KAZAKİSTAN’DA BİR KÜRT: KİNYAS İBRAHİM MİRZOYEV
Değerli okuyucular!
Sizlere bu yazımda kısaca Kazakistan’daki Kürtleri ve orada yaşayan önemli iki Kürt şahsiyetini tanıtmak istiyorum. Yaklaşık iki hafta önce Kazakistan Kürtlerinin lideri Prof. Dr. Kinyas İbrahim Mirzoyev (Kinyazê Îbrahîmê Mîrzoyev / Mirzo’nun sülalesinden İbrahim oğlu Kinyas) Avrupa’daki dostlarının daveti üzerine Almanya’da misafir edildi. Kendisini karşılayan ve onurlandıranlardan birisi de çok değerli amca oğlum, abim Yılmaz Tırpan idi. Yılmaz Abi’nin referansıyla çok değerli bilim insanı Prof. Dr. Kinyas İbrahim ile sosyal medya ortamında yazışma ve haberleşme şansım oldu.
KAZAKİSTAN YILLARIM
1997-99 yılları arasında ABD’li bir petrol şirketinin yatırımları nedeniyle Kazakistan’da defalarca bulunmuştum. O yıllar, 1991 yılında dağılmış Sovyetler Birliğinden geride kalan cumhuriyetler büyük bir enkaz altında inliyor, insanlar günlük yaşam mücadelesi veriyordu. Yoksulluk iç burkan bir düzeydeydi.
Merkezi Kaliforniya’da bulunan çok uluslu Amerikan enerji şirketi Chevron özellikle Rusça bilen elemanlarını eski Sovyetler Birliği ülkelerine gönderiyordu. Bunlardan birisi de Kazakistan idi. Ben de bu fırsatla defalarca Rusya, Kazakistan ve diğer ülkeleri dolaşma şansı bulmuştum.
Kazakistan Hükümeti ve Chevron şirketi arasında 1993 yılında yapılan %50-50 oranında paylaşım ile Tengizchevroil isimli bir şirket kurulmuştu. Bizim görevimiz ülkenin batısında yer alan Tengiz yatağını verimli bir şekilde tekrar hizmete sokmaktı.
O yıllar Kazakistan’ın başkenti Alma Ata idi. (Bugün Nur-Sultan başkenttir) Ülke nüfusunun yarısı Rus kökenliydi. Her yerde Rusça konuşuluyordu. İşlerim yoğun olduğundan küçük birkaç gezi dışında şehri dolaşmaya zamanım olmadı. Teleferik ile çıktığımız kayak tesisleri içimdeki dağ hasretini gidermişti. Rusya ve özellikle Almanya’ya göçler nedeniyle bugün Rus nüfusun toplam nüfusa oranı % 20 civarındadır. Özellikle Kazakistan’da yaşayan Alman Kazakistanlılar (Kasachstandeutsche), Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra Kazakistan’ı terk edip Rusya veya Almanya’ya yerleşmeyi tercih ettiler.
Şehir merkezinde dikkatimi çeken yoğun bir Koreli nüfusun olmasıydı. Kore pazarına gidip çok sevdiğim mayalanmış kırmızı biber ve Çin lahanasından yapılan, geleneksel bir Kore yemeği (veya turşusu) olan Kimçi (Kimchi) aldığımı hatırlıyorum.Bana anlattıklarına göre ülkede 100 bini aşkın Koreli vardı. Bunların büyük çoğunluğu 19’ncu yüzyılın ortasında Kore yarımadasında baş gösteren kıtlıktan kaçıp gelmişlerdi. Doğrusunu isterseniz o yıllar Kazakistan’da güçlü bir Kürt diasporasının olduğunu bilmiyordum. Sonraki yıllar bu gerçeği öğrenecek sadece Kazakistan’da değil Kırgızistan, Özbekistan gibi Türki Cumhuriyetlerde de güçlü bir Kürt diasporasının varlığından haberdar olacaktım. Kürtler ve Türklerin Orta-Asya’dan Avrupa’ya kadar uzanan bir coğrafyada iç içe yaşadıkları gerçeğinden hareketle bu birlikteliğin Türkiye Cumhuriyeti liderliğinde siyasi ve ekonomik bir güce dönüştürülmesini ele alan bir makale kaleme almıştım. İstekli okuyucularım bu makaleye aşağıdaki linki tıklayarak veya yazarak ulaşabilirler. (https://hunacademy.com/turk-kurt-sentezi-ve-kuresel-guc-turkiye/)
KAZAKİSTAN KÜRTLERİ
Belki merak etmişsinizdir, Kürtler ne zaman, nereden ve niçin Kazakistan’a gidip yerleştiler? Bugün Kazakistan’daki Kürt nüfusu 100 bin civarında tahmin edilmektedir. Kürtlerin büyük kısmı Ermenistan ve Azerbaycan’dan geldikleri için bu ülkelerin pasaportunu taşıdıklarından “Kürt” olarak değil, “Azeri” veya “Ermeni” olarak nüfusa kaydedilmişlerdir. Bu durum Kürt nüfusunun daha az olarak hesaplanmasına neden olmuştur. Bu nedenle gerçek Kürt nüfusun 150 binin üzerinde olduğunu söylemek mümkündür.
Kürtler, Güney Kafkasya bölgesinden üç dalga halinde Kazakistan’a göç ettirilmişlerdir. Bu zoraki göçlerin tarihleri aşağıdaki gibidir:
- 1937
- 1944
- 1989
Burada not olarak belirtmem gereken bir durum da bazen yukarıdaki gibi toplu sürgünler ve bazen de aile temelinde sürgünler söz konusu olmuştur. Örneğin ünlü Prof. Nadir Nadirov’un ailesi 1933’de küçük bir grup olarak sürgüne gönderilmiştir.
