JAPON RUHU-SAMURAY-YENİÇERİ
Değerli okuyucular!
Yabancı dillere olan merakımı çoğunuz zaten biliyorsunuz. Bir zamanlar son derece akıcı konuştuğum diller arasında Japonca da vardı. Siz de takdir edersiniz ki Türkiye’de yaşayınca Japonca konuşma yeteneğim neredeyse buharlaşıp uçtu. Son yirmi yıldır tek kelime Japonca konuşma şansım olmadı. Belki merak edeceksiniz, acaba Japoncaya olan ilgim nasıl gelişti? İsterseniz konuyu baştan alıp kendi durumumu izah edip daha sonra Japon kültürünün insanlığa kazandırdığı çok önemli davranış ve etik kurallarının temelini atan SAMURAY felsefesini dikkatinize sunmak isterim.
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Fakültesinde son sınıf öğrencisiydim (1981). Fazla paramız olmazdı. O yıllar Libya Konsolosluğu, İTÜ Gümüşsuyu Binasının biraz yukarısındaydı. Bir gün Taksim’e doğru çıkarken konsolosluk duvarına yapıştırılmış, “Bedava Arapça kursları” diye bir yazı gördüm. Çok sevindim. Hemen kaydımı yaptırdım. Birlikte kaldığım ev arkadaşlarım için “Arapça” öğrenmek bir anlamda “Gericilik” anlamına geliyordu. Benimle gelmeye istekli olmadılar.
Bir gün Konsolosluktaki Arapça dersini bitirmiş İTÜ Gümüşsuyu yerleşkesine doğru adımlıyordum. Üniversitenin giriş kapısında bu kez, “Bedava Japonca kursları,” yazısını gördüm. Ev arkadaşlarım da istekli olunca haftada iki saat verilen Japonca kursuna başladık. Üniversite, boş sınıflardan birisini Japonca kursuna tahsis etmişti.
Sınıfa ilk girişim bugün gibi aklımdadır. Tahtanın önündeki platformda son derece güzel bir Japon hanımefendisi vardı. Sınıf tıklım tıklımdı. Üç arkadaş bir yer bulup oturduk. Ders başladı. Japon hocamız kırık bir Türkçeyle, “Benim adım Mariko Erdoğan,” dedi. Eğilerek hepimizi selamladı. Elindeki bir tomar kâğıdı sınıfa dağıttı. Kâğıt yetersiz kalmıştı.
Kısa bir not düştükten sonra devam edeceğim. Japoncada dört farklı alfabe var. Korkunç! Bunlar sırasıyla Romaji, Hiragana, Katakana ve Kanji. Yabancılar ve Japon ilkokullarında önce Romaji alfabesi kullanılmaktadır. Romaji, Japoncanın Latin alfabesiyle yazılmış halidir. Mariko’nun dağıttığı kâğıtta Latince harfler vardı. İşimiz kolaydı çünkü kâğıttaki kelimeler yazıldığı gibi okunuyordu.
Mariko, hızlı giriş yaptı. Bir öğrenciye yaklaştı ve sordu:
“Namae wa nan desu ka?” (İsminiz nedir?)
Öğrenci elbette bir şey anlamadı, şaşkınlık dolu gözlerle Mariko’ya ve bizlere baktı. Mariko tahtaya gitti, gerekli açıklamayı yaptı. Üstelik böyle bir soruya verilmesi gereken cevabı da tahtaya yazdı.
Mariko, tekrar öğrencinin yanına geldi ve aynı soruyu sordu. Öğrenci tereddüt dolu ses tonunda ağzında geveledi.
“Watashi no namae wa Hasan.” (Benim adım Hasan’dır.”
Mariko birkaç öğrenciyi sınavdan geçirdikten sonra herkesin yanındaki arkadaşına bu soruyu sormasını ve cevabı almasını istedi. Sınıf uğultuya boğuldu. Ders bittiğinde hepimiz iki cümleyi tekrarlayarak ve Mariko’yu yarı eğilip selamlayarak çıktık.
