“HURÇ CEMİLE” VE TOPLUM
“Hurç” Kürtçe bir kelimedir. “Ayı” anlamına gelir. Söylememe gerek yok, Cemile de bir bayan ismidir. Bu durumda başlığın Türkçe karşılığı “Ayı Cemile”dir. Bu isim ilk anda sizler için çok fazla bir şey ifade etmeyebilir. Bu bir küfür mü, yoksa ayı gibi kıllı bir bayanı tarif etmek için halk arasında kullanılan bir deyim mi? Kendi kendinize birçok ihtimali düşünebilirsiniz ama ne yazık ki yazıyı okuyunca ancak o zaman göreceğiniz gibi düşündüklerinizin hiçbirisi doğru olmayacaktır.
“Hurç Cemile” ismini ilk kez 2000 yılında Iğdır Sevdası kitabı için söyleşi yaptığım 90 yaşındaki Merhum Gurci (Selçuk) Halamdan duymuştum. Ne olup bittiğini detaylı bir şekilde anlatmıştı. Konuşmasına devam ederken arada bir elinde olmadan içini burkan tarifsiz bir acıya ve duyguya yenik düşüyor, kurumuş, feri sönmüş gözlerinden zor da olsa biriken birkaç damla gözyaşını, elbisesinin ucuyla bana belli etmeden silmeye çalışıyordu.
Sonraki günler Merhum Turgut Sungar’la Ankara’da yaptığım söyleşide de “Hurç Cemile” ismi gündeme gelince hikâyenin sadece aşiretler arasında değil bir zamanların Iğdır’ında da çok konuşulan bir konu olduğunu anlamıştım. Iğdır’a döndüğümde yaşlılardan bilgi toplamış, Hurç Cemile hakkında çok şey öğrenmiştim.
GURCİ SELÇUK’UN ANLATIMI
1930 yılı yaz ayında Türk Ordusu, Ağrı Dağı’nı dört bir yandan çepeçevre sarmıştı. Ağrı Dağı’ndaki savaşçıların arasında bini aşkın sivil vardı. Askerler hücuma geçtiğinde savaşçılar çemberi yarıp İran’a geçerler ama geride bıraktıkları kadın, çoluk-çocuk ve yaşlı siviller o kadar şanslı değillerdi. Orgeneral Salih (Omurtak) Paşa’nın emri kesindir: “Dağda tek bir canlı kalmayacak! Gerektiğinde boşuna kurşun harcamayın, süngüyle işlerini bitirin!”. Askerler verilen emre kusursuz itaat ederler. Ağrı Dağı’nın yamaçları katledilen sivillerle kaplanır. Mezar kazmaya bile gerek görülmez. Ölü bedenler açık arazide vahşi hayvanlara terk edilir.
Akşam olunca kurtlar ve ayılar saklandıkları yerden çıkarlar. Bir dişi ayı, annesi öldürmüş, korkudan taşlar arasına saklanmış bir yaşındaki bir kız çocuğunu beraberinde götürür. Askerlerin ulaşması mümkün olmayan bir mağaraya tırmanır, kız çocuğunu kendi yavrularının içine bırakır.
Gel zaman git zaman kız çocuğu, ayıları taklit ederek büyür. Onlar ne yerse o da aynı şeyleri yer. Onlar gibi oturup kalkar, ses tonu onlara benzer. Çırılçıplaktır. Ağrı Dağı yasak bölge (1930-1953) ilan edildiğinden etrafta artık insan yoktur. Yabani doğa hükmünü sürmeye başlar. Vahşi kız ayılar gibi dört ayağı üzerinde yürümekte, gerektiğinde iki ayağı üzerinde doğrulup uzaklara gözetlemektedir. Çiğ et yemeye alışmıştır. Ayılar gibi derinden kükreyen bir sesi vardır.