1937 KÜRT SÜRGÜNÜ
Stalin’in katı ve acımasız yönetiminin devam ettiği yıllardı. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında acımasız bir Casusluk-Karşı Casusluk mücadelesi devam etmekteydi. Türkiye tarafında MAH (MİT) Bölge Başkanı Hüsnü Bingöl, sınır bölgesinde kontrolü ele geçirmiş durumdaydı. Celali, Redkan ve Brukan aşiretleri Türkiye ve Sovyet sınırın iki yanında yer aldıklarından Hüsnü Bingöl, Kürtlere dayanarak geniş bir karşı-casusluk ağı örer. Stalin, bu durumdan rahatsızlık duyar. Hüsnü Bingöl ile baş edemeyeceğini anlayan Stalin, bir gün Aras nehri boyuna yerleşik olan Kürt aşiretlerini trene doldurup Kazakistan’a gönderir. Ayrıca Laçin merkezli olarak kurulan ve 1923-29 yılları arasında hüküm süren Kızıl Kürdistan’ın (Kürdistan Uyezdi) varlığına son verildiğinden bu bölgeden küçük bir Kürt nüfus da bu zoraki göçe dâhil edilir.(Hüsnü Bingöl’ün karşı casusluk çalışmalarını anlatan “Siyah, Beyaz ve Gri: Hüsnü Bingöl” isimli kitabımı konuyla ilgili okuyucularıma öneririm.)
1944 KÜRT SÜRGÜNÜ
İkinci Dünya Savaşının en kritik anı Stalingrad savaşıdır. Almanların amacı Stalingrad şehrini ele geçirmek, hızla Güney Kafkasya’ya inip Bakü petrollerini ele geçirmektir. Almanlar, kendilerine esir düşen Azeri, Ermeni, Gürcü, Özbek vb. kökenli Sovyet askerlerinden Nazi taburları oluşturur, bu uluslara Sovyetler Birliğinin yenilmesi durumunda bağımsızlık vaat eder. Stalin, Nazilerle işbirliği yapan bu taburlara ve mensubu oldukları halklara karşı derin bir nefretle doludur. Stalin, 1944 yılında düşmanla daha fazla işbirliği yapmalarına engel olmak veya onları cezalandırmak amacıyla hatırı sayılır bir nüfusu Güney Kafkasya’dan Orta-Asya’ya sürer. Belli bir Kürt nüfus da bu sürgünden payını alır. Sürgüne gidenler Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi ülkelere dağıtılırlar.
1988-90 KÜRT SÜRGÜNÜ VEYA GÖNÜLLÜ GÖÇ
Kızıl Kürdistan bölgesinde oturan Kürtlerin büyük kısmı Şii mezhebine bağlıydılar. Ermenistan ile Azerbaycan arasında Karabağ savaşı baş gösterince bir zamanlar “Kızıl Kürdistan” olarak adlandırılan Laçin bölgesindeki Kürtler, Ermenilerin saldırısına uğrarlar. Şii kökenli Kürt nüfus Azerbaycan’a göç eder. Azeri kimliğini alarak zamanla asimilasyona uğrarlar. Sünni Kürtler ise ne Ermenistan ne de Azerbaycan tarafından istenmediğinden savaş bölgesini kendi istekleriyle terk ederek çoğunlukla Kazakistan’a göç edip yeni bir yaşama orada başlamak isterler.
Böylece Kazakistan’da, üç farklı dönemde gelmiş Kürtlerin iç içe geçmesiyle güçlü bir Kürt diasporası oluşur. Kazakistan Devletinin göstermiş olduğu hoşgörü ortamında kendi kimliklerine ve ana dillerine sahip çıkma fırsatı bulurlar. Tahmin edebileceğiniz gibi zor günlerinde her toplumu lokomotif gibi arkasına takıp götüren şahsiyetler ve önemli insanlar ortaya çıkar. Kazakistan Kürtlerine yeni bir ruh kazandıran ve onlara kimliklerini geliştirmeleri için her türlü imkânı sunan en önemli şahsiyetin ismi Prof. Dr. Kinyas İbrahim Mirzeyov’dur. Bir zamanlar Kazakistan Devlet Başkanı yardımcılığı görevini de üstlenen Prof. Dr. Kinyas İbrahim, bugün Kazakistan Kürtlerinin tartışmasız lideri olarak ön plandadır.