(NOT: Mariko Erodğan 1953 Tokyo doğumludur. 1979 yılında bir Türk gemi mühendisi ile evlenip İstanbul’a geldi. İlk önce İTÜ’de Japonca dersleri verdi. Sonraki yıllar Türk-Japon Kadınları Dostluk ve Kültür Derneği’nde 10 sene Japonca öğretmenliği yaptı. 1988 yılından beri, Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarihi Bölümü’nde Japonca Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya devam etmektedir. Japoncayı Türkiye’ye ilk tanıtan hocadır. İlk öğrencilerinden birisi olmaktan her zaman gurur duymuşumdur. )
Bir sonraki derse geldiğimde şaşkınlığımı gizleyemedim. Sınıfın yarısı boştu. Üçüncü derste tekrar sınıfın yarısı boşaldı. Dördüncü derste sınıfta 6 kişi kalmıştık. Mariko bizi de kaybetmemek için olağanüstü sabırlı davranıyor, Japoncanın yanı sıra gelenek ve göreneklerinden bahsediyor hatta sınıfa bazı objeler getirip Japon sanatını tanıtıyordu.
Bir gün Japon Konsolosluğunun düzenlediği bir film gösterisine davet edildik. İçerisi her meslekten ve yaş grubundan insanlarla doluydu. Film başladı. Filmde konuşulan Japoncayı anlamamız mümkün değildi. İngilizce alt yazı vardı. Ancak film o kadar muhteşem bir senaryo ile yapılmıştı ki alt yazıları okumadan filmi anlamak ve yüreğinde hissetmek mümkündü. Film bittikten sonra filmin ve yönetmenin ismini sordum. Anladım ki o gün ünlü yönetmen Akira Kurosawa’nın en önemli filmlerinden biri olan Seven Samurai (Yedi Samuray) filmini izlemiştik. Filmin üzerimde bıraktığı etki aylarca sürdü. Mariko Erdoğan ve Akira Kurosawa ile Japon kültürüne artık derinden bağlanmıştım.
Paris’te yaşadığım yıllarda “La Maison de la Culture du Japon” isimli bir kuruluş vardı. Sponsorluğunu Japon Büyükelçiliği üstlenmişti. Opera binasına giden yolun üzerinde, Japonların klasik mimarisiyle süslenmiş küçük bir binaydı.
Asıl Japonca eğitimim Paris’te başladı. Dersleri Kazuko isimli Fransız Dili ve Edebiyatı üzerine doktorasını yapan genç bir Japon (erkek) veriyordu. Fransızcayı iyi konuştuğundan gerektiğinde Fransızca açıklama yapıyor ama hızla Japoncaya geri dönüyordu. Fransız insanının ruhunu iyi yakalamıştı. Fransızlar oldukça sabırsızdırlar. Kafalarına takılan bir soruya o anda cevap bulamasalar, ilgi ve istekleri düşüşe geçer, muhtemelen bir sonraki derse gelmez olurlardı. Kazuko da bunu fark ettiği için anlaşılmayan noktaları Fransızca açıklıyor, öğrencilerin dikkatini üzerinde topluyordu. Tekrara önem veriyor herkesi konuşturmaya çalışıyordu.
Fransızları sınıfa gelmeye isteklendiren başka bir şey daha vardı. Kazuko, sınıfın bir köşesine semavere benzer bir cihaz koymuştu. İsteyen dersi izlerken izin falan istemeden yerinden kalkıp Japon usulü fincana aromalı Japon yeşil çayını dolduruyor, masasına koyuyor, bir yandan dersi izlerken bir yandan da sıcak çayını yudumluyordu.
Kazuko anlayışlı bir hocaydı. Dersler akşam saatlerindeydi. Sınıfa gelenlerin çoğu çalışan sınıfındandı. Bir şeyler atıştırmaya fırsat bulamadan sınıfa geldikleri için açlık sendromu sinirlerini bozuyor dikkatlerini dağıtıyordu. Kazuko semaverin yanına içinde çok lezzetli Japon kurabiyelerinin olduğu bir sepet koymuştu. İsteyen hem çayını içiyor hem pastasını yiyor hem de dersi izliyordu. Bu da sınıftaki öğrenme zevkini artırıyor, bir aile ortamı doğmasına neden oluyordu.
