmeniydi. Babası Bekir Suphi Aktan,1908 yılında Yunanistan Serfiçe kasabasında doğmuştur.
Sayın Özdağ! Hem göçmen bir ailenin çocuğu olduğunuz için ASAM’da Başkanlık masasına oturacaksınız hem de ailenizin “göçmen” geçmişini saklamaya çalışacaksınız. Unutmayınız, mızrak çuvala sığmaz!
Sayın Özdağ KİBİRLE dedesinin İstiklal Madalyasını anlatırken, aslen Vanlı Fatih Altaylı da bu sözleri dudak bükerek dinliyor. Fatih Altaylı’ya sormak isterim: Dedeleriniz Kurtuluş Savaşında ne yaptılar? İstiklal Madalyası sahibi dedeleriniz var mı? Beratlarını hemen yayınlayınız. Eğer yoksa bu durumda bir daha ekrana çıkmamalı, Ümit Özdağ’ın ima ettiği gibi dedelerinizin kahramanlığı kadar konuşmaya ve IRKÇI olmaya dikkat etmelisiniz. Sayın Özdağ, ırkçı olabilir çünkü kendi anlatımıyla ifade ettiği gibi dedesinin İstiklal Madalyası var. Peki ya sizin Sayın Altaylı??
Biliyorum siz de bana aynı soruyu soracaksınız. İtiraf ediyorum, dedelerimin İstiklal Madalyası yok! Olması da mümkün değildi çünkü Iğdır 1747-1828 tarihleri arasında Revan Hanlığı, 1828-1917 yılları arasında Çarlık Rusya’sı, 1917-1920 yılları arasında Trans-Kafkasya ve Ermenistan Cumhuriyetleri sınırları içindeydi. Osmanlı her yerde toprak kaybedip Anadolu’ya sıkışırken, böyle bir zor dönemde dedelerim bölgede patlak veren iç savaşta Sürmeli ovasında (Iğdır, Aralık, Tuzluca) Ermeni güçlerine karşı dışarıdan yardım almadan diğer milis güçlerle birlikte iki yıl boyunca kahramanca direndiler, sonunda Iğdır’ı Büyük Millet Meclisi sınırları içine katmayı başardılar. Bundan daha büyük madalya ne olabilir ki!! Bu da benim KİBİRİM.
Bu arada IRKÇILIK yanımı “XENOPHOBİA: KAHROLSUN SURİYELİLER!” başlıklı yazımda okuyucularımın dikkatine sundum. Linki tıklayarak veya kopyalayarak yazıyı okuyabilirsiniz. (https://igdirabakis.com/xenophobia-zinofobya-kahrolsun-suriyeliler.html/)
Yukarıdaki ifademden de anlaşılacağı üzere dedelerimin başarısına dayanarak benim de “ırkçılık” yapma hakkım doğmuş bulunmaktadır. Ancak ben bu hakkımı ırkçıların ülkemizi ele geçirmelerine engel olmak için kullanmaya kararlıyım. Unutmayalım ki böylesine hassas bir dönemde IRKÇILARA sessiz kalmak ve tarafsız bir duruş takınmak insanlık değerlerine ihanet olarak tarihe geçecektir.
Sayın Altaylı ve Özdağ’ın, nefret söylemleri ne yazık ki vatanseverlik (!) çikolatasıyla kaplanmış IRKÇILIK mesajlarıyla doluydu. Anlaşılan 26 Ağustos’ta Türkiye, dört dörtlük IRKÇI bir partiyle tanışacak. Önce hedefe SURİYELİLERİ daha sonra da Sayın Özdağ’ın yıllardır özel olarak yetiştirildiği ve uzmanlık kazandığı KÜRTLERİ (KURMANÇ VE ZAZALAR) koyacak, böylece IRKÇI partiye oylar tıpış tıpış akacak… Hitler de, Alman halkına, sizi Yahudilerden kurtaracağım, diyerek seslendi ve iktidara geldi. Bakarsınız Sayın Özdağ da, sizi Suriyelilerden kurtaracağım, diyerek seçmeni ikna eder, iktidara gelir. Hadi hayırlısı!!