PROF. DR. KİNYAS İBRAHİM
(Kafkasya Kürtlerinin yaşam mücadelesi pek bilinmedi. Her şey kapalı kapılar arkasında olup bitti. 20’nci yüzyılı paramparça ve birbirinden habersiz geçiren dünya Kürtleri arasında özellikle Kafkasya Kürtleri yürek burkan ayrılıklar yaşadı, ülkeden ülkeye sürgün edildiler. Mezarları bile ayrı düştü. Çocukluğu Kafkasya’da geçen Kinyas İbrahim, her Kürt çocuğu gibi yaylaları adımladı, kuzuların ardından koşturdu, baba evinde bir köşeye oturup dengbêjleri (Kürt şarkıcıları) dikkatle ve zevkle dinledi. Ruhunda Kürt kimliğinin gelişmesine hizmet etmek duygusu çok erken yaşta gelişti. Doktora çalışmasından itibaren bütün kitap ve bilimsel çalışmalarını Kürt kimliğine adadı. Sürgün olarak gittiği Kazakistan’da, Kürt kimliğiyle Devlet Başkanı yardımcılığı görevini üstlendi. Kazakistan’ın en köklü üniversitesinde dünya dilleri bölüm başkanlığı yaptı. Bununla yetinmedi, BERBANG (Şafak) Kürt derneğini kurarak Kürt çocuklarının ana dilde eğitimini gündeme getirdi. Bir sınıfta 5-6 Kürt çocuğu olunca Kürtçeyi seçmeli ders olarak alma hakkını, ayrıca Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı köylerde de Kürtçeyi 12’inci sınıfa kadar ana dilde eğitim hakkı olarak devlete kabul ettirdi. Çıkardığı Kürtçe dergi ve gazetelerle Kürt dilinin gelişmesine katkı sundu. Yekbûn isimli televizyon kanalıyla Kürt folklor ve diline değişen dünya koşullarında yeni bir canlılık kazandırmak için ciddi bir uğraş içinde oldu. Bütün dünya Kürtleri Prof. Dr. Kinyas İbrahim’in şahsı ve çalışmaları önünde saygıyla eğilmeyi kendilerine bir görev olarak kabul ederler. Bize de, Her bijî Mamoste Kinyas İbrahim, demek kalıyor.)
Kinyas İbrahim anne tarafından Brukan (Brukî) baba tarafından da Celali Konfederasyonunun bir kolu olan Geloylu (Gêloî) aşiretindendir. Kinyas İbrahim, Almanya’da yaptığı konuşmalarda kendisini ve ailesini bu şekilde tanımlamıştır. Bizim için Prof. Dr. Kinyas İbrahim, aşiretler ve devletler üstü, tüm dünya Kürtlerinin övgüyle sahiplendiği bir şahsiyettir.
İlginç bir anekdotu araya sıkıştırmak istiyorum. Merhum Kinyas Kartal, Brukan aşiretinin tartışmasız lideri ve önemli bir şahsiyetti. Amcam Hamit Hun’un üvey annesi Zeynep Hanım, Kinyas Kartal’ın yakını Derbaz Ağa’nın kızıydı. Böyle olunca Hamit Hun, ilk doğan erkek çocuğuna ‘Kinyas’ adını verir (1945 /mezar taşına yanlışlıkla 1949 yazılmıştır). Aradan iki yıl geçer. Bu kez annesi Brukan aşiretinden olan Kinyas İbrahim dünyaya gelir (1947). Ona da Kinyas Kartal’a atfen ‘Kinyas’ ismi verilir. İşin ilginç yanı üç “Kinyas” arasındaki inanılmaz benzerliktir.
Aile büyükleri 1926 yılında Türkiye’den Aras Nehrini geçerek Nahcivan’a yerleşirler. Bir zaman Nahcivan’da yaşadıktan sonra ailesi ve diğer Kürtler,Stalin tarafından 1937 yılında Aras Nehri kıyısından Kazakistan’a bir kısmı da Sibirya’ya sürgün edilirler. Kinyas İbrahim’in ailesi Kazakistan’a yerleşir. İkinci Dünya Savaşı baş gösterince babası, amcası ve ailesinin bir kısmı Ermenistan’a geri dönerler. Dayısı, Güney Kafkasya’da Sovyet askeri istihbaratı bölüm başkanı olarak görev yaptığından Kürtleri etrafında toplar. Hatta Sovyet Ordusu Ağustos 1941 tarihinde Kuzey İran’a girince, Kürtlerden oluşturulan bu istihbarat örgütü oldukça etkili olur. Bu sayede Kinyas İbrahim’in ailesi 1944 yılında yapılan sürgünden kurtulur, Ermenistan’da yaşamaya devam eder.
Kinyas İbrahim, 1 Mayıs 1947 tarihinde Uluhanlı (Zengibasar / Masis) köyünde dünyaya gelir.Sekizinci sınıfa kadar köy ilkokuluna devam eder. Daha sonra Erivan’a gider. 1963-66 yılları arasında ünlü Azeri devlet adamı Ahundov’un adına ithafen kurulmuş olan liseden mezun olur. Dil ve Edebiyat Fakültesine kaydını yaptırır. Yüksek lisansı bitirdikten sonra Doktora çalışmasına devam eder. Kürt ve Azeri Edebiyatı üzerine Doktora tezini tamamlar. Kendi ifadesiyle Kürt ve Azeri edebiyatı iç içe geçmiş ve tarihsel bir etkileşim yaşamışlardır. Örneğin Nizami Gence yazılarında annesinin Şeddadi Kürtlerinden olduğunu ifade eder.
Kinyas İbrahim, öğretim görevlisi olarak da Kürt Dili ve Edebiyatı konusundaki çalışmalarını devam ettirir. 25’e yakın özgün kitap çalışması ve yüzlerce bilimsel bildiri yayımlar. Talihsizlikler ailenin peşini bırakmaz. 1988 yılında Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ savaşı baş gösterir. Azeriler Ermenileri, Ermenileri de Azerileri ülkelerinden kovarlar. 20-30 bin kadar Kürt arada kalırlar. Bölgeyi terk etmekten başka çareleri kalmaz.
Yuvası olmayan kuşlar gibi ve tarihin yetimleri olarak göç eden bu Kürtlerin bir kısmı Kazakistan, bir kısmı da Rusya ve diğer cumhuriyetlere dağılırlar. Dede-baba mezarları üç-dört farklı ülkede kalır. Kinyas İbrahim, 1974 yılında Gögercin Hanımla evlenir. Prof. Dr. Kinyas İbrahim ikisi kız beş çocuk sahibidir.
