Son Yazılarımız

Iğdır ve Ağrı Dağı İsyanı – 7

TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 703 

İSYANIN SON GÜNÜ

İsyan artık son gününe girer. Ordu dört bir yandan hücuma geçer. Çember daraldıkça çatışmalar yoğunlaşır. Merhum Mahmut Alar son günü şöyle anlatır:

“Askeri hareket toptan yok etmeyi hedeflemiyordu. Karşılıklı öldürmeler oldu fakat askerlerin sistematik bir katliam yaptıklarını işitmedim. İsteselerdi İran’a giden geçitleri de tutar ve gece hareketi yaparak bütün isyancıları temizlerlerdi. Zaten isyancıların çoğu da eşyalarını bırakarak İran’a kaçtılar.

Genel askeri saldırı sırasında baba evim Ağrı Dağı’nda isyancıların arasında imiş! Ben de yeni doğmuş, kundakta sarılıymışım. O gün annem, kıl çadırın önünde ev eşyalarını paketleyip sekiz adet öküzü yavaş yavaş yüklüyormuş. Nihayet sıra çadırı yıkmaya gelmiş. Tam o sırada babam atla doludizgin uzakta görünmüş:

“Hanım her şey bitti! Savaşı kaybettik! Bırakın evi ve çadırları! Kaybedecek zamanımız yok!”

Çadırımızı öylece kurulu vaziyette ve eşyaları içinde bırakarak, yanlarına birkaç yorgan ve kundağa sarılı olarak beni alıp hızla oradan uzaklaşmışlar.”

ROMANTİK BİR KAHRAMAN: FERZENDE

Her savaş her çatışma kendi korkaklarını, fırsatçılarını yarattığı gibi kendi kahramanlarını da yaratır. Kahramanlar çeşit çeşittir. Bazıları vardır ki en zor anlarında bile “insanlık”, “onur” ve “fedakârlık” duygularından taviz vermezler. Düşmanına karşı “nefret” duygusu taşımaz veya “nefret” duygusuyla savaşmazlar. Ağrı Dağı İsyanında bunu en iyi Ferzende (Ferzende Bege Halit Beg) temsil eder. Ferzende 1925 yılında patlak veren Şeyh Sait İsyanına katılır, isyan yenilgiye uğrayınca kendisine bağlı desteyle İran’a gider.

Bundan sonrasını Gurci Selçuk’dan dinleyelim:

“Mecit (Hun) üç dört aylıktı (Ağustos 1925). Obamız Arpa-Tepe’ye (Ağrı Dağı) taşınmıştı. Bir gün yayan yürüyen bir kılavuzun arkasında iki süvari kadın çadırlarımıza geldiler. Kadınlar beyaz çarşafla örtünmüşlerdi. Dağ taş gittikleri her yerde, “Ahmed Şemo’nun evini arıyoruz, nasıl buluruz?” diye sormuşlar, bu şekilde evimize kadar gelmişlerdi.

O gün Medete Gulê’nin Ardê’yle evlilik törenleri yapılıyordu. Fattê annem genç yaşın vermiş olduğu merak ve heyecanla düğün dernekleri kaçırmazdı. Zeyno annem Mecit’e çok düşkündü; düğün yerindeki kadınların nazarı değer korkusuyla Mecit’i dışarı çıkarmaz, onunla evde kalmayı tercih ederdi.

İki atlı kadın eve geldiklerinde Zeyno annem evde yalnızmış. 3-4 aylık Mecit de mışıl mışıl uyuyormuş. Kadınlar uzak yerden geliyorlardı. Birisinin adı Besra idi. Hasanhan aşiretinden Ferzende’nin hanımıydı. Cibranlı Halit Beyin akrabası olan Ferzende Ağrı Dağı Teşkilatının önemli isimlerinden birisiydi. Onun yaralandığı haberi üzerine iki kadın çok uzaklardan çıkıp gelmişlerdi. Diğer kadın Şeyh Abdulhadi’nin hanımıydı. Şeyh Abdulhadi, bölgede tanınan Şeyh Kasım’ın kardeşiydi. Şeyh Kasım da isyancıların arasındaydı

Kadınlar çay içtiler. Babam geldi. Besra Hanım babamdan Ferzende’yi nerede bulabileceğini sordu. Babam yerini biliyordu ama söylemedi.

O gün Ferzende’nin nasıl yaralandığına dair şu hikaye anlatıldı:

Ferzende, bir grup arkadaşıyla İran hükümeti yetkililerinden bir görüşme teklifi alır. Mektup geldiğinde yanlarında Şeyh Kasım da varmış. Şeyh, “Ben rüya gördüm oraya gitmeyelim, bizi bir uğursuzluk bekliyor” demiş. Buna rağmen görüşme yapılacak yere gitmişler. Kale gibi surları yüksek bir binanın içinde ağırlanmışlar. Bir ara kapı açılmış, içeri giren şişman bir asker Şeyh Kasım’a tokat atmış. Bu davranışa tepki gösteren Kürtler, İranlılara saldırmışlar. İranlı askerlerin ateş açması yüzünden çoğu orada ölmüş, Ferzende de yaralı olarak kaçmıştı.

Besra Hanım birkaç gün bizde misafir oldu. Babam Ferzende’ye haber göndertti. Ferzende, Besra’nın yanına gelmesine izin verince babamın korumaları eşliğinde İran tarafında bir Kürt köyüne gitti. Anlattıklarına göre Besra Hanım, odadan içeri girip Ferzende’yi yer yatağında yaralı yattığını görünce ağlayarak kendisini onun kollarına atmış. Hüngür hüngür ağlamış. İkisini uzun zaman baş başa bırakmışlar.”

Ferzende 1927 yılında Ağrı Dağı’na gelir, Bıro Heski Telli’ye katılır. Besra Hanım da yanındadır. Ferzende kendisine verilen sorumlulukları başarıyla yerine getirir. Örnek bir liderdir. Savaşçıların bir anlamda moral gücüdür. Duruşu, davranışı, konuşması ve cesaretiyle kısa sürede ün yapar. Bir gün bir çatışmada huzuruna iki Türk askerleri yaralı olarak getirilir. O günün koşullarında infaz en tercih edilen yoldur. Daha önce birkaç kez yaralanmış olan Ferzende askerleri kendi eliyle tedavi eder. Toparlanmaları için bir hafta kadar bir mağarada alıkoyar. Uygun bir zamanda at sırtında savaş bölgesinden uzak bir yere gönderir.

Şeyh Hasan Taysun anlatıyor:

“(25 Temmuz) 1931 tarihinde yapılan bir çatışmada İran hükümeti tarafından yaralı olarak yakalanan Ferzende Beg, Tahran’daki Kasr-ı Kaçer’de on yıl hapis yatar. Cezaevinde vefat etti. Ferzende Beg’in cenazesini yıkarlarken, görevli İran subayı elini Ferzende Beg’in gözlerine sokup, ‘Kim bilir bu gözlerle kaç İranlı askeri öldürdün’ demiş. Orada bulunan akrabamız müdahale edip, subayın bu saygısız davranışına engel olmuş.”

Besra Hanım uzun yıllar Ferzende’nin izini sürer. Yakalandığını öğrenince gözyaşlarına boğulur. İran’ı terk edip baba evine döner.

