TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 321
Değerli Okuyucular:
20’nci yüzyıl boyunca Kürt Ulusu, tıpkı ip üzerinde yürüyen bir cambaz gibi, var oluşla-yok oluş çizgisi üzerinde ha yok oldum ha yok olacağım diyerek, varlığını binbir zorlukla devam ettirmiş, yoksunluklar ve imkansızlıklar içinde, gücünün yettiğince cılız sesini dünyaya duyurmaya çalışmış, hep bir mücadele içinde olmuştur. Dilinin, kültürünün, tarihinin ve etnik kimliğinin inkâr edilmesi yetmiyormuş gibi, “Kürdistan” olarak isimlendirilen, binlerce yıldır yaşadıkları kadim coğrafya yani ata-baba yurtları uluslararası siyasi “ahlaksızlığın” ve paylaşım hırsının en bariz ve iğrenç kanıtı olarak, hazin bir şekilde dört komşu Orta-Doğu ülkesi ve Güney Kafkasya arasında paramparça edilmiş, acımasızca uygulanan sürgün ve asimilasyon politikalarıyla, çocuklar ana dillerini okuyup yazamadan, kendi tarihsel şahsiyetlerini tanıyamadan büyümüş, zihinlerine vurulmuş inkâr prangası ile bir ömür tüketmişlerdir.
Eğitim gördüğüm okullarda Selahaddin Eyyubi’nin “Kürt” olduğuna dair tek bir cümle tek bir kelime yoktu. Birkaç Yeşilçam filmi de Selahaddin Eyyubi’yi büyük bir “Türk” kahramanı olarak tanıtınca, gençlik yıllarımda, benim için Selahaddin Eyyubi, tarihe mal olmuş Türk komutanlarından sadece birisiydi. Çok geçmeden, üniversite yıllarımda Sosyalist ideolojinin zihnime vurduğu ikinci prangayla, değerlerimden ve Kürt kimliğinden daha da uzaklaşmış, bu kez dünya insanlığını “kurtarmak” için önümüze konulan “şanlı” yolda ilerleyen tarifi imkânsız, içi boş “idealist” bir gence dönüşmüştüm. Kısacası, 26 yaşında Paris’e ayak bastığımda yüzyıllık asimilasyonun ve sosyalist ideolojinin yarattığı bir robottan öte bir şey değildim.
UYANIŞ
1985’de Paris’te yeni bir işe başlamıştım. Genel Müdür Jean Degremont (jan dögromon) benimle tanışmak istiyordu.
Mösyö Degremont, sıradan bir Genel Müdür değildi. Yüksek hizmetlerinden dolayı, Fransa’nın en yüksek dereceli sivil nişanı olan Légion d’honneur (lejyon donör) ile ödüllendirilmiş seçkin bir şahsiyetti. Madalyasını çerçeveletmiş, duvara asmıştı. Şöyle bir ifade vardı:
Mahogani ağacından yapılma kırmızıya çalan kahverengi mobilya takımıyla şatafatlı bir şekilde döşenmiş geniş odasından içeri adım attığımda, Mösyö Degremont çalışma masasına abanmış önündeki kâğıt yığınlarını evirip çeviriyordu. Beni görünce nazik bir şekilde ayağı kalktı, birkaç adım attı, yoğun iş temposunun neden olduğu gergin yüz çizgileri yumuşadı, yıllarca kulağımda çınlayan ve unutamayacağım gür bir ses tonunda konuştu:
“Ooo! Bienvenue en France Mösyö Hun. Asseyez-vous s’il vous plaît.”
(Fransa’ya hoş geldiniz Mösyö Hun. Lütfen oturunuz!)
Fransızcada “H” harfi telaffuz edilmez. “Hun” kelimesindeki “H” harfini atınca geriye “Un” kalır. Fransızca sayılar birden itibaren “un (en), deux (dö), trois (trua), quatre (katr)…” şeklinde devam eder. Böyle olunca anlı-şanlı soyadım Fransızca telaffuz edildiğinde “Mösyö En” yani Türkçe çevirisiyle “Bay Bir” şekline dönüşmüş oldu. Fransa’da kaldığım 7 yıl boyunca iş arkadaşlarım, dostlarım beni “Mösyö En” olarak bilecek ve çağıracaktı. Elbette buradaki “En” kelimesi nazal bir ses olduğundan bunun karşılığını yazıyla vermem imkansızdır.
Koltuğun ucuna utangaç bir şekilde iliştim. Üç aylık Fransızcamla sohbet ediyor olacağım duygusu yüreğimde bir tedirginlik yaratıyordu.
Mösyö Degremont, ricada bulundu: “Bana birkaç dakika veriniz. Şu kağıtları imzalayıp aradan çıkarayım.” Kağıtlara hızla göz atıp imzalamaya koyuldu. O sırada kapı açıldı, orta yaşlarda bir bayan, kafasını içeri doğru uzattı:
“Bir şey içmek ister misiniz?”
Mösyö Degremont, kafasını kaldırmadan, “Benim için her zamankinden!”
Bayan, bana döndü:
“Siz ne içmek istersiniz?”
“Bir bardak su lütfen!”
Heyecandan ağzımın kuruduğunu hissetmiştim.
Mösyö Degremont, ayağı kalktı, karşımdaki koltuğa oturdu:
“Bana verilen bilgiye göre Türkiyelisiniz, değil mi?”
“Evet!”
“Hangi şehirden?”
“Iğdır doğumluyum. Ağrı Dağı’nın yamacında, Ermenistan sınırında küçük bir şehirdir. Türkiye’de bulundunuz mu?”
Gülümsedi:
“Elbette! Hem de defalarca. Iğdır’da hangi etnik gruplar var?”
“Genellikle Kürtler ve Azeriler. Ben Kürd’üm.”