Buradan bir vatandaş olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmak istiyorum. “Ayyıldız” kelimesi, kutsal bayrağımızı sözel olarak özetleyen bir ifadedir. Böylesine kutsal ve ortak milli değerimizi çağrıştıran bir ismin bir siyasi partiye verilmesi yasaklanmalıdır. Düşününüz bir kere, ırkçılık söylemleriyle özdeşleştirilecek “Ayyıldız” kelimesi, kutsal bayrağımız için onarılması zor bir leke olarak kalacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM
ABLA
(Değerli okuyucular! Aşağıda okuyacağınız hikâye gerçek yaşamdan alınmıştır.)
Yıl 1927. Erzurum. Bir kış günüdür. Soğuk ve ayaz, insan derisini bıçak gibi kesmekte, rüzgar sokaklarda bir uçtan diğerine ıslık çalarak esmekte, ortalığı allak bullak etmektedir. Ahali evine kapanmış, dışarıyla ilişiğini tamamen kesmiştir. Sokaklar bomboştur. Birkaç atlı araba orada şurada belirmekte, arabacılar üzerilerine attıkları battaniye yığını altında adeta kaybolmuş gibi kamçılarını gelişigüzel savurmaktadırlar. Cam gibi buz tutmuş yollarda bazen atlar veya arabalar kaymakta, istenmeyen durumlar ortaya çıkmaktadır.
İşte böylesine bir günde sokağın bir ucunda atlı bir araba belirir. Yolun kenarına yanaşır. Arabadan genç bir kadın iner. Araba tekrar yola koyulup uzaklaşır. Kadın soğuktan zangır zangır titremektedir. İlk kez büyük bir şehirle tanışmaktadır. Ayaz gözlerini bıçak gibi kesmekte, önünü görmesine engel olmaktadır. Donarak öleceğini düşünür. Çocukluğundan beri kendisini lanetlenmiş gibi hissediyordu. Hiçbir yerde istenmiyordu. Kendi isteğiyle köyünden kaçıp gelmişti. Erzurum’un insan kanını donduran buz gibi havasında kaldırımın izbe bir köşesine yığılıp ölürse cesedini belki de ancak ilkbaharda fark edebileceklerdi. Üzerinde ne kimlik ne de kim olduğunu belirten bir kâğıt parçası vardı.
Genç kadın 20 yaşın üstündeydi. Bir zaman dar ve yokuşlu sokaklarda iki büklüm yürüdü. Takatten düşünce bir evin eşiğine oturdu. Umutsuzca kaderinin ona getireceği sonu beklemeye koyuldu.
60 yaşlarında bir kadın ağır adımlarla genç kızın önünden geçiyordu. Gözleri, evin önünde iki büklüm ve çaresiz uzanmış, utangaç görünümlü genç kıza ilişti:
“Kızım! Kimsen yok mu?”
“Yok!”
“Burada böyle oturursan donarak öleceksin! Benimle gel! Bizde kalırsın. Yakında gelinim doğum yapacak. Çocuğa bakarsın!”
Genç kız tek laf etmeden ayağa kalktı, yaşlı kadını takip etti. Duvarları taştan örme iki katlı bir binanın önünde durdular.
Demir tokmak çalınca, evin gelini kapıyı açtı.
“Zinnet, bu genç kızı sokakta buldum. Bizde kalsın. Ev işlerinde sana yardımcı olur!”
Reyhan Hanım elindeki öteberiyi masanın üzerine bıraktı. Kocası Farız Bey, sedirde oturmuş sessizce Kur’an okuyordu. Farız Bey kafasını kutsal kitaptan kaldırdı, Kur’an-ı Kerim’i pencerenin eşiğine özenle koydu. Işıl ışıl mavi gözlerini evine yeni gelen misafire çevirdi:
“Hoş gelmişsin kızım! İsmin nedir?”