AĞRI DAĞI İSYANININ YÜREKTE BIRAKTIĞI AĞRILAR

Ağrı Dağı isyanının bölgedeki Kürt aşiretleri üzerinde çok yönlü derin etkisi oldu. Acıların bir kısmı geçen zamanla kendiliğinden onarıldı ancak bugüne kadar hafızalarda canlı kalan, onarılamayan psikolojik-sosyolojik yıkım ve mağduriyetler varlığını halen devam ettirmektedir:

  • Teslim alınmış, hiçbir günahı olmayan, çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan sivillerin Erhacı düzlüğünde kurşuna dizilmesi (Mametkan aşireti),
  • Ağrı Dağı İsyanı hareketinin bastırılması sırasında isyan bölgesindeki sivillerin öldürülmesi veya mağduriyeti,

Ah keşke, insanoğlu kendi ırkına karşı şiddeti, savaşı hiç bilmeseydi; ah keşke, yaptığı savaşlar, katliamlar hafızasında yer etmeseydi, belki daha huzurlu yaşayabilirdi. Ancak bizler, biçare yaratıklar; yakın-uzak geçmişteki olayları bugün yaşanmış gibi canlı-kanlı hatırlar, kendimizi olayın mağduru ya da faili olarak düşünür, bu acıyla veya utançla yaşam serüvenine düşe kalka devam ederiz. Iğdır insanı da bu hafızayı beraberinde taşımaktadır.

HACI EKBER TUFAN’IN YARDIM ELİ

Bıro Heski Telli ve Melekli köyünden Azeri kökenli Hacı Ekber Tufan arasında Iğdır ovasında 1919 yılında yaşanan iç savaş yıllarından beri gelişen bir dostluk ve samimiyet bağı vardır. Ermeni komitacılar tarafından kuşatmaya alınan Melekli köyündeki ahaliyi kurtarmak için Bıro Heski Telli Bayezid vilayetinden Kürt süvari birliğiyle Iğdır’a gelir, sivilleri Erhacı düzlüğüne götürüp güvenli bir şekilde İran Azerbaycan’ına geçişini sağlar. Ne gariptir ki bu kez Bıro Heski Telli, Hacı Ekber Tufan’dan yardım ister. İsyanın son günleridir. Ağrı Dağı sivillerle kaynamaktadır. Açlık, susuzluk had safhadadır. Bıro Heski Telli, Mametkan aşiretinden 70-80 kişilik çocuk, kadın ve yaşlıyı Melekli köyüne gönderir ve Hacı Ekber Tufan’a bir mesaj iletir:

“Burada savaş tüm gücüyle devam ediyor. Açlık ve kıtlık baş gösterdi. Ordu teslim olmayan herkesi yok etme kararı almış. Ortalık sakinleşinceye kadar sivil ahaliye sahip çıkmanızı bir dost olarak sizden rica ediyorum.”

Hacı Ekber Tufan, isyancılara yardım edenlerin derhal kurşuna dizileceğini bildiği halde gelen sivilleri gücü yettiğince ağırlar. Her eve bir aile yerleştirir. Ancak orduya ihbar gider. Köyün etrafı sarılır. Mametkanlılar tek tek toplanır. Beş kamyona doldurulup Iğdır Merkeze götürülür. Hacı Ekber Tufan, Kürt siviller için hayatını tehlikeye atmıştır. Kendisinin kurşuna dizileceğini düşünür. Sorgulanır. Dört yıl önce Ahmed Şemo’ya yardım elini uzatan Yüzbaşı Nuri bu kez Hacı Ekber Tufan’a yardım eder. Ceza almasına engel olur.

MAMETKAN AŞİRETİNİN ACI GÜNÜ

İçi tıka basa çocuk, kadın ve yaşlı dolu beş kamyon geceyi İdirmava’da geçirir. Hacı Safiye Alagöz, BağırAras’ın eşi Salto Hanım’ın kendisine söylediklerini aktarır: “Kamyonlar kanal boyunca arka arkaya dizilmişti. Kimsenin aşağıya inmesine izin verilmiyordu. Arkın içinden su akıp gidiyordu ama çocuklar, ‘Av! Av!” diye ağlıyorlardı. Yanlarına yaklaşmamız kesinlikle yasaktı. İdirmava’nın sakinleri korku dolu gözlerle onlara bakıyordu. Geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin erkenden kamyonlar hareket edip ayrıldılar.”

Kamyonlar Erhacı düzlüğüne gider. Kamyonlar boşaltılır. Siviller bir araya toplanır. Toplu halde kurşuna dizilirler. Cesetler açık alanda kaderine terk edilir. Hafızaları rahatsız eden ne öldürülenlerin sayısı ne de başka bir şey! Hafızalarda dipdiri yaşayan, kalpleri sıkıştıran, boğazları düğümleten neden başkadır: Vahşi hayvanlar açık arazideki cesetleri tüketir. Geriye bir şey kalmaz. Buna rağmen Kürt aşiretleri uzun yıllar, Erhacı düzlüğüne yakın gitmez, evhamlı, vicdanı sızlatan bu toprak parçasını kendinden saymaz.

Aradan yıllar geçer. Bir gün her şeyin unutulduğu bir zamanda, bir Kürt aşireti, kıl çadırını katliam düzlüğüne yakın bir yerde açar. Çocuklar masum bir şekilde katliam düzlüğünde oyun oynarlar. Bir çocuk bir boncuk bulur. Toprağı eşeler, başka boncuklar, elbise parçaları, kırık tarak, eldiven bulur. Bulduklarını herkesten gizler, bir heybede biriktirir. Bir gün annesi heybeyi açar: İçi tıklım tıklım eşya parçalarıyla doludur. Çok geçmeden ne olduğu anlaşılır, aşiret toplanır, ağlar, ağlar, ağlar… Sanki katliam şimdi olmuş gibidir!

KAYBOLAN DÖRT KIZ KARDEŞ

Ali Mirze Bey’in torunu Almas Yancar anlatıyor:

“Kayınpederim Ehmedê Eli Ağa, Ağrı Dağı İsyanına aktif olarak katılmıştı. Ali Mirze Bey Korhan’daki kayınpederime haber göndertir:

“Ehmede Eli Ağa, görünen o ki Türk askeri Ağrı Dağı’nı dört bir yandan kuşatmaya almış. Yakında saldırıya geçecek. Sivil halkın zarar görmemesi için benimle beraber Kandil yaylasına gel!”

Kayınpederim, Ali Mirze Bey’in önerisine sıcak bakmaz, savaş yerinde kalmaya karar verir.

Askerler bir sabah saldırıya geçer. Direnci kırılan isyancılar gruplar halinde İran sınırına doğru çekilmeye başlar. Ortalıkta tam bir panik havası vardır. Bir araya gelen birkaç kadın ve çocuk başkalarını beklemeden yola çıkıyorlar, can havliyle gece gündüz, dere tepe demeden kaçıyorlarmış.

Hamile olan kayınvalidem, kızı Hatun’u da yanına alarak kendisi gibi hamile Besê ve kızı Cemile’yle yola çıkarlar. İran sınırına yakın yerde askerlerin geldiğini görünce gizlenirler.

Arazi kumluk ve küçük çalılıklarla doludur. Kayınvalidem, iki küçük kızı çalı dibindeki kurt yuvasına atar, üzerlerini battaniyeyle örter. Besê de çalılıkların arkasına saklanır.