“Tahran’da görev yaptığım yıllarda, İran Kürdistan’ına yolculuk yapmıştım. Mösyö Kassımlo (İran Kürdistan Demokrat Partisi Genel Sekreteri Abdurrahman Kassımlo) ile tanışma şansım oldu. Olağanüstü bir insan! 6-7 dil biliyor. Fransızcayı bir Fransız gibi rahatça konuşabiliyor. Arada bir Paris’e geldiğinde telefonlaşıp hâl hatır sorarız. Belki sizleri tanıştırma şansım da olabilir. Anladığım kadarıyla Kürtler dil konusunda oldukça yetenekliler.”
Abdurrahman Kassımlo (solda), peşmergeleriyle…
Ben, yapacağım işle ilgili sorular bekliyordum. Hayır! Mösyö Degremont, tarihin derinliklerine dalmıştı:
“Biz Fransızlar, Kürtleri, Saladin’den dolayı her zaman biliyor ve etnik kimliğine saygı duyuyoruz. Eğer Saladin gibi bir Kürt lider olmasaydı, İslam’ın da kaderi muhtemelen farklı bir yol izleyecekti.”
“Kimdi bu Saladin?” diye kendi kendimi sorguladım. Fransızlar Selahaddin Eyyubi’yi “Saladin” olarak yazıyor, “Saledin” olarak da telaffuz ediyor. Ama o anda “Saladin” ile “Selahaddin Eyyubi” arasında bir ilişki kuramadım.
Mösyö Degremont, devam etti:
“Kürt Saladin’ın cömertliği, Kudüs’ün fethinde Hıristiyan ve Yahudi ahaliye gösterdiği bağışlayıcı ve affedici tavrı çağdaşları tarafından büyük takdir topladı. Bu nedenle Kürt Saladin’in ismi asla unutulmadı!”
Tarih bilgim güçlüdür. “Kudüs’ün Fethi” denilince bunun Selahaddin Eyyubi olduğunu anladım. Beni şaşırtan Mösyö Degremont’un Saladin’den bir “Kürt” olarak bahsetmesiydi. Merakla, çekinerek sordum:
“Saladin, bir Kürt müydü?”
“Elbette! Bunu bilmiyor muydunuz?”
Selahaddin Eyyubi
İşte o an zihnim ve yüreğim tarifi imkânsız bir isyan ve nefret duygusuyla titredi. Cevapladım:
“Hayır bilmiyordum!”
Kürtleri iyi tanıyan Mösyö Degremont, anlayışlı bir ses tonunda konuşmasına devam etti:
“Biliyorum, Kürtler baskı altında yaşıyorlar.”
Hemen ardından kızgın bir ses tonunda, ekledi:
“Je sais! Tout est interdit! Tout est interdit!” (Biliyorum, her şey yasak! Her şey yasak!”
O an kapı açıldı. İçeri 75 yaşlarında bir bay girdi.
“Kusura bakmayınız! Meşgul olduğunuzu bilmiyordum.”
Mösyö Degremont, ayağı kalktı:
“Mösyö Gouze (guz), sizi Bilgisayar Bölümünden sorumlu olacak Mösyö Hun ile tanıştırmak istiyorum.”
Mösyö Gouze, elimi sıktı. Mösyö Degremont ile ayaküstü kısa bir sohbet edip ayrıldı.
Mösyö Degremont, gülerek bana sordu:
“Bu kim, biliyor musunuz?”
“Hayır!”
“Roger Gouze. Cumhurbaşkanı Mitterand’ın kaynı. Danielle Mitterand’ın kardeşi. Şirketimizde Genel Müfettiş olarak görev yapıyor.”
Sonraki yıllar Mösyö Gouze ile dostluğum derinleşecek, kendi ısrarıyla, “Seni bir Fransız vatandaşı olarak görmek istiyorum,” diyerek bir dilekçe yazıp beni vatandaşlık dairesine gönderecek, iki hafta içinde vatandaşlığım kabul edilecekti.
Türkçe: (Ben, aşağıda imzası bulunan, Devlet Bakanı ve Dışişleri Bakanı nezdinde Misyon Başkanı Roger Gouze, Paris Alliance Française Uluslararası Okulu’nda Bilişim Teknoloji Bölüm Başkanı Sayın Mücahit Özden Hun’un bu şirkete en büyük hizmeti verdiğini ve vermeye devam ettiğini onaylıyorum.
Bu nedenle, Fransız vatandaşlığına başvurusunun özel bir dikkatle değerlendirileceğini umuyoruz.)
Bu yazıdan iki hafta sonra Fransız vatandaşlığına kabul edildiğime dair bir yazı aldım, ancak ben de temelli olarak ABD’ye gitmeye artık karar vermiştim. Fransa, çifte vatandaşlığı kabul etmediği için Fransız vatandaşlığını geri çevirecek, sonraki yıllar ABD vatandaşlığını alarak T.C. vatandaşlığımı da devam ettirebilecektim.
***
Mösyö Degremont, teknik sorular falan yöneltmedi. Zaten o yıllar bilgisayar ağı (computer network / le réseau informatique), yeni bir kavramdı. Kimse de doğru düzgün bilgi sahibi değildi.
Büroma döndüm. Çalışmaya koyuldum. Akşama doğru Fransa’nın ünlü kitap zinciri FNAC mağazasına gittim. “Saladin” ismiyle kitap aradım. Bulamadım. Araştırmalarıma devam etmek için hafta sonu Paris’te halka açık en büyük kütüphane olan Georges Pompidou Sanat ve Kültür Merkezi’ne gitmeye karar verdim.
***
Ertesi gündü. Yoğun tempoda çalışıyordum. Bir ara kapım çalındı. Bir bayan içeri girdi.
“Nasılsınız Mösyö Hun? Bu paketi Mösyö Degremont gönderdi.”
Paketi açtım. Bir kitap ve fotokopiler vardı. Önce kitabı elime aldım. Ünlü İtalyan yazarı Dante’nin La Divine Comédie (İlahi Komedya) isimli kitabıydı.
