Son Yazılarımız

MUHARREM AYININ MANEVİYATI

Loading

Muharrem ayı kutsal bir aydır. Bugün Muharrem ayının onuncu günüdür. Yas ve matem duygularını yüreklerinin en derinlerinde hissederek yaşayan Iğdırlı hemşerilerimin ve tüm Caferi din kardeşlerimin aşure günü mübarek olsun.

Bu kutsal ve iman dolu günde Merhum Annem Naciye Hun’un taziye çadırında Eski Baharlı Mahallesi (14 Kasım) Camii Hocası değerli büyüğüm Abdülmecit Hocamla (Aydın) yan yana oturma şansım oldu. İrfanından ve maneviyat dolu konuşmalarından son derece etkilendim. Cemaatin gidiş gelişinden fırsat buldukça ibret verici hikayeler anlattı. Iğdır’ımızın manevi bir yasa büründüğü bugünlerde bana anlattığı bu irfan ve hikmet dolu anekdotlarından birkaçına yer vermek istiyorum. Ama önce bu değerli büyüğümü kısaca da olsa sizlere tanıtmak beni onurlandıracaktır.

Abdülmecit Hocam, 1949 yılında Kağızman’ın Ortaköy isimli köyünde dünyaya gelir. Daha çocuk yaşındayken ilk dini ve manevi eğitimini merhum dedesi Hüseyin Aydın’dan alır. Dedesi vefat edince yine bir din hocası olan babası merhum Ömer Aydın’dan ders almaya devam eder, çocuk yaşta bu dünyanın manevi ve irfan dolu zenginliklerine adım atar. İlkokul mezunudur. İstek ve iradesini ortaya koyar, Ortaokul, Lise ve İlahiyat Fakültesini dışarıdan bitirir. Çeşitli köylerde imamlık yapar. Gittiği yerlerde sadece ekmek parasını değil aynı zamanda insanların manevi kalbini de kazanır. Böyle müstesna değerlerin Iğdır toprağında yaşaması benim için bir övünç vesilesi oldu. Sizleri Abdülmecit Hocam’ın anlattığı güzel ve anlamlı anekdotlarla baş başa bırakıyorum:

O ZAMANIN KEDİLERİ

Taraş köyünde imamlık görevimi icra ediyordum. Kız istemeye gitmiştim. Ev sahibiyle oturup dini sohbete daldık. İslamlığın bir merhamet ve hoşgörü dini olduğunu vurgulamak için Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanında yaşanmış bir olaydan bahsettim.

“Sahâbelerden birisi kedilere çok düşkündür. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav) bu sahabeye kedicik babası anlamına gelen Ebû Hureyre lakabını verir. Ebu Hureyre kedileri o kadar çok severmiş ki bir gün giysisinin ucunda uykuya kalan kedisini uyandırmamak için giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih eder.”

Ev sahibi anlattığım anekdotu dikkatlice dinledi. Başını anlamlı anlamlı salladı. Birlikte yemeğe oturduk. Masanın üzerinde bir kemik parçası vardı. Bir kedi aniden masaya zıpladı, kemiği kaptığı gibi fırlayıp kaçtı. Ev sahibi de aynı hızla yerinden kalkıp eline geçirdiği sopayı sinirle kediye fırlattı. Sopa zavallı kediye tam isabet etti, kedi birkaç takla attı. Ev sahibi sonra masaya dönüp hiçbir şey olmamış gibi yemeğini yemeğe devam etti. Ben bu durum karşısında afallamıştım. Kendimi tutamayıp yüreğimden geçeni söyledim:

“Ben az önce Peygamber Efendimiz (sav) zamanındaki hoşgörüye örnek olsun diye bir kedi örneği verdim, sen söylediklerimden ders çıkaracağına zavallı kediye acımasızca sopa fırlattın.”

Ev sahibi ağzındaki lokmayı yutar yutmaz, konuşmasına devam etti:

“Hocam, Peygamber Efendimiz (sav) zamanındaki kedilerde edep, terbiye vardı. Bu zamanın kedileri çok arsız!”

