Paris’te Fransızca öğreniyordum. Bir gün hocamız sınıfa elinde bir kitapla geldi. Mor ve sarı renkli kapağı havada sallayarak ekledi: “Sizin gibi Fransızcaya yeni başlayanlara mutlaka bu kitabı okumasını salık veriyorum.”. Hocanın elinde salladığı kitabın adı Küçük Prens idi.Satın alıp okumaya başladım. Kitap sade ve anlaşılır bir dille yazıldığından çok fazla sözlüğe başvurma gereği duymadan bir solukta okuduğumu hatırlıyorum.
Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry (antuandö san ekzuperi) tarafından 1943 yılında yayımlanan Küçük Prens kısa sürede dünyanın en çok satılan ve okunan kitaplarından biri oldu. Kitapta bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır. Olaylar ve konuşmalar Sahra Çölü’ne düşen bir astronotun Küçük Prens’le karşılaşması ile başlar.
Yazar,bu kitabı New York’taki bir otel odasında kaleme almış hatta çizimlerini de kendisi yapmıştı. Her ne kadar yazar bir çocuk kitabı yazmayı planlamışsa da Küçük Prens sonraki yıllar daha çok yetişkinlerin dikkatini çeker. Ele aldığı konular post-modernizm akımının habercisidir. Yazar, insanlığın içinde bulunduğu duruma, devam eden İkinci Dünya Savaşına, umutsuzluğa, otoriteye ve bilim insanlarına kökten bir eleştiri getirir.Kısa sürede popüler olan Küçük Prens 210 dile çevrilmiştir.
Yazarın kendisi de pilottu. Hatta 1935 yılında bir keresinde hız denemesi yaparken Sahra Çölü’nün ortasına düşer. Bu yüzden kaleme aldığı kitabı için mekan olarak Sahra Çölü’nü seçer.
Kitabın konusu kısaca şöyledir: Yazarın uçağı bozulur ve Sahra Çölüne iniş yapmak zorunda kalır. Çölde Küçük Prens ile karşılaşır. Küçük Prens yazara yaşadığı yeri, yaşadığı maceraları anlatmaya başlar. O, B612 isimli Asteroidinde (gezegen) tek başına yaşayan bir prenstir. Gezegeninde çok sevdiği güle özenle bakar. Gülüne nasıl daha faydalı olabileceğinin yollarını araştırmak istediği için diğer gezegenleri dolaşmak zorunda kalır. Böylece bir gün yolu dünyaya düşmüştür.
***
Geçenlerde İnternette dolaşırken bir yazı okudum ve bir resim gördüm. Ünlü Fransız astronot Thomas Pasquet (tomas paske)uzay istasyonundan dünyaya bakıyor ve şöyle diyordu: “Aşağıda sadece kıtaları ve mavi okyanusları görüyorum. Buradan her şey çok güzel görünüyor!”
Çok kızdım! Demek ki dünyada her şey güzel ve mükemmel görünüyor ha! Derhal gardırobuma yöneldim.Ha! Unutmadan bir konuya açıklık getirmek istiyorum:
Çocukluk yıllarımda Süpermen çizgi romanını okumaya oldukça meraklıydım. Bir gün terzilik yapan teyzem Singer marka dikiş makinesinde şarkı söyleyerek elbise dikiyordu. Ben de sobanın yanına uzanmış pür dikkat çizgi roman kahramanı Süpermen’in yeni sayısını okuyordum. Teyzem kitabın kapağındaki Süpermen resmini görünce, gönlümü almak için önerdi: “Eğer çok istiyorsan o elbisenin aynısını sana dikebilirim.” Sobasının küllerini boşaltmak ve tezek taşımak işini zevkle yaptığım için herhalde teyzem beni sevindirmek istemiş olmalıydı. Ölçümü alıp dikiş makinesinin başına oturdu.
Teyzemin özenle diktiği Süpermen elbisesini gururla giyindim. Mahalleli arkadaşlarıma hava attım. Elbise, ipekli kumaştan yapıldığı için yırtılacağı endişesi taşıyordum. Bu nedenle sokakta giyinmek yerine annemin çeyiz sandığında saklamayı tercih ettim.