Demokrat Parti İktidara gelince Ağrı Dağı Bölgesine konulan yasak kaldırılır (1953). Karakuyu, Taşlıca, Aliköçek gibi köylere yerleşen Gêloî aşiretinin bir kısmı Ağrı Dağı’nın eteğindeki dede-baba köyleri olan Adetli, Karahacılı, Kolukent ve Korhan’a geri dönüş yaparlar. Kısacası, Ağrı Dağı, 23 yıl aradan sonra tekrar insanoğluyla tanışır.
Adetli, Karahacılı, Hıdırlı bölgesi tamamen insan boyu sazlıkla kaplıdır. Başta yaban domuzu olmak üzere her türlü vahşi hayvana ev sahipliği yapmaktadır. Köyüne geri dönen birçok köylü sonraki yıllarda yaban domuzu saldırılarında öleceklerdir. Yılanlar ve akrepler zaten çökmekte olan köy evleri kendilerine mekan edinmişlerdir. Korhan geyik sürüleriyle doludur. Ayılar ve kurtlar Ağrı Dağı’nda hüküm sürmektedirler.
Yeni gelen köylülerin Ağrı Dağı’nda kök salmış vahşi doğaya alışması kolay olmaz. Korhan’da koyun sürülerini otlatan ve ellerinden silahlarını eksik etmeyen çobanlar bir gün tepenin üzerinde insana benzer bir yaratık görürler. Ne ayıya benzemektedir ne de kurda.. Ateş açıp öldürmek istemezler. Sürüyü ne zaman tepeye doğru götürseler, vahşi görünüşlü, çırılçıplak insanımsı yaratık da onları merakla izlemektedir. Tuzak kurup yakalamaya karar verirler. Sekiz çoban dev bir sürüyü otlatmaktadırlar. Etraf kurtlarla dolu olduğundan köpeklerin sayısı da fazladır.
Bir gün vahşi insan tekrar kayalıkların üzerinde belirir. Köpekler hücuma geçer. Uzaktan boğuşma sesleri ve bağrışmalar duyulmaktadır. Çobanlar da köpekleri takip eder, tepeye çıkarlar. Vahşi yaratık, köpekleri yakaladığı gibi fırlatmakta, onlarla bir ayı gibi mücadele etmektedir. Sekiz güçlü kuvvetli çoban yavaş yavaş vahşi yaratığa yaklaşırlar. Havaya mermi sıkarak korkuturlar. Hep birlikte üzerine atlayıp, ellerini önden iple bağlarlar. Bir de ne görsünler! Karşılarında bir kadın vardır. Durmadan kükremekte, sesi kayalıklarda yankılanmaktadır. Vahşi kadın kendisini kurtarmak için mücadele eder ama artık yakalanmıştır, kaçması mümkün değildir.
Çobanlar vahşi kadını sürünün yanına götürürler. Kaçmasın diye ayaklarını da bağlarlar. Ekmek verirler yemez. Çinko tasta su uzatırlar, sadece dilini sokup köpekler gibi içmeye çalışır. İnsanlar gibi su içmesini bilmemektedir. Çobanlar olayın sırrını çözmeye çalışırlar. Bu yaratık kimdir, nedir, niçin burada yalnız yaşamaktadır?
Çobanlar kuzu kesip etini doğrayınca vahşi kadın açlığını belli eder gibi inler, et ister. Çobanlardan birisi bir parça çiğ eti, vahşi kadının eline tutuşturur. Vahşi kadın eti iştahla yer. Aç olduğu bellidir. Çok geçmeden çobanlar vahşi kadının ses tonundan ne istediğini anlamaya başlarlar. Vahşi kadın gösterilen merhamet karşısında yumuşar. Köpekler de ona alışır. Kimseyi artık kendisine düşman olarak görmez. Çobanlar da eziyet olmasın diye ayaklarındaki ipi çözerler. Kadın biraz uzaklaşır, tuvaletini yapar, geri dönüp kayanın dibine oturur.