DELEGUR (DİŞİ KURT)

Bir gün bir medresede ders veriyordum. Aniden dışarıdan gelen bağırma ve çağırma sesleri yeri göğü inletti. Mutlaka cinayet işlendi diye pencereye koştum. Ne olup bittiğini sordum: “Bu akşam bir delegur Bekir’in sürüsüne saldırmış 50 tanesini öldürmüş 50 tanesini de ağır yaralamış. Bağırma, çağırma sesleri bu yüzdendir.”

Teselli etmek için Bekir’in yanına gittim. Gözlerinde yaş, yüreğinde intikam duygusu vardı: “Allah’ıma yemin ederim ki ben bu dişi kurdu bulup öldüreceğim. Yoksa bu hayat bana bir zindan olacak.”

Saçmaladığını düşündüm. Bu dağlarda o dişi kurdu nasıl bulacaktı? Teselli etmeye çalıştım ama boşunaydı. Bir dost olarak O’nu yalnız bırakmak istemedim. Ben elime tek mermili bir av tüfeği aldım. Bekir de “beşli” tabir edilen otomatik bir silah ve dürbünle çıkageldi. Birlikte dağlara yöneldik. Yolda yürürken Bekir’i ikna etmeye ve vazgeçirmeye çalışıyordum:

“Bu dağlarda bu dişi kurdu nasıl bulacağız?”

Bekir bana bakmadan sinirli ve kararlı bir ses tonunda ısrar etti:

“Bulacağız!”

Dağlarda bir-iki gün aç susuz dolaşıp durduk. Üçüncü günün akşamına doğruydu. Bekir uzakta bazı kıpırtılar görür görmez hemen saklandı. Ben de bir kayanın arkasına uzandım. Sesiz olmam için sus işareti yaptı. Dürbünü eline aldı, dikkatlice baktı. Gerçekten gelen dişi kurttu! Yüzünde bir sevinç pırıltısı oluştu. “Yanında da üç yavrusu var!” diye kendi kendine söylendi. Dürbünü bana uzattı. Dikkatlice baktım. Dişi kurt, siyah bir koyunu canlı canlı önüne katmış yavrularıyla birlikte dar bir aralıktan girerek etrafı kapalı bir yere getirdi. Koyun kaçıp gitmesin diye de geçit aralığının önüne uzandı, dilini bir karış çıkarıp soluklanırken içeride koyunu öldürmeye çalışan yavrularına bakakaldı. Yavrular koyunu nasıl öldüreceklerini bilmiyordu. Dişi kurt iki de bir yerinden kalkıyor, koyunun yanına gidip boğazından yakalıyor, yavrularına koyunu nasıl öldüreceklerini gösteriyor sonra tekrar geçidin önüne uzanıyor, dilini sarkıtıp soluklanarak yavrularını seyre dalıyordu. Biz tepeden olup biten her şeyi apaçık görebiliyorduk. Nihayet yavrular annelerinin kendilerine öğrettiği gibi koyunu boğazından yakalayıp boğdular, parçalayıp yemeye başladılar.”

“Ne duruyorsun? Tam zamanı, ateş açalım!” diye yavaşça seslendim.

Üç günden beri intikam duygusuyla yemeden içmeden kesilen Bekir başını hayır anlamında salladı. Gözünden bir damla yaş aktı. Ayağı kalktı. Silahını omzuna, dürbünü boynuna asıp aşağı doğru yürümeye başladı. İçi buruktu ama asla unutamayacağım bir söz etti:

“Eğer biz insanlar da bu dişi kurt gibi kendi çocuklarımıza hayatta kalma mücadelesini öğretmiş olsaydık dünyada bu kadar zulüm ve gaddarlık olmazdı. Dişi kurt yavrularını yetiştirmek için binbir zahmetle getirdiği koyunla yavrularını eğitti. Acaba biz insanlar kendi çocuklarımızı yetiştirmek için bu kadar zahmeti göze alabilir miydik?”

Bekir’in arkasından giderken O’nun erdem ve fazilet dolu sözünü düşünüyor ve bu davranışını takdir ediyordum. Köy yerine varınca bir din hocası olarak köylüleri camide topladım onlara seslendim:

“Bekir sürüsünü kaybetti, mağdur oldu. Her ev imkanına göre birkaç koyun verecek.”