Yetişkin bir insan olmuştum ama hâlâ arada bir Süpermen elbisesini sandıktan özenle çıkarıyor, zorlukla olsa da giyiyor, aynada kendime övünçle bakıyordum. Bu durum bir zaman böyle devam etti. Sonra Süpermen elbisesini sandığın bir kenarına sıkıştırıp unuttum, taa ki…
***
Fransız astronota kızınca ilk işim Süpermen elbisesini giyinip uzaya doğru uçmak oldu. Astronot Mösyö Pasquet (paske) uzay aracının penceresinden mavi bir küre gibi görünen dünyaya keyifle bakıyordu. Sinirli bir tavırla elimi kırılmaz camdan yapılmış kasketinin altından geçirip kulağını yakaladım.
“Mösyö Pasquet! Söylediklerinizi okudum. Sizi dünyaya götüreceğim. Bakalım her şey buradan gördüğünüz gibi güzel mi?”
Zor kullanıp benden kurtulmak istedi ama Süpermen’inüstün gücünden habersizdi. Uzay aracından çekip çıkardım. Dünyaya doğru hızla yol aldık. Çok geçmeden atmosfere dalıp karşımıza çıkan ilk kara parçasına yaklaştık. Hindistan’ın batısındaki Maharaştra eyaletinde yarım milyon nüfuslu Sangli Mirajisimli şehrin yakınına düşmüştük. Şehre doğru yürüdük.
Mösyö Pasquet sordu:
“Hangi ülkedeyiz?”
“Hindistan!”
“Ne şansızlık! Çince biliyorum ama Hintçe bilmiyorum.”
“Merak etmeyiniz ben biliyorum. Yardımcı olacağım.”
Öğleden sonrasıydı. On binlerce insan perperişan sokaklara düşmüş koronavirüs salgınından hayatını kaybeden yakınlarını çarşaflara sarılmış halde omuzlarında taşıyorlardı. Astronot meraklandı:
“Küçük Prens! Ne oluyor burada? Bu insanlar nereye gidiyor?”
“Mösyö Pasquet! Görüyorsun 1.90 üzerinde bir boya sahibim. Şu ‘Küçük’ kelimesini ‘Büyük’ kelimesiyle değiştirirsek iyi olmaz mı?”
“Tamam! Tamam! O halde size ‘Büyük Prens’ olarak hitap edeceğim. Sorumu yenilemek istiyorum: Bu insanlar nereye gidiyorlar böyle?”
“Ahali, koronavirüsten ölen yakınlarını yakmak için bir yer arıyor.”
“Hastanelerde krematoryum (ölü yakma yeri) olduğunu zannediyordum!”
“Hastane ve morglardaki krematoryumların kapasitesi yetersiz kalıyor. İnsanlar açık alanda topladıkları çalı-çırpı ve odunlarla kendi ölülerini yakıyorlar.”
“Ne kadar vahim bir durum!”
Mösyö Pasquet,kovid virüsü kapacağı korkusuyla kasketini kafasına sıkıca yerleştirdi. Sırtındaki oksijen tüpünü yeniden ayarladı.
Hastanelerden birisine daldık. Her taraf tıklım tıklımdı. Bir yatağı iki-üç hasta paylaşıyordu. Her taraf kir ve pasak içindeydi. Özel elbise giyinmiş birisi ortalıkta dolaşıyordu. Doktor olduğunu varsayıp bilgi almak istedim:
“Doktor Bey! Durum nasıl?”
“Doktor değilim. Düzeni sağlamaktan sorumlu bir görevliyim. Hastanede doktor veya hemşire yok!”
“Nasıl olur! Neden doktor yok?”
“Arkadaşlarının çoğu koronavirüsten ölünce hepsi mesleklerinden istifa edip kaçtılar. Hastalar kendi kaderleriyle baş başa kaldılar. Ne ilaç var ne de aşı!”
Mösyö Pasquet bunları duyunca irkildi. Korkuyla titrediğini hissediyordum.
“Büyük Prens! Ne olursun buradan gidelim!”
Kendisine hâlâ kızgın olduğum için Mösyö Pasquet’nin kulağından tuttuğum gibi gökyüzüne yükseldik, havada bir zaman uçtuk. Mösyö Pasquet uzaktan Ağrı Dağı’nın karlı zirvesini görünce heyecanlandı:
“Karşıdaki dağa yakın bir yerde mola verelim. Sonra yolumuza devam ederiz.”