Sınıfın en iyisiydim. Evde, metroda ne zaman vakit bulsam çocukluğumda Teksas, Tommiks okur gibi zevkle Japonca çalışıyordum. Yıl sonu yapılan sınavda birinci olunca Büyükelçiliğin verdiği üç aylık bursu kazanıp Tokyo’ya gittim.
Bir Japon ailesinin evinde kalarak okula gidip geliyordum. Evin sahibi emekli bir doktordu. Fırsat buldukça İkinci Dünya Savaşı anılarını anlatıyordu. Onlarla aynı sofraya oturuyor, hashi (haşi) dedikleri çubukları kullanıyordum. Sofrada çatal, kaşık falan yoktu. İlk zamanlar haşi çubuklarını beceriksiz tutuyor, pilavı ağzıma götürünceye kadar yarısı sofraya dökülüyor bu da karı-koca da hoş gülümsemelere neden oluyordu.
Japonca konuşma yeteneğim ilerledikçe Japon tarihi ve kültürü üzerinde sohbetlerimiz derinleşti. Bir şey çok dikkatimi çekmişti. Yıl 1988 idi. Fransa’da herkes Japon ürünlerini özellikle son model Sony marka televizyon veya Toyota/Honda arabaları almak için yarışırken, kaldığım evdeki televizyon muhtemelen 60’lı yıllardan kalma siyah-beyaz bir televizyondu. Nedenini sorduğumda aldığım cevap çok ilginçti:
“Biz savaştan yenik çıktık. Şehirlerimize iki atom bombası atıldı. Büyük acılar çektik. Japonya’yı yeniden kurmak için disiplinli bir devlet politikası izlendi. Buna göre Japon halkı tüketimi azaltacak, mümkün olduğu kadar ihracata yönelik ürünler üretilecek, bu şekilde ülkeye döviz akışı sağlanacak, bu dövizle petrol, demir vb ürünler satın alınacaktı. Bu yüzden yeni bir televizyon almaya hiçbir zaman istekli olmadık. Kullandığım araba sizin de gördüğünüz gibi çok eski. Devlet istediği hedefine ulaştı, Japonya dünyanın en büyük ekonomilerinden birisi oldu.”
“Başka ülkelerdeki hükümetler de benzer politikaları izlediler ama başarılı olamadılar. Japon başarısının arkasında yatan sır nedir?” diye sordum.
Yüzünde savaş yarası taşıyan doktor gülümsedi, kulağıma fısıldar gibi ama övgü dolu bir ses tonunda konuştu: “Biz de Samuray ruhu var.”
Bu cümleyi duyar duymaz zihnim allak bullak oldu. Samuray filmleri izlemiştim ama Samuray ruhunun ne olduğunu bilmiyordum. Kaldığım süre içinde yaşlı doktorla her akşam oturuyor Japon tarihi ve Samuray ruhunu tartışıyorduk. Çok şey öğrenmiştim. Arada bir Samurayları Osmanlı İmparatorluğunun kurucu gücü Yeniçerilerle karşılaştırıyordum ancak aralarındaki benzerlik ve farkı anladıkça Japon Ruhunu ve gücünü ayakta tutan Samuraylara ilgim artıyordu. Bu yazımda sizlere kısa da olsa Samuray ve Yeniçeri karşılaştırmasını yapacak, bir zamanlar tarihe damgasını vuran bu iki askeri kuruluşun önemini hatırlatıp yazımı tamamlayacağım.
SAMURAY
Samuray eski Japonya’da soylu asker sınıfı için kullanılan bir terimdi. Samuray, kelime anlamı olarak “hizmet etmek” anlamına gelen “saburau” kelimesinden türemiştir. Samuray sadece savaşlarda düşmanı öldüren sıradan bir asker değildi. Kusursuz savaşçılık yeteneklerinin yanı sıra sosyal ve etik değerleri içinde barındıran özgün bir yaşam felsefesine sahiptiler. Bu etik kodların kısa adı Buşido’dur. Buşido geleneği yıllar geçtikçe olgunlaşmış kuşaktan kuşağa geçmiştir. Samuraylar, savaşı bir sanat olarak görmüş, bu anlayışla eğitim almışlardır.
