Son Yazılarımız

MELEKLİLİ ÇOBAN

Ağrı Havalimanına doğru yola çıktık. Araçta dört kişiydik.

1920-30 yılları arasında Iğdır’ın ilk kaymakamı (geçici), ilk Milli Emlak ve Tapu Dairesi müdürü ve ilk davavekili (avukat) olarak önemli görevlerde bulunan Numan Efendi’nin kardeşi Abdurrahman Bey’in torunu Ahmet Ertuğrul, şoför koltuğundaydı. Yanında, Kültür ve Turizm Bakanlığında Müşavir olarak görev yapan değerli hemşerim Asım Keser; arka koltukta da ben ve eşim Şeval oturuyorduk.

Doğubayazıt’ı geçip Ağrı’ya doğru yol alırken, ani bir kararla Balık Gölü’ne bir selam verip, Taşlıçay üzerinden yolumuza devam etmeye karar verdik. Ne de olsa uçuş için bolca zamanımız vardı!

Köyler arasından geçtik. Henüz Balık Gölü’ne ulaşmış değildik. Bir tepede virane ve terk edilmiş evler gördüm. Eskiden bir köy yeri olduğu belliydi. Ahmet söze girdi:

“Bu köyde (Çalıxa) bir zamanlar aynı aşiretten insanlar barış içinde yaşıyorlardı. Bir gün bir olay patlak verir, köy ikiye bölünür. Ölümlerin sonu gelmez. Köy artık yaşanacak bir yer olmaktan çıkar, hep birlikte Batı’ya göç ederler. O gün bugündür, geriye dönen olmadı.”

Tepede, çatıları çökmüş ve terkedilmiş evleri görünce yüreğime bir ağırlık çöktüğünü hissettim. “Kan davası” belasının Kürt insanın ruhunu nasıl kemirip yok ettiğini, köyleri ve aşiretleri nasıl yorgun düşürüp tükettiğini iyi biliyordum. Virane köyü geride bırakıp Balık Gölü’ne doğru yola devam ettik.

Hava buz gibi soğuktu. Birkaç gündür devam eden yağışlardan dolayı toprak ve asfalt karışımı yol kimi yerlerde gölleşmiş kimi yerlerde bataklığa dönüşmüştü. Çok geçmeden mavi siluetiyle Balık Göl, yemyeşil tepelerin arasından göründü.

Balık Gölü, 2241 metre rakımıyla Türkiye’nin en yüksek göllerinden biridir. En derin yeri 37 metre civarındadır. Doğubayazıt ilçesi ve çevre köyler için içme suyu kaynağıdır. Dağlardan gelen dereler, kıyıdaki pınarlar ve yeraltı sularıyla beslenir. Çevresi sazlıkla kaplıdır. Doğubayazıt’a 60 km, Taşlıçay’a 26 km uzaklıktadır.

Gölün kıyısında büyük bir bina vardı. Yaz aylarında otel ve lokanta olarak hizmet verdiğini söylediler. Etrafta kimse yoktu. Sonradan otelin sahibi olduğunu öğreneceğim uzun boylu birisi binanın önünde tek başına, bir şeyler yapmakla meşguldü.

(Soldan sağa) Şeval Hun, Mücahit Özden Hun, Asım Keser ve Ahmet Ertuğrul

Balık Gölü Kıyısında

Arabadan inip selamlaştık. Çok geçmeden ikinci bir köylü yanımıza geldi. Şikayetlerini ve endişelerini sıralayıp durdular. Doğubayazıt’ın içme suyu Balık Gölü’nden temin ediliyormuş. İlçenin nüfusu çoğalınca ikinci bir boru yerleştirilmiş, gölün su seviyesi de her geçen yıl düşüyormuş. Köylü kararlı bir şekilde görüşünü söyledi:

“3-4 yıl sonra Balık Göl, kuruyup yok olacak!”

Anlattıklarına göre gölde artık alabalığın da sonu gelmişti. Üreyip çoğalmaları için farklı cinsten balıkları gelişigüzel göle atmışlar, onlar da alabalığı yem olarak tüketip yok etmişlerdi.

Tekrar yola koyulduk. Bu kez toprak ve çimen karışımı bir yolda ilerlemeye başladık. Yol bazen bataklığa dönüşüyor bazen de yemyeşil çimen halinde uzanıyordu. Tepelere tırmandıkça karlı dağlar ve gölün maviliği unutulmaz bir manzara olarak önümüzde uzanıyordu.

Gölü geride bırakıp dağlar ve tepeler arasında yol alırken bu kez karşımıza, kocaman bir ovanın içerisinde, yolun iki yanına dağılmış devasa bir koyun sürüsü çıktı. Hayvanlar birbirlerinden aralıklı ovaya yayılmış, hem otluyor hem de aynı yöne doğru hareket ediyorlardı. Bu pastoral manzaradan görüntü almak için arabadan indik.

Dondurucu soğuk insan yüzünü bıçak gibi kesiyordu. Üç çoban bize yaklaştı. Selamlaştık. Hâl hatır sorduk. Bu soğukta çobanlık yapmanın zorluğunu anlamak için söze gerek yoktu. Meraklanıp nereli olduklarını sordum. İkisi Kürt birisi Azeri’ydi. Kürtlerin çobanlık yeteneği ve dağların zorluğuna dayanıklı olmaları bilinen bir gerçeklikti.

Kürt çobanlardan biri

Azeri çobana nereli olduğunu sordum.

“Iğdır’ın Melekli köyündenim (beldesi)”

(Melekli, Iğdır’a bağlı bir beldedir. 3500 civarında bir nüfusa sahiptir.)

Bir hemşerimi burada dondurucu soğukta çobanlık yaparken görmek beni duygulandırdı. Yüzü ve yanakları, buz gibi soğuk nedeniyle kızarmış, hatta morarmıştı.

“Kimlerdensin?”

“Artantaş ailesindenim.”

“Yücel Artantaş akrabanız mı?”

“Amcaoğluyuz. Kan davası yüzünden ailelerimizin arası açıldı. O günden sonra bir daha birbirimizi görmedik. Ben de uzak yerlerde çobanlık yaparak hayatımı kazanıyorum.”

Koyun sürüsünü göstererek umutsuzca konuştu:

“Artık hayvancılık da öldü! Sonu geldi!”

“Kan davası” belasının Azeri hemşerilerimi de yaşama küstürdüğünü ve kendi toprağından uzaklara savurduğunu görmek beni üzdü.

Yolumuza devam ederken, Kürt ve Azerilerin acıda, kederde, yoksullukta ruhlarının kardeşlik duygusuyla birleştiğini; zenginlik ve refahta da tam aksine ruhlarının birbirinden kopup uzaklaştığını, birbirlerine yabancılaştıklarını fark edip bu sosyolojik fenomeni anlamaya çalışarak yeşilliklere, tepelere dalıp gittim.