Saint Petersburg’da Filoloji alanında profesör unvanını alan Kinyas İbrahim, 90’dan sonra Kazakistan’a döndü ve Devlet Üniversitesi’nde rektör yardımcılığı görevinde bulundu.
Prof. Dr. Kinyas İbrahim yaptığı çalışmalarla dikkati çekmiş, bugün başta Kürtler arasında olmak üzere dünyada kendisine karşı derin bir saygı ve ilginin doğmasına neden olmuştur. Kinyas İbrahim ana dili Kürtçenin yanı sıra, Azerice, Ermenice, Farsça, Türkçe, Rusça, Kazakça ve İngilizce olmak üzere sekiz dil bilmektedir.
Prof. Dr. NADİR NADİROV
Kazakistan Kürtleri arasında öne çıkan diğer bir şahsiyet Prof. Dr. Nadir Nadirov’dur. Ailesi aslen Nahcivan’a yerleşikti. Nadir Nadirov, 1932 yılında Nahcivan’ın Sederek şehrinde dünyaya gelir. Babası 1933 yılında Stalin’in aileyi sürgün etmesinden önce vefat eder. Nadir Nadirov dokuz kardeşli bir ailede büyür. Casusluk şüphesiyle ailesi 1933 yılında Kazakistan’a sürgüne gönderilir. O günlere dair hatırasını şöyle anlatır:
“Bilinmeyen bir yere gönderildik. Elimize kürek tutuşturup, kendinize bir ev yapın, dediler. Bomboş bir araziydi. Muhtemelen bir ismi falan da yoktu. Ne araba, ne yol, ne uçak, ne haberleşme imkanı… Sadece uçsuz bucaksız bir step… Bir yıl sonra bizi ziyarete geldiler. Evleri tek tek dolaşıp aile reisinin kim olduğunu sordular. Kardeşlerimin en büyüğü 22 yaşındaki Abdullah idi. Yeni evlenmişti. Ben de 5 yaşında falan vardım. Abdullah’ı alıp götürdüler. Ablam evliydi, yanımızdaki bir evde oturuyordu. Onun da kocasını aldılar. Her ikisi de asla bir daha geri dönmediler
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kız kardeşimin oğlu babasının izini kovalamaya başladı. Arşivlere yazılar yazdı. Nihayet bir gün cevap geldi. Babası 1938 yılında cezaevine atılmış, ‘İran casusu’ iddiasıyla yargılanarak idam edilmişti. Zavallı adam! Okuma yazması yoktu. İran’ın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Aynı gece kaybolan abim Abdullah ile ilgili maalesef bütün çabalarıma rağmen hiçbir bilgiye ulaşamadım.”
(Değerli okuyucular! Burada bir not düşmek istiyorum. İster 1930’lu yıllarda Türkiye Cumhuriyetinde veya Sovyetler Birliğinde olsun, her iki ülke de söz birliği etmişçesine Kürt nüfusu zorunlu iskana tabi tutmuştur. Iğdır bölgesinden bir örnek vermek gerekirse, Helikan aşireti mensupları Trabzon üzerinden gemilerle Trakya ve Batı Anadolu’ya götürülmüş, her köye 2-3’ten fazla olmayacak şekilde Kürt aileleri parçalanarak dağıtılmış, köylerden çıkmaları da özel izne tabi kılınmıştır. Benzer durum Sovyetler Birliğinde de uygulanmıştır.)
Prof. Dr. Nadir Nadirov, Kazakistan’da Kürt Derneği (Berbang) başkanlığı ve Kazakistan Mühendislik Akademisi’nin ilk başkan yardımcılığı görevini üslendi. Aynı zamanda Petrol Bilim Merkezi direktörü görevini yürüttü. 1992 yılında, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda eski Sovyetler Birliği’nde Kürtlerin toplu olarak sınır dışı edilmesinin tarihiyle ilgilendi, bulgularını halka açtı.Profesör unvanına sahip olan Nadir Nadirov Kazakistan’da ‘BİLİMİN MAREŞALI” veya ‘LOMONOSOV’ unvanıyla bilinir oldu.
(Not: Lomonosov, 18’nci yüzyılda yaşamış Rusya’nın yetiştirdiği en büyük bilim insanlarından biridir. Ansiklopedist, doğa bilimci, fizikçi ve kimyacı olmanın yanı sıra dilbilim ve tarih konusunda da önemli çalışmaları vardır.)
Prof. Dr. Nadir Nadirov ayrıca 2010’lu yıllarda Kazakistan Cumhurbaşkanı danışmanlığı görevinde de bulunur. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Kürtlerin yaşadığı bütün kentlerdeki okullarda Kürtçe eğitim verildiğini belirten Nadirov, sözlerine şunları ekler:
“Kürtçe öğretmenler yetiştiriliyor. Sadece dil değil Kürt dilinin unutulmaması için geliştirilmesi ve çocukların ana dilde eğitilmesi için bu gereklidir. Meclis’te de kültürümüz ve dilimizle Kürt olduğumuzu dile getiriyoruz. Asimile edilmiyoruz. Sovyet eski kültürünün etkisi ve baskısı altında 80 yıl vatanımızdan uzak yaşamamıza rağmen kültürümüzü ve dilimizi unutmadık. Kazakistan Meclisi değerlerimizi korumamıza imkan sağlıyor.