Muhtemelen hepiniz spor salonlarına ya gitmiş ya da filmlerde falan görmüşsünüzdür. Spor salonuna giden üyeler ellerinde ağır aletlerle spor yapar, kas geliştirirler. Kasları ne kadar büyük ve güçlü ise kendilerini aynı derecede üstün ve yenilmez hissederler. Bu durum Samuraylar için geçerli değildir. Üstün ve güçlü olmak için her şeyden önce buşido felsefesinin özümsenmesi gerekmektedir.
Samuray geleneğinde ruhsal bir olgunlaşma süreci vardır. Samurayın her şeyden önce öz disiplin edinmesi şarttır. Samuray kendi bilgisizliğini ve yetersizliğini kendisine en büyük düşman olarak görür. Kısacası buşido bir aydınlanma felsefesidir. Buşido felsefesinin temel ilkeleri kısaca şöyledir:
- Dürüstlük ve adalet
- Cesaret ve gözü peklik
- Sabır ve tahammül
- İyiliksever ve acıma duygusu
- Doğruluk ve açık sözlülük
- Nezaket
- Sadakat
- Kendini tanıma ve kendinin farkına varma
- ONUR
İyi bir Samuray yukarıda sayılan özelliklerin tümüne sahip olmalıydı. Samurayların bu etik değerleri Japon Ruhunun temelini oluşturur ve bugüne kadar kesintisiz devam ede gelmektedir.
İyi bir Samuray iyi kılıç kullanan değil yukarıdaki temel değerleri özümsemiş olandır. Buşido felsefesinde kaybetmek, kazanmak, yaşamak isteği veya ölümden korkmak gibi düşünce ve duygular yoktur.
• Şerefli savaşçılık yolunda geri kalma.
• Efendine yararlı ol.
• Babana sadakatini göster.
• İnsanlar için tutkuyla mücadele et.
Evinde misafir kaldığım yaşlı Japon yukarıda özet olarak verdiğim Samuray ruhunu anlattıktan sonra sözünü şöyle tamamladı:
“Samurayların buşido isimli etik değerleri bugünkü modern Japon toplumuna uyarlanmıştır. 19’ncu yüzyıla gelinceye kadar Japonya’da Şogun altında farklı yönetimler vardı. Dünyada modernleşme akımı başlamış, kılıç devri sona ermiş, ateşli silahlar kullanıma girmişti. Yıllar süren iç savaştan sonra 1868 yılında Şogun yönetimleri yıkıldı, Meiji İmparatorluğu kuruldu. Samuraylar kılıçlarını teslim etmek istemiyorlardı. Yapılan savaşlarla Samuraylar yok edildi veya harakiriye (kendini öldürmeye) zorlandılar. Böylece içine kapanık Japonya dışa açıldı, 1905 yılında Rusları mağlup edince yenilmez ve ciddiye alınması gereken bir devlet oldu. Bugün Samuraylar yok ama onların felsefesi hepimizin kalbinde yaşamaktadır.”
Not: Samuray ruhunu anlamak isteyenlere Yönetmen İnaga’nın 1954 yapımı “Miyamoto Musashi” filmini izlemelerini özellikle tavsiye ederim.
YENİÇERİ
Yeniçeri, Osmanlı Devletinde askeri bir sınıfın adıydı. Osmanlı İmparatorluğu Balkanlarda genişledikçe 8-18 yaşlarındaki Hristiyan çocukları toplanarak devşiriliyordu (yetiştiriliyor). Yeniçeri Ocağı, Padişaha bağlı Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmının büyük kısmını oluşturmaktaydı. Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı Yeniçeri Ocağıydı.
Savaşlarda padişahın bulunduğu merkez kolunda bulunur, savaş esnasında padişah onların arkasında ve ortasında at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın etrafında bulunup onu muhafaza ederlerdi.
Yeniçeriler barış zamanında İstanbul’u korurlardı. 17’nci yüzyıla kadar Yeniçeriler sadece devşirme Hristiyanlardan oluşuyordu. Daha sonra Müslümanlar da Ocağa dahil edilmeye başlanmasıyla, Yeniçeri Ocağı içinde sorunlar baş göstermiştir. Yeniçeri Ocağı tıpkı Samuraylar gibi modernleşmeye uygun görülmeyerek II. Mahmud tarafından 1826’da kaldırıldı.