Ağrı Dağı’na kuş uçuşu 30 km uzaklıktaki yerel halkın “Quçê” ismini verdikleri bir dağ köyünün yakınına iniş yaptık. Aslında Quçe yani Kuçe, Mezraa isimli bir köye bağlı bir mahalledir ama halk dilinde köy olarak bilinir.
Hindistan’ın insan kalabalığından sonra sakin ve pastoral bir yere geldiğimiz için Mösyö Pasquet’nin yüzü gülüyordu.Sevincini belli etti:
“Aaah! Şu dağlara ve yeşilliklere bak! Ne muhteşem! Hayatımı burada geçirmek isterdim.”
Haklıydı. İlk görünüşte pastoral manzara ve kır yaşamının sükûneti insana huzur veriyordu.
Hemen ekledim:
“Ne tesadüf Mösyö Pasquet! Bu köyde akrabalarım oturuyor.”
“Hangi ülkedeyiz?”
“Türkiye!”
“Ne şansızlık! Altı dili konuşabiliyorum ama Türkçe bilmiyorum.”
“Bu köydeki insanlar Türkçe biliyorlar ama kendi aralarında Kürtçe konuşurlar. Merak etmeyiniz. Dil konusunda yardımcı olacağım.”
Köye yakın bir vadide uzanıp dinlenmeye koyulduk. Tam o sırada az ötede koyunlarını otlatan gençler arasında kavga patlak verdi. Süpermen olduğum için en ufak sesleri bile duyabiliyordum. Mösyö Pasquet merakla sordu:
“Gençler niçin tartışıyorlar?”
“Mera yeri için! Her iki taraf da mera yerinin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar.”
“Burada koronavirüs yok mu? Merayı mı kendilerine dert ediyorlar?”
“Koronavirüs var ama mera yeri ve hayvanları onlar için daha önemli”
“Bu ülkede yerler tapulu değil mi?”
“Durum çok karışık! Tapulu, zilliyetli ve hazine yerleri var. Nüfus durmadan çoğalıyor. Bu yüzden köylüler zilliyetli ve hazine yerlerini zorla ele geçirmek için yarış halindeler. Güçlü olan kazanıyor. Bazen istenmeyen olaylar, yaralanmalar hatta ölümler bile olabiliyor. Unutmadan eklemek istiyorum: Bu köyde yaşayanların hepsi akrabalar. Yedinci dedede birleşiyorlar. Buna rağmen birbirlerine karşı acımasız davranabiliyorlar.”
Konuşmamız bu yönde devam ederken gençler arasında sopalı bir kavga baş gösterdi. Gençler birbirlerine acımasızca saldırıyorlardı. Darbeler sert ve ölümcül idi. Kafalarına aldıkları darbelerle yaralanan gençler yere düştüler. Baygın yatan bir genci sürükleyip dere kenarına attılar. Bu vahşet karşısında Mösyö Pasquet irkildi, hatta kusar gibi oldu. Böylesine acımasız bir şiddete daha önce tanıklık etmediği belliydi. Judoda siyah kuşağa sahip olmasına rağmen Mösyö Pasquet gençlerin ölümüne kavgasından ürkmüştü.
Mösyö Pasquet bana çıkıştı:
“Büyük Prens! Köyde oturanların akraban olduğunu söyledin. Niçin onları bir araya toplayıp herkesin gönlünün razı olacağı kararlar aldırmıyorsun? Eğitimli birine benziyorsun, size yakıştıramadım.”
“Bana haksızlık ediyorsunuz Mösyö Pasquet! Daha geçen hafta tarafları bir araya getirdim. Anlaşmaya sağlayamayınca toplantı da dağıldı. Benim gücümün de bir sınırı var! Yıllardır kökleşmiş aile düşmanlıklarını bir toplantıda çözmek kolay olmuyor.”
“Devlet müdahale edemiyor mu?”
“Devlet kural olarak ölüm ve yaralanma durumlarında devreye giriyor. İnsanlar eğer öldürmeyi kafalarına koymuşlarsa devletin bunu öngörmesi ve engellemesi mümkün değil! Devletin hatası bölge insanının tek geçim kaynağı olan hayvancılığı düzenleyecek ve teşvik edecek programları zamanında uygulamaya koymamasıdır.”
“Büyük Prens! Nasıl bir program çözüm olabilirdi?”