Meclis’te elbette ülke genelini ilgilendiren siyasi sorumluluklar da üstleniyoruz ama asıl önemli olanın kültür, sanat ve dil meselesi olduğu gerçeğini hep ön planda tuttuk. Asıl önemli olan dildir. Bir ulus dilini kaybettiğinde kendisi de kaybolur. Bizim için de en önemli şey dilimizi koruyabilmek ve bu isteğimizi Meclis’te dile getirebilmektir. Kazakistan’da 70 farklı millet yaşıyor ve her millet kendi dilini serbestçe konuşabiliyor, kültürünü geliştirebiliyor. Kazakistan’da JiyanaKurd (Kürtlerin Yaşamı) gazetesi de çıkıyor. Kürtçe dergiler de var. Mamosta Kinyas İbrahim liderliğinde önemli işler yapılıyor.”
KÜRTLERİN GURURU NARİN NADİROVA
Kazakistan Cumhurbaşkanının başkanlığını yaptığı Kazakistan Halklar Meclisi’nde her yıl Kazakistan’da yaşayan halklardan bir üye başkan yardımcılığı görevini üstleniyor. Halklar Meclisi’nin kurulduğundan bu güne her yıl Kürt üyeler de Meclis’te görev alıyor. Bu arada Narin Nadirova ismine de kısaca değinmekte yarar vardır. Narin Nadirova, 2017 yılında Kazakistan Cumhuriyeti’nin en büyük devlet ödülü olan Kazakistan Halk Birliği ödülünü hak kazanan ve gelecek vaat eden bir Kürt kadın siyasetçisidir.
Narin Nadirova aynı zamanda ünlü bir iş kadını. Kazakistan ve dünya çapında ofis ve şubeleri bulunan Home Credit Bank’ın CEO’su görevini de yürüten Narin Nadirova, Kürt kadınlarına şöyle tavsiyede bulunuyor: “Kürt kızlarının eğitimlerine verilen önem daha da artırılmalıdır. Unutmayalım ki anne çocuğa anadili ilk öğretendir. Kadın ailenin temeli ve her şeyidir. Ayrıca çocuğa vatan sevgisini veren de annedir.”
KÜRTÇE ANA DİLDE EĞİTİM
Kazakistan’da ilk kez 1968’de Kerim Nadirov’un girişimi ile Drejne köyünde Kürtçe eğitim verildi. Sonraki yıllar halkın talepleri doğrultusunda çalışmalar hız kazandı, Kazakistan’da 2000 yılında temelleri atılan Kürtçe seçmeli ders eğitimi sonraki yıllar 12’inci sınıfa kadar ana dilde eğitim olacak şekilde yeniden düzenlendi. Bugün 20 köyde açılan okullarda ana dilde Kürtçe eğitim verilmektedir. Kürtçe dil dersi veren öğretmenler, Kazakistan Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde müfredata ilişkin olarak eğitimden geçirilmektedirler. Kazakistan’ın neresinde olursa olsun eğer bir sınıfta 5-6 Kürt öğrenci bulunuyorsa müfredata göre bu öğrenciler haftada 4-8 saat arası seçmeli Kürtçe dil dersi görmeyi hak kazanıyorlar.
Buradan Türkiye Cumhuriyeti’ne bir çağrıda bulunmak istiyorum: Kazakistan 150 bin nüfuslu üstelik sürgün gelmiş Kürtlere ana dilde eğitim veya en azından seçmeli Kürtçe hakkı tanırken, Türkiye Cumhuriyeti bu konuyu gündeme getirmemek için olağanüstü bir çaba içindedir. Acaba ne zamana kadar?
KÜRT DİLİ ÇALIŞMALARININ YENİ MERKEZİ: ALMA ATA
Bir zamanlar Ermenistan Kürt çalışmalarının merkeziydi. Latin harfleriyle ilk Kürtçe gazete olan Riya Teze (Yeni Yol) 1930 yılında yayın hayatına başlar, bazı duraklamalarla 2003 yılına kadar okuyucusuyla buluşmaya devam eder.
Bu arada Erivan Kürtçe radyosunun önemini de belirtmek gerekir. 1955 yılında Kürtçe test yayınına başlayan radyoda başlangıçta haftada üç gün 15 dakika haber yayını yapılıyordu. Sonraki yıllar her gün iki saat olacak şekilde radyo yayını geniş kitlelere ulaşacak şekilde yeniden düzenlendi.
Radyo, Kürt dili ve folkloru için bulunmaz bir fırsat yarattı. Kürt yazar, şair, çevirmen, eğitimci ve derlemeci Casimê Celîl’in radyo yayınlarına Kürt müziği ile birlikte, Kürt sözlü kültürü ve edebiyatını ve dengbêjleri (halk ozanlarını) dâhil etmiştir. Radyonun arşivinde iki bin civarında Kürtçe şarkı ve ezgi kaydının olduğu bilinmektedir. Ayrıca Kürt folklor derlemeleri kapsamında on binden fazla şarkı ve ezginin de kayıt altına alınıp arşivlendiği bilinmektedir.Ünlü isimler arasında Aram Tigran, Fatma İsa, Egîde Cimo, Feyzoyê Rizoyî, Ayşe Şan, Meryem Xan, Karapetê Xaço gibi dengbejleri saymak mümkündür.