Yeniçeri Ocağının temelini Bektaşilik felsefesi oluşturuyordu. Hatta 16’ncı yüz yıldan itibaren Hacı Bektaş Veli resmen yeniçeri piri kabul edilmiştir. Bektaşi tarikatıyla yeniçeri ocağı o denli bir birinden ayrılmaz hale gelmiştir ki, bir dede tarikat başkanı seçildiğinde İstanbul’daki yeniçeri kışlasına gelir, tacını kendisine Yeniçeri Ağası giydirirdi. Yeniçeri Ordusu seferlere giderken yanlarında daima Bektaşi dede ve babaları eşlik ederlerdi. Bu ordu, 1826 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin birinci gücü olmuştur.
Yeniçeri Ocağı’nın teşkilatı üç temel üzerinde kurulmuştu:
- Avcılık
- Aşçılık
- Bektaşilik.
Padişahların avlarında ona eşlik etmek için Yeniçeriler cins köpekler veya avcı kuşlar besliyorlardı. Ocak teşkilatının temelini aşçılar oluşturuyordu. Aşçıbaşılar yeniçerilerin ahlaki eğitimleri ve disiplinlerinden sorumluydular. Kazan o kadar önemliydi ki yeniçeriler kritik konularda toplantılarını kazanın çevresinde çember oluşturarak yaparlardı. Ünlü “kazan kaldırma” deyimi devlet politikalarından duydukları memnuniyetsizliğin bir belirtisi, bir isyanın başlangıç işareti olarak kabul edilirdi.
İlk yeniçeriler savaş esirlerinden ve kölelerden oluşmuştur. Sonradan Balkan bölgelerinden Hristiyan çocuklarının devşirme sistemiyle ocağa alınmışlardır. Genellikle Yunan ve Arnavut çocuklar tercih edilmiştir. Sınırlar genişledikçe Bulgar, Sırp, Hırvat ve Ermeni çocuklar ocağa alınmıştır. Sonradan nadir de olsa Rus, Ukraynalı, Romanyalı ve Gürcü çocuklar da ocağa alınmıştır. Çocuklar öncelikle Türkçe öğrenmesi, İslam ve Osmanlı kültürünü benimsenmesi için Türk ailelerine gönderilmiştir.
Ardından Acemi Ocağı’na girip burada 8-10 yıl arasında bir eğitim gördükten sonra yeniçeri olurlardı. Yeniçeriler Acemi Ocağı’nda eğitim gördükten sonra hangi alanda daha iyilerse o alana yönlendirilmişlerdir. Örneğin okçuluk, tüfekçilik, lağımcılık, topçuluk vb.
Yeniçerilerin diğer birliklere göre belirgin farklılıkları vardı. Sadece kendilerinin giydiği üniformalar vardı, düzenli olarak maaş alıyorlardı, mehter marşıyla yürüyorlardı, kışlalarda yaşıyorlardı. Yeniçeriler birbirlerine çok bağlıydı, kendilerini birbirlerinin ailesi olarak görürlerdi.
Samurayların başına gelen Yeniçerilerin de başına geldi. Avrupa’da tüfeklerin yoğun olarak kullanıldığı bir savaş biçimi ortaya çıkmıştı. Avrupa devletleri ile yapılan savaşlarda Avrupa ordularında tüfekli askerlere karşılık olarak, Osmanlı ordusunda sadece yeniçeriler vardı. Bu durumu dengelemek isteyen devlet, çareyi yeniçeri ocağının sayısını arttırmakta bulmuştur. Bu da ocağın bozulmasının baş sebeplerindendir.
Yeniçeri Ocağı, Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) diye isimlendirilecek olan bir kararla, 15 Haziran 1826’da Sultan II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı. Ocağın kaldırılması kolay olmadı. Yeniçeriler direndiler.