Çocukluk yıllarımda babamın kütüphanesinde olan bu kitabı okumaya çalışmış, zevk almadığım için yarıda bırakmıştım. Hatırladığım tek şey, Dante’nin bu kitabında düşsel bir yolculuğa çıkması önce Cehennemi sonra Araf’ı ardından da Cenneti ziyaret ederek orada gördüklerini ve tarihi şahsiyetleri şiir dilinde kaleme almasıydı.
Kitabı bir kenara koyup fotokopileri okumaya koyuldum. Le Grand Larousse isimli ansiklopediden alınmış Saladin (Selahaddin Eyyubi) ile ilgili sayfaların fotokopisiydi. Şuna benzer ifadeler vardı:
“En 1169 un émir kurde de l’armée de Syrie, Saladin, succéda à son oncle à la tête du vizirat d’Egypte qu’il venait juste de conquérir.”
(1169’da Suriye ordusundaki Kürt Emir/Sultan Selahaddin, yakın zaman önce Mısır vezirliğini ele geçiren amcasının yerine geçti.)
Mösyö Degremont, beni köklerim ve tarihimle buluşturmaya çalışıyordu. O yıllar Selahaddin Eyyubi ile yazılmış kitap olmadığından ansiklopedilerden başka başvurulacak güvenilir kaynak yok gibiydi.
Peki ya Dante’nin kitabı?
Mösyö Degremont, kitabın içine bir not bırakmış, falanca sayfalara göz atmamı istiyordu. Akşam eve dönünce elime sözlüğü alarak söz konusu sayfaları okuyup anlamaya çalıştım.
Burada bir not düşmek isterim: Orta Çağ’da, Kutsal Topraklara dokuz Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Sonuncusu yani dokuzuncu Haçlı Seferi 1271-1272 yıllarına denk gelir. Dante’nin 1265 doğumlu olduğunu dikkate alırsak İslam nefretiyle büyüdüğünü anlayabiliriz. Buna rağmen Selahaddin Eyyubi’ye özel bir önem ve değer atfetmesi dikkate değerdir.
Dante, düşsel yolculuğunda önce Cehennemin en alt katmanına gider. Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi orada görür, çünkü Dante’ye göre Tanrı onları “dinsel bölücü” oldukları için cezalandırmıştır. Cehennemi kademe kademe yukarı çıktıktan sonra Araf’a gelir. Araf’ta gördüklerini şiir dilinde şöyle ifade eder:
Tarquinius’u kovan Brutus’u,
Lucretia’yı, Iulia’yı, Marcia’yı, Cornelia’yı
ve tek başına bir kenarda duran SALADİN’i gördüm.
Biraz daha kaldırınca gözlerimi,
bilginlerin en bilginini (Aristo) filozoflar arasında oturur gördüm.
Herkes ona bakıyordu, herkes saygı sunuyordu.
Sokrates’le Platon’u gördüm orada, ötekilerin önünde,
daha yakın oturuyorlardı O’na.
Dünyayı rastlantıya bağlayan Demokritos’u,
Diogenes’i, Anaksagoras’ı, Tales’i,
Empedokles’i, Herakleitos’u, bir de Zenon’u gördüm.
Bitkilerin özelliklerini inceleyeni de gördüm,
Dioskorides demek istiyorum; Orfeus’u,
Tullius’u, Linus’u, ahlakçı Seneca’yı da gördüm;
Geometrici Euklides ile Ptolemaios’u,
Hippokrates’i, İbni Sina’yı, Galienos’u,
büyük yorumcu İbni Rüşt’ü gördüm.
Hepsinin adını birer birer sayamam,
anlatacağım çok şey var daha, çoğu kez söz yetmiyor olaylara.
Bu satırları okuyarak ve anlamaya çalışarak öylece uyuya kaldım.
***
Çalıştığım şirketteki personel, öğlen yemeklerini işyeri lokantasında yiyordu. Göstermelik bir ücret karşılığında, salatası, tatlısıyla oldukça doyurucu ve kaliteli bir tabldot dolusu yemek almak mümkündü.
Yemeğimi yerken, elinde tabldotuyla Mösyö Degremont, masamın önünde belirdi. Gülerek:
“Oturabilir miyim?”
“Elbette!”
Mösyö Degremont, küçük şarap şişesini açarken sordu:
“Paketi aldınız mı?”
“Evet! Çok teşekkür ediyorum. Dün akşamdan beri sözlükle Dante’nin şiirini anlamaya çalışıyorum.”
Mösyö Degremont, tatlı bir kahkaha attı:
“Gördünüz değil mi, Avrupa’nın en ünlü yazarı, tarihin en önemli kitabında Saladin’e yer veriyor; üstelik ‘Tek başına bir kenarda duran SALADIN’i gördüm’ diyerek O’na özel bir önem atfediyor.”
Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim. O anda kısa boylu, tıknaz, yüzünde tik olan bir beyefendi gelişigüzel masamıza oturdu. Lokantanın işletmecisiydi. Genel Müdürden bazı istekleri olacaktı. Aralarında hızlı anlaşılması zor bir konuşma geçti. Mösyö Degremont, beni tanıttı. Kürt olduğumdan, Selahaddin Eyyubi’yle ilgili konuşmamızdan bahsetti. Tıknaz adam, gözünü lokanta çalışanlarından ayırmadan kendisini tanıttı:
“İsmim Isaac Attar. Cezayir doğumlu bir Yahudi’yim. Cezayir Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuyum. Cezayir’in bağımsızlığından (1962) sonra ailem bir zaman Cezayir şehrinde kalmaya devam etti, ancak baskılar artınca 1965’de Fransa’ya yerleştik. O günden sonra gastronomiyle hayatımı kazanıyorum. Evet, Saladin, bir Kürt’tü. Ailesi, Kafkasya Kürtlerindendi. Hakkında yazılmış doktora tezleri var. Kanımca tarihin en önemli şahsiyetlerinden birisidir.”