“Mahide!”
Reyhan Hanım kocasına yakın gitti. Başından geçenleri anlattı. Farız Bey, mülayim ve sofu karakterde birisiydi. İnsanlara yardım etmenin en yüce erdem olduğunu okuduğu kutsal kitaplardan öğrenmişti. Ailesinin maddi durumu bir cana bakacak kadar iyiydi. Erzurum’un en büyük manifatura dükkanını oğlu Mehmet ile kendi kardeşi Davut birlikte işletiyorlardı.
Akşama doğru ince, sırım gibi bir delikanlı evden içeri girdi. Duruşu ve oturuşuyla gözü pek ve korkusuz bir insan izlenimi veriyordu. Sofraya oturup karnını doyurdu. Mahide, evin erkeğinden utanarak yan odaya kaçmıştı. Mehmet Bey’in annesi Reyhan Hanım, olup biteni oğluna anlattı. Ailenin tek erkek çocuğu olan Mehmet Bey tek söz etmeden annesini dinledi, “Sorun yok!” anlamında kafasını salladı. Gidip babasının yanında oturdu. İş hayatıyla ilgili olarak derin bir sohbete daldılar. Farız Ağa artık yaşlandığı için dükkân işlerini oğluna devretmiş, kendisini manevi dünyanın gizemine kaptırmıştı. Havaların izin verdiği kadarıyla her gün mezarlığı ziyaret eder, ölenler için kutsal kitaptan sureler ve dualar okurdu.
Bir gün Reyhan Hanım ve gelini Zinnet Hanım, artık evlerine hizmetkâr olarak yerleşmiş olan Mahide’yi karşılarına alıp konuştular:
“Mahide, hayatını anlat! Başından neler geçti? Korkma, seni geri göndermeyeceğiz. Sen artık bizim kızımızsın!”
Mahide yutkunur. Ürkek bir ses tonunda konuşmaya başlar:
“Hovvi Gamurç (Köprüköy) köyünde dünyaya geldim. Babam ve annem erken yaşta vefat edince erkek kardeşimle yetim kaldık. Erkek kardeşim, 8-9 yaşına gelince hali vakti yerinde bir aileye çoban olarak gitti. Ben de bir zaman teyzemin yanında kaldım. Ev işlerine yardımcı oluyordum ama buna rağmen beni bir yük olarak görüyorlardı. 15 yaşıma varınca kendimden yaşlı birisiyle evlendirdiler. Kocam bana sürekli şiddet uyguluyordu. Dayaktan nefes almaya zamanım olmuyordu. Arka arkaya iki çocuğum oldu. İkisi de bakımsızlıktan öldüler. Kederimden saçlarım döküldü.”
Mahide, sıkı sıkıya sardığı başörtüsünü açıp bir tek kıl olmayan dazlak kafasını gösterdi. Utandı. Gözyaşlarına boğuldu.
“O günden sonra kocamın şiddeti ve dayağı daha da arttı. Ben de erkek kardeşime haber gönderdim. Beni Erzurum şehir merkezine bırak, öleceksem de oralarda öleyim, dedim. Kardeşim merhametli birisidir. Önce beni korumasına almak istedi ancak gücü yetmedi. Bir gün beni bir at arabasına bindirip Erzurum şehir merkezine bıraktı. Allah yardım etti, Reyhan Hanım beni bir evin önünde görüp evine getirdi.”
Reyhan ve Zinnet Hanım, duyduklarından rahatsız oldular. Boğazları düğümlendi. Gözyaşlarını eşarplarıyla kuruladılar. Reyhan Hanım söz aldı:
“Merak etme Mahide! Bu ev artık senindir. Sen bir yabancı değil bizim kızımızsın.”