Askerler battaniye üzerinde yürürler ama bir şeyden şüphelenmezler. Ancak Besê şanslı değildir. Askerler Besê’yi feci şekilde öldürür. Hamile olan kayınvalidem ölüm çığlıklarına kulağını kapatmak ister ama boşunadır. Yaşadıklarının şokuyla çocuğunu düşürür, askerler uzaklaştıktan sonra, yanına Hatun’u da alarak yoluna devam eder, Dela Seva denilen noktadan sınırı aşıp İran askerlerine teslim olurlar.

Hatun Hanım sonraki yıllar Şıh Hüseyin Balamir’le evlendi. Ne zamanki çocukluk yıllarına dair konuşsa birdenbire sessizleşir, gözleri boşlukta asılı kalırdı. O yıllara dair hafızası tamamen silinmişti.

Kayınvalidemin başına bunlar gelirken, kayınpederim de dört kızını atlara bindirip İran’a doğru kaçmaya hazırlanmaktadır.

Mıste Eli ve Xelile Eli adında yaşları küçük iki üvey kardeşi kayınpederimin önünü keserler:

“Kekê (abi), böyle bir günde kendi kızlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorsun değil mi?”

Kayınpederim yaşları üç-on üç arasında değişen dört kızı attan indirir, büyük bir meşe çalılığının altına saklar:

“Bir yere ayrılmayın, amcalarınızı İran’a bırakıp geri döneceğim.”

Ancak geri gelirken Türk askerleri sınırı kapattığı için kayınpederim Türkiye’ye giriş yapamaz.

Kışa doğru sınırı geçer, Doğubayazıt’a gider. O yıllar kaçakları barındıran, ekmek veren anında kurşuna dizilmektedir. Kayınpederimi kimse evine almak istemez. Nihayet Örtülü köyünde bir tanıdık durumuna acır, evinin kapısını açar.

Ramazan ayıdır. Gece yarısı ev sahibi kendi kızı Rukiye’yi sahura kaldırmak için yüksek sesle bağırır:

“Rukiye, Rukiye!”

Kayınpederim uykudan yarı rüya yarı gerçek karışımı bir duyguyla uyanır. Bir an bunun kaybolan kızı Rukiye olduğunu sanır ama ev sahibinin kızının adı da Rukiye’dir.

Bunu öğrenince hüngür hüngür ağlar. Ağlaması dakikalar, saatler değil, günler sürer; yemeden içmeden kesilir, üzüntüye boğulmuş halde vefat eder.

Oğlu Hüseyin kaybolan dört kız kardeşinin izini sürmeye karar verir. Kız kardeşlerin isimleri ve yaşları sırasıyla şöyledir: Rukiye 13, Hazal 9, Zeynep 5 ve Rabia 3. Hüseyin, kız kardeşlerinin kayboldukları bölgeye gider. Civardaki köylerden birisinde oturan yaşlı bir kadınla tanışır.

Kadın şu olayı anlatır:

“Ortalık savaş yeriydi. Sahipsiz çocuklar her yöne doğru kaçışıyordu. Bir akşamüstü dört kız çocuğu evime geldiler. Kızlardan en büyüğü kız kardeşlerinden en küçük olanını bir şalla beline bağlamış, iki eliyle de diğer kardeşlerini tutuyordu. Benden istedikleri ilk şey, “Metê av!‟ (Halacığım su ver!) demek oldu.

Evimde bir düzineye yakın kaçak çocuk saklanıyordu. Hepimiz suya muhtaçtık. O gece evimde kaldılar. Gece yarısına doğru çocuklar susuzluktan dilleri dışarıda kesik kesik soluklanıp can çekişiyorlardı. Onların bu acısını biraz azaltmak için bez parçasını sidikle ıslatıp sırayla kupkuru dudaklarına sürdüm. Ancak yeni gelen dört kız kardeş bunu kendilerine yapmamı istemediler. Sabahleyin uyandığımda evde olmadıklarını, başlarını alıp gittiklerini anladım.”

Hüseyin, kız kardeşlerinin hayatta olduklarını öğrenmişti. Bir ömür onların izini sürecek, bir ömür boyu umutlanacak, bir sonuca ulaşamadan yüreğinde bu hasretle hayata gözlerini yumacaktı.”

BIRO HESKİ TELLİ SAVAŞA DEVAM EDER

Ağrı Dağı İsyanını örgütleyen lider kadronun tamamı İran hükümetine teslim olur. Biri dışında: Bıro Heski Telli

Şeyh Hasan Taysun anlatır:

“Bıro Heski Telli, İran hükümetinin mülteci olma önerisini, “Ben ölünceye kadar bu davayı takip edeceğime yemin ettim” diyerek geri çevirir. Yanındaki 50 kişilik askeri gücüyle gerilla savaşına devam eder.

Bir ara İran hükümetiyle bir anlaşma yapar, Harman köyünü kendisine ikamet olarak alır. İran askerleri köye ani baskın düzenler, Bıro Heski Telli’yi çepeçevre sararlar. Çıkan çatışmalarda Bıro Heski Telli’nin oğlu Efrasiyav ölür Karısı Rabia Hanım da esir düşer. Bıro Heski Telli, çemberi yarıp kurtulmayı başarır.

Bıro Heski Telli, Ağrı Dağı civarında gerilla faaliyetlerine devam eder. (25 Temmuz) 1931 tarihinde İran askerleri, Geliya Sira ismiyle bilinen Milan aşiret güçleriyle birlikte Bıro Heski Telli’ye karşı saldırıya geçerler.

Yıllar sonra bu saldırıya katılan Milan aşiretinden birisinin ağzından şu hikâyeyi dinlemiştim:

‘Milan milis güçleri olarak en önde savaşıyorduk. Bıro Heski Telli ve arkadaşlarıyla sıcak temas kurmuş, ablukaya almıştık. Çatışma bütün şiddetiyle devam ediyordu. Birden Bıro Heski Telli’nin tüfeği sustu. Çok geçmeden ona yakın mesafedeki kardeşi Eyüp Ağa’nın da silahı sustu. Bıro Heski Telli ağır yaralıydı. Elindeki tüfeği sımsıkı tutuyordu. Arkadaşlarımızdan birisi tüfeği elinden alınca, Bıro Heski Telli gözlerini açtı, Ağrı Dağına bakarak zorlukla konuştu.

“Eyvah! Glidağ ma bêxweyi!” (Eyvah! Ağrı Dağı sahipsiz kaldı!)

Bu onun son sözü oldu.

Bıro Heski Telli’nin ölümüyle Ağrı Dağı İsyanı da tamamen sona ermiş olur. İsyan hareketi onunla başlar ve onun vefatıyla sona erer.

ALMAS YANCAR ANLATIYOR

Yasak bölge kalktıktan sonra (1950) Hıdırlı köyüne geri dönüp yerleştik. Aralık ilçesinde Ziver Hanım isminde Azeri bir kadınla dostluğum vardı. Bazen bir araya gelir sohbet ederdik. Bir gün bana şu olayı anlattı:

“Ağrı Dağı İsyanının dağıldığı günlerdi. İsyan bölgesinden sivil halktan insanların öldüğü haberleri geliyordu ama yasak bölge olduğu için gidiş geliş yoktu. Bildiğim tek şey, her sabah kasabamızın köpekleri koyun sürüsü gibi kendiliğinden bir araya gelir, Ağrı Dağı’na doğru koşarak yola çıkarlardı. Akşam döndüklerinde ağızlarında insan kemikleriyle ortalıkta dolaşırlardı.