Çobanlardan birisi medrese eğitimi görmüş bir din hocasıdır. Namaza oturur. Ellerini açıp Allah’a dua eder. “Ey Allah’ım! Bizimle yaşayan bu aciz kuluna yardım et! Onu akıl ve nimetinden esirgeme!”
Din hocası vahşi kadının çıplak olmasının günah olduğunu söyler. Önce kuzu postuyla mahrem yerini kapatmaya çalışırlar. Vahşi kadın her seferinde kuzu postunu savurup fırlatır. Çobanlar din hocasının ısrarıyla durmadan aynı şeyi tekrar ederler ama vahşi kadın da aynı şekilde kuzu postunu reddeder. Çobanlardan birisi akıl eder. Yanlarındaki boş telislerden (ketenden yapılmış çuval) birisini getirir. Telisin kapalı tarafında delikler açar. Vahşi kadının kafasını teliste açılan deliğe zorla sokarlar, kollarını yandan açılmış deliklerden dışarı çıkarırlar. Vahşi kadın direnir, telisi yırtmak ister ama o da artık yorgun düşmüştür. Kendisine yakıştırılan elbiseyi kabullenir. Kaya dibinde derin bir uykuya dalar. Gece yarısı kaçmasın diye ayaklarını tekrar bağlarlar.
Hoca, vahşi kadının ayaklarındaki ipi çözer, kadının yanı başına oturur. Kur’an’dan birkaç sure okur. Ellerini gökyüzüne açar Allah’a yalvarır:
“Xwedê, ez mirovekî reben im.Comerdiya û qenciya xwe ji wî afirandî xwe ra eyanbike!” (Ey Allahım! Ben zavallı bir insanım. Cömertliğini ve iyiliğini bu mahlûkata göster!”
“Heger azadî dila wî ye bila dîsa here ser çiyayên!” (Eğer gönlünde özgürlük varsa tekrar dağlara geri dönsün!)
Ertesi sabah uyandıklarında vahşi kadını kayanın dibinde oturmuş halde görürler. İsteseydi kaçıp gidebilirdi ama çobanlarla kalmayı tercih etmişti. Korku dolu gözleri yumuşamış, sağır ve dilsiz bir insan gibi etrafına bakınıyordu. Sürü yer değiştirince o da 20-30 m uzaktan onları takip ediyordu. Çobanlar cömertti. Rahat şekilde su ve süt içebileceği bir kap buldular. Karnını doyuracak et her zaman vardı. Bu şekilde tüm yazı birlikte dağda geçirdiler. Sonbahar artık kendisini hissettiriyordu. Yakında kar yağacaktı.
Çobanlar sürüyü köye götürmek için Iğdır ovasına doğru yol almaya başladılar. Vahşi kadın da onları takip ediyordu. Sürü Iğdır şehir merkezinin bir başından girip diğer başına doğru yol almaya başladı. Böyle günlerde trafik durur, esnaf merak ve hayranlıkla sürüyü seyre dalardı. Zaten o yıllarda trafik birkaç faytondan ve at arabasından başka bir şey değildi. Sürü şehrin diğer ucundan çıkar Karakuyu köyüne doğru yol alır. Geriye baktıklarında vahşi kadını göremezler. İki çoban şehre geri döner, aramadıkları yer kalmaz ama vahşi kadını bulamazlar. Umutsuz şekilde köye geri dönerler.
Telis giyinmiş yarı çıplak ve dört ayağı üzerinde yürüyen bu yaratığı gören bazı kendini bilmez gençler, ne yapar eder, vahşi kadının boynuna bir tasma geçirip “Ayı kadın! Ayı kadın! Görmesi 25 kuruş!” diye anons edip mahalle mahalle dolaştırırlar. Daha sonra şehir merkezine geri getirirler. Tasmayı elinde tutan genç, vahşi kadını esnafın garip bakışları arasında çekerek arkasından sürükler. Kimse müdahale etmez. Olup bitene bir anlamda veremezler.
Gençler, vahşi kadını Belediye Binasının önüne getirirler. Ahali vahşi kadının etrafını sarar, kimisi dokunmaya çalışır, kimisi tekmeler, kimisi taklidini yapar. Bürosundan olup biteni gören Belediye Başkanı Mir Ali Ural hızla aşağı iner. Kalabalığı dağıtır. Gençlerin elinden tasmayı alır, vahşi kadının boynundan çıkarır.
Vahşi kadının bulunduğu haberini alan çobanlardan birisi Iğdır’a geri döner, Belediye Başkanının huzuruna çıkar, başından geçenleri anlatır. Mir Ali Ural dünya görmüş, tecrübeli bir insandır. Karıncayı incitmeyen, hümanist ruhlu birisidir. Çobanın gönlünü alır:
“Artık o, Belediyenin korumasındadır. Hiç merak etmeyin! O bizim evladımızdır.”
Mir Ali Ural, Belediye bahçesinin bir köşesine ahşaptan küçük bir kulübe yaptırtır. Çobanın söylediği gibi her gün çiğ et verilir, suyunu derin kapta önüne koyarlar.
Günler bir zaman böyle geçer. Mir Ali Ural, her sabah işe gelince önce kulübeye uğrar, şaka yollu sorar: “Ay Hanım! Bizimle ne zaman danışacaksan?”
Sevgi dolu sözler etkili olur. Vahşi kadının insanlarla iletişimi artar, onlarla garip sesler çıkararak konuşmaya çalışır.
Bir gün Mir Ali Ural, Belediye binasına girmek üzereyken zabıtalardan birisinin eline taş alıp vahşi kadını tehdit ettiğini görür. Gizliden zabıtanın arkasına yanaşır. Elinde tuttuğu taşı kavrar ve sert çıkar:
“Bir daha bu zavallıyı korkuttuğunu görürsem aha şu karaağaçlardan birisine ayaklarından ters astıracağım! Hiç şakam yok!”
Mir Ali Ural’ın korumasını ve merhametini tüm kasaba halkı öğrenir. Vahşi kadın da yavaş yavaş kulübeden çıkar, sokaklarda dolaşmaya başlar. Kimisi karpuz ikram eder kimisi gülümseyerek dostluğunu belli eder. Et kokusu burnuna gelir. Bir kasabın önünde durur. Kasabın sahibi Kürt’tür. Karnını doyuruncaya kadar et verir. Vahşi kadın her gün aynı kasaba gitmeyi bir alışkanlık haline getirir. Kasap onunla konuşmaya çalışır. “Ez bircime!Goşt!” (Karnım aç! Et!) cümlesini öğretir. Karnı ne zaman açıksa kasaba gidip garip bir ses tonunda “Ez bircime!Goşt!Goşt!” diyor, kasapta onun için ayırdığı etleri bir kapta önüne koyuyordu.
Derken bir gün dağ köylerinden bir adam çıka gelir. Mir Ali Ural’ın huzuruna çıkar. Gözyaşları içinde başından geçenleri anlatır. Mir Ali Ural büyük bir saygıyla köylüyü dinlemeye koyulur. Köylü anlatır:
“Başkanım olaylar uzundur. Sizi yoracağım için üzgünüm. Bu vahşi kadın benim kız kardeşimdir. Adı Cemile’dir.”
Mir Ali Ural, köylünün kesin dille konuşmasına merak sarar:
“Kirve her şeyi başından eyice anlat ki men de eyice başa düşem (anlıyayım)”
“Benim adım Hasan. Elemıho Aşireti mensubuyum. Ağrı Dağı İsyanın son günleriydi. Askerler beklenmedik şekilde dört bir yandan saldırıya geçtiler. Erkekler ellerinde silahlarıyla birkaç gün direndiler. Uçaklar her taraftan geliyor, bombalayıp gidiyorlardı. Artık İran’dan ne erzak ne de silah yardımı geliyordu. Savaşçıların ve sivillerin yaşamları gittikçe zorlaşıyordu. Savaşçılar bir gün acil bir toplantı yaptılar. Ben 17-18 yaşlarında bir gençtim. Savaşçılardan birisi söz aldı, “Cepheyi yarıp geçelim yoksa hepimizi ya öldürecekler ya da teslim alacaklar.” Bu söze Bıro Heski Telli sert bir şekilde karşı geldi: “Ölünceye kadar direneceğiz! Burada 1500-2000 sivil insan var. Onları askerlere mi teslim edeceğiz? Türk askerinin süngüsüyle, kurşunuyla öleceğine benim kılıcımla benim kurşunumla ölsünler. Onları kendi ellerimle öldürüp sonra İran’a gideceğim ama geri gelip intikamımı alacağım.”
İki farklı görüş ortaya çıkmıştı. Kaybedecek zaman yoktu. Bıro Heskî Telli delirmiş gibi eline aldığı kılıçla kendi akrabalarını katletmeye başladı. Zorlukla durdurdular.
“Askerler sivillere dokunmaz. Onlar bizi öldürmek için geliyorlar. Eğer biz de bölgeden uzaklaşırsak sorun kalmayacak”
Bıro Heski Telli bu açıklamaya ikna olur.
İhsan Nuri Paşa ve eşi Yaşar Hanım zaten aylar öncesinden İran’a sığınmışlardı. Hemen akabinde Şeyh Abdükadir de savaşçılarıyla İran’a geçmişti. Lider kadronun iki önemli ismi ortadan kaybolunca, Bıro Heskî Telli komutayı ele alır. Geriye kalan savaşçılar birkaç hafta daha direnebildiler. Asker artık çok yaklaşmıştı. Bir akşam Bıro Heski Telli deste komutanlarını topladı. Hepsini tek sıra dizdi.
“Etrafımız dört bir yandan çepeçevre sarılmış durumdayız. Bu akşam İran’a geçmemiz gerekir yoksa yarın hepimiz öleceğiz. Şimdi söyleyin hangi deste en önden gidecek, çemberi yaracak biz de onları takip edeceğiz.”
Deste komutanlarından ses çıkmadı. Sessizlik uzun sürdü. Sonunda Ferzende öne çıktı. Ben kendi destemle (60 kişi) çemberi yaracağım. Bizi takip edin!”
Ben, Kör Hüseyin Paşa’nın oğlu Nadir Bey’in destesinde savaşçıydım. O akşam savaşçıların hepsi yakalanmadan, yaralanmadan, ölmeden İran tarafına geçtiler. Ancak bu tarafta binlerce sivili kaderleriyle yalnız başlarına bırakmıştık. Onların içinde annem ve bir yaşındaki küçük kız kardeşim de vardı.
Birkaç gün sonra askerlerin Ağrı Dağı’nı ele geçirdiklerini tüm sivilleri katlettiklerini duyduk. Ne yapıp edip, sınırı geçip annemi ve kardeşimi bulmalıydım. Gizli yollardan geçerek “ölüm tepesine” vardım. Her yer cesetle doluydu. Her kadının yüzüne bakıyor, annem olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Sonunda annemi buldum. Vahşi hayvanlar karnını parçalamışlardı. Boğazı süngüyle kesilmişti. Elbisesinden ve yüzündeki dövmeden annemi tanımıştım. Kız kardeşim Cemile’yi aradım ancak ne elbisesini ne de cesedini bulabildim. Annemi sürükleyerek bir kayanın dibine götürdüm. Üzerini taş yığınlarıyla örttüm. Yakalanma korkusu olduğundan fazla kalamadım, tekrar İran’a döndüm.
Geçenlerde köyde sohbet ederlerken, birisi Iğdır Belediyesinin bahçesinde vahşi bir kadının olduğunu söyledi. Ağrı Dağı’nda bulmuşlardı. Elimde olmadan Iğdır’a geldim. Vahşi kadına yaklaştım. Küçük parmağını görür görmez kardeşim Cemile olduğunu anladım. Bir keresinde annem un için el değirmeninde buğday öğütürken Cemile’nin küçük parmağı dönen iki taşın arasına sıkışmış yarısı kesilmişti.”
Mir Ali Ural ellerini havaya kaldırıp dua etti, bir şeyler mırıldandı. Gözleri sulanmıştı ama ağladığını belli etmek istemiyordu. Birlikte vahşi kadının kulübesine gittiler. Mir Ali Ural, tatlı sesiyle, “Ay Cemile Hanım! Bak gardaşın gelip!”
Köylü adam, kız kardeşine yaklaştı, onunla konuştu ama dil bilmediğini öğrenince çok üzüldü. Belediye Başkanına yalvardı, kardeşini yanında köye götürmek istediğini söyledi. Mir Ali Ural büyük sevecenlikle isteğini kabul etti. Elini cüzdanına attı. Bir miktar parayı köylünün eline sıkıştırdı: “İhtiyacın olar!Bir sorun olsa yanıma gel!”
Köylü büyük bir saygıyla Mir Ali Ural’ın elini öptü, kardeşi Cemil’nin kolundan tutarak birlikte bahçeden çıktılar. Hikâyeyi öğrenen Iğdırlılar empati kurdu, yürekleri anlaşılmaz bir acıma duygusuyla doldu çünkü insanlık trajedisinin etnik kökeni ya da mezhebi yoktu.
Köylü, kız kardeşi Cemile için elbise aldı, ayakkabı giyinmesini istedi. Cemile her şeye direniyor karşı geliyordu. Çıplak ayakla yürümek onun için daha doğaldı.
Bir traktörün vagonuna binip epeyce yol aldılar. Sonra inip yürümeye başladılar. Çok geçmeden köye vardılar. İnsanlar etraflarını aldı. Köylüler neler yaşandığını bildikleri için karşılarında duran vahşi bir kadın değil, başarısız bir isyanın ta kendisiydi. İsyan sırasında sivilleri düşünmeyen, koruyamayan, onları kaderleriyle baş başa bırakıp kaçan sözde savaşçılara lanet ettiler.
“Savaşarak ölselerdi onlar bizim için daha büyük kahraman olacaklardı. En azından bir sonraki nesle manevi bir destan bırakacaklardı. Cemile’nin günahı Türk ordusunun değil, kaçıp giden Kürt savaşçılarının omzundadır. Tek bir deste lideri ne yaralandı, ne öldü ne de yakalandı. Direnmeden kaçıp gittiler. Bu bir utançtır! Sıkıştıklarında kendilerini kurtarmayı hesaplayanlar bir davanın peşinden gitmemelidirler.”
Cemile, bir zaman köyde kaldı. Dağ başındaki bu köy eski günlerini ve yalnızlığını hatırlatıyor, canı sıkılıyordu. İnsanlar arasında kendisini daha rahat ve özgür hissediyordu. Bir gece yarısı kimseye fark ettirmeden çook uzaktan sönük ışıkları gözüken Iğdır’a doğru yola çıktı. Gelip Belediyenin önündeki kulübesine girdi.
Ertesi gün zabıtalar Belediye Başkanını durumdan haberdar ettiler. Mir Ali Ural kulübenin önüne geldi: “Ay Cemile sen hoş gelipsen! Başımızın gözümüzün üstünde yerin var!” Cemile bu tatlı ses tonunda insanoğlunu sevmeye ve onların sevgi ve güveni için yaşama sarılmaya çalışıyordu.
Mir Ali Ural tam bir sene boyunca zavallı Cemile’yi eğitmeye, medenileştirmeye, sosyalleştirmeye çalıştı. Bütün ısrarlara rağmen Cemile’yi tam olarak ehlileştiremedi. Yatakta yatmıyor, yerde uyuyor. İster yaz ister kış olsun yastık yorgan kullanmayı reddediyordu. Konuşması birkaç cümleden ibaretti.
Aradan yıllar geçti. 1959 yılıydı. Mir Ali Ural bir sabah Belediyeye doğru giderken zabıtalardan biri yanına yaklaştı, ağlamaklıydı: “Hurç Cemile öldü!” Mir Ali Ural’ın da yüreği burkuldu. Hurç Cemile, İdirmava mezarlığına defnedildi. Başucuna kocaman bir taş kondu ama üstünde hiçbiryazı yoktu.
TURGUT SUNGAR’IN ANLATIMI
“Hurç Cemile” Ağrı Dağı İsyanı yıllarında nasıl olmuşsa, bir kız çocuğu tek başına bir mağaraya sığınmıştı. Devam eden çatışmalar ve başka korkular nedeniyle olsa gerek kız çocuğu uzun yıllar bu mağarada mahsur kalmıştı. Cemile adlı bu kız çocuğu, bir rivayete göre dağdaki ayıların koruması altında büyümüştü. Aradan yıllar geçmişti.
18-20 yaşlarında bir delikanlı idim. Bir gün çobanlar yarı vahşi bir kadını dağda yakalayıp Iğdır’a getirmişlerdi. Bu kadın, Cemile adlı bu çocuktan başkası değildi. Yarı çıplak Cemile, tavır ve davranışlarıyla tıpkı bir ayı gibi hareket ediyor, ayı gibi yürüyüp oturuyordu. “Ayı kadın”ın yakalandığı haberi ilçede hızla yayılmıştı. Halk, hergün belediye bahçesine doluşup, meraklı gözlerle Cemile’yi izliyordu. Cemile’nin üzerinde elbise olarak kocaman bir çuval geçirilmişti. Kafası ve kolları açılan deliklerden dışarı çıkmış; Cemile bu vaziyette üşümeden geceyi parkta geçirirdi. Cemile; karnı acıktığı zaman, kasap dükkanlarının önüne gider, kap olarak kullandığı karpuz kabuğunu uzatarak “Ez bırçime, goşt, goşt!” (Karnım aç, et, et!) diyerek dükkân sahiplerine yalvarırdı. Kendisine verilen etleri çiğ çiğ yerdi. Bir gün bir köylü Cemile’nin kardeşi olduğunu söyledi; Cemile’yi yanına alıp dağ köylerinden birine götürdü. Ancak Cemile oradan kaçıp tekrar Iğdır’a döndü.
Değerli Okuyucular:
Burada önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Şeyh Sait ve Dersim İsyanlarında yakalananlar mahkeme edilmiş, idamla cezalandırılmışlardır. Ağrı Dağı İsyanında durum faklıdır. Kesin emir vardır: İsyancılar, onların yanındaki siviller (çocuk, kadın, yaşlı) veya İsyan sonrası İran’a kaçıp daha sonra geri gelen isyancılar ve onları saklayan aileler kurşuna dizileceklerdir. Buna benzer çok olay yaşanmıştır. Birçok aile isyancıları sakladıkları için toplu olarak yakalandıkları yerde kurşuna dizilmişlerdir. Bu durum 3 yıl boyunca devam etmiştir. Iğdır bölgesinde örneğin Melekli’ye sığınan Mametkan aşiretine mensup siviller yargılanmadan Erhacı düzlüğünde kurşuna dizilmiş, açık arazide yabani hayvanlara terk edilmişlerdir. Kısacası Ağrı Dağı İsyanı için bir mahkeme kurulmamıştır. Zilan Deresi olaylarıyla Ağrı Dağı İsyanı arasında elbette organik bir bağ vardır ama devletin gözünde Ağrı Dağı’ndaki isyancılar toptan yok edilmeli, Zilan bölgesindeki aşiret liderleri de yakalanıp yargılanmalıdırlar.