Bir gün, II. Mahmud yeniçerileri son kez uyardı ancak yeniçeriler itiraz ettiler. Bunun üzerine II. Mahmud topçulara ateş emri vererek yeniçeri ocağını top ateşiyle yerle bir etti, hiçbir yeniçerinin kurtulmasına şans tanımadı. Kaçabilen yeniçeriler ise yakalandıkları yerde öldürüldüler.
KARŞILAŞTIRMA
Eğer Yeniçeriler ve Samuraylar arasında kabaca bir karşılaştırma yapacak olursak şu sonuçlara varmamız mümkündür:
- Samuraylarda “Sadakat” duygusu çok yüksekti. Halbuki Yeniçeriler iki de bir “kazan kaldırıyor” hatta padişahın kellesini istiyorlardı. Samuraylar efendilerine ölümüne bağlıydılar.
- Kılıç kullanma yeteneği olarak karşılaştırma yaparsak iyi yetişmiş bir Samuray hiç şüpheniz olmasın on Yeniçeriyle baş edecek güçteydi. Kaba kuvvet üzerine temellendirilmiş yeniçeri, kılıcını Samuray’ın kafasını uçurmak için savurduğunda, Samuray çoktan kılıcını Yeniçerinin kalbine vurup çıkarmış ve bir sonraki Yeniçeriyi haklamaya hazır durumda olacaktır.
- Japonya’nın yüzölçümü 378 bin kilometre karedir ancak bunun sadece %20’lik bir kısmı tarıma veya şehirleşmeye uygundur. Bu anlamda gerçek Japonya’nın yüzölçümü 75 bin kilometre kare yani “iki Konya” kadar bir büyüklük anlamına gelir. Bugün bu kadar küçük bir arazide 125 milyon insan yaşamaktadır. Japonya’da ne petrol ne de diğer madenler vardır. Her şeyi ithal etmek zorundadır. Bu haliyle bir dünya devi olan Japonya’nın sırrı nedir, biliyor musunuz? Cevabını bekletmeden vereyim: İnsan zenginliği. Samuraylar yok oldu ama onların Buşido felsefesi okullarda çocuklara öğretilmekte, toplum Buşido felsefesi üzerinde yükselmektedir. Japonya’da kızlar üniversite bitirdikten sonra evlenip ev kadını olmakta, çocukları eğitimli anneler yetiştirmektedir. Bir Japon, bir şirkette göreve başladığında şirkete ve patrona sadakat gösterir ve asla şirket değiştirmez.
- Maalesef bize Yeniçeri ruhundan bir şey aktarılmadı çünkü Samuraylar gibi sarsılmaz bir etik kuralları yoktu.
- Yukarıda sıraladığım Buşido felsefesinin temel ilkeleri Yençeri ocağında ya yoktu ya da kısmen vardı.
- Bugün Japonya’yı ayakta tutan en önemli değer olan ONUR maalesef Yeniçeri Ocağında hiç olmadı. Japonlar bugün bile hala son derece onurlu ve görevinin hesabını veren bir toplumdur. Bir örnek vermek isterim. İzmit köprüsünün ihalesini bir Japon şirketi almıştı. Bu projenin zamanında tamamlanmasından asma köprüler konusunda dünyaca ünlü Japon mühendis Kishi Ryoichi sorumluydu. Bir gün beklenmedik şekilde asma köprünün halatı kopunca köprüyü zamanında teslim edemeyeceğini anlayan mühendis intihar ederek bu hatadan kendisini sorumlu tutmuştur. İşte Buşido kültürü bu türden görevine bağlı insanlar yetiştirmiştir. Bir anlamda Buşido felsefesi Japonya’yı dünya devi yapmıştır.
- Önemli diğer bir fark ise Samuraylar Japon iken, Yeniçeriler içinde her milletten insan vardı.
- Japonya, imparatorluk dönemine geçmeden önce Şogun denilen feodal beyler tarafından parsellenmiş olarak yönetiliyordu. Her Şogun’a bağlı bir Samuray ordusu vardı. Şogunlar arasında yüzyıllarca süren bir iktidar savaşı olmuştur yani Japonya uzun süren bir iç savaş yaşamıştır. Bu rekabetten dolayı Samuraylar olağanüstü bir disiplinle yetiştiler ve bu süreç içerisinde tüm Şogun beyliklerinin iyi tarafını içinde barındıran Buşido felsefesini geliştirdiler . Yeniçeriler ise hep yabancı ülkelere karşı savaşta görev aldılar. Ganimet (yani yağmacılık) bir anlamda Yeniçeri kültürünün bir parçası olarak gelişti. Ganimet için savaşan askerde “ONUR” kodu olmaz.