“Mösyö Pasquet! Her şey zamanında yapılınca bir değeri ve anlamı olur. Neredeyse Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürtlerin tek geçim kaynağı olan hayvancılık ihmal edilmiş, böylece Kürtlerin para sahibi ve eğitimli olmaları engellenmiştir. Dünya ülkeleri daha 1950’li yıllarda yaylacılık veya açık arazide hayvan beslemekten vazgeçip, kapalı alanda yani besi hayvancılığına geçiş yaptığı halde bu durum Doğu Anadolu bölgesinde henüz gerçekleşmemiştir. Aslında Iğdır 1950’li yıllarda büyük bir fırsat yakalamıştı. Kazım Karabekir Tarım İşletmesi (o zamanki ismiyle Devlet Üretme Çiftliği) kurulmuştu. Şeker pancarı ekimi de yeni başlamıştı. Şeker pancarı küspesi hayvan besiciliğinde önemli bir rol oynar. Eğer o yıllar Iğdır’da bir şeker fabrikası kurulsaydı, Devlet Üretme Çiftliğinde besi hayvancılığı hız kazanabilir, büyük süt mamulleri işletmeleri kurulabilirdi. Maalesef devletin Iğdır bölgesindeki tarım ve özellikle hayvancılık politikası 1950’den beri iflas etmiş durumdadır. Doğu Anadolu bölgesi hayvancılığın merkezi olması gerekirken, izlenen ayrımcı politikalarla Batı Anadolu ve Trakya modern besi hayvancılığının merkezi oldu, Doğu Anadolu ihmal edildi. Öyle bir durum yaşanıyor ki artık bugün besi hayvancılığına geçiş yapılsa bile çözüm olmayacaktır.”
“Niçin böyle umutsuz konuşuyorsunuz Büyük Prens?”
“Besi hayvancılığı için önce Pınar, Sütaş gibi büyük süt fabrikalarının Iğdır merkezde kurulması, köylerde toplanan sütün fabrikalara satılması gerekir. Ayrıca bugün bölgedeki Kürtler büyükbaş hayvancılık değil koyun gibi küçükbaş hayvancılığı yapmaktadırlar. Halbuki Pınar, Sütaş gibi fabrikalar 100% inek sütü temelli olarak kuruluyorlar. Köy halkı yaylada besledikleri koyunlarını Kurban bayramı gibi özel günlerde kamyonlara yükleyip Antep veya Batı illerine götürüp neredeyse yok pahasına satmaktadırlar. Aileler çok çocuklu olduğu için elde ettikleri paranın bir değeri olmuyor.”
“Büyük Prens! Bahsini ettiğiniz büyük şirketler Iğdır’da fabrika kurarsa ve devlet de hayvancılık yapan ailelere besi hayvancılığına uygun modern ahırlar için yardımcı olursa ve ayrıca küçükbaş hayvancılığı yerine büyükbaş hayvancılığını özendirecek tedbirler alırsa bu durum çözüm olur mu?”
“Hayır, olmayacaktır çünkü büyük şirketler kendi besi hayvancılığı merkezlerini kendi paralarıyla kurmaktadırlar. Onlar da haklı! Fabrikanın ihtiyacı olan sütü şansa bırakmak istemezler.Mösyö Pasquet! Şu anda Iğdır’da süt toplama merkezleri var. Ayran ve peynir üretimi yapan küçük ölçekli işletme ve mandıralar da bulunmaktadır. Bazıları sütlerini Kars’tan getiriyorlar. Daha önce söylediğim gibi bu işletmeler inek sütünü tercih etmektedirler. Iğdır merkezde veya civar köylerde büyükbaş hayvancılığı besisi yapan aileler bu ihtiyacı şimdilik karşılamaktadırlar.Ayrıca bu işletmelerin kendi besi hayvanları da var. Önemli olan dağ köylerinde yaşayan ailelerin içinde bulunduğu ekonomik, sosyolojik ve siyasal sorunu çözmektir.”
“Sosyolojik sorunla neyi kast ediyorsunuz?”
“Dağ köylerinde doğum oranı yüksektir. Her aile en az 6 çocukludur. Arazi miktarı değişmediği için ya kardeşler arasında miras kavgası olmakta ya da komşu ailelerle arazi ihtilafı yaşanmaktadır. Her olay patlak verdiğinde onları barıştırmak da çözüm gibi görünmüyor. Gençlerin çoğu Batı illerine göç edip özellikle inşaat sektöründe çalışıyorlar ama ailelerine karşı bir husumet olunca işlerini güçlerini bırakıp köye geliyor, çatışmada taraf oluyorlar. Asıl sosyolojik problemi henüz ifade etmedim.”