Daha sonra bu köpeklerin Zemyan deresine gidip orada açık arazide yatan cesetleri yediklerini öğrendik. Köpekler öylesine vahşileşmişlerdi ki kimse onlara yaklaşamıyordu bile”

HELİKAN AŞİRETİNİN KADERİ

İsyan yıllarında Helikan aşiretinin tamamı İran tarafındaki sınıra yerleşikti. İsyancılara en büyük lojistik desteği Helikan aşireti sağlıyordu. Bu yardım Türk hükümetini rahatsız ediyordu. Duruma müdahale etmesi için İran’a ültimatom verdi. İran askerleri Helikan obasını ablukaya aldı. Bu sefer Türk hükümeti Helikan aşiret reisi Halit Ağa’ya haber göndererek Türkiye’ye davet etti. Çıkış yolu bulamayan Helikan aşiretinin tamamı Türkiye’ye giriş yaptı. Bundan sonrasını Hüseyin Bademci’nin anlatımına bırakıyorum:

“İran’a yerleşik Helikan aşireti, Türk Hükümetinin daveti üzerine 1929 yılında aşağı yukarı 2000 aile olarak sınırı geçip Türkiye’ye geldi. Devlet Üretme Çiftliğinde (o yıllar burada Brukan aşiretinden boşalan köyler vardı) bir ay kadar alıkonmuş, bilahare Tuzluca’da (Kulp) bir yıl iskan edilmişti. Onu izleyen yıl, toplu olarak bir arada yaşamayı ümit eden aşiretim ne yazık ki paramparça edilip her biri bir tarafa savrulup atılmıştı.

Bir gün ansızın kamyonlara yüklenen Helikan aşireti, Trabzon limanına götürülür. Aşiret lideri Halit Ağa ve ona bağlı bir kısım evler Trakya’ya, babamın bağlı olduğu grup da Ege’ye gönderilir.(Hayvanı olanlar Trakya’ya olmayanlar da Ege’ye verilmişti ) Bir köye iki aileden fazla olmamak üzere aşiret birbirinden koparılır, kimlik ve onur rencide edilir.

Helikan aşireti lideri Halit Ağa, bölgede etkinliği ve nüfuzu yüksek, sağduyu ve aşiretine bağlılığıyla ön plana çıkmış bir şahsiyetti. Çorlu Değirmen köyüne iskan edilen Halit Ağa bu köyde vefat etti, oraya defnedildi. Çocuğu olmadığından aşiretin liderliğini kardeşi çocukları yürütmeye çalıştı.

Sürgün yılları ailem için kolay geçmemişti. Trabzon’dan gemilerle taşınan aşiret mensupları İzmir Tren İstasyonuna götürülür, oradan trenlerle Aydın’a nakledilir. Bey Camiinde bir hafta alıkonduktan sonra buradan her köye iki aileden fazla olmayacak şekilde dağıtılırlar. Köyden dışarı çıkmaları izine bağlanır. Söke merkeze gidip gelmek bile uzun ve yorucu bir bürokratik işlemi gerektiren, insanlık onurunu zedeleyen uygulamalarla doluymuş. Ailemiz 12 yıl bu köyün dışına seyahat edememişti!

1950 yılında DP iktidara gelince, çıkarılan afla isteyen ailelerin geri dönmesi önündeki engeller kaldırılmış, böylece tedricen dağınık durumdaki Helikan aşireti tersine bir göçle Hasanhan köyünde buluşmuş, 20 yıllık kopukluğun neden olduğu burukluk ve hasretle yeni bir yaşama canla başla atılmışlardı. Bugün Hasanhan köyünün tahminen % 80’i Helikan, geriye kalanı da Keleşkan aşiretindendir.”

AĞRI DAĞI İSYANININ SONUÇLARI

Ağrı Dağı İsyanının siyasal, ekonomik, sosyal ve psikolojik sonuçları ciddi boyutlarda olmuştur:

  • 10 yıl içinde arka arkaya yaşadıkları üç yenilgi yüzünden Kürtler siyasal anlamda umutlarını toprağa gömerler. Kurmançça-Alevi Kürtler Koçgiri İsyanında; Zazaca-Sünni Kürtler Şeyh Sait İsyanında ve nitekim Kurmançça-Sünni Kürtler de Ağrı Dağı İsyanında sırayla yenilgiye uğramış, ulusal bilincin gelişmesi 30-40 yıla yakın bir zaman ertelenmiştir. Sert asimilasyon politikaları ve jandarma baskısı nedeniyle Kürtlerin içinde bir “öfke” birikimi olmuş, 70’li yıllardan itibaren gelişen siyasal ortamda bu “öfke” kendisini “kontrolsüz” biçimde dışa vurmuştur. Türkiye belki de bu “öfke”nin bedelini ödemeye halen devam etmektedir. Bugünlerde Kürt sorunu üzerine kafa yoranların geçmişte yaşananları dikkate almaları, siyasi programlarını bu doğrultuda yapmaları gerekir. Geçmişi göz ardı eden veya önemsizleştiren anlayışlar Türkiye’de barışın gelişmesine katkı sunamaz. Kürt gençliğinin ruhunun ve zihninin, daha çocuk yaşta kendisine anlatılan mağduriyet veya kahramanlık hikayeleriyle şekillendiğinin unutulmaması gerekir.
  • Ağrı Dağı İsyanı sırasında isyancılar, Taşnak Ermenilerinin söz vermiş oldukları para yardımını yeterli miktarda alamadıkları gibi, diplomatik anlamda da sıradan birkaç girişim dışında ciddi bir destek görmemişlerdir. Örneğin Zilan deresinde yaşanan sivil katliamı uluslararası camiaya duyurmadıkları gibi bu konuda Milletler Cemiyetine de çağrıda bulunmamışlardır. Numan Efendi kendi imkanlarının el verdiği ölçüde Hoybun ve Milletler Cemiyetini bilgilendirmeye çalışır, en azından İran topraklarında Milletler Cemiyeti kontrolünde bir bölge oluşturulmasını sağlar. Buraya sığınan siviller mülteci olarak dünyanın dört bir yanına dağıtılır.
  • 18 Mart 1928 tarihinde Ağrı Dağına gelen İhsan Nuri Paşa bir savaş konseyi oluşturur. Vali, kaymakam, nahiye müdürü, jandarma komutanı vb atamalar yapar. Konsey, isyan hareketinin siyasi ve askeri hedeflerini belirler. Askeri hiyerarşi oluşturulur ama uygulamada bu yapı işlerlik kazanmaz. Rütbe ve verilen sorumlulukların pratikte bir karşılığı yoktur. İhsan Nuri Paşa istediği modern anlamda ordu yapılaşmasını kuramaz. Hamidiye Alaylarından kalma alışkanlıklarla savaşa devam edilir.
  • Ermeni Taşnak Partisi bir anlamda Kürtlerin de “tehcir” veya “soykırım” benzeri bir kaderi paylaşmasını ister gibi isyan hareketine ilk önce yakın durur sonra mesafe koyar. İsyandan sonra Kürtler toplu tehcir yerine belli aile ve aşiretleri hedef alan “kısmi tehcir” yani “zorunlu iskan” yasasının uygulanmasına hedef olmuştur. Hoybun Cemiyetinin, Taşnak Ermenilerinin vermiş oldukları sözleri ciddiye almaları tarihsel bir hata olarak kayda geçmiştir.
  • İsyana bir zamanlar Hamidiye Alayları bünyesinde yer alan tecrübeli Kürt savaşçı birliklerinin geniş ölçüde katılımı, ulusal bir hareket yerine, daha çok yeni kurulan Cumhuriyete karşı bir “intikam” biçimine dönüşmüş (1926 Ağa ve Beyleri sürgün kanunundan dolayı), aşiretler arasında koordinasyon sağlanamamıştır. “Ulusal bilinç” ikinci plana itilmiştir. İdealist İhsan Nuri Paşa tamamen etkisiz ve yetersiz kalmıştır. Bırakın farklı mezhep ve dilden Kürtleri bir araya toplamayı kritik öneme sahip Celali aşireti içindeki husumetleri bile yok edip barışı sağlayamamıştır.
  • Sovyetler Birliği kurulurken 1918-1922 yılları arasında Beyaz Ordu ve Kızıl Ordu arasında dört yıl devam eden kanlı bir iç savaş yaşanmıştır. Bu iç savaşta ABD, İngiltere ve Fransa Beyaz Ordu’ya destek verir. Dünyanın ilk sosyalist ülkesini yıkmak için emperyalist ülkelerin birleşmesi Sovyetleri o yıllarda olağanüstü kuşkucu yapmıştır. Sınırı başında İngiltere’nin desteklediği bir isyanın ve kurulacak bir devletin ileride sorun yaratacağını düşünen Sovyetler, koşulsuz bir şekilde Türkiye’ye destek vermiş, uçaklarıyla bombardımana katılmış, Kızılordu birlikleri gerektiğinde Aras’ı geçerek Türk ordusuna destek çıkmıştır. Bununla yetinmemiş İran’a ültimatom vererek ve daha sonra İran topraklarına girerek İran’ı isyancıların aleyhinde tavır almaya zorlamış veya bu süreci hızlandırmıştır. Sonraki yıllar Sovyetler bu “iyilikleri” karşılığında Türkiye’den çeşitli isteklerde bulunmuş ve bu istekleri tereddütsüz yerine getirilmiştir. Örneğin Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade Türkiye’ye sığınır ancak Sovyetlerin isteği üzerine 1931 yılında Türkiye’den kovulur.
  • Çok muhtemelen Hoybun Cemiyeti kurulurken Kürtleri ve Ermenileri aynı çatı altında toplayan üst irade olan İngiltere, isyan hareketine silah ve mühimmat sözü vermiş, ancak bu istenildiği miktarda gerçekleştirilememiştir. Okuyucu unutmamalıdır ki o yıllar dünyanın en güçlü devleti İngiltere’dir. Amerika ikinci dünya savaşından sonra bir dünya gücü olmuştur.
  • Hoybun Cemiyeti, isyanı planlarken aynı ırktan oldukları İran’dan destek alacaklarını ümit eder ama kendilerinin Sünni, Farslıların Şii olduklarını unuturlar. İran’da Şiilik halen ırklar üstü bir güce sahiptir. İran yanı başında Sünni bir devletin kurulmasına rıza göstermemiştir.
  • Kürt aşiretler ve siviller derin acılar yaşamışlardır. Kuşaktan kuşağa geçen şifahi anlatımlar, yeni yetişen Kürt gençliğinin Cumhuriyetin değerlerine mesafeli durmasına neden olmuştur. Eğer Türkler ve Kürtler Cumhuriyetin kurulmasıyla karşılıklı güven ve saygı çerçevesinde dönemin özelliklerine uygun siyasi projeler geliştirebilseydiler, hiç şüphesiz imparatorluk mirasçısı bir ülke olarak bir dünya gücüne dönüşebilirdi. Geriye dönük suçlu aramak için artık her şey çok geç!
  • Sınırlar kapalı olduğu için İran’a kaçamayan isyancıların çoğu sağa sola dağılır, 1930 kışını zor koşullarda geçirirler. Köylerde tanıdıklarının yanına sığınırlar. En ufak bir ihbarda askerler isyancılarla birlikte onları misafir eden aileleri de kurşuna dizmektedirler. Böyle bir durum Karakuyu köyünde de meydana gelir. Bir isyancı köyde gizlenir ama askere ihbar gider. Köyün çevresi sarılır. İsyancı bulunsa bedeli ağır olacaktır. Ahmed Şemo, deve kervanını hazırlatır, isyancıyı da sanki deve katarının çobanıymış gibi köyden uzaklaşmasını sağlar. Köy derin bir nefes alır.
  • Kızılordu, sınır olan Aras nehri boyunca çok sıkı tedbirler aldığı için Sovyetler Birliğinde yaşayan Azeri nüfusun kaçıp Türkiye’ye sığınması 1928-35 yılları arasında kesintiye uğramıştır.
  • Aynı veya komşu coğrafyada yaşayan üç millet, Ermeniler, Azeriler ve Kürtler ulus-devlet projesi nedeniyle karşı karşıya gelmişlerdir. Örneğin 1910 yılına geri gidersek, Osmanlı Devletinde Doğu Anadolu’da Kürtler ve Ermeniler köy köy kasaba kasaba iç içe yaşamaktadırlar. Yine aynı tarihte Çarlık Rusya’sında Azeriler ve Ermeniler yan yana iç içe yaşamaktadırlar. Kürtler, İran ve Osmanlı arasında paylaşılmışken, Azeriler, Çarlık Rusya’sı ve İran arasında keza Ermeniler Osmanlı ile Çarlık Rusya arasında paylaşılmıştır. Bu kadar olağanüstü zor bir coğrafyada ileride “faciaların” yaşanacağı öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Ve bu facialar sırasıyla yaşanmıştır ve halen yaşanmaya devam edilmektedir.
  • İsyana katılan Kürt aşiretleri (Kızılbaşoğlu, Sakan) İran’a sığınmış, yıllarca orada mülteci hayatı yaşamış 1950’li yıllarda tekrar Türkiye’ye dönmüşlerdir. İsyana katılmayan Kürt aşiretleri de Ağrı Dağı civarındaki köylerinden uzaklaştırılmış, bir anlamda kendi kaderlerine terk edilmişlerdi.

İsterseniz Gêloî aşiretinin yaşadıklarını Gurci Selçuk’un anlatımından sizlere aktarayım:

“Gêloî aşireti1930 yazını Tuzluca’da Sinek yaylasında geçirir. Eylül ortalarında soğuklar başlar ama devlet Gêloî aşiretinin yasak bölge içine alındığı için Adetli ve Karahacılı köylerine dönmesine izin vermez. Aşiret kıl çadırlarda mağdur durumdadır. Hayvanlar telef olacaktır. Babam Ahmed Şemo, Arap atına atlar, tek başına Doğubayazıt’a gider. Salih Paşa’yla görüşmek için karargâh binasına ulaşır. İsyanın henüz bastırıldığı günlerdir. Askerler önlerine çıkan her Kürd’e kötü davranmaktadır. Babamın Arap atına el koyarlar.

Babam, Salih Paşa’nın huzuruna çıkar:

“Paşam! Aşiretimin kışı geçirdiği köyler Yasak Bölge içinde kaldı. Kış kapıda. Yardıma ihtiyacım var?”