O yüzden mahkeme edilmek üzere Adana’ya gönderilenlerin tamamı Zilan Deresi olaylarıyla ilgilidir. Ağrı Dağı İsyanına katılan veya destek verenlerin tamamı (isyancı veya sivil) yakalandıkları yerde mahkeme edilmeden kurşuna dizilmişlerdir. Zilan deresi olaylarında yakalan isyancılar veya şüpheliler Adana mahkemelerinde yargılanmışlardır.
SONUÇ
Değerli okuyucular!
Her bebek doğduğunda aslında kuralları bilmeyen yarı bir hayvandır. Zaman geçtikçe, nasıl su içeceğini, nasıl yemek yiyeceğini öğrenir. Konuşarak meramını anlatmasını bilir. Sosyal kuralları, ayıbı, yasağı fark eder, kendisi gibi diğer insanların arasına karışır. Farkında olmadan dilini, dinini, mezhebini benimseyip içinde bulunduğu toplumun bir üyesi olur.
Cemile’nin boynuna tasma takıp dolaştıran Iğdırlılardan birisini alıp Çin’in ortasındaki bir şehre tek başına bıraktığımızı hayal edelim. Dilini, kültürünü bilmediği için şok geçirecektir. Yılanları, köpekleri yediklerini görünce iğrenecektir. Zaten parası da yoktur. Dil bilmediği için iş bulamayacaktır. İnsanlar kendilerine benzemeyen bu Iğdırlı’ya itici gözlerle bakıp garipseyeceklerdir. Dışlandığını ve bu toplumda istenmediğini anlayıp içine kapanacaktır. Bir köşeye büzüşüp oturacaktır. Ne otele gitme şansı vardır ne de uçağa binip Türkiye’ye geri dönme.. Karnı acıkmıştır, ne yapacaktır? Yüreği korku dolu bir halde daha ne gibi felaketlerin başına geleceğini tahmin etmeye çalışacaktır.Eğer şanslıysa bir Çinli Mir Ali Ural onun varlığını fark edecek, ona sahip çıkacak, yatacak yer gösterecek, karnını doyurmasına yardımcı olacaktır. Ancak böyle birisine denk gelmesi hiç de kolay değildir. Acaba bizler, Iğdırlı olarak Mir Ali Ural gibi kıymetlerimizin değerini bildik mi? Onların manevi zenginliğini içselleştirip ders çıkardık mı? Cevabım maalesef kocaman bir HAYIR’dır.
Gördüğünüz gibi üzerimizdeki din, mezhep, dil, etnisite vb kabukları soyulunca hepimiz aslında bir Hurç Cemile’yiz ama şımarıklığımız nedeniyle bunun farkında değiliz. Yüreğinin ve zihnin derinliklerinde Hurç Cemile olduğunu anlayan insan gerçek ve aydınlanmış insandır. Dünya onların sayesinde sonu gelmeyen savaşlara ve çatışmalara direnmekte, din, mezhep,dil, etnisite ve diğer ayrımcı faktörlere karşı gelmekte, mücadele vermekte, bunun için bir bedel ödemektedirler. Günlerini ya cezaevlerinde ya da idam sehpalarında geçirmektedirler.
İnsanoğlu, içindeki masum Hurç Cemile’yi algılamadıkça ve kendisini çıplak insan olarak hayal etmedikçe, siyasilerin ve kötü niyetli yöneticilerin şovenist ve ayrımcı tuzaklarına hep düşeceklerdir. Her insanın farkında olmadan içinde taşıdığı HURÇ CEMİLE aslında evrensel DEMOKRASİ’nin temel değeridir.Onunla dalga geçmeyelim, kıymetini bilelim. Doğrusunu isterseniz ben yürekleri ve zihinleri şovenist, ayrımcı ve faşist duygularla dolu insanların yaşadığı, zengin ve muhteşem bir ülkenin vatandaşı olmaktansa Hurç Cemile gibi kendi doğallığıyla süslenmiş bir toplumu tercih ederdim.