Mösyö Pasquet meraklandı:
“Nedir o?”
“Şöyle ki bugün herkesin elinde akıllı telefon var. Büyük şehirlere gidemeyen ve köyde kalan gençler ikinci el akıllı telefonlar satın alıp İnternete giriş yapmakta, dünyada olup bitenleri izlemektedirler. Kendilerinin dağ başında, suyu olmayan köylerde dünya zevklerinden uzak ayrıca ıssız, yağışlı, soğuk dağlarda çobanlık yapmak zorunda bırakıldıkları inancına saplanırlar. Kendi koyunu da olsa bu işi yapmak onlara zahmetli ve kabul edilemez bir haksızlık olarak görünür. Büyük şehirlerde yaşayanların sevgilisi ve arabası varken, dağların izbesinde kuytu köşelere fırlatılmış olmak gençlerin yüreklerinde kin ve intikam duygularını biler. Bunun hesabını siyasi iktidarlardan soracak güce sahip olamadıklarından kendi aralarında en ufak bir arazi hatta köpek kavgasında bile birbirlerini ölümüne saldırırlar.”
“Büyük Prens! Olayın bir de siyasi boyutu olduğunu belirttiniz. Bunu açıklar mısınız?”
“Ah Mösyö Paqet! Anlatacaklarımı iyi dinleyiniz. Astronot olarak seçilmek için birçok sınavdan geçmek gerektiğini biliyorum. Bu nedenle üstün bir zekâya sahip olduğunuzu varsayıyorum. Zaten altı dili akıcı şekilde konuşuyor olmanız da bunun bir göstergesidir.
Durum şöyle: Sizi 1970’li yılların sonuna götüreceğim. O yılların Türkiye’sinde onlarca sağ, sol ve milliyetçi Kürt legal ve illegal örgütleri vardı. Bunlardan birisi de ‘Kürdistan İşçi Partisi’ ifadesinin Kürtçe kısaltılmışı olan ‘PKK’ isimli illegal örgüt idi. 1980 Askeri Darbesi olunca sağ ve sol örgütler bir anda yok oldular. Acımasız ve kural tanımaz askeri diktatörlük sağ ve sol örgüt üyelerini yakalayıp sırayla idam etti. Askeri iktidara karşı toplumsal nefret gizliden gizliye büyüyordu. 1984 yılında PKK, askeri darbeye karşı silahlı direnişi başlatınca toplumda askeri yönetime karşı oluşan nefret nedeniyle Türk ve Kürt solcuları Suriye sınırını kaçak geçip PKK’nın Lübnan’daki askeri eğitim merkezlerine gittiler. PKK ilk anda enternasyonalist bir söylem üzerinden propaganda yapıyordu. PKK’nın asıl kurucuları Haki Karer, Kemal Pir, Duran Kalkan ve daha nicesi Türk kökenlidirler. Bu yıllarda PKK’nın eylemleri genel kabul görüyor, sessizce izleniyordu. PKK, aşiret yapılanmalarını tehdit ediyor, köyün veya aşiretin ileri gelenlerini hedef alıyordu. Bu yaklaşımla PKK yoksul köylülerin kalbini kazandı. Korucu sistemi ortaya çıkınca PKK bu kez korucu aileleri çoluk-çocuk demeden katliama uğrattı. 1990 yılında Sovyetler Birliği çökünce PKK ultra-milliyetçi bir Kürt örgütüne dönüştü. Az önce tanımını yaptığım işsiz güçsüz Kürt gençleri için PKK bir cazibe merkezi oldu. Köyde önemsiz ve sıradan bir genç iken, PKK onlara silah ve sorumluluklar vaat ediyor, onlara önemli oldukları duygusunu veriyordu. PKK istediklerini elde edemeyince terör olaylarına başvurmaya başladı. Bugün gelinen noktada PKK bir terör örgütüne dönüşmüş, kendisine zorla veya gönüllü katılan gençleri karanlık ve uluslararası istihbarat örgütlerinin istekleri doğrultusunda kullanmaktadır.