Köylüler beni severdi. Kısa sürede Bekir’in yine yüz koyunluk bir sürüsü oldu. Kendi kendime şöyle düşündüm: Allah, fazilet ve erdem gösterenleri asla yarı yolda bırakmaz, onların sıkıntılarına bir çözüm bulur.”

BÖLÜM II

TAZİYE ÇADIRLARINDA ÇAY, SU VE YEMEK İKRAMI

Merhum annem Naciye Hun’un taziye çadırında değerli Hocam Abdulmecit Aydın’la yan yana oturup onun irfan ve hikmet dolu sözlerinden hem yararlandım hem de etkilendim. Dikkatimi çeken bir nokta oldu: Abdulmecit Hoca önüne konan ne suyu ne de çayı içti. İkram edilen yemeği kibarca reddetti. Merak edip sordum. Acı bir gülümseme yüzünde belirdi. “Taziye çadırlarında bu türden hizmetlerin yapılmasını doğru bulmuyorum.” Nedenini sordum. Bana başından geçen bir olayı anlattı:

“Tanıdığım bir gencin annesi vefat etmişti. Genç adam işsiz ve yoksuldu. Aile dostlarının ve yakınlarının yardımıyla annesini defneder. Eve geldiğinde onu bir kalabalık beklemektedir. İnsanlar iskemlelere oturup kendilerine hizmet yapılmasını ister gibi bir beklenti içindeydiler. Ancak dediğim gibi genç adam yoksuldu. İkram edeceği bir çay bile yoktu. Kalabalık ikinci gün de geldi. Masada oturmuş Fatiha okuyor, gelenleri karşılıyordum. Kalabalığın içinde fısıltı halinde bir söz dolaştı: ‘Çay ve yemek servisi yok mu?’ Bu söz genç adamın kulağına gitmiş olmalı ki bunu gurur meselesi yaptı. Tefecilerden borç para aldı. Üçüncü gün kalabalığa bol bol çay ve yemek ikram etti. Bir zaman sonra kalabalık artık gelmez oldu. Genç adam kendisiyle baş başa kalmıştı. İçini bu kez başka bir korku doldurdu: Aldığı borcu nasıl ödeyecekti? O yıllar faizler yüksekti. Tefeciler de kendi faizlerini ekleyince bir ayda oluşan faiz, anaparayı geçiyordu.

Genç adamın ne anaparayı ne de faizi ödeyecek gücü vardır. Sıkıntıdan yatamaz olur. Tefeciler durmadan baskı yapar, tehdit eder, anaparanın faiziyle geri ödenmesini şart koşarlar. Genç adamın sığınacağı ne bir dostu ne de satacağı bir malı vardır. Bir gün eline bir ip alıp bahçedeki ağaca sarkıttır, intihar eder. Bu haberi alınca içim burkuldu. Yıllardır devam ede gelen, ‘taziye yemeği’ geleneğinden bir anlamda tiksindim. Zaten Kur’an’ı Kerim’de böyle bir ayet yok! O günden sonra gittiğim her yerde ‘taziye yemeği’ konusunda kararlı bir tutum takındım. Zamanla hatırı sayılır bir kamuoyu oluştu! Bu yüzden ikram edilen hiçbir şeyi kabul etmiyorum.”

Abdulmecit Hoca bu vahim olayı anlatınca içim burkuldu. Düşünün bir kere: Bir yakınınız, sevdiğiniz birisi vefat ediyor, siz matem dolu yüreğinizle ortalıkta yarı ölü dolaşırken bir yandan da gelecek eş-dosta nasıl çay ve yemek servisi yapmanın derdine düşüyorsunuz. Eğer paranız ve imkanınız yoksa mahcup bir şekilde boynu bükük orta yerde kalıyorsunuz.

Abdulmecit Hocam’ın anlattıklarını daha önce duymuş olsaydım, Merhum annemin taziye masasına ne su ne çay ne de yemek servisi yapardım. Burada kamuoyunun huzurunda taziye çadırlarında yemeğin kaldırılması için sosyal bir dayanışma hareketi başlatan arkadaşlardan en azından kendi adıma özür dilemek istiyorum.