“Aşiretini alıp Van veya Muş tarafına gidebilirsin.”

“Hayır! Yasak Bölge kararını devlet verdi, mağdur edildik. Sorumluluk size yani devlete aittir. Yardım etmelisiniz.”

“Ahmed Ağa! Zengin, varlıklı birisin. Aileni yanına al İstanbul’a git. Bırak aşiretin ne yaparsa yapsın!”

“Paşam! Askeriyeye silah taşısın diye deve katarlarıma el konuldu. Yasak Bölge ilan edildi, köyüme el konuldu. Askerleriniz Arap atıma el koydu. Ve siz de şimdi benim aşiretimin kaderine el koyuyorsunuz. Bütün bunları doğru buluyor musunuz?”

Salih Paşa, babamın cüretkâr çıkışından hem rahatsız olur hem de hak ve adalet duygusunu sorguladığı için hoşuna gider.

O sırada uzaklardan bir patlama sesi duyulur. Salih Paşa pencereyi açar, dürbünle Ağrı Dağı’na taraf bir zaman dikkatlice bakar, sonra pencereyi kapatıp masasına geri döner.

Babam sınırları zorlayan bir laf eder:

“Paşam, siz uzakları dürbünle görmeye çalışıyorsunuz ama gözünüzün önünde çıplak duran bir durumu görmemezlikten geliyorsunuz.”

Salih Paşa karşısında hiç de alışık olmadığı türden biriyle karşı karşıya olduğunu fark eder. Durumu dengelemeye çalışır:

“Tamam! Kabul! Aşiretin dağ köylerinden birine yerleşebilir.”

“Hayır! Yasak Bölge içinde kalan Adetli köyüm, ovanın başında kuruludur. Bir dağ köyü değildir. Benzer bir köy istiyorum.”

Salih Paşa yardımcılarını çağırır. Telgraflar çekilir. Yezidilerin 1920’de boşalttığı Karakuyu köyü uygun görülür. Salih Paşa ayrıca deve katarlarının ve Arap atının da serbest bırakılmasını emreder.

Babam odadan çıkarken Salih Paşa duvarda asılı duran dürbünü Ahmed Şemo’ya uzatır.

“Bu dürbüne artık ihtiyacım yok! Çıplak gözlerimle her şeyi daha iyi görebiliyorum. Dostluğumuz adına size hediyemdir. Ayrıca deve katarlarına el konulduğu için uğradığınız tahribatı parayla ödemem mümkün değil ama kendi altın saatimi size veriyorum. Böylece onu her kullandığınızda devletin de adil olmak için uğraştığını, hak ve adalete bağlı olduğunu hatırlamanızı istiyorum.”

Geloî aşireti 1930 kışını, eskiden bir Êzidi köyü olan, on yıldan beri terk edilmiş, viraneye dönmüş Karakuyu köyünde geçirir ve sonraki yıllar bu köye tamamen yerleşir.

Ahmed Şemo ve kayınpederi Ali Mirze Bey Baharlı Mahallesinde (14 Kasım) ev satın alarak şehre yerleşirler.

NOT: Bazı kesimler Salih Paşa’nın isyan bastırılmadan önce Ahmed Şemo’yla temasa geçtiğini, dürbün ve altın saat hediye ederek Ağrı Dağı bölgesinden uzaklaşmasını sağladığını iddia eder. Bu doğru değildir. Salih Paşa 18 Mart 1930 tarihinde Korgeneral rütbesiyle 9ncu Ordu Komutanı olarak sorumluluk üstlenir. O tarihte Gêloî aşireti zaten Ağrı Dağı’na gitmeme kararı almıştır. Koyunların yavrulama dönemidir. Kıl çadırlarını Kıraçbağ sazlıklarında açmışlardır. Salih Paşa, 20 Temmuz 1930 tarihinde karargâhını Bayezid vilayetine taşır. Gêloî aşireti o tarihte zaten Sinek yaylasında olduğundan Ahmed Şemo ile bir teması veya yakınlığı olmaz. Salih Paşa daha çok isyana katılan aşiretleri ikna etmek ve askeri operasyonu yönetmekle zamanını geçirmektedir.

LAWRENCE (Lorens) AĞRI DAĞI İSYANINDA

TE Lawrence veya bilinen ismiyle Arabistanlı Lawrence, ünlü bir İngiliz casusudur. Birinci Dünya Savaş’ında neredeyse tek başına Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırır, amacında da büyük ölçüde başarılı olur.

1926-30 yılları arasında devam eden Ağrı Dağı İsyanları sırasında Lawrence’in bölgede olduğuna dair halk arasında şifahi anlatımlar oldukça yoğundur. Gerçekten de İngilizler, Kürt İsyanını bir Arap isyanına dönüştürmek için Lawrence’i bölgeye gönderdi mi? Bu konuda akademik ve tarihsel anlamda herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Iğdır Sevdası (2002) kitabını yazdığım yıllarda bu konuda yazılmış bir makale veya kitap yoktu.

Binbaşı Noel adında biri İngiliz casusu daha vardır. Noel ismi Lawrence ismiyle karıştırılır. Binbaşı Noel Mondros Mütarekesi’nde Doğu Anadolu’da faaliyet göstermiş İngiliz istihbarat subayıdır. 7-8 Eylül 1919 tarihinde Mustafa Kemal Binbaşı Noel’in ortalıkta dolaştığı bilgisini alır. Malatya Alay Komutanı Cemal Bey’e telgraf yazar ve sorar:

“Oraya bir İngiliz binbaşısı gelmiş. Adını, yanında kimler olduğunu bildiriniz.”

Cemal Bey cevap verir:

“Evrakında ismi Covbertin Noel’dir. Yanındakiler Bedirhanzade Kâmuran, ve Celadet Beyler ile Diyarbekirli (Diyarbakır) Cemil Paşazade Ekrem Bey ve Diyarbekirli Hilmi Efendi ile birtakım ekraddır.”

Kısacası Binbaşı Noel kesinlikle Ağrı Dağı bölgesine uğramamıştır.

LAWRENCE VE BELGELER

Ancak söyleşi yaptığım herkes Lawrence adını ya duymuş ya da onunla ilgili bir olay hafızasındaydı. Önceleri bana anlatılan bilgilere şüpheyle yaklaştım. İngiliz casusu Lawrence’in Ağrı Dağı İsyanında rol aldığını kabul etmek, bana mantıklı gelmiyordu. Buna rağmen yılmadan halkın hafızasındaki bilgileri derledim ve Iğdır Sevdası kitabında yayımladım. Birçok kesimden eleştiriler aldım. Çünkü bu bilgi eğer doğruysa, Ağrı Dağı İsyanının arkasında İngiliz parmağı olduğu ispatlanmış olacaktı. Kitap yayımlandıktan sonra araştırmalarıma devam ettim.

Bu konudaki belgelere ilk olarak ilginç bir şekilde Moskova’daki Devlet Kütüphanesi arşivlerinde rastladım. Dönemin Rus basını, İngilizlerin, Rusya’ya karşı Türkiye’nin doğusunda bir tampon bölge oluşturmak için Ağrı Ayaklanmasını çıkarttığını, Kürt isyancıları makineli tüfek ve son model tabancalara silahlandırdığını, hatta ünlü İngiliz casusu Lawrence’in Maku’ya gönderip, Kürtleri örgütlediği yazmaktaydı. Tebriz’deki İngiliz Başkonsolosunun kendi Dışişleri Bakanına gönderdiği 11 Ağustos 1930 tarihli gizli raporunda Lawrence’in Kürtlere yardım ettiği ifadeleri yer alıyordu. Salih Omurtak Paşa da kendisine iletilen raporda Lawrence’in Bağdat’ta göründüğü yazılıyor, yanında bir çocukla Hacı Mehmet takma adıyla halkın arasında dolaştığı rapor ediliyordu.