Bugün Alma Ata, Kürt çalışmaları için dünyadaki önemli merkezlerden birisi olarak kabul edilmektedir. Görüldüğü kadarıyla Kürt Birlikleri Federasyonu önemli işler yapıyor ,çalışmalarını hız kesmeden devam ettireceğe benziyor. Üzüntü veren taraf, Türkiye Cumhuriyeti hükumetinin Kazakistan Cumhuriyetine baskı yaparak kurulan Kürt derneklerinin güya PKK’ye hizmet verdiği gerekçesiyle kapatılmasını istemesi ve Kürtçe eğitim derslerine son verilmesi için ha bire baskı yapıyor olmasıdır. Kazakistan’da yaşayan ve kimliğine sahip çıkan 150 bin onurlu Kürd’ü PKK ile özdeşleştirmek bariz bir hakarettir. Kürtler, Mars’a çıkıp orada ana dilde eğitim alsalar Türkiye Cumhuriyeti bunu kendisine dert edinecek gibi gereksiz bir korku sendromuna boğulmuş haldedir. Üzüntü verici bir durum!
İKİNCİ BÖLÜM: ANEKDOTLAR
CEVİZ AĞACI
(Ceviz ağacımı rüyamda gördüm, aşağıdaki yazıyı kaleme aldım.)
Mücahit, neredesin? Duydum ki beni unutmuşsun! Anlıyorum, vefasızlık senin de kalbinde yer etmiş. İnsanoğlu hep böyledir! Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Iğdır’a nice zamandır gelip gidiyorsun ama yanıma hiç uğramıyorsun. Hâlbuki beni küçük bir fide olarak bahçeye sen diktin. Hiç unutur muyum o günü? 1968 yılının Nisan ayıydı. Sen ve komşunun oğlu, çok sevdiğin arkadaşın Alaattin (Bayat) ile birlikte benim ince köklerimi, baharın ılık sıcaklığıyla canlanan toprakla buluşturdunuz. Yeri kürekle sen kazdın. Alaattin, beni gövdemden nazik bir şekilde kavrayıp çukura daldırdı, dik durmamı sağladıktan sonra eliyle toprağı itekleyerek çukura doldurdu. Hortumla bol bol suladınız. Her gün yanıma uğrayıp hayatta kalıp kalmadığımı yokladınız. Yanıma gelince nasıl da seviniyordum. Gururluydum. Senin sevgine layık olmak için kök saldım.
Alaattin, yetenekli bir çocuktu. Yarma aşı yapmasını biliyordu. Aşı olunca daha da güçlendim. Büyüdüm. Dallarım bahçe duvarından yola sarktı. Komşular, çocuklar, gençler, yoldan gelip geçenler, bugünkü gibi aklımdadırlar. Bazen uzun ömürlü olmak bir canlıyı mutlu etmez. Eğer belime hızarı vurmasalar 150 yılı aşkın bir yaşım olacak. Tanıdığım nice insanlar artık görünmez oldular. Belki de birçoğu toprağın altında ebedi yaşamlarına kavuştular. Geride her birisinin bir anısı, acı bir hatırası kaldı.
Mücahit bilesin ki, baba evin şimdi izbe ve terk edilmiş bir haldedir. Taşları solgun ve yorgun… İçten içe ağlar gibidirler. Bana doğruyu söylemelisin: Geriye dönüp eski günlerimize yeniden kavuşacak mıyız? Yoksa bir hızar yakında beni de mi devirecek?
KIRMIZI İPLİ GÜVERCİN
22 Temmuz 2007 seçimlerinde Iğdır’dan Bağımsız Sosyal Demokrat olarak Milletvekilliğine adaylığımı koymuştum. Eski Doğubayazıt Camisine yakın bir kahvehanenin önünde bir masa etrafında beş kişi oturmuştuk. Masanın bir yanı kahvehanenin camekânına dayanmıştı. Masanın sol tarafında Merhum Hacı Nadir Durak, sağ tarafında Orgof (Suveren) köyünden bir köylü, Karakuyu köyünden Hacı Maruf Çakmaz, kardeşim Hacı Ahmet Hun ve ben oturmuştuk. Öğleden sonrasıydı. Kavurucu bir sıcak ortalığı doldurmuştu.
Suveren köylü, kocaman portresi camekâna asılı duran Bağımsız Aday Pervin Buldan’ı işaret ederek bana sitem etti: “Adaylığınla Kürtlere ihanet ediyorsun!” Masadan ses çıkmayınca tanımadığım bu şahsa sert çıktım. O da, “Bir hainle aynı masada oturmam,” der gibisinden ayağa kalktı. Hızlı adımlarla uzaklaştı.
Masada uzun süre sessizlik oldu.
Az ötede çocuklar ellerinde güvercinlerle ortalıkta dolaşıyorlardı. Güvercinlerin ayaklarına 2-3 metre uzunluğunda ip bağlamışlardı. Güvercin umutla kanatlanıyor ama uçamadığını anlayınca çocuğun eline geri dönüyordu.
Çocuklar duygu sömürüsü dolu bir ses tonunda yoldan geçenlere yaklaşıyor, şöyle sesleniyorlardı: “Abi, 5 lira verirsen güvercini serbest bırakacağım. Sevaba girersin!”
Masadan kalkıp çocuklardan birisine yaklaştım. 20 lira uzattım. Elindeki dört güvercinden üçünün ipini söküp serbest bıraktı. Çocuk ne kadar uğraştıysa da dördüncü güvercinin ayağına bağladığı kırmızı ipin düğümünü çözemedi. İpi yakaladım, güvercinin ayağına yakın olacak şekilde koparttım. Güvercini elime alıp öpüp gökyüzüne fırlattım. Masaya geri döndüm.