***
Mahide’nin gelişinin ikinci ayında Zinnet Hanım ilk çocuğuna doğum yapar (1927). Bir kız çocuğu dünyaya gelir. Adını Muhsine koyarlar. Mahide, zamanının büyük kısmını bebekle geçirir. Bir yıl geçmeden Zinnet Hanım ikinci çocuğunu dünyaya getirir (1928). İkinci çocuğu da bir kızdır. Adını Nazire koyarlar. Mahide, bu kez iki çocuğa bakmakla vakit geçirir. 1863 doğumlu olan Farız Bey, 1931 yılında 68 yaşında vefat eder. Bir yıl sonra, 1932 yılında Zinnet Hanım’ın üçüncü çocuğu dünyaya gelir. Yine bir kız çocuğudur. Adını Naciye koyarlar. Mahide, kendi çocuklarına bakar gibi üç kız çocuğuna dadılık yapar.
1935 yılında Reyhan Hanım vefat eder. Bir yıl sonra Zinnet Hanım, 1936 yılında bir erkek çocuğu dünyaya getirir. İsmini Fetullah koyarlar.
Mehmet Bey’in en yakın arkadaşı Bitlis’ten akraba olduğu Reşit Keki’dir. O yıllar Reşit Keki, Doğu’nun en zengin tüccarlarından birisidir. Sovyetler Birliğiyle sınır ticareti yapmak ister. Canlı hayvan verip karşılığında şeker ve tekstil ürünleri takas edip Türkiye’de pazarlamayı planlar. Bu düşüncesini Mehmet Bey’le paylaşır. Mehmet Bey, kararını verir, 1936 yılında manifatura dükkânındaki hissesini amcası Davut Bey’e devreder, Iğdır’a gitmenin hazırlıklarını yapar.
Iğdır’a yani uzaklara doğru yola çıkmadan önce Zinnet Hanım, Mahide’nin kardeşine haber göndertir. Kardeşi geldiğinde Zinnet Hanım aile kararını açıklar:
“Yakında Iğdır’a doğru yola çıkacağız! Mahide’yi de yanımızda götüreceğiz. Dünya halidir! Gitmeden önce helalleşmenizi istiyorum.”
İki kardeş gözyaşları içinde birbirlerine sarılırlar. Mahide, kardeşini teselli eder:
“Biz uzaklara, Rusya sınırına gidiyoruz. Beni merak etme! Onlar benim hem annem hem babam! Eğer onlara bir şey olacaksa varsın bana da olsun!”
Birkaç gün sonra Kakioğlu ailesi Iğdır’a doğru yola koyulur. Kakioğlu ailesi Iğdır’a ilk geldiğinde, bugün Valilik Binasının olduğu yerde, Obalı Hacı Nağdali isminde birisine ait bir evde iki yıl kadar kirada kalır.
(Bu resim iskân hakkı başvurusu için çekildiğinden ABLA bu resimde yer almamıştır. Resimdeki çocuk / gençlerin hepsi ABLA’nın elinde büyümüşlerdir. Resimdeki NACİYE, daha sonra Mecit Hun’un eşi yani annem olacaktır.)
Bu evde 1938 yılında Safiye isimli dördüncü kız dünyaya gelir. Beş çocuk da ABLA’nın ellerinde büyür. Mahide, aile içinde ABLA olarak bilinir ve çağrılırdı.
Safiye Kakioğlu Alagöz, yıllar sonra ABLA ile ilgili hatıralarını şöyle anlatır:
“Obalı Hacı Nağdali’nin evinde iki yıl kaldıktan sonra, Aziz Gökbakan’a ait İdirmava’daki eve taşındık. İçinde çocukluğumun geçtiği bu ev pembe taşlardan örülü bir Ermeni yapısıydı. Bağır Aras ve eşi Salto Halanın evleri uzağımızda değildi. Evlerimiz arasında dar bir patika yol vardı. Gönlümüz istediğinde birbirimize gidip gelirdik. Ailenin en küçüğü olduğumdan her yere girip çıkar, bununla kalmaz büyükler bahçede veya balkonda oturup sohbet ettiklerinde onları zevkle pür dikkat dinlerdim. Yıllar geçtiği halde bu konuşmalar canlılığından hiçbir şey kaybetmeden hafızamda kalmış.