FIKRALAR & ANEKDOTLAR
BICIK’IN ZULASI
Kedi severim. Birçok kedilerim oldu. Son kedim bir Van kedisiydi. Artık Amerika’ya temelli dönüş yapmayı planladığım zamanlardı. Yıllarını benimle geçirmiş olan Bıcık’ı Almanya’daki kız kardeşime bırakmaya karar verdim. Her ne kadar Van kedisini yurt dışına çıkarmak yasak olsa da Veterinerin, “Kedinin tedavisi için yurt dışına çıkmasına izin verilmesi..” diye başlayan reçetesini gerekli devlet kurumuna götürüp belgelerimi tamamlayıp uçakla yola çıktık.
Ankara’da dairede kaldığım için bahçem yok. Kız kardeşim Leyla’nın bahçeli bir evi vardı. Bıcık, bahçeyi çok sevmişti. Her yaz iki kız kardeşim ve çocukları Ankara’ya geldiklerinden Bıcık, Leyla ve çocuklarıyla birlikte olmaktan zevk alıyor yabancılık çekmiyordu.
Araya başka olaylar girdi. Ankara’ya döndüm. Bir gün acı haberi aldım. Bıcık, kalp krizinden ölmüştü. Ağladım. Kendime kızdım. Üzüntüm o kadar derin ve isyankâr bir ruhla doluydu ki bir daha ASLA kedi beslemeyeceğime söz verdim.
Bu yılın Ocak ayında eşimle Iğdır’a gitmemiz gerekti. Iğdır uçağında yer bulamayınca Van’a uçtuk, araba kiralayıp Iğdır’a vardık. İşlerimiz tamamlandıktan sonra geceyi Van’da geçirecek şekilde yola çıktık. Uçak öğleden sonraydı. Zamanımız vardı. Caddeyi arşınlarken bir pet shop (evcil hayvanların alınıp satıldığı yer) dükkânı gördük. Her ne kadar içeri bakmamak için gayret ettiysem de gözlerim kafesin içinde bir köşede büzüşmüş kirden sapsarı olmuş bir yavru kediye ilişti. Normalde Van kedilerinin yavrulama dönemi Nisan ayıdır.
Dükkân sahibi yavru kedinin Van kedisi olduğunu söyledi, çıkarıp elimize verdi. Yavru kedi sanki, “Ne olursunuz beni buradan kurtarın!” der gibi bize sarılmıştı. Dükkân sahibi pazarlık yapmaya istekli değildi:
“Abi, bu mevsimde bütün Van’ı dolaşın bir tane hakiki Van kedisi bulamazsınız. Üniversitede kedi yavruları var ama iki gözleri ya kehribar (kahverenginin tonları) ya da mavidir. Bu hakiki Van kedisidir. Bakınız iki kulak arasındaki şu küçük siyah noktalar sadece hakiki Van kedilerinde olur. Ayrıca kuyruk sokumundaki kılların alt kısmı kat kat kahverengidir. Elinizdeki safkan Van kedisidir. İndirim yapamam.”
Mecbur kalıp istediği ücreti çıkartıp uzattım. Sağır ve kör olup olmadığını test ettirmek için veterinere gittik. Bir sorunu yoktu. Sadece sokağa terkedilmiş ve bakımsızdı. Mecbur kalıp uçak biletini iptal edip Ankara’ya otobüsle vardık. Daha yoldayken isim babalığı yaptım: BICIK. Biliyorsunuz eski aşklar unutulmaz.
Bıcık bize ve ev ortamına çabuk alıştı. En çok sevdiği ping-pong toplarıyla oynamak oldu. Eşim farklı renklerde üç adet ping-pong topu getirdi. Bıcık’ın zevkine diyecek yoktu. Önce kırmızı topu önüne attık. Maradona gibi sağa sola koşturuyor, top zıplayınca o da zıplıyor, topa hız veriyor sonra hızla koşarak yakalıyor kısacası evimiz bir futbol sahasına döndü.