Olimpia otelinde kalıyordum. Sahibi bir Almancıydı. Çalışanlarıyla dostluğumuz ve muhabbetimiz oldukça derindi. Bana karşı oldukça saygılı davranıyor, rahat olmam için ellerinden geleni yapıyorlardı. Dördüncü katta kalıyordum. Odamın penceresinden Ağrı Dağını görebiliyordum.
O günler hakkımda “MİT ajanı, CIA ajanı” gibi dedikodular gittikçe hız kazanıyor, gittikçe yalnızlaşıyordum. Hedef tahtasına oturtulmuştum. En yakınlarım bile otele gelip beni ölümle tehdit ediyor, bir an önce Iğdır’ı terk etmem için baskı yapıyorlardı. Aldıkları cevap aynıydı: “Bir Geloylu kurşunuyla ölüp Karakuyu mezarlığına gömülmek, benim için Iğdır’ı terk etmekten daha onurludur.”
Canım sıkkındı. Hava sıcak ve boğucuydu. Klimayı sevmediğim için camı açık bırakıp elbiselerimle öylesine yatağa uzandım.
Sabah ezanıyla gözlerimi açtım. Televizyonun üzerinde bir güvercin gördüm. Şaşırmadım. Acaba odadan çıkabilecek mi diye endişeye kapıldım. Hareketsiz bir şekilde güvercini izlemeye koyuldum. Dikkatli bakınca ayağındaki kırmızı ipi fark ettim. Dün ipini kopartıp serbest bıraktığım güvercindi! Sesler çıkarak televizyon kutusunun üstünde bir o yana bir bu yana yürüdü. Sonra açık pencereden kanatlanıp bilinmeyene doğru uçup gitti.
URFALIYAM EZELDEN
Bir çobanımız vardı. (Not: Her ne kadar Çoban veya Hizmetkâr benzeri kelimeleri sevmesem de doğru anlatım için başka bir ifade bulmakta zorlanıyorum.) Adı Ömer (Avcı) idi. Karakuyu köyündendi. Sanki doğduğum günden beri bize çobanlık yapıyordu. Bir ayağı doğuştan aksaktı. İşini sadakat duygusuyla yapıyor, asla şikâyet etmiyordu. Annemin kızgınlığına ve azarlamasına aldırmayan tek çobandı. Hiçbir zaman küsmezdi. En kızgın anında bile annemin gönlünü alır, elini göğsüne vura vura bir şarkıyı yüksek sesle söylerdi:
“Urfalıyam ezelden, Urfalıyam ezelden
Gönlüm geçmez güzelden
Gönlümün gözü çıksın
Sevmeseydim ezelden
Ağam olasan Ömer
Paşam olasan Ömer
Yetim kalasan Ömer
Benim olasan Ömer
Urfa bir yana düşer
Zülüf gerdana düşer
Bu nasıl baş bağlamak
Her gün bir yana düşer”
Ömer, annem için bir lakap bulmuştu: “Ereb Zengi”. Hepimiz de bu lakabı benimsemiştik. Annem anlamını bilmese de kendisine bu şekilde hitap edilmesinden övünç payı çıkarırdı. Haksız da değildi!
Ömer’in okul hayatı olmamıştı ama tarihi bir şahsiyet olan “Ereb Zengi” ismi ağzından düşmezdi. Sonraki yıllar anlayacaktım ki Kürt Medreselerinde, Kürt Tarihi öğretilirken Suriye’de kurulmuş olan Türk kökenli Zengi Atabeyliğinin en önemli atabeyi Nureddin Zengi’ye Kürt Tarihçiler, esmer teninden dolayı “Ereb Zengi” lakabını takmışlardı. O Nureddin Zengi ki, Kürt kökenli Eyüp’ü Şam kalesine komutan olarak atar, daha sonra Kürt tarihinin en büyük askeri zekâsı Eyüp’ün kardeşi Şirkuh’u henüz bir delikanlı olan Eyüp’ün oğlu Selahattin ile birlikte Mısır’ın fethi için görevlendirir. Haçlı saldırılarına karşı güç birliği yapan Türk-Kürt kardeşliği, Nurettin Zengi’nin vefatından sonra O’nun yerine geçen muhteşem Selahattin Eyyubi ile devam eder, Türk-Kürt birliği Haçlı saldırılarını frenler, İslam’ın ortadan kaldırılmasına engel olur.
Yıl 1970 idi. O yaz Zor yaylasına gitmiştik. Siyah çadırımızın önünden bir dere akıyordu. Yatağa girdiğimiz zaman derenin şırıl şırıl sesi ninni gibi bizi uyuturdu. İki çobanımız vardı: Ömer ve Mehmet. Her ikisi de Karakuyu köyünden ve akrabamızdı. Babaannem artık inek sağmakta zorlandığı için annem, Taşlıca köyünden yine akrabamız bir yoksul ailenin küçük siyah çadırını bize yakın kurmasına izin verdi. Kocası çerçilik yaptığı için evin kadını yetişkin kızıyla birlikte yalnız kalıyordu. Anne-kız birlikte inek sağmaya yardım ediyor, annem de sütün bir kısmını onlara veriyordu.
Yaşam bu şekilde devam edip giderken, bir gün Ömer ile Mehmet inek sağma sırasında yumruk kavgasına tutuştular. Her şey gözlerimizin önünde olup bitmişti. Çok geçmeden anlayacaktık ki her iki çoban da evin kızına âşık olmuşlardı. Kız gerçekten çok güzeldi. Hani biraz daha delikanlı olsam belki kavgaya ben de karışacaktım!! Aşk acısı her iki çobanımızı karşı karşıya getirmiş, kavga etmişlerdi. Annem tercihini Ömer’den yana koydu. Mehmet’i işten kovdu.