ABLA, hizmetçiden çok bir kardeş gibi ailemizin bir parçası olmuştu. Giyim kuşamına, temizliğine son derece düşkündü. Çalışkan, becerikli bir kadındı. Onun sayesinde annem ev işlerinden neredeyse muaftı. Çamaşır ve bulaşık yıkamaz, halı temizlemez, ev süpürmezdi. Zamanın çoğunu elinde çantası, yanında üç kızı tanıdık eş dost evlerini ziyarete giderdi. Bunların arasında kasabanın hâkim, savcı ya da askeri üst rütbelilerin evleri ya da Hüsnü (Bingöl) Bey, Aziz Gökbakan gibi yakın aile dostları vardı. Hüsnü Bey’in kızları Şükran ve Müjgan ablalarımla aynı yaştaydı. Birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı.
Annemi gören dertsiz, tasasız bir bürokrat hanımı zannederdi. ABLA, evde kalır, henüz bir çocuk olan Fetullah’la yeni doğmuş olan bana bakardı. ABLA’nın bu fedakârlığı ona hepimizin gözünde ayrıcalıklı bir yer kazandırmıştı. Babam bile ona karşı son derece saygılıydı. Aralarında bu nedenle bir resmiyet ilişkisi vardı. ABLA, ölünceye kadar babamın yanında yüzündeki peçeyi çıkarmadı. Babam da hiçbir zaman onun kalbini kıracak bir şey söylemedi. Herkese sinirlenebilirdi ama ABLA’ya asla! Yolculuğa çıkacağı zaman da, ilk ABLA’ya bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı.
“Mahide! Yarın Gaziantep’e gideceğim. Ne ihtiyacın var!”
O da utangaç fakat gururla ‘Hanım bilir,’ diyerek annemin karar vermesini isterdi.
ABLA’nın ayakkabı, fistan gibi ihtiyaçları olurdu. Babam yolculuktan geri geldiğinde ilk onun hediyesini verirdi. Ayrıca incik boncuk gibi süs takılarını hediye kutusuna ilave ederdi. O da bir çocuk mutluluğuyla hediyesini alır, sevildiği sayıldığı bir ailesi olduğu için mutlu olurdu.
ABLA, evin eşyalarına son derece titizdi. Her şeyin yerli yerinde olmasına özen gösterirdi. Annemin Erzurum’dan getirdiği değişik mutfak eşyaları vardı. Arada bir komşular gelir havan, kevgir gibi o zamanlar kimsede olmayan bu aletlerden ödünç almak isterlerdi. Annem, ABLA’nın korkusundan bunları kimseye ödünç veremezdi.
O yıllar çeşme suyu yoktu. İçme suyu ilkel bir damıtma yöntemiyle elde edilirdi. Bunun için bahçenin bir köşesinde tahtalardan kare şeklinde bir bölme yapılmıştı. Üzerine, içi silindirik, en altında küçük bir delik özel bir taş konurdu. Dereden getirilen çamurlu sudan üç dört kova, buraya boşaltılırdı. Deliğin altına da ağzı geniş bir testi konurdu. Çamur ve tortusundan süzülen berrak su damlaya damlaya testiye dolardı. Bu bizim içme suyumuz olurdu. Bu kocaman siyah taşı her üç günde bir temizlemek gerekirdi. Bu zahmetli işi de ABLA yapardı.
Çamaşır ve banyo suyu elde etmek için de sular kocaman bir fıçıya doldurulur birkaç gün dinlenmeye terk edilirdi. Çamur ve tortu çöker, kısmen berrak olan suyla ihtiyacımızı karşılardık. Evin bulaşığı dere boyunda yıkanırdı.
Elektrik yoktu. Mutfağımızda gaz lambası, oturma odasında lüks lambası yanardı. Giriş kapısına yakın bir yerde gelecek bir misafiri karşılamak için idare lambası hazır bulunurdu.