İkinci gün kırmızı top yok oldu. Şöyle sağa sola baktık ama bulamadık, nasıl olsa iki tane daha vardı. Yeşil topu önüne attık. Yine aynı heyecan ve tutkuyla topun peşinden koşturmaya başladı. Üçüncü gün yeşil top da yok oldu. Şaşırdık. Bu kez mavi topu önüne attık. Ertesi gün mavi topta kayboldu. Bıcık da habire miyavlayıp top istiyordu. Eşim gidip altı adet ping pong topu daha aldı. İnanmayacaksınız ama altı topun hepsi tek tek kayboldu. Ben ve eşim deliye dönmüştük. Toplamda dokuz top bir evde nasıl kaybolabilirdi ki? Kapı ve pencereler sürekli kapalıydı. Masaların, koltukların altına eğilmekte belim büküldü. Bıcık ha bire miyavlıyor yeni top istiyordu. Eşim mecbur kaldı, altı top daha aldı. Bu kez dikkatle izliyor, topun nasıl kaybolduğunu anlamaya çalışıyorduk. Nafile! Tamamı tamamına 15 ping pong topu evde kaybolmuştu. Anlamak imkânsızdı!
Çok affedersiniz bir gün lavaboya gitme ihtiyacım oldu. Kendimi klozetin üzerine yerleştirirken Bıcık da açık kapıdan içeri girdi. Klozete yaklaştı. Arka tarafına geçti. Ayaklarıyla bir şeyler karıştırmaya çalışıyordu. Kulağıma iki ping-pong topunun birbirine değme sesi geldi. Kendimi toparlayıp ayağı kalktım. Elimi klozetin arkasına sokmaya çalıştım. Anlamsız bir şekilde klozetin arkasında derin bir çukur vardı. Kolumu bükemediğimden eşimden yardım istedim. Eşim parmağıyla ping-pong toplarından birine dokunabildiğini söyleyince durum açıklığa kavuşmuştu. Bıcık bütün topları getirip burada gizlemişti ama kendisi de çıkaramadığından her seferinde miyavlayıp yeni top istiyordu. Bıcık zulasının keşfedilmesinden hiçte memnun kalmamıştı. Elime vuruyor, klozetten uzak durmamı istiyordu.
Hortumu getirdim. Çukuru suyla doldurunca ping-pong topları suda yüzen kuğular gibi sessizce suyun üstünde yüzerek çıktılar. Saydım. On beş topun tamamı bu zulada saklanmıştı.
Bıcık birkaç gün üzgün ve küskün bir havada dolaştı. Toplara olan eski ilgisi kayboldu. Biliyorum yeni bir zula bulursa yeniden top oynamaya başlayacak. Şimdilik bekliyoruz.
KAÇ YAŞINDA?
Azeri ve Kürtler nedense çocuklarının yaşını söylerken farklı bir yol izlerler. Azeriler çocuklarının yaşını küçük Kürtler de abartarak büyük söylemeyi alışkanlık edinmişlerdir.
Bir gün her ikisinin de bir oğlan çocuğu olan bir Kürt ve bir Azeri birlikte çarşıya doğru yol alırlarken, Kürt merak eder sorar:
“Senin oğlun kaç yaşındadır?”
Oğlu 14 yaşındadır ama Azeri komşu yaşını küçülterek söyler:
“9-10 yaşındadır.”
Bu kez Azeri, Kürt komşusuna sorar:
“Senin oğlan kaç yaşındadır?”
Oğlu 9-10 yaşındadır ama yaşını abartarak söyler:
“Maşallah bizim oğlan nerdeyse askere gidecek.”
Sessizlik olur. Biraz daha yol alırlar. Bu kez Azeri sorar:
“Oğlun kaçıncı sınıftadır?”
“İlkokul üçüncü sınıftadır. Senin oğlun kaçıncı sınıftadır?”
“İnşallah bu sene Ortaokulu bitirecek.”