İlginç bir durum vardı ortada: Türkiye ve Sovyetler Birliği Ağrı Dağı İsyanının arkasında İngiliz parmağı olduğunu söyleyerek bunun emperyalist bir proje olduğunu Komintern gibi uluslararası toplantılarda seslendiriyor ama diğer yandan Türkiye, çoğunluğunu İngiliz ve Çekoslovakya ortak yapımı Letov S-16 marka uçaklarının oluşturduğu 100 adet uçakla bir “İngiliz projesi” olan Ağrı Dağı İsyanını bastırıyordu.

Albay Lawrence’ın Mayıs 1930’da Ağrı Dağı civarında görüldüğü rivayeti, özellikle, bölgedeki gerek Türk gerekse yabancı diplomatlar tarafından neredeyse kesinlik kazanmış olarak kabul edilir. Ağrı isyanı sırasında, İngiltere’nin Tebriz Başkonsolosu Stanhope Palmer’dan Londra’ya Dışişleri Bakanlığındaki görevli Sir Clive’a gönderilen 11 Ağustos 1930 gün ve 145 sayılı gizli raporda, ünlü İngiliz casusu Albay Lawrence’ın Kürtlere yardım ettiği bildiriliyordu. O dönem İngiliz basını, Lawrence hakkındaki dedikoduların şüpheli olarak kabul edilmemesi gerektiğini yazar.

LAWRENCE KİMDİR?

Thomas Edward Lawrence (15 Ağustos 1888 – 19 Mayıs 1935) Britanyalı arkeolog, asker ve diplomattır. 1916 – 1918 yılları arasında Arap Ayaklanması ve Sina ve Filistin Cephesi gibi olaylarda Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine karşı üstlendiği rol ile ünlüdür. Halk arasında Arabistanlı Lawrence olarak tanınmıştır. Seçkin Hizmet Rütbesi ve İngiliz Yüksek Şövalye Nişanı sahibidir.

Lawrence, Fransızca, Almanca, Latince, Yunanca, Arapça, Türkçe, Süryanice ve Farsçayı mükemmel düzeyde konuşmakta, diğer dillere de hızlı adapte olma yeteneğine sahip son derece zeki birisidir. The Golden Warrior: The Life and Legend of Lawrence of Arabia isimli kitapta ve diğer çalışmalarda 1911 yılında Karkamış’ta arkeoloji çalışmaları yapan Lawrence’in burada Kürtlerle tanıştığı ve kısa sürede Kürtçe öğrendiğini yazar. Zaten birazdan aktaracağım anılarda da Lawrence’in halkla Türkçe, Kürtçe bazen de Arapça konuştuğu ifade edilmiştir. Bugün Ağrı Dağı’nın Cehennem Vadisi olarak bilinen bölgenin kuzeyinde “Lawrence Mağarası” ismiyle bir mağara olduğunu hatırlatmak isterim. Lawrence günün büyük kısmını bu mağarada geçiyormuş.

HALKIN HAFIZASINDA LAWRENCE

YAŞAR AYDIN ANLATIYOR

“Ancak bu mücadelenin (Ağrı Dağı İsyanı) sanıldığı gibi ‘Kürtlük’ davasıyla bir ilgisi yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Milis kuvvetleri (isyancı güçler) ellerine geçen ilk fırsatta Kellehemo, Bızırxan, Zor, Alıköçek, Muça ve Kundo gibi köyleri basıp hayvanları gasp ediyorlarmış. Böyle olunca köylüler devletten yana tavır almışlar.

İngiliz hükümeti de Ağrı Dağı’nda toplanmış olan isyancıları yakından izlemek için Lawrence’i bölgeye göndermiş. Lawrence isyancıların gerçek niyetinin din mi yoksa milliyetçilik mi olduğunu anlamak için yanında epeyce Kuran getirmiş. Din, ırkçılık ve hukuk üzerine dersler veriyormuş. Hz. Muhammet’in, ‘Köle olanların namaz kılmasının ve oruç tutmasının sevap olmadığını’ emrettiğini anlatıyormuş. Arada bir de namaz kılmak için geniş bir taşın üzerine çıkar, sonradan anlaşıldığına göre pille çalışan bir ampulü sakallarının arasına koyup, nurlu bir yüzle (!) namaz kılarmış. Oradakiler büyük bir korku ve hayranlıkla şeyhi(!) izlerlermiş. Lawrence’in eteklerini hatta namaz kıldığı taşı saygıyla öperlermiş.”

HACI ABDULLAH ÇOKTİN ANLATIYOR

“Bir gün kamp (Ağrı Dağı) yerine Molla Hüseyin adında birisi geldi. Görünüşü ve konuşması garipti, bizim insanlara benzemiyordu. Aşağıda, vadinin içindeki bir çadırda yatıp kalkıyordu. Önümde kuzular olmak üzere çadıra yakın bir yerden geçiyordum. Molla Hüseyin’le sohbet eden İhsan Nuri Paşa beni yanlarına çağırdı. Molla Hüseyin önüme bir tas su koyup üzerimi battaniyeyle örttü.

“Oğlum ne görüyorsun?” diye sordu.

“Hiç, sadece su!”

Molla Hüseyin sinirli sinirli tekrar etti:

“Dikkatli bak! Ne görüyorsun?”

Gerçekten de bir şey görmüyordum.

“Sadece tas ve su!”

Molla Hüseyin üzerimdeki battaniyeyi kaldırdı, “Git!” diyerek beni oradan uzaklaştırdı.

Molla Hüseyin’i tanımayan yoktu. Özellikle kadınlar muska yazdırmak için rağbet ediyorlardı. Yıllar sonra öğrendim ki bu Molla Hüseyin, İngiliz casusu Lawrence’den başkası değilmiş!

ALMAS YANCAR ANLATIYOR

“Kayınpederim Ehmede Eli Ağa, Ağrı Dağı İsyanına aktif olarak katılmıştı. Anlattığına göre o yıllar Korhan bölgesindeki isyancı güçler arasında ‘Şeyh’ lakabında ama halk arasında ‘Lovrens’ (Lawrence) olarak bilinen yabancı birisi varmış. Yanında Ahmet isimli 14 yaşında bir çocukla dolaşırmış. Bu çocuk hiç kimseyle konuşmaz sorulan hiçbir soruya cevap vermezmiş. Şeyh Lovrens bir ay kadar kayınpederimin evinde misafir olmuş. Kürtçeyi farklı şivede konuşuyor fakat daha çok Arapça tefsirler yapıyormuş. Arada bir kocaman bir mağaraya girip kimsenin anlamadığı bir dilde bağırıp çağırıyormuş. Aşağı indiğinde kan ter içinde bir hali varmış.