Ertesi gündü. Annem, her zamanki gibi bir beze sardığı peynir ve ekmeği, dağın yamacında inekleri otlatan Ömer’e götürmemi istedi. Elime çok sevdiğim ateşte pişirilerek terbiye edilmiş meşe ağacından sopamı alarak yola koyuldum. Epey yol aldıktan sonra nihayet ineklerimiz uzakta gözükmüştü. Yamacı tırmanırken yukarından birisinin de ineklerin olduğu yere geldiğini gördüm. Biraz dikkatlice bakınca bunun Mehmet olduğunu anladım. Ömer, bir kayanın dibinde uzanmış yatıyordu. Mehmet’in Ömer’e zarar vermek ve intikam almak için geldiği belliydi. Var gücümle bağırdım: “Êmê (Ömer)! Êmê!”. Ömer uzandığı yerden doğruldu. Bana bakıyordu ama arkadan gelen tehlikeden habersizdi. Mehmet yokuş aşağı indiği için daha hızlıydı. Yokuşu var gücümle çıkmaya çalışıyordum. Bir yandan gözümü olup bitenlerden ayırmıyordum.
Mehmet yerden kocaman bir kaya parçasını iki eliyle havaya kaldırdı. Henüz hiçbir şeyin farkında olmayan Ömer’in kafasına indirmek üzereydi. Var gücümle bağırdım: “Êmêêê!!!!! Dikkat et!! Mehmet arkanda….” Ömer bu şekilde çığlık atmamı normal bulmadığı için gayr-ı ihtiyarı geriye dönüp bakar. Mehmet’in taşını görünce kendini yana atar, taş sol omzuna çarpar.
Ömer ayağı kalkıp Mehmet’le kapışmaya başladı. Ancak Ömer sol kolunu kullanamaz haldeydi. Tek koluyla nafile bir şekilde hırçın Mehmet’in saldırısına karşı durmaya çalışıyordu.
Ömer yere devrildi. Mehmet ölümcül sopa darbelerini Ömer’e indiriyordu. Yetiştiğim gibi var gücümle elimdeki sopayı Mehmet’in kafasına indirdim. Kafası kırılan Mehmet, sersemleyip yere yuvarlandı. Ömer çok fazla darbe aldığından yerde hareketsiz yatıyordu. Mehmet’in tekrar kalkmasına engel olmak için kafasına ikinci bir sopa daha indirdim. Mehmet yarı baygın uzandı. Kavgayı gören diğer çobanlar koşarak geldiler. Mehmet’in başı kan içindeydi. Merhum Enver Güneş’in siyah çadırından kalabalık bir grup bize doğru geldi. Mehmet’in kanını durdurmak için kafasına kuru ot karışımı uygulayıp, eşarp ile bağladılar.
Eğer o gün 10-15 dakika gecikmeyle gitmiş olsaydım, Ömer’i kafası taşla ezilmiş halde bulacaktım. Kimin öldürdüğü de belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti.
***
Aradan yıllar geçmişti. Yıl 2002 idi. IĞDIR SEVDASI kitabı için çalışma yapıyordum. Yolda yürürken birisi kolumu arkadan tuttu. Geri döndüm. Tanımadığım bir yüzdü. Gülümsedi. “Beni tanıdın mı?” Bu şekilde soru sorunca daha önce karşılaştığımız anlamı gizliydi. Bu niyetle hafızamı zorladım, Mehmet’i tanıdım. Bana sevgiyle sarıldı. Ben de O’nu dostça kucakladım. İstanbul’a yerleşmişti. Akrabalarını ziyaret için Iğdır’a geldiğini söyledi. Ayrılmadan önce kafasını eğip gösterdi:
“Senin değneklerin izini hala taşıyorum. Üzülmüyorum! O gün beni katil olmaktan kurtardın!”
“Doğru ama ben de az kalsın katil oluyordum.”
Gülüştük. Bir yanda da duygulanmıştım. Mehmet yanımdan ayrılınca zihnim çocukluk yıllarıma gitti. Boğazımın düğümlendiğini hissettim. Öğrendim ki o güzel kız ne Mehmet’e ne de Ömer’e yâr olmuştu.
***
Bir gün Ömer evlenir. Karakuyu köyüne yerleşir. Çocukları olur. Bir avuç toprak parçası için köy yerinde saldırıya uğrar. İç kanamayı takip eden kalp krizinden vefat eder. Köy mezarlığına getirilip babamın başucuna defnederler. Bir hafta geçmeden Hamit Amcamın eşi Fatma Yenge de vefat eder. Fatma Yengeyi de Ömer’in yanına defnederler. Aradan bir zaman geçer. Ailesi, Fatma Yengemin mezarını yaptırtmak ister. Mezarcı yanlışlıkla Ömer’in mezarını yapar. Daha sonra hata yapıldığı anlaşılınca mezarı yapılmış olan Ömer’in sadece baş taşı değiştirilir. Fatma Yengemin mezarı da sil baştan yapılır.
Annem vefat edince, babamın yanına defnettik. Bugün annem ve yıllarca ailemize emeği geçmiş Ömer, birbirinin yanında huzur içinde yatmaktadırlar. Her mezarlık ziyaretimde mutlaka Ömer’in ruhuna Fatiha okur, mezarına su dökerim. Allah rahmet eylesin!