Ailemize büyük emeği geçmiş ABLA, 1944 yılında ani bir rahatsızlık sonucu evimizde vefat etti. Iğdır’a defnedildi. Ruhu şad olsun.”
ABLA bilinmez bir hastalığa yakalanır. Her gün eriyor, gözlerinin feri sönüyordu. Bir deri bir kemik kalır. Böyle bir günde hayata gözlerini yumar. İlk ölen aile ferdi olduğu için İdirmava Mezarlığına defnedilir. Aradan yıllar geçer. Mehmet Efendi ve Zinnet Hanım da hakkın rahmetine kavuşurlar. Her ikisi de yan yana Narınçoğlu Mezarlığına (Asri Mezarlığa) defnedilirler. Nazire Hanım, her ne kadar dinen caiz olmazsa da Kaymakamlıktan izin alır, ABLA’nın İdirmava mezarlığındaki kalıntılarını Asri Mezarlığa taşır. Bugün ABLA’nın mezarı, kendisine üvey ebeveynlik yapmış Mehmet Bey ve Zinnet Hanım’ın mezarlarının hemen yanındadır. Allah rahmet eylesin! Mekânı Cennet olsun!
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FIKRALAR & ANEKDOTLAR
(Not: Fıkra ve anekdotlardaki ‘Azeri’ ve ‘Kürt’ ifadeleri etnik bir ayrımcılığı ima etmez; aksine Iğdır’ın vazgeçilmez iki etnik değerinin kardeşlik ilişkisini özetler. Aşağıdaki fıkra ve anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.)
CAMIŞ HERİF!
Bir zamanlar Iğdır’da Azeri nüfus yoğun olarak manda (camış) beslerdi. (Kürt nüfus; inek, eşek, koyun ve keçi beslemeyi tercih ediyordu). O yıllar Iğdır’da bataklık alanlar oldukça fazlaydı. 1966 yılında açılan ve Iğdır’ı çepeçevre saran büyük bir kanal açıldı. Amaç, sıtma hastalığına neden olan bataklıkları kurutmaktı. Öyle de oldu. Bataklıkların sayısı azaldıkça manda beslemek de zorlaştı veya önemini kaybetti. Mandanın yoğurdu ve özellikle kaymağı lezzetli olduğundan, manda sayısı azalınca kaymakçılık işi de bir anlamda dönemini kapatır. O günlerden geriye sadece “Camış herif!” şeklinde bir küfür günlük yaşamın içinde yaşamaya devam eder.
Bir gün genç bir Kürt, Azeri dostlarıyla kahvehanede oturmuş çay içmekte ve sohbet etmektedir. Bir Azeri, tembel oğlundan şikâyetçidir. İkide bir, “Camış herif!” diyerek lafa girmekte, sözünü de “Camış herif!” diye bitirmektedir. Hayatında camış görmemiş olan genç Kürt, bu kelimenin ne anlama geldiğini merak eder. Yaşlı Azeri açıklar:
“Camış, ineğin kara renklisidir. Camışlar gün boyu çamurun içinde bir o yana bir yana döner dururlar. Bizim oğlan da çalışmamak için gün boyu yatağın içinde camış gibi bir o yana bir yana dönüp duruyor. Hiç olmazsa camışın sütü var, bizim gedenin (oğlanın) hiçbir şeyi yoktur.”
HIYAR HIRSIZLIĞI
İki Kürt çoban, uykunun tatlı olduğu sabaha doğru bir zaman hırsızlık için bir Azeri’nin bostanına girerler. Her ikisinin elinde birer telis (ketenden dokunmuş çuval) vardır. Yeşillikler arasında kaybolurlar. Kopardıkları salatalıkları acele acele telise doldururlar. Çobanlardan birisi 14-15 yaşlarında bir çocuk diğeri güçlü kuvvetli bir yetişkindir. İki telis de ağzına kadar dolunca, yetişkin çoban dolu telisi kaldırıp çocuğun sırtına yükler:
“Kuro, zû bikeve rê!” (Haydi evlat! Çabuk yola düş!)
Kendisi de telisi yüklenir, hızlı adımlarla yola koyulur. Çocuk telisin ağırlığı altında adeta ezilmektedir. Titrek bacaklarıyla zar zor adım atmaktadır.
Köpekler havlayınca ev sahibi kadın elinde pilli fenerle bahçeye çıkar, bahçe duvarı boyunca binbir zahmet ilerleyen genç çobanı görür. Uzaktan seslenir. Genç çoban da korkusundan çuvalı duvara dayar, bırakıp kaçar. Kadın çuvala yakın gider. İçi salatalık dolu telise bakar, kendi kendine söylenir:
“Ne düşünceli adamlar var! Birkaç gündür hastayım. Ne hıyarı toplayacak takatim vardı ne de boş bir telisim! Sağ olsun! Zahmet edip benim için bir telis hıyar topluyup! Allah ömrünü uzun etsin!”
AKAY AKTAŞ’IN AĞAÇLARI
Iğdır’a tekrar geri dönen iki leylek sohbet etmektedirler. Birisi ah çekerek konuşur:
“Geçen yıl burada iki tane bahçeli ev vardı. Evleri yıkıp bahçedeki ağaçları kesmişler, yerine betonarme bina yapmışlar. Böyle giderse yuva yapacak ağaç dalı bulmakta zorlanacağız.”
“Umutsuz olma! Gazeteci Akay Aktaş bürosunun önündeki iki ağacı kestirmemek için direniyor. O yaşadıkça şimdilik bir sorun yok!”
(Biraz da Amerikan fıkraları… Ne dersiniz?)
ŞÜKRAN GÜNÜ YEMEĞİ
Amerikalı ailelerin önemsediği iki önemli gün vardır: Thanksgiving (Şükran Günü) ve Christmas (Noel). Amerikan aile yapısında gençler 18 yaşından itibaren yuvadan uçup giderler. Anne ve babanın en büyük hayali bu iki önemli günde aile fertleriyle aynı masada oturup yemek yemektir.
Karı-koca Arizona eyaletinin başkenti Phoenix (finiks) şehrinde oturmakta, oğulları New York’ta kızları da Şikago’da çalışmaktadırlar. Yaklaşan Şükran Günü için baba telefona sarılır. Oğlunu arar:
“Evlat! Bıktım annenden! 40 yıldır başımın etini yiyip duruyor. Boşanma davası açtım. Şükran Gününden iki gün önce boşanacağız.”
Oğlan çok üzülür. Kız kardeşini arar. Durumu açıklar. Çok geçmeden oğlan ve kız Şükran Gününden iki gün önce Phoenix şehrinde olmaya karar verirler ve bu kararlarını ailelerine iletirler.
Baba salondaki koltuğa otururken karısına seslenir: “Hanım, çocukların Şükran Günü buraya gelmelerini sağladık ama Noel için ne yalan uyduracağız?”
YALAN DETEKTÖRÜ ROBOT
Adamın birisi bir robot satın alır. Robotun en önemli özelliği yalanı anlaması ve karşılığında tokat indirmesidir.
Akşam yemeğidir. Baba oğluna sorar:
“Evlat bugün neredeydin?”
“Okulda!”
Robot çocuğa bir tokat atar. Çocuk kendisini toparlar:
“Tamam! Tamam! Doğruyu söyleyeceğim, arkadaşın evinde DVD izliyordum.”
“Ne DVD’si?”
“Kung Fu filmini!”
Robot çocuğa bir tokat daha indirir. Çocuk mahcup şekilde doğruyu söyler:
“Tamam! Tamam! Erotik bir DVD’yi izliyorduk.”
Baba kızgınlıkla söze girer:
“Ne? Erotik bir film mi? Senin yaşındayken ben erotiğin ne olduğunu bile bilmezdim.”
Robot, babaya da bir tokat indirir.
Bunu gören anne kahkaha atar:
“Ne de olsa senin oğlun!”
Bunun üzerine robot anneye de bir tokat atar.