Kayınpederim Arapça bildiği için ‘Şeyh’ ona uzun uzun tefsirler yaparak dini telkinlerde bulunuyormuş. Bölgedeki ahali ‘Şeyh’in mucizelerine her nasılsa kendini inandırmıştı. Hastalandıkları zaman yanına gidip muska yazılmasını isterlermiş. Her ne hikmetse bir kaç hasta da iyileşince ‘Şeyh’e olan bağlılıkları daha da artmış. ‘Şeyh’ böyle bir muskayı benim kayınvalidem için de yazmış, ‘Bu muskayı yanından ayırma öldüğün zaman başucunda asılı olsun!’” diye de tembihlemiş. Kayınvalidem bu muskayı 1966 yılında kadar yanından hiç ayırmadı. O yıl birden bire karar verip muskayı günah diye yakmıştı.”

1930 yılı yaz sonuydu. Ali Mirze Bey Korhan’daki kayınpederime şu mesajı iletti: “Ehmede Eli Ağa, görünen o ki Türk askeri Ağrı Dağı’nı dört bir yandan kuşatmaya almış. Yakında saldırıya geçecekler. Sivil halkın zarar görmemesi için benim yanıma Kandil yaylasına gel!”

Kayınpederim o gece rüyasında kabus görmüş. Ağrı Dağı patlamış, kendisi de Zemyan deresine doğru savrulmuş, son anda uçurumun kenarındaki bir çalıyı yakalayıp hayatta kalabilmiş. Esen şiddetli rüzgarda vücudu havada sallanıyormuş. Uyandığı zaman kan ter içinde rüyasına anlam vermeye çalışmış. Herhangi bir rüya yorumcusu kabusa ‘tehlike geliyor dikkatli ol!’ şeklinde bir meal verecekti. Ama o ‘Şeyh’e gidip onun düşüncesini almak istemiş. Şeyh kendisine göre bir yorum yapmış:

‘Ehmede Eli Ağa, bu rüya şu anlama geliyor ki siz Türk Ordusunu dağıtıp İslam’ı muvaffak kılacaksınız. Uçurumun kenarında yakaladığın çalı, her zaman güveneceğin İslam’ı temsil ediyor. Dayanın zafere az kaldı!’

Şeyhin bu şekilde yorum yapması üzerine kayınpederim savaş yerinde kalmaya karar vermişti.

ŞEYH HASAN TAYSUN ANLATIYOR

Lawrence, şeyh elbisesiyle dolaşıyor, kendisini şeyh Hüseyine Berjeri olarak tanıtıyordu. Yanında kendine eşlik eden on üç-on dört yaşlarında bir çocuk vardı. Ağrı Dağı’nın kuzey yamacındaki bir mağarada yatıp kalkıyorlardı. Lawrence, halk üzerinde keramet sahibi bir şeyh izlenimini vermek için, akşamları el fenerini ayaklarının dibine kor, nura (!) boğulmuş halde mağaradan dışarı bakarmış. El feneri ve pil henüz bilinmediğinden, köylüler büyük hayranlıkla Şeyhe (!) saygı gösterirlerdi.

Kürtçe ve Türkçeyi güzel konuşan Lawrence, takma sakalı belli olmasın diye güldüğü zaman ağzını kapatır, ‘Dişlerim görünmesin’ derdi.

Lawrence ayrılmadan önce isyanın en önemli lideri Bıro Heskî Telli’ye uğrar, tavsiyede bulunur:

“Sizin hükümetle başa çıkmanız mümkün değil. En iyisi onlarla anlaşma yolunu arayın.”

Kitap dolu heybesini omzuna atar, çocukla birlikte İran’a doğru yola çıkar.

Lawrence, isyan bölgesinden uzaklaşır uzaklaşmaz, takma sakalını çıkartır. Sakalsız haliyle karşıdan gelen bir grup Kürt savaşçısını selâmlar, yoluna devam eder.

Kürt savaşçıları zomaya (kamp yerine) geldiklerinde, Bıro Heseki Telli sorar:

“Yolda Şeyh Hüseyin Berjêr’e rastladınız mı?”

Savaşçılar:

“Hayır! Ama yanında çocuk olan kırk-kırk beş yaşlarında sakalsız bir adama rastladık.”

Bıro Heseki Telli, bir şeyden şüphelenmez, ‘Keramet sahibiymiş!” demekle yetinir.

GURCİ SELÇUK ANLATIYOR

“Sonbaharda Adetli köyüne döndük (1929). Daha sonra İngiliz olduğunu öğrendiğimiz bir Şeyh (!) ev ev dolaşıp Kürt aşiretlerini Türklere (Romê Rêş) karşı kışkırtıyordu. Bu şeyhi ben de birçok defalar gördüm. Yüzü peçeyle kaplıydı. Yanında 12-14 yaşlarında bir çocuk vardı. Bizim eve de geldi, babamla Türkçe konuşarak anlaştı. Ne konuştuklarını anlamıyordum ama yüz ifadelerinden ciddi bir konuda konuştukları belli oluyordu. Daha sonra anlatılanlara göre Şeyh, ‘Türklerin arkasından gitmeyin. Beni izleyin. Buralarda tuz ve maden çıkartıp size dağıtacağım’ diyormuş. Son bir kere evimize daha geldi. Babam alışılageldiği gibi kuzu kesip ağırlamıştı. Uzun tartışmalardan sonra babamı ikna edemeyince küsüp gitmişti. Onun ardından babam ev halkına bu adamın şeyh olmadığını ve ona güven duymadığını defalarca söyledi.”

SONUÇ: LAWRENCE’İN İSYAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Lawrence’in Ağrı Dağı İsyanı ile ilgili yaptığı değerlendirmeler veya bu konuda gönderdiği şifreli raporlar konusunda tam bilgi sahibi değiliz. Ancak dolaylı yoldan Lawrence’in tavsiyelerinin niteliğini ve içeriğini anlama ve yorumlama şansına sahibiz. Çok muhtemeldir ki Lawrence, Ağrı Dağı Bölgesinde yaptığı gözlemlerde Kürtleri harekete geçirecek ne ortak “milli şuur” ne de güçlü bir “Türk nefreti” olgusu görebildi. Örneğin Arap Milliyetçiliğini harekete geçiren en önemli faktör “Türk nefreti” idi. Ancak Kürt İsyanında bu duygu güçlü bir şekilde isyancıların şuurunda yer etmemişti. Bir hatırlatma yapmak isterim. Arap İsyanları sırasında tek bir Arap kabilesi dahi Türk ordusuna destek olmazken, gerek Şeyh Sait İsyanında gerekse Ağrı Dağı İsyanında hatırı sayılır Kürt aşiretleri Türk Ordusuna destek vermiş, hatta birlikte operasyonlara katılmışlardır. Arap İsyanında “Fusha” yani standart Arapça tüm Arapları bağlayan böylece hatırı sayılır bir “milli şuur”un ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kürtler dil ve mezhep anlamında parçalı bir yapıya sahip olduğundan “ortak payda” yani “milli şuur” ne dil ne de din anlamında oluşmamıştır. Sovyetler, Türkiye ve İran’ın isyanın bastırılması için işbirliği yapması da bardağı taşıran son damla olmuştur. Lawrence büyük bir ihtimalle hayal kırıklığıyla bölgeden ayrılmıştır.

DEVAM EDECEK

BİR SONRAKİ YAZIMDA KÜRT NUMAN EFENDİ İLE AZERİ İSHAK BEY CİNAYETLERİNİ YAZACAĞIM. GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE..