ÜÇ ŞAHSİYET ÜÇ YAKLAŞIM
Değerli okuyucu! Ağrı Dağı İsyanı ile ilgili bu yazı dizisinin başında dikkatinizi bazı önemli noktalara çekmiş, sıra halinde bilginize sunmuştum. Önemli bir noktayı tekrar etmem gerektiğini düşünüyorum: Ağrı Dağı İsyanı iç içe girmiş, beklentileri farklı, davranışları farklı sarmal bir yapıdan oluşuyordu. Şu ana kadar bu gerçekliği zaten önemli ölçüde ifade etmiş bulunuyorum. Bu yazımda üç şahsiyeti el alarak bunlardan hareketle “üç farklı yaklaşımı” irdelemek istiyorum. Yine uzun bir yazı… Sabır ve anlayışınızı rica ediyorum.
Ağrı Dağı dört bir yandan Celali aşiretiyle çepeçevre sarılmıştır. Iğdır tarafındaki Celali aşireti 1829-1920 yılları arasında Rus Yönetiminde kalmış, liderleri (Hamit Bey, Ali Mirze Bey, Kerem Bey) Rus okullarında eğitim almış, Çarlık Rusya’sının kültürel ve sosyal yaşamından derinden etkilenmişlerdir. 19 yüzyılın sonlarına doğru Çarlık Rusya’sı “Narodnik” yani Sosyalist Devrimci Halk Hareketiyle sarsılırken Osmanlı da henüz bunun izi bile yoktur. Çarlık Rusya’sındaki tüm Kürtleri Çarlık nezdinde temsil eden Güneş ailesi liderlerinden Hasan Bey’den bahsetmek isterim. İbrahim Beyoğlu Merhum
Güneş Ailesinden Hasan Bey
Mehmet Güneş şöyle ifade eder:
“Hasan Bey, Çar’ın Kafkaslardaki en önemli dayanaklarından birisi idi. Ancak 19’ncu yüzyılın sonlarına doğru Hasan Bey, içlerinde Lenin’in ağabeyinin de yer aldığı Narodnik devrimci hareketine sempati duyar. Bu davranışı Çar’ın dikkatinden kaçmaz. Çar, Eleşref Bey’e mektup gönderir, istekte bulunur: ‘Moskova ve St. Petersburg’da Nardonik hareketine sempati duyan tüm generalleri ordudan uzaklaştırdık. Sizden beklentimiz, Hasan Bey’in yetkilerinin elinden alınıp cezalandırılmasıdır.’ Eleşref Bey, Çar’ın isteğine karşı durur. Çar iki kez Hasan Bey’i azleder ama her ikisinde de Eleşref Bey, Hasan Bey’e destek vererek saygınlığını yeniden kazanmasına yardımcı olur.”
General Eleşref Bey
1917 yılına kadar Çarlık Rusya’sında yaşanan olaylar, sosyal ve siyasal alt-üst oluşlar nedeniyle burada yaşayan Kürtler de doğal olarak bu yaşam biçiminden etkilenirler. Kısacası Çarlık Rusya’sında yaşayan Kürt liderleri sosyalizmle 19’ncu yüzyılın sonunda tanışırken, Türkiye’deki Kürtler sosyalizmle ancak 1960 yılında tanışma şansları olur! Nerdeyse 100 yıllık bir fark!
Çarlık Rusya’sında yaşayan Kürtlerin en önemli özelliği “duygusallık” yerine “mantık” gücünün ön plana çıkması, günlük yaşamda buna değer vermeleridir. Bu davranış biçimini en belirgin şekilde Eleşref Bey ve Ali Mirze Bey’in şahsında görüyoruz. İkna olmadıkları veya “mantıksız” gördükleri her şeyi ya reddetmişler ya da uzak durmuşlardır.
Ağrı Dağının diğer tarafında yaşayan Celali aşiretinin bir kısmı Osmanlı bir kısmı da İran yönetiminde kalmıştır. Doğal olarak buradaki aşiretler de içinde yaşadıkları imparatorluğun değer yargılarından etkilenmiş, ülke içinde yaşanan siyasal olaylar aşiret liderleri üzerinde farklı bir etki bırakmıştır. Osmanlı tarafında kalan Celali aşiretleri arasında Hamidiye Alayları şeklinde örgütlenme ön plana çıkarken, İran tarafındaki Celali aşiretleri merkezi otoriteden tamamen kopuk “pastoral” yani bağımsız göçer yaşam şeklini tercih etmiştir. Kısacası Ağrı Dağı çepeçevre saran Celali aşiretleri arasında tek bir ruh tek bir liderlik yoktur.
Dikkatinizi önemli bir noktaya çekmek isterim: Aynı aşiretin kolları bazen üç imparatorluk içinde aynı anda var olmuş (Sakan Aşireti), bazıları Osmanlı-Rus bazıları Osmanlı-İran bazıları da İran-Rus imparatorluğu arasında dağılmış veya sadece bu imparatorluklardan birinin sınırları içinde kalmıştır. Ancak aralarındaki etkileşim az ve liderliğin nüfuz gücü farklıdır.
Ağrı Dağı İsyanındaki ilk direniş hareketini Osmanlı tarafındaki Celaliler başlatılmıştır (İbrahim Ağa). 1928 yılında Hoybun Cemiyeti bu direnişi topyekûn bir Kürt İsyanına dönüştürmek için harekete geçer. Stratejisinin en önemli ayağı şöyledir:
Ağrı Dağı üç sınıra komşudur. Celali Aşireti mensuplarıyla çepeçevre sarılmıştır. Eğer Türkler saldırırsa İran’a geçiş yapabilecekler, buradaki Celali “kardeşlerinden” destek alabilecek, sonra tekrar karşı saldırıya geçerek isyan ateşini canlı ve sürekli tutabileceklerdir. İlk anda oldukça makul ve anlaşılabilir bir taktik olarak değerlendirilebilir. Kısacası Hoybun Cemiyeti Ağrı Dağını çepeçevre saran Celali aşiretini “tek ruh ve tek liderlikte” birleşmiş bir aşiret olarak tasavvur etmiştir. Yanıldığını anlayınca elbette her şey çok geç olacaktır.
Şimdi üç şahsiyeti sırayla ele alarak özellikle Iğdır tarafındaki durumu değerlendirelim:
- ALİ MİRZE BEY (1855 –1942)
(Not: Ali Mirze Bey’in Karakuyu Mezarlığındaki mezar taşında doğum tarihi yanlış olarak verilmiştir. Kesin doğum tarihi 1.7.1855)
Ali Mirze Bey, 90 yaşına kadar uzun bir hayat sürmüştür. Çarlık Rusya’sı Iğdır’ında dünyaya gelmiş, Rus okuluna gitmiştir. Ermenice, Farsça, Rusça ve Türkçeyi akıcı şekilde konuşabiliyordu. Rus yönetimi zamanında “glava” yani “hükümet nezdinde sorumlu başkan” olarak liderlik etmiş, üstlendiği hassas görevi 1920 yılına kadar halkı lehine büyük bir başarıyla sürdürmüştür. Ali Mirze Bey hakkında gerek geçmişte gerekse bugün çok şeyler yazılıp çizilmektedir. Benim amacım kimseyi ne eleştirmek ne de yermektir. Eğer hâlâ Ali Mirze Bey ve mücadelesi hakkında siyasi değerlendirmeler yapılıyorsa, bu Ali Mirze Bey’in kendi döneminde ne kadar önemli bir şahsiyet olduğuna kanıtlamaktan öteye gitmez.
Ali Mirze Bey’i ve onun tarihsel rolünü iyi anlayabilmek için, bölgenin o dönemdeki siyasi ve sosyal değerlendirmesini yapmamız şarttır. 1917 yılında Eleşref Bey, “Güneş Ailesinin” tarihi misyonunun sona erdiğini ilan edince Rus yönetimi altında yaşayan Celali aşiretleri koşulsuz olarak Ali Mirze Bey’i kendilerine en üst otorite olarak kabullenirler. Celali aşiret konfederasyonu bünyesinde yer almayan Redkan aşireti Kerem Bey’e bağlı olarak örgütlenirken, Brukan aşireti zaten 1900 yılından beri kendi liderliğinde bağımsız bir duruş sergiliyordu.
İşte bu koşullarda Ali Mirze Bey’in saygınlığı ve etkinliği daha da önem kazanır. Göz ardı edilmemesi gereken husus, Ali Mirze Bey’in Iğdır bölgesindeki Celali aşireti üzerindeki tartışmasız otoritesiydi. 1918-1920 yılları arasında, Rus hükümetinin çökmesiyle bölgede doğan siyasi boşlukta, iç savaş başlar.
Bu yeni koşulda Ali Mirze Bey’in tavrı kesin ve açıktır: Ermeni saldırılarına karşı Azeri ve Kürtlerden oluşan İslâm ahalinin canını ve malını korumak ve güvenceye almaktır. Ali Mirze Bey ve bir grup arkadaşının bu konudaki tavır ve tutumlarına en güzel kanıt, Kâzım Karabekir Paşa’nın “İstiklâl Harbimiz” adlı kitabında kendisine yer bulmaktadır.
Ermenistan Cumhuriyetini ilan eden Ermeni liderlerin kendileriyle işbirliği yapılmasını isteyen bir mektuba cevaben, Kürt ileri gelenleri aşağıdaki tarihi mektubu kaleme alırlar. Mektubun içeriğini daha iyi anlayabilmeniz için şu açıklamayı yapmak ihtiyacı vardır: Rus ordusu 1915 yılında Osmanlıya karşı hücuma geçerken Rus Ermenileri milis güç olarak örgütlenip Rus ordusuyla birlikte Osmanlı toprağına saldırıya geçmiştir. Ayrıca Osmanlı Ermenileri de benzer bir milis örgütlenmesiyle Osmanlı ordusunu arkadan vurmuştur. Bu durum Iğdır’daki Müslüman ahalide elbette rahatsızlık yaratmıştır. (Not: Okuyucuma kolaylık olsun diye mektubu günümüz Türkçesine çevirdim)
“Baran Haçador Ağa,
Mektubunuzu aldım. Ermeniler İslamiyetin kucağında (Osmanlı Devletinde) pek mutlu bir hayat devam ettirirken bile asıl niyetleri uğruna açıktan veya gizliden her türlü fenalığı yerine getirmekten geri kalmamışlar, Osmanlı ordusundan silahla firar ederek Rus ordusuna katılmışlardır. Bu gerçekliği inkar edemezsiniz. İhanetleri bu şekilde açıkça ortaya çıkan Ermenilerle İslam-Kürt milleti arasında uzlaşma imkanı kalmamıştır. Beş yıldan beri (1914-1919) Müslüman ahaliyi insanlık ilkesine aykırı bir tarzda balta ve süngülerle katleden ve Osmanlı kadınlarına tecavüz etmeyi mubah gören Ermenilerle Kürtler bir araya gelemez. Ermenilerden on kat daha üstün bir güce sahip olan Kürtler Ermenilerin himayesine giremez ve girmesi de imkânsızdır. Evet, biz de kan dökülmesine taraftar değiliz. Ancak Müslüman ahalinin kendinize itaatkâr hale getirmenize var kuvvetimizle karşı çıkacağız. Ermeniler İslam nüfusunu vahşi katliamlarla yok ederek çoğunluğu elde edemez ve onları yönetemez. Barış içinde yaşamamız şartlara bağlıdır: 1. Barış sağlanıncaya kadar Ermeniler Aras nehrinin diğer tarafına geçmelidirler. 2. Iğdır bölgesini Kürt milletine terk etmelidir. 3. Barış sağlanıncaya kadar Ermeniler Aras’ın bu tarafına geçmeyecektir. Kendi arzularıyla bu tarafta kalacak Ermeniler bizim örgüt ve teşkilatımıza itaat edeceklerdir. 4. Bizimle kalan Ermeniler asla silah taşımayacaktır. Barış sağlanıncaya kadar bu bölgeye Ermeni silahlı güçleri gönderilmeyecektir. 5. Aras nehrinin diğer tarafında Ermeniler içinde kalan İslam kardeşlerimizin (Kürt ve Azeri) hukuku, canı, malı koruma altına alınacaktır. 6. Bu koşullar kabul edildiği taktirde taraflar saldırıda bulunmayacak barışa saygılı olacaklardır. Gördüğünüz gibi Haçador Ağa, şartlarımız altı maddeden oluşmaktadır. Kabul edilirse savaş ateşi sönecek aksi takdirde boyunduruğunuzdan kurtulmak için her türlü çareye başvuracak, Cenab-ı Hakk’tan yardım dileyeceğiz. Bu vesileyle karşılıklı olarak ellerinizi sıkarım Haçador Ağa Cenapları. 4 Eylül 1919
İmzalayan Aşiret Başkanları:
Hamit Bey (Merhum Fettah Bey, Kerem Bey, Abdürrezak Bey ve Naci Beylerin babası)
Ali Mirze Bey (Merhum Mecit Hun’un dedesi)
Ahmet Haso Ağa ( Merhum Hüsrev Konyar’ın dedesi)
Yusuf Ağa ( Şemkan Aşireti lideri / Ünlü direnişçi Gur Hasso’nun kardeşi)
(Kaynak: Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz, birinci cilt, sayfa 378)
Bu mektubun da gösterdiği gibi Ali Mirze Bey ve arkadaşları, 5. maddede belirttikleri gibi, Aras nehrinin öte yanındaki Azeri ve Kürtlerin can güvenliğinden kendilerini sorumlu tutmuşlardır. Ali Mirze Bey’in Milli Mücadeleye asıl katkısı bundan sonra başlar. Bugünkü Iğdır ili göz önüne alınırsa, o zamanlar Ermeni komitacıların en örgütlü olduğu yer Taşburun nahiyesiydi. Osmanlı Devleti’nden gelen Kaxtaxanların (Osmanlı Ermenileri) Taşburun’a yerleşmesinden sonra, burası civar köy ve kasabalara karşı bir saldırı üssü haline gelir. Taşburun nahiyesini çevreleyen civar köylerde Celâli aşireti yoğunluklu olarak ikamet etmektedir. Bu şu anlama geliyordu: Ermeni komitacılara karşı en örgütlü ve kararlı mücadeleyi Ali Mirze Bey vermek zorundaydı. Nitekim öyle olmuş; Ali Mirze Bey liderliğindeki Celâli milis güçleri Taşburun üzerine saldırılar düzenlemiş ve karşı saldırıları da aynı başarıyla geri püskürtmüşlerdi. Ali Mirze Bey ve milis güçleri; Iğdır ve civar köylerde yaşayan Müslüman ahali, Ermeni saldırıları nedeniyle İran’a çekildiğinde bile mevzilerini terk etmemiş, mücadeleyi sonuna kadar aralıksız devam ettirmişdir.
Ancak, Cumhuriyetten sonra Ali Mirze Bey için şansızlıklar ve yanlış anlaşılmalar birbirini kovalayacaktır. Türk Hava Kurumu,1925 yılında Türkiye genelinde bir bağış kampanyası başlatmıştı. Bu amaçla Iğdır’a da gelmiş, Hamit Bey, Ali Mirze Bey gibi bölgenin ileri gelen Kürt liderlerinin yardımına başvurmuştu. Ali Mirze Bey bu kampanyaya 1000 lira vererek katılmıştı. Bu miktar bölgede verilen en yüksek bağış olduğu için altın madalyayla taltif edilir. Hamit Bey ve diğer liderler gümüş ve bronz madalyayla keza onurlandırılırlar. Ali Mirze Bey, vatandaş sağduyusu ve sorumluluğu içinde lider gibi davranma prensibinden vazgeçmediği için bu bağış kampanyasına katkıda bulunmuştu. Bu davranışı, sonraki yıllar ne yazık ki, günün siyasi koşullarına göre, ya göz ardı edilmiş ya da kendisine karşı bir sözlü saldırıya bahane olmuştu.
1926 yılında Ali Mirze Bey ve diğer Azeri ve Kürt ileri gelenleri Batı’ya sürgün edilmek istenince, Ali Mirze Bey İran’a kaçar. Devlet tüm varlığına el koyar. Af çıkınca 1928 yılında Türkiye’ye geri döner. Sınırı geçmek üzereyken küçük oğlu Esed Bey abisi İbrahim Ağa’yı silahla vurarak öldürür. Esed Bey, Ağrı Dağı İsyanını fırsat bilen çapulcu bir gruba katılmak ister. İbrahim Ağa, bu davranışı ailesine yakıştıramaz. Esed Bey elinde silahla evi terk ederken İbrahim Ağa arkasından gider, elindeki silahı zorla almak ister, silah patlar, İbrahim Ağa vefat eder. Ali Mirze Bey çılgın ve üzgün elleriyle başına vurup ağlar: “Ah şu kahrolası kardeş katilliği!”
Esed Bey Türkiye’ye kaçar. İki oğlunu ve servetini kaybetmiş olan Ali Mirze Bey, tekrar Hıdırlı köyüne yerleşir. Yaşı 90’na yaklaşmıştır. Yüreği acıyla doludur.
MERHUM GURCİ SELÇUK DEDESİNİ ANLATIYOR
Ali Mirze Bey zayıf, uzun boylu ve yakışıklıydı. Omuzları dar, başı hafiften eğikti. Sakin yaratılıştaydı. Buna karşılık oğlu İbrahim Ağa iri yapılı geniş omuzlu ve atılgandı. Ali Mirze Bey, ben doğmadan çok önceleri glava’lık yapmış, bir olay nedeniyle bölgede ün yapmıştı.
Bir gün Gelturan aşiretine mensup yedi ileri gelen, Çarlık jandarması tarafından tutuklanıp Tiflis’e gönderilir. Kürtlerin Rus yönetimi nezdinde sözü geçen lideri Eleşref Bey Tiflis’e gider, aralarında Bayê Bışo gibi aşiret ileri gelenlerinin bulunduğu yedi kişiyi serbest bıraktırmaya çalışır ama başaramaz. Hatta üzerindeki general rütbelerini çıkartıp rehin verir, “Yeter ki bu saygın insanları serbest bırakın!” der ancak onları kurtaramaz. Bu kez glava Ali Mirze Bey Tiflis’e gider. Yedi kişinin serbest bırakılması karşılığında kendisinin tutuklanmasını ve mahkeme sonuçlanıncaya kadar da rehin olarak alıkonmasını ister. Yedi kişi serbest bırakılır, dedemi de “Tehtê Reş” yani idamla yargılarlar. Dedem bir yıl tutuklu kalır.
Ali Mirze Bey’in bu özverisi ve fedakarlığı bölge halkı arasında büyük takdir kazanır. Ailesi de onun bu davranışıyla hem övünür hem de onun için türküler besteler. Emine teyzem babası için o zamanlar bestelenmiş şu türküye söylerdi: Glava, glava! Bejna bilind e, nav kelka wi zirav e.
(Ey selvi boylu, zarif yapılı glava!)
NİÇİN SAVAŞIYORSUNUZ?
Ağrı Dağı İsyanının sıcak günleridir. Şeyh Abdülkadir, Hıdırlı köyündeki Ali Mirze Bey’e özel bir kurye iletir, en kısa sürede Korhan’a gelip kendisiyle görüşmesini ister. Ali Mirze Bey yanına korumalarını alarak yola çıkar. Korhan’a geldiklerinde Ali Mirze Bey, gördükleri karşısında şaşır. Şeyh Abdülkadir’in karargâh binasında Kürt bayrağı dalgalanmaktadır. Nöbet bekleyen muhafızlar, genel güvenlikten sorumlu süvariler, iç hizmet görevlilerinin hepsi Sakan aşireti mensubudurlar.
Ali Mirze Bey savaşçılara sorar:
“Ne için savaşıyorsunuz?”
“Ji bo dinê Mihemmed” (İslam adına)
“Çima dinê Mihemmed hevîya merivên Sakîye maye!” (İslam dinini kurtarmak sadece Sakan aşiretinin mi sorunu!)
Ali Mirze Bey karargâh binasından içeri girer. Bıro Hseki Telli ve ileri gelenler de oradadırlar. Ayrıca Gıskan ve Şemkan aşiretinin en iyi savaşçıları Temır, Bıro Rındo, Fetto, Qemır ve Çalxa da Şeyh’in etrafında, koruması olarak görev yapmaktadırlar. Şeyh Abdülkadir, Ali Mirze Bey’e hitap eder:
“Ali Ağa biliyorum kendi kendine diyorsun acaba Şeyh beni buraya niçin çağırttı, değil mi?”
“Doğrudur Şeyh, biraz meraklandım!”
“Ali Ağa mesele şundan ibaret. Yarından itibaren benim grup Beyazid’e, İbrahim Ağa’nınki de Başkent’e (Aralık) saldıracak. Sen de adamlarını topla Taşburun taraflarını ele geçir!”
Ali Mirze Bey, Şeyh Abdülkadir ve Bıro Hseki Telli’yi sessizce dinler. (NOT: Bu kadar önemli bir toplantıda İhsan Nuri Paşanın olmaması bu dönemde gözden düştüğü yönündeki iddiayı güçlendiriyor).
Konuşmalar bittikten sonra Ali Mirze Bey cebinden çıkardığı boş bir kovanı önlerine koyar:
“Şeyh’im bu kovanı yapacak veya dolduracak gücünüz var mı? Karşınızda tepeden tırnağa silahlı ordular var. Canını tehlikeye attığınız sivil halkı koruyacak silahınız var mı?”
“Askerleri öldürüp silah ve cephanelerine el koyacağız”
“Düşünmeden karar veriyorsunuz. Halkı kırdırmayın. Devlete karşı devlet, topa karşı top, orduya karşı ordu lazımdır.”
“Ali Ağa! Eğer söylediklerimizi yapmasan ve bize karşı gelirsen infaz edileceksin!”
Tartışmanın bu aşamasında Gıskan aşireti savaşçıları Ali Mirze Bey’i korumaya alıp uzaklaştırmışlar.
MERHUM MAHMUT ALAR’IN ANLATIMI
Kızılbaşoğlu lideri Merhum Mahmut Alar şu anısını aktarır:
“Ali Mirze Bey ileri görüşlü birisiymiş. İsyanın yenilgiyle sonuçlanacağını tahmin ediyormuş. Rahmetli babam Ali Mahmut Bey, yıllar sonra şu anısını anlatmıştı:
‘1930 yılı ilkbaharında Ali Mirze Bey, bölgedeki bütün Kızılbaşoğlu ve Sakan aşiret liderlerini önemli bir durumu tartışmak için evine yemeğe davet etti. Karahacılı köyünün üst tarafında, “Gıskanburnu” denilen bir yerde kıl çadırlar kurulmuş, koyunlar kesilmiş, yemekler pişiyordu. Biz aşağı yukarı 80 atlı toplantı yerine vardık. Yemekten önce çaylar içildi. Ali Mirze bey söz aldı:
‘Beyler, öyle görünüyor ki Ağrı Dağı isyanın sonu pek yakın! Oğlum İsa dün Tümenden geldi. Askerler saldırı için çok kararlı. Tüm hazırlıklarını tamamlamışlar. Saldırı başlamadan önce hep beraber Tuzluca yaylalarına gidelim. Biraz sıkıntımız olur fakat önümüzdeki sonbaharı ve kışı atlatırsak herkes kurtulur!’
‘Orada toplanmış olan cemaat Ali Mirze Bey’in bu önerisine sıcak bakmadı. Üstelik konuşmalarıyla onu alaya aldılar. Ali Mirze Bey’in onuru kırılmıştı. Aşireti ve sevdiği akrabaları tarafından yalnız bırakılmanın burukluğu içinde bana döndü:
‘Ali, benimle gelecek misin?’
‘Hayır amca oralarda havalar çok sıcak. Ben gelmeyeceğim!’
‘Bu cevabım üzerine yüreği tamamen karardı. Ali Mirze Bey’in yüz çizgileri değişti, gözünden bir damla yaş boşluğa düştü.’
‘Halbuki ben kendi kendimi hep söylenirdim: Oğlum İsa bile benimle gelmese, Ali Mahmut mutlaka benimle gelir, diye. Demek sen de gelmiyorsun!’
Kısa bir sessizlikten sonra Ali Mirze Bey tekrar cemaate seslendi:
‘Ağalar, bana öyle geliyor ki son defa olarak böyle bir sofra etrafında bir araya geliyoruz.’
Bu konuşmadan sonra Ali Mirze Bey hanımına döndü:
‘Pero, keçeleri dışarı ser! Ağalar yemeklerini orada yesinler!’
Bir yandan da oğlu Musa’ya seslendi: ‘Git develeri getir!’
Biz yemek yerken Ali Mirze Bey ve ev halkı denkleri yüklemeye başladılar. Atlara binip oradan uzaklaştığımız zaman Ali Mirze Bey’in koçu (katarları) Tuzluca’ya doğru yola düşmüştü bile!”
Rahmetli babamın anlattığı bu olay gösteriyor ki Ali Mirze Bey ileri görüşlü birisiymiş. O yazı Tuzluca’da Kandil yaylasında geçirir ve aynı yılın sonbaharında Iğdır Baharlı Mahallesine yerleşir.”
MANTIKLI OL!
Gıskanburnu toplantısında katılımcılardan biri, kararsız davranan Ali Mirze Bey’in yüklenir. Ali Mirze Bey dayanamaz patlar ve emreder:
“Ez ji te ra dibejim, here serê kure xwe jêke!”
(Sana emrediyorum git oğlunun kafasını kes!)
Adam, yerine getirilmesi imkansız bu isteği sessizce dinleyip öylece kalakalmış. Ali Mirze Bey tekrar söz almış:
“Siz nasıl benim bu mantıksız isteğim karşısında kararsız kalıp susmayı tercih ediyorsanız, ben de aynı şekilde sizin ‘İsyana katıl!” şeklindeki mantıksız isteğiniz karşısında kararsız kalıyorum. Çünkü ben bu isyanın sonunun hüsran ve kan olduğunu şimdiden görüyorum.”
ALİ MİRZE BEY’İN VEFATI (1942 İlkbahar)
Ali Mirze Yiğit’in torunu Mehmet Yiğit vefat anını şöyle anlatır:
“Dedem Ali Mirze Bey, Baharlı Mahallesinde oğlu Musa’nın yanında kalıyordu. Pero nenemin vefatından (1941) sonra sağlık durumu bozulmaya başladı. Felç gibi bir durum oldu. Bir ilkbahar günü vefat etti. Ali Mirze Bey, oğlu Esed’e (Eso) kızgındı. Uzun yıllar onu görmeyi reddetmişti. Esed amcam babasının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenince sessizce odadan içeri girer, bir köşeye oturur. Babasına karşı son görevini yerine getirmek ister. Ali Mirze Bey yarı baygın yatağında yatıyormuş. Bir ara gözlerini açmış, etrafa bakınmış, rafın üzerindeki Kuran-ı Kerimi okumak istemiş. Esed amcamdan başka odada kimse yokmuş. Üzüntülü ses tonuyla Esed amcama seslenmiş:
“Benim vefasız oğlum. Bana Kuran’ı getir”
Ali Mirze Bey, Esed amcamın getirdiği Kuran’ı okurken vefat etmiş.
KISA BİR DEĞERENDİRME
Değerli okuyucu! Numan Efendi’nin hayatı ve mücadelesiyle ilgili daha detaylı bir açıklamaya girmeden önce yüzeysel sosyolojik ve siyasal bir değerlendirme yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Ağrı Dağı İsyanına katılanları, “Bağımsız Kürdistan” düşüncesiyle bağlantılı olarak amaçları ve hedefleri konusunda dört ana kategoride toplamak mümkündür:
- Seküler(din ve devlet işlerinin ayrıldığı) ve modern anlamda ulus-devlet projesini uygulamaya koymak isteyen kesim
- Üç önemli gücü yani aşiret reisliği, ruhani liderliği ve devlet otoritesini elinde bulundurmak için mücadele eden kesim
- Zafer kazanıldıktan sonra mücadeleye destek veren aşiret liderlerinden kurulu bir komitenin yönetiminde kurulacak ve bir konsey tarafından yürütülecek bir Kürdistan davasına gönül bağlayan kesim
- Amaçları bağımsız bir Kürdistan değil, daha çok bir direniş ve haksızlığı giderme çabasında olan kesim
Şimdi sırayla bu dört yaklaşımın taraftarlarını ele alalım:
- Seküler yani modern bir Kürdistan kurulması için mücadele eden iki kişi vardır: İhsan Nuri Paşa ve Numan Efendi. Üçüncüsü yoktur.
- 19’ncu yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Kürt İsyanlarını dikkate aldığımızda üç gücü elinde bulunduran bu kesimin ön plana çıktığını görmekteyiz. Örneğin, Şeyh Ubeydullah, Şeyh Barzani, Şeyh Sait, Seyit Rıza, Kadı Muhammed ve diğerleri. Bu anlayışın Ağrı Dağı İsyanındaki temsilcisi de Şeyh Abdülkadir idi. O yıllarda Kürtler üç gücü elinde bulunduran bu türden bir liderliğe sıcak bakmakta, bu türden liderlerin etrafında sorunsuz ve rekabet kıskançlığı olmadan kümeleşebilmektedirler. Bu yüzden Şeyh Abdülkadir liderliği hızla ele geçirmiştir.
- İsyana katılan önemli sayıda aşiret lideri zaferden sonra kendilerine paye verileceğini, kurulacak Kürdistan hükümetinde üst düzey yönetimde görev alacağını düşünerek mücadeleye destek vermiştir. Bu bir anlamda aşiret liderlerinden oluşan bir bakanlar kurulu gibi düşünülebilir. Ferzende Beg, Halis Beg ve diğerleri daha çok “aşiret liderlerinden oluşan konsey” yapısına uygun bir Kürdistan hayal etmiş ve bunun için mücadele etmişlerdir.
- Verilen mücadeleyi sadece bir direniş ve onur meselesi olarak gören bir kesim vardır ki bunun da tek bir temsilcisi Bıro Heskî Tellî’dir.
NOT: Bu dönemde Ermeniler, Azeriler, Gürcüler arasında Sosyalist ve Komünist parti ve örgütler ciddi bir güce sahip iken Kürtler arasında sosyalist düşüncenin esamesi bile okunmaz. 1917 yılından sonra Osmanlı/Türkiye sınırları içinde yaşamlarını devam ettiren Torun (Güneş) ailesi içinde de sosyalist düşünceye bağlı bir kesim yoktur. Aynı şekilde askeri eğitimini Rusya’da tamamlayan Kinyas Kartal da sosyalist düşünceye uzak ve mesafelidir. Kısacası Ağrı Dağı İsyanında sosyalist bir kanat olmamıştır.
- NUMAN (DÜNDARZADE) EFENDİ
19’ncu yüzyılın sonunda Gêloî aşireti Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında dağınık olarak yaşıyordu. Osmanlı sınırları içinde kalan Beyazid Vilayetinde Merhum Hacı Ali Yiğit, Davo Ağa, Eli Bey ve Newo Ağaya bağlı önemli bir Gêloî nüfusu vardı. Fakat Gêloî aşiretinin asıl belkemiğini Çarlık Rusya’sı yönetimindeki Iğdır ve civar köylerde ikamet edenler oluşturuyordu. 1914 yılından itibaren Ahmed Şemo tüm Gêloî aşiretinin lideri olur.
Eskiden Gêloî aşiretinde bir gelenek vardır. Eğer birisi 12 erkek çocuğuna sahip olursa bir çocuğunu medreseye bağışlamak yükümlülüğünü taşırdı. Gelo’nun 12 erkek çocuğu olunca Ceco isimli oğlunu Beyazid Vilayetindeki medreseye gönderir. Ceco sıkı bir dini eğitimi alır. Oğlu Yusuf da babasının yolunu izler. Hoca Yusuf ismiyle bölgede ün salar. Görevli gittiği Erciş’te bir oğlu olur, adını Numan koyar (1885). Numan çalışkan bir öğrencidir. Okul hayatına Erzurum Lisesinde (1903) yatılı olarak devam ettirir. Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi) sınavını kazanınca İstanbul’a yerleşir. 1908 yılında kurulan Kürt Teavun ve Terakki Cemiyeti (Kürt Dayanışma ve İlerleme Derneği) ile yakın ilişki içinde olur. Fakat çok geçmeden Bayezid Vilayetine döner, vali yardımcılığı görevini üstlenir. Yedi dil bilen Numan Efendi’nin resmi kayıtlardaki ismi “Numan Feridun Es”, “Numan bin Yusuf” ya da “Numan Dündarzade” olarak geçer. İkinci Dünya Savaşı başladığında Bayezid Valisidir. Ruslar tarafından yakalanır, Sibirya’ya sürgüne gönderilir (1915-1919). Beyazıt eşrafından evli Numan Efendi’nin dördü oğlan üçü kız yedi çocuğu ve hanımı aynı yıl Ermeni komitacıların elinde can verir.
Numan Efendi
Sibirya sürgününden kaçıp gelen Numan Efendi 1920 yılında Beyazıt Vali yardımcısı olur. Iğdır, 14 Kasım 1920 tarihinde, Büyük Millet Meclisi sınırlarına dahil olunca geçici kaymakam olarak Iğdır’a gönderilir. Numan Efendi, daha ilk günden itibaren bölgedeki aşiretlerin saygı ve sevgisini kazanır. Gêloî aşireti lideri Ahmed Şemo ve Kerem Bey’le özel bir dostluk bağı geliştirir. Bu arada Erzurum’da görev yapan Albay Cibranlı Halit Bey’in başkanlığını yürüttüğü Azadi (Özgürlük) isimli gizli Kürt örgütünün Iğdır temsilciliğini üstlenir.
Merhum Aziz Güney hatıratında şöyle anlatır:
Ali Mirze Bey’in oğlu İsa Bey bir keresinde başından geçen şu olayı anlatmıştı:
“Bir iş için Erzurum’a gidecektim. O zamanlar Iğdır’da Tapu Müdürlüğü yapan Numan Efendi, Cibranlı Halit Bey’e ulaştırmam için bana gizli bir mektup verdi. Ben de her türlü tehlikeye karşı bu mektubu uçkurlu külotumun içinde sakladım.
Erzurum’a varınca, Orduda görevli olan Cibranlı Halit Bey’in huzuruna çıktım. “Size Numan Efendi’den mektup getirdim”
Beni özel odasına alıp kapıyı kapattı. Sonra da mektubu nerede sakladığımı sanki tahmin etmiş gibi, bana yan odayı işaret edip, “Gidin mektubu çıkarın!” dedi. Önsezisi ve duyarlı davranışı beni çok etkilemişti.
Mektubu eline aldıktan sonra, bana baktı: “Numan Efendi Kürdistan’da bir tanedir. Ona sahip olun!”.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Cibranlı Halit Bey yakalanıp idam edildi.
***
1923 yılında asıl kaymakam gelince bu kez Tapu Müdürü olarak görevini devam ettirir, gerektiğinde kaymakama vekalet eder. 1926 yılında çıkarılan Ağa ve Beyleri Sürgün yasasıyla Balıkesir’e sürgüne gönderilir.
Sürgün olayı şöyle gelişir: Bir gün Numan Efendi, çok sevdiği kaymakamı ziyarete gider. Kaymakam teftişte olduğu için odasında beklemesi istenir. Numan Efendi masa üzerinde “Çok Gizlidir” ibareli bir yazı görür. Merak edip yazıyı okur. Yazıda on bir Kürt ve Azeri ileri geleninin derhal ve ani baskınla yakalanması emri vardır. Numan Efendi kendi adını da listede görür. Panikler. Hemen eve gider. İlk aklına gelen listede ismini gördüğü Ahmed Şemo’ya haber göndermektir. Bir yandan kaçış hazırlıklarını yaparken bir yandan Ahmed Şemo’ya iletilmek üzere bir yazı kaleme alır:
“Senin ve Ali Mirze Bey’in ismi yakalanacaklar listesindedir. Ali Mirze Bey İran’a gitsin ama sen sakın İran’a gitme! Kırrê’de (Ağrı Dağı yamacı) bir zaman saklan. Kaymakamlık yıllarından tanıdığım Jandarma Komutanı Yüzbaşı Nuri yakın arkadaşımdır. Şimdi hiçbirimize yardımı olması mümkün değildir ama ortalık sakinleştikten sonra sana gönderdiğim ikinci mektubu kendisine ver, yardımı olacaktır. İnşallah ben de Ağrı Dağı’na gideceğim.”
Numan Efendi yazıyı nasıl ileteceğini düşünürken, Iğdır şehir merkezine yerleşmeye karar veren Kızılbaşoğlu ileri geleni Hesene Tozo evine gelir. Numan Efendi durumu hızla özetler:
“Ali Mirze Bey ve Ali Mahmut Bey’e haber ver, çok yakında askerler gelip onları yakalayacak. İran’a kaçsınlar. Bu mektupları da Ahmed Şemo’ya ver!”
Çok geçmeden jandarma, Numan Efendi’yi evinde kıstırıp yakalar, Balıkesir’e sürgüne gönderir. Balıkesir’de Arnavut kökenli Melahat Hanımla evlenir. Melahat Hanımın Semiha adında bir kızı vardır. Numan Efendi af kanunundan sonra Iğdır’a döner, Dava Vekili (o yıllar avukat yoktur) olarak hizmet vermeye başlar. 1930 sonbaharında bir cinayete kurban gider. (Kürt Numan Efendi ve Azeri İshak Bey’in öldürülmesi olayını başka bir yazımda bağımsız olarak ele alacağım.)
Ağrı Dağı İsyanı sırasında Numan Efendi ile İhsan Nuri Paşa özel kurye aracılığıyla sürekli iletişim halindedirler. Numan Efendi bir anlamda Ağrı Dağının dünyaya açılan sesidir. Kürtler arasında benzeri zor bulunan bir Kürt aydınıdır. Çağdaş düşüncelidir. Hümanist ruhludur. Yazdığı etkileyici mektuplarla isyancıların mücadelesini ve sorunlarını dünyaya duyurmaya çalışır. Bugünkü Birleşmiş Milletlere benzer bir kuruluş olan Milletler Cemiyetine (Cemiyet-i Akvam) yazdığı mektuplar etkili olur, isyanın en zor günlerinde katliamdan kaçan veya açlık ve hastalıkla mücadele eden sivilleri korumaya almak için İran tarafında Milletler Cemiyetine bağlı bir kampının kurulmasına ön ayak olur. Milletler Cemiyeti, aileleri paramparça olmuş çocukları üye ülkelere mülteci olarak gönderir. Bir anekdot anlatmak istiyorum. 1970’li yıllarda Türkiye’yi ziyarete gelen Malezya Başbakanı annesinin Ağrı Dağı İsyanından kaçan mülteci bir kız olduğunu söylemiştir.
Numan Efendi sorunların devletle anlaşarak çözülmesi için isyancıları ikna etmeye çalışır ama İhsan Nuri Paşa’nın katı tutumu çabalarını boşa çıkarır. Numan Efendi sürekli olarak Iğdır’da ikamet ederdi. İbrahim Ağa’nın oğlu Hacı Abdullah Çoktin şöyle ifade eder:
“Numan Efendi kirvemizdi. Babam onu çok severdi. Sürekli haberleşirlerdi ama Numan Efendi dağdaki kamp yerine uğramazdı.”
SANKİ BURNUMA ÇİÇEK KOKUSU GELİYOR
Çarlık Rusya’sı yönetimine bağlı olan Gêloî aşiretinin ilk okuyanı Mihê Kazak’ın oğlu Şexali’dir (Şıhali). Mihê Kazak Rus okullarında eğitim görmüş oğlunu dostluk ve kirvelik ruhunu pekiştirmesi dileğiyle Karakoyunlulu Azeri bir kızla evlenmesine rıza gösterir. Bu evlilikten Merhum Hacı Nebi Göleli ve kardeşleri dünyaya gelir.
Gêloî aşiretinin Osmanlı Devletinde okuyan ilk çocuğu da Numan Efendi’dir. Bu yüzden Iğdır’a geldiği zaman aşiret lider Ahmed Şemo tarafından büyük bir saygı ve sevgiyle hürmet görür. Ahmed Şemo’nun kızı merhum Gurci Selçuk anılarında şöyle ifade eder: “Babam Numan Efendi’yi çok severdi. Onun evimize her gelişinde sevgiyle dolar, onu saygıyla ağırlar, varıyla yoğuyla onu onurlandırırdı. Babam Numan Efendi hakkında şöyle derdi: ‘O içeriye girdiği zaman sanki çiçek kokusu burnuma geliyormuş gibi gönlüm hoş duygularla doluyor.”
- KEREM (GÜNEŞ) BEY
Torun ailesinin ileri geleni Hamit Bey’in dört oğlu vardır: Fettah Bey, Kerem Bey, Abdürrezak Bey ve Naci Bey. Kerem Bey, Iğdır İç Savaşı yıllarında (1918-1920) kendisine bağlı aşiret güçleriyle Ermeni komitacılara karşı verdiği mücadele ile Iğdır’daki direniş hareketinde önemli bir rol oynar ve liderlik özelliğini kanıtlar. Duruşu ve davranışıyla örnek bir Kürt aristokratı gibi hareket eder. Naci Güneş’in kayınbiraderi Merhum Turgut Sungar Kerem Bey’i şöyle tanımlar:
“Güneş ailesi lideri Kerem Bey’in bölge halkı üzerinde derin bir etkisi ve nüfuzu vardı. İnsanlar Kerem Bey’i adeta yüreklerinde hisseder, onu kendilerinin bir parçası gibi görürdü. Kerem Bey’i, hayatımda ilk kez, ilkokul öğrencisi olduğum yıllar gittiğimiz yayla yerinde görüp tanımıştım. Daha ilk görüşümde Kerem Bey’in yüz hatları ve görünüşü deyim yerindeyse beni hipnoz etmişti. Aman Tanrım! Bir insan bu kadar da yakışıklı olabilir mi? Özenle bükülmüş bıyıkları, etkileyici gözleri, sağlık ve hayat fışkıran teninin güzelliği insanın içini titretiyordu. Bugün dahi Kerem Bey’i hatırladığımda tüylerim diken diken olur, karizması benliğimi içten kuşatır. Kerem Bey’in kendisine göre bir yaşam felsefesi vardı. Yaz kış demeden soğuk suyla yıkanmayı severdi. Ölümü de bu nedenle oldu. Bir kış günü buzlarını kırıp girdiği suda uzun süre kalınca, zatürreeye yakalanıp vefat etti.”
AĞRI DAĞI İSYANI VE KEREM BEY
Kerem Bey Ağrı Dağı İsyanın ilgi duyar. İbrahim Ağa’nın oğlu Hacı Abdullah Çoktin net bir şekilde ifade eder: “İsyan sırasında en büyük yardımı Kerem Bey’den alıyorduk. Davaya olan inançları ve karakterleri bakımından Kerem Bey ve İbrahim Ağa birbirlerine çok benziyorlardı.”
Kerem Bey idealist bir liderdir. İhsan Nuri Paşa ve Numan Efendiden farkı onlar daha çok ulus-devlet yapısında modern bir Kürdistan hayal ederken Kerem Bey, zihninde çok belirgin olmasa da Kürtlerin özlük hakları için mücadele vermesi gerektiğine inanıyor ama bu düşüncesini siyasi bir çerçevede ifade edemiyordu. Hoybun Cemiyeti ve diğer Kürt örgütleriyle yazışma ve ilişkisinin olmaması da bu tezi güçlendirmektedir. Eğer Kerem Bey, Ağrı Dağı İsyanına fiilen katılsaydı muhtemelen “Şeyh”lik kurumu ve Hamidiye Alayları geleneğinden gelen ağa veya ağa çocuklarıyla uyum içinde olamayacak, hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Kerem Bey’in Ağrı Dağı İsyanına olan ilgisi ve isyana katılma isteğini farklı kaynaklar farklı şekilde verir. Bunlardan önemli gördüğüm ikisini burada dikkatinize sunmak isterim.
MEHMET GÜNEŞ’İN ANLATIMI
Merhum Enver Güneş’in oğlu Mehmet Güneş bir anlatımında şöyle ifade eder:
Ağrı Dağı İsyanının en hareketli yılında (1929), yaz günü isyanın önemli isimlerinden Şeyh Zahır yanında 160 adet tepeden tırnağa silahlı atlı grubuyla, Kerem Bey’in ovasına misafir olur. Şeyh Zahır, isyancılara lojistik destek veren Kerem Bey’e istekte bulunur:
“Artık devletimizi kurduk. Burada kalıp bizden ayrı durmanı istemiyoruz. Evini yükleyip bizim aramıza katılmanın zamanı geldi.”
Kerem Bey de bu daveti sevinçle karşılayıp yolculuk hazırlıklarına başlar. Kerem Bey’in babası Hamit Bey, oğlunun bu fevri kararından son derece rahatsızdır. ‘Nasıl edeyim de Kerem’i biraz oyalayayım’ diye düşünürken aklına iyi bir fikir gelir. Oğlu Abdürrezak’a haber göndertir:
‘Kerem yerinde durmuyor. Çabuk gel!’
Kerem Bey’i de yanına çağırtır:
“Oğlum, bu kadar hızlı şekilde evini yükleyip gitme. Kardeşin Abdürrezak birkaç gün sonra gelecek. Vedalaşıp öyle ayrıl!”
Birkaç gün sonra, beklenmedik şekilde Abdürrezak Bey çıka gelir. Abdürrezak Bey, kardeşinin ani kararla ailesini yüzüstü bırakıp gitmek istemesine çok sinirlenir. Kerem Bey’e sistem eder:
“Demek sen gidip Kürtlere başkanlık ve ağalık yapacaksın ha!”
İki kardeş arasında söz düellosu olur. Tartışma kontrol dışına çıkar, silahlar çekilir, karşılıklı ölüm tehdidinde bulunurlar. Baba, Hamit Bey, üzüntüyle iki elini havaya kaldırarak yalvarır:
“Allah’ım sen bana iki oğlumun silahlı çatışmaya girdiğini de gösterdin. Allah’ım artık yaşamak istemiyorum, sen benim ruhumu al!”
Birkaç ay sonra Hamit Bey vefat eder.
RAMAZANKENT KÖYLÜ TALAT GÜNEŞ’İN ANLATIMI
Kerem Bey’in Ağrı Dağı İsyanına katılmak istediği haberi üzerine Torun ailesinin önde geleni Eleşref Bey bir toplantı düzenler. Eleşref Bey, Kerem Bey’in isyancıların yanına gitme önerisine şiddetle karşı çıkar. Tıpkı Ali Mirze Bey gibi olayı mantık kuralları içinde değerlendirir:
“Topa tüfeğe karşı av tüfeğiyle mi mücadele edeceksiniz? Karşınızda bir devlet var. Sivil halkı nasıl koruyacaksınız? Bunun vebali üzerinizde kalır.”
Eleşref Bey’in bu sert çıkışı nedeniyle Kerem Bey bu isteğinden vazgeçer. Torun ailesinden kimse isyancıların arasına katılmaz.
Kerem Bey isyancıları yayla evinde barındırır, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Bir gün askerler baskın yapar. İsyancılar tandır, kuyu gibi yerlere saklanır. Komutan Kerem Bey’e saygılıdır. Kulağına eğilerek şöyle der: “İsyancıların burada saklandığını biliyorum, askerlerime yemek ver, sizi rahatsız etmeden çekip gidelim.”
Üç evlilik yapan Kerem Bey’in en küçük kızı Hacı Hezal Hanım’ın anlatımına göre ev ahalisi isyancılara ulaştırılmak üzere çorap, eldiven, papak gibi örgü işlerini ciddiyetle yapar, yardımlar özel bir şekilde isyancılara ulaştırıldı. 1937 doğumlu olan Hacı Hezal Hanım, “Ben bir yaşımdayken babam vefat etti!” dediği için Kerem Bey’in vefat tarihini 1938 olarak düşünmek zorundayız. Vefat ettiğinde 51yaşındadır.(Doğum 1887)
Kerem Bey
MÜTEVAZI BİR LİDER
Bir gün Kerem Bey tozlu bir yolda tek başına yürüyormuş. Yaşlı bir çift görmüş. Yükünü yere atmış eşeğe, içi buğday dolu ağır hurcu (têr) tekrar yüklemek için çaba sarf ediyorlar ama yaşlılık yüzünden hurcu kaldırmakta zorlanıyorlarmış. Uzaktan birisinin geldiğini görünce yardım için umutlanırlar. Ancak gelenin Kerem Bey olduğunu görünce hayal kırıklığı yaşarlar. Sıradan köylü olarak Kerem Bey gibi birisinden böyle bir yükü kaldırıp eşeğe yüklemelerini elbette isteyemezler! Kerem Bey selam verip ceketini çıkarır. Yere çömelir ve yaşlı çifte seslenir:
“Hurcu sırtıma doğru iteleyin!”
Kerem Bey sırtına yüklenen hurcu kaldırıp eşeğin üzerine yerleştirir. Yaşlı çift çok mutludur. Kerem Bey hafifçe üzerinin tozunu alır. Bir taşın üzerine yerleştirdiği ceketini giyer. Mahcubiyetten dili tutulmuş yaşlı çiftin gönlünü okşar: “Merak etmeyin! Bir amele gibi yükü kaldırıp eşeğe yükledim ama ben hala Kerem Bey’im!”
DEVAM EDECEK
Değerli okuyucu! Bir sonraki bölüm HOYBUN CEMİYETİ VE SALİH PAŞA’NIN askeri stratejileri üzerine olacaktır.