İNSAN,SANAT, IĞDIR
Tarih 12 Eylül 1940. Yer, Fransa’nın güneyinde küçük bir kasaba. Adı Lascaux (Lasko). 18 yaşındaki Marcel Ravida isimli bir çocuk, köpeğini gezdirirken, köpeği bir çukura düşer. Köpeğini çıkarmaya gücü yetmez. Üç arkadaşından yardım ister. Dört kafadar iş bölümü yaparlar, ip sarkıtarak 15 m derinliğindeki çukura inerler. Köpek bu kadar yüksekten düşmesine rağmen hafif sıyrıklarla kurtulmuştur.
Çukura inen iki arkadaş ellerindeki fenerle etrafa bakınca bunun tünellerle birbirine bağlanmış bir mağara olduğunu anlarlar. Merak edip mağarayı dolaşırlar. Duvarlara hayvan resimleri çizilmiştir. Buranın gizemli bir yer olduğunu anlayıp köye dönerler. Birkaç gün sonra Başpapazla birlikte aynı mağaraya iple inerler. Papaz akıllılık eder gördüğü resimleri kâğıda çizer. Bunları bir müze müdürüne gösterir. Çok geçmeden Kültür Bakanlığı duruma el koyar.
Lascaux mağarası14 Temmuz 1948 tarihinde müze olarak halka açıldı. Yüksek nem oranı, ziyaretçilerin dikkatsizliği yüzünden 600’e yakın orijinal resmin bir çoğu mağara duvarlarından silindi veya zarar gördü. Mağara 1963’de kapatıldı. Gereken tedbirler alındıktan sonra mağaranın belli kesimlere ziyaretçilere yeniden açıldı. Yapılan araştırmalar sonucunda mağara resimlerinin günümüzden 17 000 yıl önce yapıldığı anlaşıldı.
Lascaux mağarasında duvarlara çizilen hayvan resimleri gerçek hayvan resimlerine çok benziyordu. Üstelik bilmediğimiz teknikler kullanılarak renklendirilmiştiler. Bunlar şüphesiz birer sanat eseriydi. Daha doğrusu sanatın doğuşunun habercisiydiler.
O yıllar insanlar mağaralarda yaşıyor ama konuşma yeteneğine henüz sahip değildiler. Tek kelimelik seslerle kodlanmış bir haberleşme sistemi kullanıyorlardı. Yani insanoğlu konuşmayı öğrenmeden ve köy yaşamına (neolitik dönem) geçmeden önce sanatı keşfetmişti.
Şimdi geldik yazının icadına: Tarihte yazıyı ilk olarak Sümerler icat etmiştir. Bu yazı sisteminde kullanılan semboller çiviye benzediği için çivi yazısı olarak isimlendirilirmiştir. Mezopotamya’da yaşayan Sümerler günümüzden yaklaşık 5500 yıl önce çivi yazısını kullanmaya başladılar.
İnsanlığın İlk Alfabesi: Çivi Yazısı Tableti
İnsanoğlu kelimelerle cümle kurmasını yani konuşmayı öğrendikten sonra yazıyı keşfetmiştir. Bu hatırlatmayı niçin yapıyorum: Bize okullarda öğretilen tartışmasız bir bilgi vardır: “Tarih yazıyla başlamıştır.” Bu ifadeyi esas alarak insanlık tarihi “yazıdan önce” ve “yazıdan sonra”denilerek iki farklı dönem olarak ele alınmaktadır. Yazıdan önceki dönemi “küçümser” bir yaklaşım içinde eğitim aldık.
Benim görüşüm farklıdır: İnsanlık tarihi SANAT’la başlamıştır. Lascaux mağarasındaki duvarlara çizilen resimler sanat eseridir. Sanat, yazıdan 11500 yıl önce doğmuştur. İnsanoğlu sanat sayesinde gelişmiş ve değişime uğramıştır. İnsanı insan yapan sanat olmuştur. Ve bu gerçeklik hala geçerlidir.
Müzelerde gördüğümüz her şeyi sanatçılar yaratmışlardır. Dünyanın yedi harikası olarak bildiğiniz güzellikler kralların veya derebeylerin değil sanatçıların eserleridirler. Krallar, zenginler, ortalama insanlar unutulup gitmişlerdir ama sanatçılar yarattıkları eserlerle ölümsüzlük mertebesinde kalbimizde yaşamaya devam ediyorlar. Düşünün bir kere Ayasofya ve Mimar Sinan’ın eserlerini çıkardığınız zaman İstanbul’da geriye ne kalır!
İnsanlık sanatla içli dışlı olduğu zamanlar gelişme göstermiş yani “insan” olmuş, sanattan uzaklaştığı zaman insanlığından da uzaklaşmış bir anlamda içgüdüleriyle yaşayan bir yaratığa dönüşmüştür.
Sanat, tek bir çizgide gelişmemiştir: Mimari yapılar, heykeltıraşlık, seramik, resim, film, fotoğrafçılık, müzik, edebiyat, şiir, opera, tiyatro, mizah, karikatür, sinema gibi alt bölümlere ayrılmıştır.
Sanatın güçlü olduğu dönemlerde insanlık daha mutlu olmuş ve özgür bir yaşam sürdürmüştür. Bunu toplumların tarihine bakarak rahatlıkla görebiliyoruz. Örneğin, 15’inci ve 16’ıncı yüzyılların Avrupa’sında ortaya çıkan Rönesans hareketiyle mimarlık, heykel, resim ve müzik alanlarında devrim yaşanmış, bu sayede Ortaçağ’ın karanlığından uyanan insanoğlu kendini yeniden keşfetmiş, yaratıcılık ve haya gücü güçlenmiş, bu süreç içerisinde bilimsel buluşlar ve sanayileşme mümkün olmuştur. Biz bugün hala Rönesans döneminin yaratıcılığını aşmış değiliz.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sanata gereken önemin verilmediğini biliyoruz. İstanbul dışındaki şehirlerde sanatetkinlikleri hemen hemen hiçvar olmadı. Birkaç ilde şehir tiyatroları kuruldu ama içeriği bomboş ve yavandı. Sanatla ilgisi yoktu. Resim atölyeleri sadece İstanbul’da var oldu. Klasik müzik halen birkaç kişinin veya ailenin tekelindedir. Karabük, Ankara, Karaman’dan geçen bir çizgi çizin. Sağ tarafta kalan il veya ilçelerin kaç tanesinde tiyatro, piyano, resim atölyesi, seramik atölyesitüründen sanat faaliyetleri vardır diye sorarsanız hemen hemen hiç olmadığını göreceksiniz. Bu nedenle, ruhu boğulmuş ve yaratıcılığı öldürülmüş bir ülkede yaşadığımızın farkında olmalıyız.
Daha önce yazdığım gibi sanat, duygularımızın, hayal gücümüzün ve yaratıcılığımızın dışa vurumu ve kendi iç dünyamızı keşfetmemiz anlamına gelir. En önemli özelliği daha önce var olmayan yeni bir eserin ortaya çıkarılması, insanın dış dünyayı kendi elleriyle yeniden yorumlaması ve yeniden yaratmasıdır.
Türkiye’de sanat hareketi asla toplumsal bir harekete dönüşemedi. Bu nedenle çoğumuz kendi iç dünyamıza yabancılaşmış ve kendi yeteneklerimizin farkında olmadan sıradan bir yaşam biçimini kabullenmiş durumdayız.Halbuki insan sanatla gelişir ve var olur. Şu ana kadar sanat ölü bir çizgide devam ettiği için Türkiye güçlü bir demokrasiye geçiş yapamadı, çünkü bunu başaracak yetenekte yaratıcı bireylere ve siyaset adamlarına sahip olamadı. Aynı sıkıntı maalesef halen devam etmektedir. Sanatın güçlü olmadığı toplumlarda sosyal patlamalar, yozlaşmalar, istikrarsız yapılar ortaya çıkmakta, siyaset de bundan payını almaktadır.
IĞDIR VE SANAT
1900’den bugüne kadar geçen süreçte Iğdır’da sadece 1945-55 yılları arasında bir sanat Rönesans’ı yaşanmış, ancak 1955’ten itibaren Kars genelinde (o yıllar Iğdır Kars’ın bir ilçesidir) yaşanan siyasi hesaplaşmalar ve kargaşa içinde bu sanat atılımı etkisini kaybetmiş ve sanat faaliyetleri günümüze kadar devam eden derin bir sessizliğe bürünmüştür. Iğdır’ımızın Rönesans dönemine (1945-55) öncülük yapan değerli isimlerden birkaçını burada sizlere tanıtmak isterim.
NAĞI (NAKİ) ODOĞLU
1900-1917 yılları arasında Rus yönetimindeki Iğdır’ı ele aldığımızda mimari anlamda dikkat çekici binaların yapıldığını görüyoruz. Binaların fasadı (ön cephesi) kesme taşlardan ve farklı motiflerle işlenmiştir. Bu binaların çok azı halen Iğdır’ımızda ayakta kalabilmişlerdir. Kimisi terk edilmiş kimisi konut olarak kullanılmaktadır.
Çocukluk yıllarımdan bir anımı aktarmak isterim. Hasan Alagöz’le teyze çocuğu olduğum için sık sık Merhum Hacı Ömer Şark’ın evine giderdim. 1930’lu yılların başında ailesiyle birlikte İstanbul’dan Iğdır’a taşınan Merhum Nağı (Naki) Odoğlu tarafından satın alınan ve restore ettirilen bu binayı Hacı Ömer Şark 1956 yılında Nağı Bey’in oğlu Abbas Odoğlu’ndan satın almıştı.
Nağı Beyin kaldığı evin bugünkü görünüşü (Yol nedeniyle evin ön cephesi orijinal ön cepheden 1.5 m kadar aşağıya inmiş, evin dış görünüşü görkemini kaybetmiştir.)
Nağı Odoğlu, satın aldığı binayı kendi zevkine göre restore ettirmişti. Ön balkonun hemen yanında, bahçeye açılan, binanın ön cephesine ayrı bir güzellik katan ahşaptan yapılma desenli kocaman bir kapı vardı. Arka balkonun etrafı ahşaptan yapılma desenli ve oymalı trabzanlarla çevrelenmiş, her bir trabzan farklı renge boyanmıştı. Evin içine girildiğinde sizi üç kapıya açılan bir hol karşılar. Ahşaptan yapılan oymalı ve farklı renkteki kapılar yüksek ve şatafatlıydı. Salon, büyük ve iç ferahlatıcıydı. Salonun bir köşesinde etrafı ahşap işlemeyle süslü kocaman bir boy aynası vardı.
1930’lı yıllarda bir piyano, gramofon, radyo ve desenli koltuklar bu salona ayrı bir güzellik katıyordu. Özel günlerde, Iğdır’ın zengin aileleri burada buluşur, piyano resitali dinlerlerdi. Gramofonda çalan müzik eşliğinde günün moda dansları bu salonda yapılırdı.
Nağı Bey, evin her köşesini sanat eserine çevirmişti. Evin İdirmava Caddesine bakan küçük odasını müzeye çevirmişti. Bu bir anlamda Iğdır’ın ilk müzesiydi. Odanın dört bir köşesi müzelerde görüldüğü gibi kapalı ve kilitli camekânlarla çevrelenmişti. Ailesine ait değer verdiği eşyaları sergiliyor, ziyarete gelen dostlarına büyük bir zevkle gösteriyordu.Duvarlarda kıymetli yağlı boya resimler vardı.
Evin arka cephesini gören, içinde her türden meyve ağacının bulunduğu bir bahçesi vardı. Ayrıca Alikamerli yolu üzerinde Küçük Bağ ve Büyük Bağ ismiyle bilinen ve içinde türlü türlü meyve ağaçlarının olduğu iki bahçeye sahipti. Ağaçların sıralanışı, simetrik budanması, meyvelerin kasalara dizilmesinde hep bir sanat eli ve dokunuşunun izlerini görmek mümkündü. Konserve üretimine başladığında konserve kutusunun üzerindeki resmi kendi eliyle çizmiş ve renklendirmişti. Bu konserveler, İzmir fuarında birincilik kazanmış, Almanya’ya ihracat edilmişti. Kısacası Nağı Bey, duruşu ve kişiliğiyle Iğdır toprağına sanat ruhunu aşılayan ilk şahsiyettir. Iğdır’daki sanat ruhunun duayeni ve asla unutulmayacak ismi Nağı Bey’i saygı ve rahmetle anıyorum.Umarım ismi sanatla ilgili bir akademiye verilir, ölümsüzleştirilir.
IĞDIR’DA GİYİM KUŞAM
1945-55 yılları arasında yaşanan sanat ruhu giyim kuşama da yansımıştı. Bu döneme ait resimleri dikkatinize sunmak isterim:
Iğdırlı Bayanlar
IĞDIR’DA GASTRONOMİ (YİYECEK-İÇECEK) SANATI
1945-55 yılları arasında lokantacılık ve kahvecilik işletmesi anlamında iki muhteşem yer vardı. Bunlardan Merhum Süphan Güneş’in lokantası Avrupai tarzda döşenmiş, içki servisi adabına uygun olarak yapılan, yemek çeşitleri bakımından İstanbul’daki en şatafatlı lokantaları bile aratmayan bir mekandı. Garsonların özel giyimleri vardı. Yemek son derece lezzetli ve çeşitliydi. Yemeklerin yapılışında ve sunumunda gizli bir sanat inceliği kendisini belli ederdi. 1955’den sonra bu kültür yok oldu bunun yerine halen günümüze kadar devam ede gelen garsonların uzaktan bağırarak “Ustam çek bir kuru!” gibisinden bağırmalarla gastronomi sıradanlaşmış, özelliğini kaybetmiştir.
Bir diğeri Merhum Feyzullah Zengi, kahvecilik anlamında o yıllar namı Türkiye’ye yayılan IĞDIR ÇAYI’nın isim babasıdır. Senelerce müşterilerine çayın kalitesinden, tadından ve renginden taviz vermeden hizmet verdi. Çayın lezzeti, tabak ve bardakların deseni ve garsonların giyim kuşam kalitesine ancak Beyoğlu ve Pera kahvehanelerinde rastlanabilirdi. Maalesef ne Süphan Güneş’in ne de Feyzullah Zengi’nin gastronomi sanatına olan ilgileri yeni nesil tarafından 1955’den sonra devam ettirilemedi.
IĞDIR TARİHİNİN İLK KİTABI VE GAZETELERİ: Her ne kadar 1945-55 yılları arasında Roman anlamında kitap yayınlanmasa da Iğdır Ortaokul Müdürü Mehrum Veli Orkun’un kaleminden 1955 yılında IĞDIR TARİHİ isimli kitabı yayımlanmıştır. Ne yazık ki bu değerli kitabın yeniden basılması mümkün olmamıştır. Bu kitabın tekrar yeniden baskısı için Iğdırlı sivil ve resmi kurumlara çağrı yapmayı bir görev biliyorum.
Iğdır’ın ilk gazeteleri yine 1945-55 yılları arasında okuyucularıyla buluşmuştur.
GAZETE ADI SAHİBİ İLK SAYI YER
IĞDIR Gazetesi Cengiz Ekinci 28 Eylül 1950 Iğdır
ARAS Dergisi Ramiz Özler 30 Ekim 1950 Iğdır
DİL Gazetesi Mecit Hun 9 Temmuz 1952 Iğdır
FIRILDAK Mecit Hun 21 Ocak 1953 Iğdır
ŞARKIN DİLİ Mecit Hun 16 Mayıs 1953 Iğdır
PAMUKOVA Mecit Hun 30 Temmuz1954 Iğdır
YENİ IĞDIR Cemil Aydın 28 Şubat 1955 Iğdır
YEŞİL IĞDIR Fazıl Şıktaş 1 Eylül 1955 Iğdır
TİYATROCU, RESSAM, KARİKATÜRCÜ TURGUT SUNGAR
1948 yılında Merhum Aziz Güney ve Ali Orkun’un birlikte açtığı Aras Sineması ilçedeki sanat ruhunu tetikler, Iğdır’da sanat faaliyetleri çok yönlü atılama geçer.Bu sanat rüzgârından etkilenenlerden birisi de 1927 Iğdır doğumlu Turgut Sungar idi. Babası Merhum Binbaşı Bekir Sıtkı Sungar, Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda görev yaptığı yıllarda, Iğdır’a gelip yerleşmiş, kızı Hikmet Hanım, Iğdır eşrafından Naci Güneş’le evlenince ailesinin Iğdır’a bağlılığı daha da artmıştı.
Iğdır’da ilk kez karakalem ve yağlı boya anlamında resim çalışması yapan isim Turgut Sungar’dır. Anılarında bu sanat tutkusunu şöyle anlatır:
“İlkokul yıllarımdan itibaren resme ilgi duymaya başlamıştım. Ancak o zamanlar daha çok karakalem çalışması yapıyordum. İş hayatına atıldıktan sonra işlerimin yoğunluğu nedeniyle uzun yıllar resim tutkumu bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Emekli olduktan sonra bu ilk “aşkıma” geri dönme arzusu içimde uyandı. Bir olay kararımı hızlandırıp elime fırça ve tuval almama neden oldu.
Bir gün televizyonun başına oturmuş bir sanat programı izliyordum. Program, “Türkiye’nin uluslararası ressamı ve övünç kaynağı” diyeKayhan Keskinok adlı bir ressamı tanıtıyordu Bu isim birden beynimde çağrışımlar yaptı. Evet tanımıştım! Ben Iğdır Ortaokulunda öğrenciyken, Kayhan Keskinok ilkokulda öğretmenlik yapıyordu. Bu nedenle kendisiyle tanışmış hatta resim zevkimi geliştirecek nasihat ve ipuçlarını bizden esirgememişti.
Yıllar önce tanıdığım bu hocanın, uluslararası ressam olarak ün yapması beni çok duygulandırmış, “Ben de yapabilirim” cesaret ve kararlılığının içimde doğmasına neden olmuştu. Ama yağlı boya hiç çalışmamıştım. Acaba bir yerlerde kurs mu almalıydım?
Eşimin aile çevresi oldukça genişti. Babamın ilk hanımı da, eşimin halası olduğundan aile fertleriyle içi içe bir yaşantım var. Bir gün, Giresun Belediye Başkanı olan kayınbiraderim bizi yemeğe davet etmişti. Sohbet sırasında,benim resme ilgimin farkında olan kayınbiraderim, “Eğer yağlıboya çalışmasıyapmak istiyorsan, kursa gitme derim! Hocanın tekniğini öğrendikten sonrakendi stilini bulman çok zor olabilir. İyisi mi tek başına bu işe soyun!” dedi.
Onun nasihatine uyup, bir gün tuvalin karşısına oturdum.Gel zaman git zaman fırça tekniğimi geliştirdim. Yıllardan beri içimde fırtınalar estiren geçmişin gizli portre ve imgelerini tuvale aktarmaya başladım. İlk çalıştığım konulardan birisi “Ağrı Dağı” oldu. Evimin bir duvarında kocaman “Ağrı Dağı” tablosu asılıdır. Her sabah erkenden uyanır tablonun karşısına geçer, boğazım düğümlenerek Iğdır günlerimi ve dostlarımı hatırlarım.
“Benim tuval üzerindeki Ağrı Dağı ile gerçek Ağrı Dağı birbirlerine ne kadar da benziyorlar”, diye her gün şaşırarak düşünürüm. Her ikisi de elimi uzatsam değecek gibi bana yakın; ancak birisi gönülden diğeri mekândan çok uzaklarda…
Kısa sürede bir sergi açabilecek kadar tablom olmuştu. 1999 yılındaİş Bankası sponsorluğunda ilk sergimi Meşrutiyet Caddesindeki İş Bankası Galerisinde açtım. Hayatım, yurdun bir yerinden diğerine dolaşıp durmakla geçtiğinden ve her gittiğim yerde bana ilham veren güzellikler olduğunu düşünerek sergime “Her pınardan bir yudum” ismini verdim.”
IĞDIR HALKEVİ
Turgut Sungar, Iğdır’da açılan Halkeviyle ilgili gözlemlerini şöyle aktarır:
“Halkevi sportif ve kültürel anlamda büyük hizmetlerde bulunuyordu.İkinci Dünya Savaşı yıllarında Halkevi Başkanlığını Osman Ataman yürütüyordu. Ben de spor, tiyatro ve gezi kolunda görev yapıyordum.Hafta sonları yakın köylere atlı geziler düzenlenirdi. Bayanların,süvari pantolonu giyerek katıldığı ve çok zevkli geçen bu gezileri daha çok komiser Latif Bey ve veteriner Muammer Bey organize ederlerdi.
Arada bir kaymakam bizi yanına çağırır, balo düzenlememizi isterdi.Baloya ilçenin ileri gelenleri hanımlarıyla katılır, modern müzik eşliğinde dans ederlerdi. Bir keresinde Naci Bey’le Hikmet ablamı dans ederken görmüş, çok garipsemiştim. Naci Bey kendisinden beklenmeyecek çeviklikle ritme ayak uyduruyor, harika dans ediyordu.
IĞDIR’IN İLK TİYATRO OYUNU: BABA KALBİ
Turgut Sungar anlatmaya devam eder:
“Halkevinin zengin bir kütüphanesi vardı. Ödünç aldığımız tiyatro eserlerini zevkimize göre sahnelerdik. Iğdır’daki aileler kızlarının temsil oyunlarında yer almasına izin vermedikleri için, kadın oyuncu sayısının az olduğu piyesleri tercih ederdik.
Bir ara kendim de bir piyes yazdım. “Baba Kalbi” adındaki bu oyunubaşarılı bir şekilde sahnelemiştik. Piyes, Iğdır ve civar ilçelerde geniş ilgigörmüştü.
Piyesin adı: Baba Kalbi
Yazan ve sahneleyen: Turgut Sungar
Oyuncular:
Baba Mustafa Avcı (Ofis Şefi)
Büyük oğlu Saffet (Paşa Turan)
Küçük oğlu Sedat (Turgut Sungar)
Diğer oyuncular: Hidayet Yalçın, İsmet Aydınlı,Metin Toksözlü, Nejat Birdoğan ve Ertuğrul Taner
PİYESİN KONUSU
Turgut Sungar piyesin senaryosunu şöyle aktarır:
“Eşi ölmüş zengin baba, iki oğluyla çiftlik evinde oturmaktadır. Derslerinde başarılı Sedat için eğitimine Avrupa’da devam etme şansı doğmuştur.Sedat, yolculuğa pek istekli değildir. Çünkü konuştuğu ve sevdiği bir kız vardır.
Sedat Avrupa’da eğitimine devam ederken sevgilisine mektup göndermeyi ihmal etmez. Ancak sevgilisinin ağabeyi Saffet’le buluştuğundan habersizdir. Kız, Saffet’i sevmektedir.
Eğitimini tamamlayan Sedat, baba evine döner. Gerçeği öğrendiği zaman yüreği acıyla dolar. Tek yol kalmıştır: Ağabeyi Saffet’le ölümüne hesaplaşmak. Tabancasını cebine kor, Saffet’in karşısına dikilir. Çekinmeden tetiğe basar, ağabeyini öldürür. Sedat cezaevini boylar.
Aradan uzun yıllar geçmiştir. Tahliye olan Sedat’ın siması bile değişmiştir. Mühendis olduğu halde iş bulmakta zorlanan Sedat nihayet bir çiftlikte at bakıcısı olmayı kabullenir.
Ahırdan içeri girer girmez babasının atını hemen tanır. Atı okşarken farkında olmadan babası içeri girer. Baba oğul önce birbirlerini tanımakta zorlanırlar. Baba, gerçeği öğrendiğinde, oğlunun oradan ayrılmasını ister.
Sedat gitmeye hazırlanırken baba, dayanamaz yere yıkılıp gözyaşlarına boğulur. “Baba kalbi” oğlunun gitmesine engel olmuştur.”
Turgut Sungar biraz daha detaylandırır:
“Piyesin ana teması bu olay üzerine kuruluydu. Ancak piyesi sahnelerken bazı aksilikler olmuyor değildi.İlçede elektrik yoktu. Lüks lambaları kullanılıyordu. Bu lambalar“gömlek” veya “tor” denilen özel bir aksesuar olmadan çalışmazdı. Uzun süre yanan “gömlek”ler kendiliğinden parçalanır, lüks sönerdi. Nitekim bu felâket bizim de başımıza geldi.
Piyese henüz başlamıştı ki, ortalık karanlığa gömüldü. Yardımcılarmum ışığıyla lüks lambasını tamir etmeye çalışırken, baba rolünü oynayan Mustafa Avcı, tuluat eser sahneler gibi, doğaçlama bir yetenekle, “evin uşağına” dönerek “Hayatım zaten kararmıştı. Bir de sen karartma!” dedi. Bu sözler durumu kurtarmıştı. Hatta lüksün lambasının sönmesini piyesin bir parçası zannedenler bile olmuştu.
İkinci aksilik; Sedat’ın ağabeyini öldürmeye çalıştığı sahnede geçmişti. Sedat’ın rolünü oynadığım için elimde tabanca vardı. Şarjörü olmayan bu boş fakat gerçek tabancanın, seyircilerin görmediği tarafına bir mantar tabancası bağlamıştım. Ateş edeceğim zaman mantar tabancası patlayacak,seyirci sanki gerçek tabanca ateşlenmiş zannedecekti.
Ağabeyim Saffet (Paşa Turan) karşımda duruyordu. “Bana ihanet ettin!” diyerek tabancayı cebimden çıkarttım, Saffet’e doğrultup tetiğe bastım. Aksilik oldu, tabanca ateş almadı ama Paşa kendisini yere atarak “Ahhh! Yandım!” dedi.
Gülünç bir durum olmuştu. Paşa’nın kulağına “Tabanca patlamadı. Nasıl yanıyorsun öyle!” dedim. Bereket yardımcı oyuncular sahne arkasında mantarı ayaklarının altında patlatınca bu sahneyi de kazasız belâsız atlatabilmiştik.
Arada bir manzum (şiir) piyesler de oynardık. Aradan 50 yıldan fazlabir zaman geçmesine rağmen mısralar hâlâ kulaklarımda çınlar:
Uyudum mu desem rüzgar canıma kıydı
Gecenin ayazında koştum tepeler aştım
Yollarda kimse yoktu kurtlarla arkadaştım
Atıf Kaptan ve Halide Pişkin gibi Türkiye çapında tanınmış tiyatro sanatçıları yaz aylarında Iğdır’a turneye gelirlerdi. Bir keresinde oyunculardan birisi hastalanınca, Halkevi’ne başvurup yardım talebinde bulunmuşlar;Halkevi başkanı da benim ismimi önermişti. Rolümü bir gecede ezberleyip,onlarla beraber sahneye çıktım.
Değerli okuyucular!
Gördüğünüz gibi Iğdır’da 1950’li yılların başında bir tiyatro vardı. Zor koşullarda bir piyes bile hazırlamışlardı. Bu Iğdır’ın ilk ve son tiyatrosuydu. Ayrıca o yıllar İstanbul’dan Iğdır’a tiyatro turnelerinin geldiğini de biliyoruz.
Yukarıdaki bilgilerden hareketle Iğdır’ın ilk tiyatro sanatçısının Merhum Turgut Sungar olduğunu söyleyebiliriz.
Kısacası Merhum Turgut Sungar, tiyatrocu, şair, ressam ve karikatürist olarak çok yönlü bir şahsiyetti. “Aras’ın Sevdası” isimli muhteşem şiirini iki kitabımda bulmanız mümkündür.
IĞDIR’IN İLK ŞAİRLERİ
Iğdır’ın ilk şairi denince akla Kerim Yaycılı ve Hamit Dönmez gelir.Şavşat’lı olup da hayatının önemli bir kısmını Iğdır’da geçiren AşıkDeryami’yi de bu listeye eklemek durumundayız.
KERİM YAYCILI
Kerim Yaycılı’yı merhum Hamza Aygün anılarında şöyle anlatır:
“Şair ve Edebiyatçı, Kerim Yaycılı, Alhan oğullarından Hacı Abdullah Efendi’nin oğlu olup 1913 yılında Iğdır’ın Yaycı köyünde dünyaya gelmiştir.Çocukluğu Birinci Dünya Savaşı’nın ıstırap ve acısı içinde geçmiştir.Mazinin bu acı sahneleri onun subay olarak vatana hizmet aşkını körüklemiş, girdiği askeri ortaokul ve liselerinde sınıfını daima birincilikle geçen Kerim Yaycılı, çok çalışması ve bünyece zayıf olması nedeniyle 1931yılında ciğerlerinden rahatsızlanarak çürüğe çıkarılmıştı. 1934 yılına kadar devam eden hava tebdili sırasında Karaköse (Ağrı), Karakoyunlu nahiyesive Erzurum ilkokullarında öğretmen olarak hizmet vermiştir. Aynı yıl içinde Erzurum Lisesi Edebiyat kolundan mezun olarak Yedek Subay hizmetine çağrılmıştı. 1937 yılında terhis olduktan hemen sonra Ankara’ya gelerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiştir.
Kerim Yaycılı, Iğdır’da doğup büyüdüğü için oraya ve orada yaşayan yurttaşlarına karşı sonsuz sevgi ve saygısı vardı. Aras nehri onun ilham kaynağı idi. Iğdır’ın istila yıllarında Berfo oluşunu, “Iğdır’ın Kurtuluşu”başlıklı şiirinde şöyle anlatıyordu:
Zalim düşman oldu bir gün seferber
Yandı her kent, Oba, Yaycı, Hoşhaber
Medet Allah, medet Allahu Ekber!
Ateş düştü, yurda yuvaya kente
Bir mahşerdi ana oğul yitende
Gelip çattı sanki bir aher zaman
Ne silah var bizde ne de bir güman
El kol bağlı aman Allah el aman
Dağı taşı boyadılar al kana
Tanrı fırsat vermesin düşmana
Kerim Yaycılı bu şiirin sonunu kahraman Türk ordusunun Iğdır’ı kurtarışındaki gayretini dile getirerek şu şekilde noktalıyordu:
Karşı dağlar birer birer uyandı
Tan yerleri kan rengine boyandı
Türk Ordusu Türk Ordusu dayandı
Top sesleri ufukları sararken
Mehmetçikler düşmanları tararken
Top tüfekle yakıp yıkan bu yurdu
Top tüfeksiz yollarda kaçıyordu
Aras içti düşmanların kanını
Aldı millet yüce intikamını
Ufuklara çekilirken Albayrak
Yeni baştan halk olundu bu toprak
Kerim Yaycılı, 66 yıllık hayatının 36 yılını hasta, yürüme kabiliyetindenmahrum geçirmesine rağmen hiç kimseye nasip olmayan büyük bir azimve irade ile yaşama gücünü kaybetmemiş, hayata bağlanmasını bilmiştir.
Kerim Yaycılı’yı 1962 yılının bir 21 Mart gününde tanıdım. Kendisinin çalıştığı Devlet Opera ve Tiyatrosu’nda geniş bir muhiti vardı. Bütün sanatçılar ona karşı derin bir sevgi ve saygı duyarlardı. Yalnız kaldığı, dışarıya çıkmadığı odası,hiçbir zaman boş kalmaz, ziyaretçileriyle dolup taşardı.
Birilerine sitem etmesi gerektiği zaman, kimsenin kalbini kırmamak için,sözlerine büyük bir yumuşaklık ve gülümseme katar, karşısındakinin gönlünüokşardı.
Kerim Bey, 13 Temmuz 1979 Cuma günü akşamı kalp krizi sonucuhayata veda etti. Cenazesi 16 Temmuz Pazartesi günü saat 15 ‘de Ankara Küçük Tiyatroda Devlet Tiyatrosu sanatçılarının, dost ve hemşerilerinin katılımıyla yapılan törenden sonra akrabaları tarafından alınarak Iğdır’a götürüldü.Orada toprağa verildi.
İyi bir insan ve her şeyden önce iyi bir vatan şairi olan Kerim Bey’e Tanrıdan rahmet dilerim. Bu büyük şairin Iğdır için yazmış olduğu “Araslı Kız” şiirini burada takdim etmeden geçemiyorum.
ARAS KIZ (KERİM YAYCILI)
Ak bulutlar bürümüş Ağrı’nın zirvesini
Azeri kızlar dinler Aras’ın şen sesini
Iğdır şu baharıyla ne kadar cana yakın
Araslı kız saçına, göksüne güller takın.
Çardaklardan türküler yayılır ovaya
Gel Aras seyredelim Iğdır’ı doya doya
Bugün rüzgârlar bile şiveni taklit eder
Söyle Aras kolların hangi diyara gider
Gezerken şu kıyıda hâlâ yüreğim sızlar
Görmüştüm onu bir gün kağa giderken kızlar
Ak yaşmağın altında lebler kıpkırmızıydı
Sormadım da kimseye o kız kimin kızıydı?
Gözlerinde parlarken bayrağın yıldızı
Sevmiştim şuracıkta o şen Azeri kızı
Bir sevdalı titreyiş vardı tatlı sesinde
Iğde ağaçlarının kokulu gölgesinde
Geçen yaz hatıramız o an ruhumu çardı
Sesinde aşkımızın yanan hasreti vardı
Ne zaman şu kırlara yayılsa koyun kuzu
Onu görürüm diye bekliyorum Navruz’u
Aradım Mecnun gibi dağın yamaçlarını
Dediler yıkıyormuş Aras’ta saçlarını
Ne olur işitseydim bir daha şen sesini
Tatsaydım ah ölmeden o yarın busesini
Derdim Cennette bana kimse olmasa da yar
Benim iki dünya da yalnız bir sevgilim var
HALK ŞAİRİ DERYAMİ
Turgut Sungar kendisinden çok etkilendiği Aşık Deryami’yi şöyle anlatır:
“Aslen Şavşatlı Deryami Iğdır’ı kendisine mesken edinmişti. Gerçek adı Dursun Ali Erdoğan idi. Yeteneği ve becerisiyle beni derinden etkileyen,gerçek bir halk şairiydi.
Deryami’ye ilham anlık gelir, şelâle gibi akardı. Söylediklerini istesede tekrar edemezdi. O yüzden Deryami şiir okuyacağı zaman etrafındakileredöner, “Yazın!” diye uyarırdı. Nejat Birdoğan, Bozkurt Hoca ve ben, Deryami’den birçok şiirleri derleme şansımız olmuştu. İşte benim derlediklerimdenbir şiir:
Benim iki kanlı gözüm,
Yaşta görsün sevdiğim yaşta,
Ben buradan gider oldum,
Düşte gör sevdiğim düşte.
Yandım oralı olmadın,
Bir gün yanıma gelmedin,
Benim kadrimi bilmedin,
Taşta gör sevdiğim taşta.
Bakmadın hasta halime,
Aşkıyla saldın talime,
Dilerim ki bir zalime,
Düşde gör sevdiğim düşde.
Ne yazı ki bu değerli halk ozanı kendisini alkole verdi. Yeteneğiniistediği gibi kullanamadı.
IĞDIR’IN İLK KARİKATÜRCÜSÜ VE MİZAHCISI: HAMİT HUN
Gêloî aşireti lideri Ahmed Şemo’nun en büyük oğludur. 1921’de Iğdır’da dünyaya gelir. Kars Lisesi’nde başlayan ortaöğrenimine İstanbul Özel Pertevniyal Lisesi’nde devam eder, ancak mezun olmadan Iğdır’a döner. Doğubayazıt eşrafından Newo Ağa’nın kızıyla evlenir. Ticaret ve hayvancılıkla uğraşır.
Hamit Hun ruhunun derinliğinde geniş bir özgürlük ve hoşgörü duygusuna sahiptir. Halkın içinde, halkın kalbinde gönül sohbetinin vazgeçilmez sultanıdır. Elinden kitap,gazete düşmez. Osmanlı şiir külliyatı ezberindedir. Bazen yetkin bir filozof, bazen derin ve anlamlı sohbetleriyle insanı dünyanın derdi cefasından bir anlık da olsa alıp uzaklaştıran sanki bir söz sihirbazıdır. Dil ucuna sıkışmış Iğdır’ı fıkra ve karikatürleriyle şenlendirir, özgürleştirir. Hamit Hun olmadan Iğdır ne kadar da sıkıcı bir yer olurdu diye insan düşünmeden edemiyor.
HAMİT HUN’DAN BİR FIKRA
(Bu fıkra gerçekte yaşanmış bir olaya referans yapar, hem de herkesin korkudan titrediği Askeri Cunta zamanında.)
1980 Askeri Darbesini izleyen günlerdir. Yaşı altmışına yaklaşmış Hamit Hun’u kötü sürprizler beklemektedir.
Her üçü de sol görüşlü oğullarından biri yakalanıp cezaevine atılır. Diğer oğlu Avrupa’ya kaçar. Üçüncü oğlu hayakalandı ha yakalanacak. Ailenin ekonomik durumu altüstolmuştur. Tüm parasını avukatlara, mahkemelere harcar.
Parasız kaldığı böyle bir günde hastalanır, durumu ağır olduğu için dostlarının yardımıyla Iğdır’dan Erzurum’daki bir hastaneye nakledilir.
Bir hafta hastanede yatar. Kendisini biraz toparlar. İşteböyle bir günde hoş ve neşeli bir hemşire elinde bir anketkâğıdıyla hasta odasından içeri girer. Hamit Hun’a tatlı birses tonunda sorar:
“Amcacığım, Konsey Başkanımız Sayın Kenan Evren Paşa organ bağışı konusunda bir kampanya başlattı. Hangi organınızı bağışlamak istersiniz?”
Kenan Evrenadını duyunca Hamit Hun’un yüreği sıkışır ama belli etmez:
“Güzel kızım, benim akciğerlerim çocukluğumda geçirdiğim tüberküloz nedeniyle yarım çalışıyor. Midemde gastrit var. Bağırsaklarım keza sorunlu. Kalbim tekliyor.Zaten siz de biliyorsunuz karaciğer ve böbrek yetmezliğinden dolayı buraya getirildim. Geriye kala kala tek sağlam organım tenasül organım kalıyor.”
Hemşire hemen not eder:
“Yorum kısmına bir şey eklememi ister misiniz?”
“Eğer Paşa kullanmakta yorulursa Konsey Üyesi diğer üç arkadaşının da kullanmasına izin veriyorum.”
Hemşire kız, söylenenleri çok ciddi bulur, korkuyla odadan çıkar, birazdan doktorla birlikte geri döner.
Doktor: “Hamit Bey, söyledikleriniz doğru mu?”
Hamit Hun: “Hemşire Hanım çok korktu, haklı! Aslında ben tamamını demek istememiştim. Elbette bu çok korkunç olurdu. O halde sadece yarısını kullansınlar.”
SONUÇ
Değerli okuyucularım!
1945-55 yılları arasında Iğdır’da kök salan sanat ruhu, o günden bugüne bir daha belini doğrultamamıştır. Arada bir Belediye veya Valilik tarafından düzenlenen kitap fuarı benzeri etkinliklerde de ırkçılık, ayrımcılık veya siyasi düşmanlık nedeniyle taraf tutulmuş, özgün bir atılım gerçekleştirilememiştir.
Kısaca şunu söylemek istiyorum: Iğdır’da sadece etnik ayrımcılık değil, siyasi görüş farklılıkları, geçmişte yaşananlar ve aile soyadına nefret gibi basit ve zavallı değerlendirmeler bile ön plana çıkabilmektedir. Ben böyle düşünen şahısları zavallı ve sıradan insanlar olarak değerlendiriyorum. Iğdır’ın bu türden yaklaşımlarla sanatta adım atamayacağına kesindir. Siyasilerimizin de sanatı kendilerine pek dert etmedikleri de ortadadır..
Belediye ve Valilik beni davet etmedi ama ben 830 adet kitabımı Iğdır ilinin her noktasında bedava dağıttım. Benden kitap isteyen hemşerilerime kitaplarımı ücretsiz gönderdim. Bu süreçte şunu öğrendim: Gerçek sanatçıların muhatabı halkın bizzat kendisidir, resmi ve yerel idareler değildir.
Gençlerin ilgisinin sanat çalışmalarına çekildiği, sanatın tüm alanlarının yeniden yaratıldığı bir kültürün Iğdır’da boy verdiğini görmek isterim.
Sonuç olarak sanat evrenseldir. Din, dil, ırk, siyaset, cinsiyet gibi tanımlardan bağımsızdır. Iğdır’ımızın ilerleyen zamanla gerçek sanatla yeniden tanışacağına, böyle bir anlayışın yavaş yavaş kök salacağını ümit ediyorum.
FIKRALAR… FIKRALAR… FIKRALAR…
Değerli okuyucular!
Korona ile mücadelenin devam ettiği, karantina günlerinin günlük hayatımızın bir parçası olduğu böyle hüzünlü ve sıkıntılı bir dönemde gönlümüzü açan, ruhumuzu şenlendiren fıkralar yazmak istedim. Okuyacağınız fıkralar orijinaldir. Hiçbir yerde yayımlanmamıştır. Telif hakkı şahsıma aittir. Elbette referans vererek kullanabilirsiniz.Okuyacağınız anekdot ve fıkralar gerçek hayattan esinlenmişlerdir. Bazı kelimeler, fıkraların orijinalliğini korumak hasebiyle yerel lehçeye uydurulmuştur.
FALCI BERFO NENE
Berfo Nene bir Kürt kadınıydı. Erken yaşta dul kalmıştı.Ahmet adında bir oğlu vardı. Evlenme yaşındaydı ama yoksul olduğu için kimse kızını vermek istemiyordu. Böyle olunca Berfo Nene de kapı kapı dolaşır, zenginlerin ev temizliğine yardım ederdi. Her ne kadar halk O’nu “Berfo Nene” diye çağırsa da dinç ve hareketli bir kadındı. Verilen her işi kabul ediyor, ekmeğini kazanıyordu.
Berfo Nene bir gün Iğdır’ın zenginlerinden birisinin evinde iş bulmuştu. Evin sahibi Azeri’ydi. Manifatura dükkanı sahibi, hali vakti yerinde biriydi. Hanımı, oğlu ve gelini ile birlikte kalıyordu.
Berfo Nene balkonu temizlerken evin hanımının mahalleden başka bir kadınla kumar kağıtlarıyla bir şeyler yaptığını görür. Mahalleli kadın kağıtları açıyor fala bakıyordu. Kadın her gün geliyor, doğru yanlış ne dese evin hanımı cebine bir deste para koyup gönderiyordu. Berfo Nene eve dönünce gördüklerini oğluna anlattı. Ahmet akıllı bir gençti:
“Ana, onlar uyduruyorlar! Beş taneden birisi doğru çıksa insanlar yanlışları unutup doğruyu hatırlıyorlar! Bu işten çok iyi para kazananlar var.”
Berfo Nene merakla sordu: “Bunu nasıl yapıyorlar?”
Ahmet güldü: “Deste kâğıdı özenle ellerine alıyorlar, müşteriye uzatıp bir tane kağıt seç diyorlar, seçilen kağıdı ters çevirip yere koyuyor, etrafını da desteden açtığı kağıtlarla dolduruyorlar. Yalandan bazı dualar okuyup ters yüz çevrilmiş kağıdı açıyor, sonra aklına gelen tüm yalanları söyleyip paralarını alıp gidiyorlar.”
Berfo Nenenin çeşit çeşit şalları vardı. Her gün farklı renkteki bir şalını giydiği için insanların onu tanıması mümkün olmuyordu. Bir gün kırmızı şalını başını atıp zengin Azeri’nin evine gitti. Tam bahçenin kapısını açacakken açık pencereden bazı konuşmalar duydu. Kulak misafiri oldu. Evin gelini ağlıyordu. Kocasına sitem ediyor, “Anan mene nefes aldırmır! Men İstanbul’a gardaşımın yanına gidecem. Çocukları kız kardeşimin yanına bırakacam. Birkaç ay gelmiyecem!”
Kocası mülayim, yumuşak huylu bir adamdı: “Nasıl istiyirsen ele yap!”
Berfo Nene bahçeden içeri girer. Evin oğlu da işe gitmek için merdivenleri inmektedir. Selamlaşırlar. Berfo Nene balkonu temizlemeye başlar. Evin hanımı uzakta bir köşede oturmuş, fala bakacak mahalle kadınını beklemektedir. Bahçe kapısı açılır genç bir kız bahçeye girer, fala bakacak annesinin hasta olduğunu bugün gelemeyeceğini söyler.
Berfo Nene, durumu fırsat bilip evin hanımına yakın gitti: “Ay Yadigar Xanım! Men çox iyi fala baxaram. İstiyirsen bir falan bakam!” Yadigar Hanım fal bağımlısı olmuştu. Dizinin altında sakladığı bir deste kağıdı hemen çıkarıp Berfo Nenenin önüne koydu.
BerfoNene, oğlunun söylediklerini hatırladı. Desteyi karıştırıp evin hanımına uzattı. Yadigar Hanım dualar okuyarak bir kağıt seçti. Berfo Nene de ağzından dua okur gibi bir şeyler mırıldandı. Elindeki kağıdı yere tersyüz yerleştirdi. Etrafını açtığı kağıtlarla doldurdu. Tersyüz çevirdiği kağıdı dua ederek açtı. Bir zaman düşünür gibi yaptı, sonra kimsenin duymaması için Yadigar Hanımın kulağına eğildi: “Fal deyir ki seninle gelin arasında bir sorun var!” Yadigar Hanım hemen “Evet!” diyerek onayladı. Berfo Nene biraz daha düşündü: “Meraklanma iki güne kalmaz gelin İstanbul’a gidecek.” Yadigar Nene ilgiyle ileri atıldı: “Çocuklar ne olacak?” Berfo Nene bir kağıt daha çekti. Yadigar Hanımın kulağına eğildi: “Bacısı varmış, onun yanına bırakacak!” Yadigar Hanım habere sevinmişti ama doğruluğuna hiç ihtimal vermiyordu. “Eğer dediklerin doğru çıksa seni paraya boğacam ay Berfo!”
İki gün sonra gelin İstanbul’a doğru yola çıktı, çocukları kardeşine teslim etti. Yadigar Hanım büyük bir parayı Berfo Nenenin cebine soktu. Bu haber hızla yayıldı. Mahallede Berfo Nenenin fala baktığını bilmeyen kalmadı. Evin önünde özellikle genç kızlar sıraya giriyor merakla kısmetlerini soruyorlardı. Berfo Nene de aklına geleni söylüyor, parasını alıyordu.
Bir gün zengin genç bir adam geldi. “Berfo Nene, dün bir rüya gördüm. Tanıdıklarımdan birisi beni dolandırıyordu. Sana zahmet hele bir falıma bak, beni dolandıracak adam kimdir, merak ediyorum? Tedbirimi alayım!”
Berfo Nene özgüvenle kağıtları yere serdi. Başını anlamlı anlamlı salladı.
“O adamı görüyorum ama yüzünü seçemiyorum. Gerek bir daha fal açam!”
Her fal açılışının bedeli 100 TL idi. Berfo Nene tekrar kağıtları yere serdi, dikkatlice baktı: “Hele bak köpoğluna! Özünü nasıl da gizliyir. Kırmızı kravatını gördüm ama gerek falı yeniden açam!”
Genç adam çekinmeden 100 TL’yi tekrar uzattı. Berfo Nene kağıtları tekrar özenle karıştırdı. Bazı dualar okudu. Kağıtları yere serdi.Baktı. Baktı.
“Yüzüğünden evli olduğu bellidir ama şapkasını yan giyinmiş. Bu falda da yüzünü tam göremedim, gerek yine bir fal açam!”
Berfo Nene her seferinde bir şey uydurarak adamdan 100 TL alıyordu. Berfo Nene tekrar kağıtları yere serdi. Bu kez yüzünü buruşturdu: “ Şimdi de adamın yanına yaşlı bir kadın geldi. Bırakmıyor göreyim!”
Genç adam tuzağa düşürüldüğünü nihayet anlamıştı. 1000 TL kaptırmıştı. Kızgın bir şekilde ayağa kalktı: “O yaşlı kadın senin özündü. Rüyamda gördüğüm dolandırıcı da senin özündü.”
Berfo Nene, kızgın şekilde ayrılan adamın arkasından baktı, sonra bir yandan paraları sayarken bir yandan da kendi kendine söyleniyordu: “Ay oğul niye kızırsan! Rüyan doğru çıkıptı da!”
İNEK VE BUZAĞI
Yedi yaşında mahalleli bir çocuk sabahın erken bir saatinde önüne bir inekle yavrusunu katmış yola çıkmıştı. Berfo Nene de sabah namazı için bahçe çeşmesinin başındaydı. Çocuk uzaktan seslendi: “Berfo Nene men evden çıxanda atam (babam)uyuyurdu. Onu görende deki men ineği Pulur yoluna götürecem” Berfo Nene, hoş bir ses tonunda, “Olur balam” diye cevapladı. Çocuk Berfo Nenenin adını duymuş ama falcı olduğunu bilmiyordu.
Öğlene doğru çocuğun babası nefes nefese Berfo Nenenin evine geldi. “Berfo Nene bizim oğlan hara gedip bilmirem! Her tarafa sorup soruşturdum kimse görmemiş. Hele sana zahmet bir fala baxasan!”
Berfo Nene hemen desteyi eline aldı, usulca yere oturdu. Dualar okudu. Kağıtları açtı. “Gözün aydın! İneği gördüm.” Adam 10 TL uzattı. Adam merakla sordu: “Buzağı hardadı?” Berfo Nene tekrar fal açtı: “Gözün aydın! Buzağı da ineğin yanındadı.” Adam 5 TL daha uzattı. Adam tekrar sordu: “Oğlan hardadı?” Berfo Nene tekrar falı açtı: “Oğlan aha gözümün önündedi! Pulur yolundadı.” Adam bir 10 TL daha uzattı ve hızlı adımlarla Pulur yoluna gitti. Gerçekten de oğlu, inek ve buzağı oradaydı. Çocuk merakla sordu: “Baba niye geciktin?” Babası güldü: “Seni aradım tapamadım. Mahallede ele bir falcı var ki, seni elimin koyduğu gibi buldum.”
KİMİNLE EVLENECEĞİM?
Berfo Nene falcılık işinden iyi para kazanıyordu. Bir gün kötü bir haber işitti. Mahallede başka bir kadın da falcılık işine başlamıştı. Kadını az-çok tanıyordu. Kadında Berfo Nene hakkında bilgi sahibiydi. İkisi arasında rekabet başlamıştı.
Bir gün Berfo Nene oğlu Ahmet’i karşısına aldı: “Ahmet hele git bu falcı kadının yanına, falına baktır. Bakalım doğru biliyor mu?”
Ahmet söyleneni yaptı. Diğer falcının evine gitti. Falcı kadın Ahmet’in Berfo Nenenin oğlu olduğunu biliyordu ama bilmezlikten geldi. “Buyur genç adam! Nasıl yardımcı olabilirim?” Ahmet düşünmeden sordu: “Sevdiğim bir kız var. Onun hakkında biraz bilgi vermenizi istiyorum!” Ahmet 50 TL uzattı. Kadın kağıtları yere serdi: “Kızı görürem. Çok hoş bir kızdı. Mavi gözlü, sarışındı.” Ahmet’in kalbi çarptı çünkü sevdiği kızın gerçekten de mavi gözlü, sarışındı. Ahmet bir 50 TL daha uzattı. “Kızın bende gönlü var mıdır?” Falcı kadın yeniden fal açtı: “Var ama senin anadan hoş getmir. Gerek ananı başka yere gönderesen! Anan bu mahallede kalmasın.” Falcı kadın rakibi Berfo neneyi bu mahalleden uzaklaştırmak için iyi bir fırsat yakalamıştı.
Ahmet kendi kendine söylendi: “O kolaydı! Sarıkamış’ta kız kardeşim var. Anamı onun yanına göndereceğim.”
Ahmet ayrılmadan önce merakla sordu: “Teyze benim sevgilimin mavi gözlü sarışın bir kız olduğunu nasıl bildin?” Falcı kadın kağıtları toplarken umursamaz bir ses tonunda cevapladı: “Geçenlerde çeşmenin başından geçerken anan mahallenin avratlarına ballandıra ballandıra anlatırdı.”