Bugün her Kürt köyü bir zamanlar PKK saflarında savaşmış, daha sonra ya pişmanlık yasasından yararlanarak ya da yakalanıp cezasını çektikten sonra serbest kalan gençlerle doludur.Bu köylerin hepsi maalesef bir silah deposuna dönüşmüş durumda. Bir kavga anında sadece sopalar değil silahlar da konuşmakta, olay hızla yayılarak toplumsal bir boyut kazanmaktadır. Eğer kısaca özetlersem Kürt köylerindeki gençler 1980’den önce devletin ihmaline maruz kalmış, 1980’den sonra da PKK’nın elinde kukla olmuşlardır. Şu anda bu gençlerin sırtını dayayabilecekleri ve güvenebilecekleri bir sistem veya toplumsal değer yoktur. Zihinleri bomboş, kalpleri de duygusunu yitirmiş bir haldedirler. Düşündükleri tek şey intikam, intikam ve intikamdır. En kolay intikam da en yakınındakini küçük bahanelerle öldürmektir.”
Nefeslenmek için durdum. Mösyö Pasquet bir yığın kısa sorular soruyor, olayı tüm boyutuyla anlamaya çalışıyordu. Şaşkındı. Hani zor bir matematik sorusu olsa bir çırpıda halledecek ama anlattıklarım karşısında afallayıp kalmıştı. Mösyö Pasquet umutsuzca sordu:
“Büyük Prens! Aklınızda bir çözüm var mı?”
“Doğrusunu isterseniz hayır diyeceğim. Tek umudum kan parası, başlık parası ve süt parası gibi ilkel pazarlıklar üzerine kurulmuş aşireti kendi içinde sosyal bir dönüşüme uğratmak, toplumsal dayanışmanın ve fedakarlığın önem kazandığı bir sivil toplum örgütüne dönüştürmektir. Örneğin Güneydoğu’da ismini vermeyeceğim bir dostum Metina isimli aşiretini böyle bir dönüşüme uğrattı. Kurduğu dernekler ağıyla aşiretin gücünü ve etkinliğini çağın ihtiyaçlarını dikkate alacak şekilde pekiştirdi. Gençlerin eğitimine önem veriyor, üniversitede okuyanlara burs sağlıyor, yaşlılara özel hizmet sunuyorlar. Bunu yapabiliriz umudunu taşıyorum ancak çok çaba sarf edilmesi gerektiğini de biliyorum. Çünkü böyle durumlarda en yakınınız bile sizi arkadan bıçaklamaya hazır durumda olurlar.”
“Anladığım kadarıyla sorun geçmişte yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal ihmaller veya hatalar yüzünde ortaya çıkmış. Bugünkü sorunu nasıl tanımlıyorsunuz?”
“Bugünkü sorunun boyutu PSİKOLOJİK’tir. Kısacası Kuçe köyü ve benzeri olaylara psikolojik açıdan bakmak gerekir. Iğdır’ın diğer ilçe ve köylerinde de aşiret-içi veya aşiretler-arası yayla kavgalarının sonu gelmiyor. İnsanların kendilerini güvende hissettikleri, zor günlerde yardım alabilecekleri bir toplumsal dayanışma ruhu olmadığından küçük sorunlar istenmeyen sonuçlara neden olabiliyor. Bunun da çözümü Metina Aşiretinin yaptığı gibi dayanışma derneklerinin açılması her aşiret ferdinin yüreğine değerli olduğu duygusunu yerleştirmek ve zor günlerde yardım alabileceği derneklerin gücüne inanmasını sağlamaktır. Özgüven duygusunun yerleşmesi geçmişin tüm tahribatını bertaraf edecek tek çözümdür.”
Mösyö Pasquet yorulmuştu.
“Buradaki durum Hindistan’dan da vahim! Ne olursun beni uzay istasyonuma geri götür. Söz veriyorum bir daha, ‘herşey buradan çok güzel görünüyor’, gibisinden büyük laflar etmeyeceğim.”
Dostluğumuz pekiştiği için bu kez nezaketen kolundan tutarak havalandık, atmosferi delip geçtik. Çok geçmeden uzay istasyonuna ulaşmıştık. Ayrılmadan önce basit bir soru sordum:
“Mösyö Pasquet! Şimdi lütfen söyleyiniz. İnsanlık için yıldızlara gitmek mi önemli yoksa Kuçe köyüne su ve barış getirmek mi?”
Sessizce bakakaldı.