Bu kez Mösyö Degremont devam etti:
“Mösyö Hun, unutmayınız ki, Orta Çağ Avrupa’sının en önemli ve saygı gören mesleği şövalyeliktir. Saladin’den sonra şövalyelik yemini değiştirildi, Saladin’in ahlaki değerleri esas alındı. Örneğin şövalyeler yemin ederlerken; kötülerin karşısında olacaklarına, kadınları ve zayıfları koruyacaklarına, yanlışın ve haksızlığın intikamını alacaklarına ve erdemleri koruyacaklarına yemin ederler. Bu değerleri Saladin’den öğrendiler.”
Tıknaz, sevimli Yahudi Mösyö Attar, ayrılmadan önce tembihledi:
“Saladin ile ilgili araştırma yapmak istiyorsan Kürt tarihçisi Ibn al-Athir’in kitabını okumalısın. Bu kitap Arapçadır. Bazı bölümleri İngilizce ve Fransızcaya çevrildi. Kitabın tamamını okumak için Arapça öğrenmelisin. Ayrıca başka önemli kaynaklar var. Şu anda meşgulüm. Yazıp sana vereceğim. Ancak karşılığında bir yardım istiyorum.”
“Ne yapabilirim?”
“İngilizceniz var mı?”
“Fena değil!”
“Kızım üniversitede tez hazırlıyor, elinde Fransızcaya çevrilmesi gereken İngilizce metinler var. Yardımcı olabilir misin?”
“Elbette!”
Lokantada müşteri kuyruğu uzayınca, Mösyö Attar işinin başına döndü.
Genel Müdür, şakacıydı:
“Çok güzel bir kızı var. Sanırım seni gözüne kestirdi.”
Birlikte kahkaha attık.
***
Hafta sonu George Pompidou Kütüphanesine gittim. Ansiklopediler dışında Selahaddin Eyyubi ile ilgili bir kitaba rastlamak mümkün değildi. Haçlı seferlerini anlatan birkaç kitabı okumaya koyuldum.
Paris’te George Pompidou Kültür Merkezi ve Kütüphanesi
***
Pazartesi günüydü. Hoş ve güler yüzlü bir kız büroma geldi.
“Mösyö Attar’ın kızıyım. İsmim Rebecca. Babam yardımcı olabileceğinizi söyledi.”
Bir dosya uzattı. 30-40 sayfalık İngilizce bir yazıydı. Yazıyı anlamakta sorun yoktu anacak üç-dört aylık Fransızcamla İngilizce yazılmış psikoloji metnini Fransızcaya nasıl çevirecektim? Sonraki yıllar öğrenecektim ki Fransızlar bir nedenle İngilizceyi öğrenmemekte inat ediyorlar, akıcı şekilde İngilizce konuşabilenlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyordu.
Ben, bunları düşünürken Rebecca, ikinci bir kâğıt uzattı:
“Babam gönderdi. Size vermemi istedi.”
Rebecca’ya yardımcı olacağımı söyleyerek uğurladım. Mösyö Attar’ın gönderdiği yazıyı okumaya koyuldum:
“Saladin ile ilgili ciddi çalışma yapmak istiyorsun aşağıdaki kitapları mutlaka okumalısın. Bu kitaplar Arapçadır:
- Ibn al-Athir: “Al-Kamil fi al-Tarikh”
- Baha ad-Din ibn Shaddad: “Sirat Salah al-Din”
- Imad ad-Din al-Isfahani: “Al-Fath al-Qussi”
- Les Chroniques des Croisés (Haçlı Seferleri ve Tarihi)
Selamlar. Isaac Attar”
Koltuğuma oturdum. Birkaç cümle dışında Arapça bilmiyordum. Üstelik bu kitapları nasıl edinecektim?
***
Daha Fransızcayla boğuşurken Arapça bir kursa yazıldım. İşim kolay değildi. Bir yandan yoğun bir şekilde işime çeki düzen vermeye çalışıyor bir yandan da araştırmalarıma devam ediyordum. İşin ilginç yanı, birkaç yıl sonra İspanya’da bir sempozyumda bir İspanyol gazeteci sayesinde “Kürt Ziryab” ismiyle tanışacak, bu kez Ziryab’la ilgili de belge toplamaya başlayacaktım.
GİOVANNİ BOCCACCİO (1313-1375) (covani bokkaço)
Araştırmalarıma devam ederken ilginç bir şekilde “Decameron” isimli bir kitaba rast geldim. “Dekameron” olarak telaffuz edilen bu kelime “On gün” anlamına gelir.
Decameron, İtalyan yazar ve şair Boccaccio tarafından kaleme alınmıştı. Boccaccio, dünya edebiyatının ilk hikâyecisi kabul edilir. Decameron, yazarın baş yapıtı kabul edilir. Yazar, bu eserinde on gün boyunca anlatılan yüz öyküye yer verir. Bu eserde Selahaddin Eyyubi, iki öykünün başkarakteri olarak karşımıza çıkar (Birinci günün üçüncü hikâyesi ve onuncu günün dokuzuncu hikâyesi)
Dacemeeron kitabının 1492 yılındaki kapağı (solda) ve bugünkü kapağı
Boccaccio, bu öykülerinde Selahaddin Eyyubi’yi, Latince ve İtalyancayı akıcı bir şekilde konuşabilen, Avrupa kültürüne hâkim, geniş bir hoşgörüye sahip cesur bir şövalye ve mütevazı bir sultan olarak resmeder. Onun cömertliği, alçak gönüllülüğü, yardımseverliği, düşmanlarına ve esirlere karşı gösterdiği merhameti kendi çağından itibaren Müslüman-Gayrimüslim herkes tarafından hayranlık derecesinde takdir edilmiştir.
BİRİNCİ HİKÂYE
Birinci hikâye, Saladino (Selahaddin Eyyubi) ile zengin fakat cimri bir Yahudi olan Melchisedeh (melşide) etrafında gelişir. Hikâyeye göre cömertliğinden dolayı elindeki her şeyi tüketmiş olan Selahaddin Eyyubi, Yahudi’den para almaya çalışmaktadır. Ama Yahudi pekte eli açık birisi değildir. Bunun üzerine Selahaddin Eyyubi, hile ile ondan para almaya çalışır. Yahudi’ye üç dinden hangisinin daha üstün olduğunu sorar. Bu bir tuzaktır çünkü Selahaddin Eyyubi’nin ülkesinde bir dini diğerinden üstün görmek suçtur. Bunun üzerine zeki Yahudi, tuzağı fark eder ve “üç yüzük” meselini anlatır. Yahudi, babanın üç oğluna verdiği yüzükten hangisinin gerçek olduğu anlaşılamayacağı gibi aynı durum Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam için de geçerlidir ve her dinin taraftarları, kendilerini Tanrı’nın meşru mirasçıları olarak görürler der. Ancak yüzüklerde olduğu gibi, onların da iddiaları henüz kanıtlanmamıştır deyince Selahaddin Eyyubi, Yahudi’nin kendisine tuzaktan kurduğunu anlar, ondan borç almaya karar verir. Yahudi de ona istediği miktarı memnuniyetle verir. Selahaddin, daha sonra borcun tamamını öder ve ikisi ömür boyu dost kalırlar.
İKİNCİ HİKÂYE
İkinci hikâye, III. Haçlı Seferi döneminde geçmektedir. Sefere hazırlanan cesur Sultan Selahaddin, kendisini yok etmeye gelen Haçlıların ülkelerini keşfetmek için tüccar kılığına girerek Avrupa’ya doğru yola çıkar.
İtalya’da Torello adında bir şövalye ile karşılaşır. Torello, soylu ve zengin bir şövalyedir. Selahaddin’i iyi bir şekilde misafir eden Torello, veda zamanı geldiğinde ona değerli hediyeler ile atlar vererek uğurlar. Torello, Selahaddin’e hayran kalır ve ona methiyelerde bulunur. Selahaddin, memleketine döner ve Haçlı seferine hazırlık yapar. Torello’da Haçlı seferine katılır fakat yenilerek Selahaddin’e esir düşer. Şahin terbiyeciliğindeki maharetinden dolayı Sultan Selahaddin’in sarayına şahin terbiyecisi olarak alınır. Bir gün, Selahaddin, eski dostunu tanır ve ona Sultanlığı beraber yönetmeyi teklif eder fakat Torello’nun aklı geride bıraktığı karısındadır. Bunun üzerine Selahaddin, Torello’ya değerli hediyeler vererek onu memleketine geri gönderir.
İSLAM DÜNYASININ SESSİZLİĞİ
Üzülerek belirtiyorum ki Avrupa’da her zaman canlı kalan Selahaddin’in hatırası maalesef İslam dünyasında uzun sürmemiş, vefatından sonra unutulmaya başlanmıştır. Bunun nedeni açıktır: Selahaddin Eyyubi bir Kürt’tür. İlginçtir ki Müslümanlar, Selahaddin’i 19. yüzyılın sonlarına doğru, Hristiyan Arapların, Avrupa’daki Haçlı Seferleri ile alakalı yazmaları tercüme etmesi ve Müslüman Araplara Selahaddin’in kahramanlıklarından bahsetmeleriyle keşfettiler. Tıpkı Genel Müdürümün bana Selahaddin Eyyubi’nin Kürt olduğunu ve Avrupa’da bu isme çok saygı duyulduğunu söylemesi gibi…
Selahaddin Eyyubi’ye yönelik ilginin uyanmasında Alman İmparatoru II. Wilhem’in etkisi de büyüktür. 1898 yılında Şam ve Kudüs ziyaretine çıkan II. Wilhelm, Selahaddin Eyyubi’nin Emevi Camisindeki mezarını ziyaret eder, üzerine “Bir Büyük İmparatordan Diğerine” yazılı bir çelenk bırakır. Ayrıca Selahaddin Eyyubi’nin mezarını kendi cebinden tamir ettirip mermer bir türbe yaptırtır. Olay, dönemin basınına yansıyınca İslam ülkelerinde Selahaddin Eyyubi’ye olan ilgi de artmaya başlar.
II. Wilhelm’in Selahaddin Eyyubi’nin türbesine koyduğu pirinç madeninden yapılma çelenk
***
Yıl 1991. Hem yoğun çalışıyor hem ABD’ye gitmeyi planlıyor hem de Selahaddin Eyyubi ve Ziryab’la ilgili belge topluyordum. İşte böyle bir günde Fransız bayan bir yazar piyasaya bir kitap sürdü: SALADIN Rassembleur de l’Islam (Selahaddin Eyyubi: İslam’ın Birleştiricisi)
Kitabı, hemen okudum. Ben de Fransız yazar gibi Selahaddin Eyyubi’nin hayatını O’nun ağzından anlatacak bir belgesel romanı kaleme almayı planlıyordum. Geç kaldığım için kendime kızgındım. Bu benim birinci hayal kırıklığımdı.
GENEVİÈVE CHAUVEL (jönöviyev şovel) KİMDİR?
Geneviève Chauvel, Fransız gazeteci ve yazardır. Çocukluğu önce Suriye sonra Cezayir’de geçer. Yüksek öğrenimini Paris’te Hukuk ve Ekonomi alanında tamamlar.
Geneviève Chauvel, 1967’den itibaren savaş muhabiri olarak görev yapar. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, Ürdün Kralı Hüseyin, Libya Devlet Başkanı Kaddafi, Arafat, Moşe Dayan, Şimon Perez, Körfez Ülkesi Emirleriyle röportaj ve TV programı yaparak ün kazanır. Vietnam, Angola ve birçok diğer ülkede yaşanan savaşlarla ilgili program yapar.
Geneviève Chauvel, çocukluğundan beri Arap Dünyası ve Orta-Doğu tarihine meraklıdır. Bu ilgi ve sevgisini 1991 yılında “SALADIN” isimli kitabıyla taçlandırır.
Geneviève Chauvel, Selahaddin Eyyubi ile ilgili olarak özellikle Mısır’da üç yıl araştırma yapar. Tarihi olayların geçtiği mekânları yerinde ziyaret eder. Sonuçta, tarihi gerçeklere bağlı kalarak bir roman tadında bir kitap kaleme alır. Selahaddin Eyyubi’nin ağzından O’nun hayatını bize anlatır.
Kitabın başlangıç kısmına burada yer vermek isterim:
SELAHADDİN EYYUBİ
“Önce, kendimi tanıtayım. Ben, Selahaddin. Kürd’üm. Ramadi aşiretindenim. Kürtlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbaycan’dır. Babamın adı Eyüp, büyükbabamın adı Şadi’dir. Şadi’nin babası Mervan’dan önceki soyağacımız hakkında bilgi sahibi değilim.
Ailem, aslen Divinlidir. Divin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan’ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şirkuh ve babam Eyüp, Divin’de dünyaya geldiler. Divin şehri 1128’de Türkmenlerin saldırısına uğrayınca dedem Şadi, iki oğlunu ve karısını yanına alarak, Divin şehrini terk etmiş. Türkmenler, ahaliye karşı acımasız bir katliam yapmış, şehri talan edip, Divin’i yerle bir etmişler. Ailem, bütün varlığını geride bırakıp canlarını zor kurtarabilmiş.
Katliamdan kurtulan dedem Şadi, ailesiyle birlikte güneye doğru yol alır. Amacı Bağdat’a varmaktır. Bağdat, Halifeliğin merkeziydi. Selçuklu hanedanından Melik Şah’ın oğlu Sultan Muhammed tarafından yönetiliyordu. Dedemin eski dostu Behruz da Bağdat’ta Vezirmiş.
Behruz, daha önce Divin’de esirmiş. Dedem, Behruz’u esaretten kurtarmış, İsfahan’daki Selçuklu sarayında prenslere öğretmen olmasını sağlamış. Sultan Muhammed, Bağdat’a yönetici olunca, hocası Behruz’u yanına Vezir olarak alır.
Bu nedenle dedem Şadi, Bağdat’a gidip eski dostu, Behruz’u görmek, ondan yardım istemeyi planlıyormuş. Dedem, Bağdat’a varınca saraya gider. Vezir Behruz, dedemi çok iyi karşılar. Şadi, olup bitenleri Behruz’a anlatır. Behruz, “Şadi, Allah seni bana gönderdi. Yakın zaman önce Tikrit’i ele geçirdik. Orada yöneticimiz yok! Seni Tikrit’e yönetici olarak atıyorum. Bundan sonra senin unvanın ‘Dizdar’ (Kale Komutanı) olacak. En kısa sürede Tikrit’e git, görevine başla!”
Dedem Şadi, Tikrit’e gittikten kısa bir süre sonra vefat eder. Mezarı Tikrit’tedir. Yerine büyük oğlu, babam Eyüp geçer. Babama da ‘Dinin Yıldızı” anlamında ‘Necmeddin’ unvanı verilir.
Babam, El Harimi isimli bir kadınla evlenir. Bu evlilikten ağabeyim Şahin Şah ve Turan Şah, sonra üçüncü oğul olarak, 1137’de ben dünyaya geldim.
Bir olay nedeniyle amcam Şirkuh ile Vezirin çok sevdiği bir genç arasında husumet olur, amcam kızıp bir kılıç darbesiyle gencin kellesini uçurur. Haberi alan Vezir, babamın yetkilerini elinden alır, “Şafak atmadan Tikrit’i terk et, yoksa daha çok kelle uçacak,’ diye uyarır. Bunun üzerine ailem, yol hazırlıklarına başlar.
İşte tam da böyle bir anda, bana hamile olan annemi, doğum sancısı tutar. Şafağa doğru ben dünyaya geliyorum. Bir kundağa sarıp bir hizmetçinin eline veriyorlar. Kervan, vakit kaybetmeden Musul’a doğru yola koyulur. Her şey o kadar hızlı ve ani olur ki ailem benim dünyaya gelişimi ancak ikinci günü akşamı, kervanın konakladığı bir yerde kutlayabiliyor. Babamın anlattığına göre, çok cılız ve çelimsiz bir çocukmuşum. Öleceğimi düşünüyor ama yine de bir isim verme gereğini duyuyor. Bana Yusuf adını veriyor. İkinci adımı da Selahaddin (dinine bağlı) koyuyor. Daha sonraları Selahaddin birinci adım olacak, herkes beni bu isimle bilecekti.
Kervan, Musul’a doğru yol alır. Musul’un yöneticisi Zengi, babamın iyi bir dostuydu. Ben doğmadan önce, 1132’de Zengi, Selçuklu ordusuna yeniliyor, Tikrit’e gidip babama sığınıyor. Babam da ordusuyla Selçuklu ordusunu mağlup edip, Zengi’nin yeniden Musul’a dönmesine yardımcı oluyor.
Kervan, Musul’a varınca, Zengi, dostu Eyüp’e vefa borcunu fazlasıyla öder. Ailemize Dicle Nehri kenarında büyük bir bahçe içerisinde, taştan ve çamurdan yapılma, iki katlı bir ev tahsis etti.
Musul’un çevresi uçsuz bucaksız okaliptüs ormanıyla kaplıydı. Bahçemizde portakal, limon ve çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Annem, becerikli ve zevkli bir kadındı. Bahçemizi binbir çiçekle bezeyip cennete çevirmişti.
Zengi’nin düşmanları çoktu: İran Selçukluları, Şam’daki Nusayriler, Diyarbakır/ Erbil Kürtleri ve batıdan gelen Franklar.
Musul’a varınca babam ve amcam Zengi’nin ordusuna katıldılar. Birlikte Franklara karşı savaşmaya başladılar. Annem, üç oğluyla yalnız kalmıştı. Çelimsizliğime ve zayıflığıma üzülen annem, bütün zamanını bana ayırıyor, beni ipek kundaklara sararak büyütüyordu.
Zengi, Şam ve çevresinde stratejik öneme sahip birçok kaleyi alır. Bunların en önemlisi Baalbek’tir. Babamı bu kaleye komutan olarak atar. Babam, Baalbek’e yerleşince, bizi Musul’dan getirtmek için adamlarını gönderdi. Büyümüştüm ama babamı ne görmüş ne de sesini duymuştum. Sadece beni ipekli ve kokulu kundaklara saran, güzel sesiyle ninniler söyleyen annemin sesine aşinaydım.
Baalbek’e vardığımızda, altın takılarla bezenmiş, ipek kalpaklı resmi elbisesiyle bizi karşılamaya gelen babamı görünce, korkudan ağladım, annemin arkasına saklandım. Beni şaşırtan bu heybetli adamın, anneme bakarak ağladığını görmemdi. Annem de bu heybetli adamı teselli etmeye çalışıyordu. Büyüdükten sonra öğrendim ki, babam bizden ayrı kaldığı üç yıl içerisinde başka bir kadınla evlenmiş, annemin de bundan haberi olmamış.
Ben, çok güzel bir şehir olan Baalbek’te (Helipolis) büyüdüm. Babam, bir cami ve sofiler için de bir manastır yaptırdı. Babamı resmi elbisesi dışında, geleneksel Kürt kıyafetleri içinde görebilmek için ikindiyi beklemek mecburiyetindeydim.
Amcam Şirkuh, ağabeylerime savaş oyunlarını öğretmeye başladığında, ben çelimsiz halimle onları kıskanarak izlerdim. Okula başladım. Hocalarım Sufi’ydiler. Okumayı öğrenince en çok da Gazali’den etkilenmiştim.
Aileme bu güzel yaşamı sağlayan Zengi, 14 Eylül 1146’da öldürüldü. Çok geçmeden Şam’dan gelen büyük bir ordu kapımıza dayandı. Amcam Şirkuh, Kürt aşiretlerini etrafına topladı. İki taraf amansız bir savaşa tutuştular. Büyük kayıplar verdiler. Sonunda, babam mecbur kaldı, düşmanla pazarlık yaptı. Böylece Baalbek, eski sahiplerine geri verildi. Bunun karşılığında babam, Şam’da bir ev ve arazi aldı. Ailem, Şam’a taşındı.
Amcam Şirkuh, Zengi’nin adamlarıyla gizlice buluşup Halep yöneticisi Nurettin’e katılır. Birlikte, Franklara karşı savaşırlar. Bu durum, Şam komutanını endişelendirir.
Şam’da yeni hocalarım oldu. Sufi değillerdi. Matematik, Tarih ve Coğrafya derslerini seviyordum. Hocam Abu Taman, bana Kürd dili, tarihi ve geleneklerini öğretti. Bu bilgiler nedeniyle hayatım boyunca hocamın etkisinden kurtulamadım.
24 Temmuz 1148 günü sabahı, Frank ve Alman birleşik Haçlı ordusu Şam’ı kuşattı. Kudüs’ü almışlar, sıra Şam’a gelmişti. Kanlı çatışmalar oldu. Franklar, Arapların da bizi desteklemeye geldiklerini duyunca, kaçmaya başladılar. Savaşı kazandık ama çok sayıda ölü verdik. Bu savaşta, abim Şahinşah da hayatını kaybetti. İki küçük oğlu, öksüz; karısı, dul kaldı. Babam, üzgündü. Bana yaklaştı, başımı okşadı, ‘Artık sen, rahmetli abinin yerine geçeceksin,’ dedi.
Savaştan kısa bir süre sonra Vezir öldü. Sultan, babamı komutan olarak atadı. Arap saldırılarına karşı tedbir almak istiyordu. Babam benim ata binmeme, savaş oyunlarını öğrenmeme izin vermişti. Şu cümleyi unutmamamı şart koşuyordu: ‘Ben bir Kürdüm! Başkomutanın oğluyum.’
İnce, zayıf bedenim biniciliğe uygundu. Bu da beni sevindiriyor, savaş sanatını zevkle öğreniyordum.
Halep Komutanı Nurettin, amcam Şirkuh’u babama gönderdi, güçleri birleştirmek istediğini söyledi. Babam, teklifi kabul etti. Böylece babam, Şam Valisi olarak atandı. 16 yaşındaydım. Sultan Nurettin, toplantılarında beni yanından ayırmıyordu. Filozofları, düşünürleri, şairleri ve din adamlarını çok severdi, yanından eksik etmezdi. Sık sık onları davet eder, derin sohbetlere dalardı. Bu davetlere ben de katılırdım. Bazen ava çıkar, panterleri, geyikleri kovalayan çıtaları, aslanları uzaktan seyrederdik.
Mart 1164’te Sultan Nurettin, Generali Şirkuh’a Kahire Seferi için emir verdi. Amcam Şirkuh, beni yanına çağırdı: ‘Yusuf, sen de benimle geliyorsun!’. 27 yaşındaydım.
1 Nisan 1164’te Şam’ın Sudan Kapısından törenle çıktık. Amcam Şirkuh, on binlerce Kürt süvariden oluşan ordusuyla gurur duyuyordu. 1164 yılı mayıs ayında Şam’a zaferle geri döndük. Bu savaşta gösterdiğim başarı, sevk ve idaredeki becerim nedeniyle, Sultan Nurettin, beni ‘Rayis Şurta’ ilan etti. 27 yaşımda, koca Şam’ın Emniyet Müdürü olmuştum. Akşamları Sufi arkadaşlarımla buluşuyor, sohbet ediyor, zikir çekiyorduk.
Ocak 1167’de tekrar Kahire’ye sefere çıktık. Bu sefer General Şirkuh’un emrinde bir komutandım. Ağustos 1167’de Şam’a geri döndük. Halep’e, Sultan Nurettin’in yanına gittik. Boş zamanlarımı kuş, çita, panter ve aslan avlamakla geçiriyordum. Halep ovası ve dağları bu hayvanlarla doluydu. Bu arada annem tanıdıkları seferber etmiş, beni evlendirmek için kız arıyordu. Benim için o kadar çok seçenek vardı ki: Mavi gözlü Kürd kızları, yeşil gözlü Nusayri kızları ve siyah gözlü Arap kızları. Ben de sonunda, asil ve mavi gözlü bir Kürd kızını tercih ettim; çünkü evimize en uygun olanı o idi. Şamsah ile nişanlandık.
Aralık 1168’de, Franklar, Kahire’de yaptığımız anlaşmayı bozup Kahire’yi yeniden işgal etmişlerdi. Sultan beni yanına çağırdı, emretti: ‘Acele Şirkuh’u bul!
Amcam Şirkuh’u bulup durumu anlattığımda, bana gururla, ‘6000 Kürd süvariyi çoktan hazırladım bile’ dedi. 2000 süvari de Halep’te hazırdı. Amcam çok istemesine rağmen, bu sefere katılmak istemiyordum. Ama yine de katıldım.
4 Ocak 1169’da Kahire kapılarına dayandığımızda, Franklar bizimle savaşmayı göze alamadılar, çekip gittiler. Böylece, General Şirkuh, kan dökmeden Kahire’yi teslim aldı.
Fatımi Halifesi bize büyük ilgi gösterdi. Ama, Vezir Şavar ikiyüzlünün birisiydi. Biz, Kahire’den ayrılınca, Şavar’ın yeniden Frankları çağıracağı haberini aldım. Amcamın karşı çıkmasına rağmen, Vezir Şavar’ı öldürdüm. 18 Ocak 1169’da Şirkuh kendisini Vezir ilan etti. Amcam Şirkuh, 23 Mart 1169 günü akşam yemeğinden sonra kalp krizinden öldü. Çok üzüldüm. Her şeyimi kaybetmiştim. Derhal Halep’e dönmek istiyordum.
26 Mart 1169’da Fatımi Halifesi, beni Şirkuh’un yerine Vezir olarak atadı. Bu işte gönülsüzdüm, ama zorluk çekmedim. Çünkü daha önce şehrin idaresi benim elimdeydi, memurlarını da ben atamıştım. Ben, 32 yaşımda, Mısır Veziri Selahaddin olmuştum.
Ağustos 1169’da kardeşim Turanşah, diğer kardeşlerimi ve Şamsah’ı da alarak, Kahire’ye geldiler. Şamsah ile evlendim. Şamsah, çok güzel bir Kürt kızıydı. Ay gibi parlak yüzü, yay gibi kaşları, ışıl ışıl mavi gözleri vardı. İnce uzun boyluydu. Uzun sarı saçları beline kadar iniyordu. Sanki başından aşağı bal süzülüyor gibiydi. Şamsah, beni çok mutlu etti. Haziran 1170’te oğlum El Abdal Ali dünyaya geldi. Baba oldum. Daha sonra çok çocuklarım oldu. Nisan 1170’te babam Eyüp de Kahire’ye geldi. Babamı, İskenderiye Komutanlığına, kardeşim Turanşah’ı Yukarı Nil Komutanlığına atadım. Mısır idaresini diğer kardeşlerimin arasında paylaştırdım.
Eylül 1171’de Bağdat’ta Halife El Mustarut öldü, yerine oğlu El Mustazi geçti. Sultan Nurettin’e karşı çıktı. Çünkü Kahire’de hala Abbasilerin siyah bayrağı dalgalanıyordu. 200 yıldan beri, Mısır’da Şii Fatımi Halifeliği vardı. Biz aile olarak Şafii’ydik. Buradaki Şii Fatımi Halifesine dokunmak istemiyordum. Üstelik beni Vezir yapan da Fatımi Halifesiydi. Bir gün 14’üncü Fatımi Halifesi aniden hastalandı ve öldü. Önemli bir olay da kendiliğinden çözüldü.
Halife öldüğünde 21 yaşındaydı. Arkada 4 dul kadın, 11 erkek ve 4 kız evlat, 152 hizmetçi, muhteşem bir saray ve bir servet bıraktı. Sarayın kütüphanesinde 200 binden fazla kitap vardı. Kasadaki 2 milyon dinarın talan edildiği söylendi. Bu servetin bir kısmını ben aldım. Önemli bir kısmını Sultan Nurettin’e gönderdim.
15 Mayıs 1174’te sultan Nurettin kalp krizinden öldü. Geride 11 yaşındaki oğlu Melik Salih İsmail’i bıraktı. Böylece üzerime yeni ve önemli görevler düşmüştü. Çünkü Araplar bu fırsattan yararlanarak, Şam’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Derhal Şam’a hareket ettim. Şam yönetimini ele aldım. Suriye’deki bütün kaleleri ele geçirdim. Hatta kısa bir süre önce, Nurettin’in Kılıç Aslan’dan aldığı Konya’yı, Ermenilerden aldığı Malatya’yı da yönetimime aldım. Sonunda Halife Mustazi, beni Suriye ve Mısırın Sultanı ilan etti.
Şubat 1177’de İskenderiye’ye geri döndüm. Oğullarım El Abdal Ali ve El Aziz Utman da yanımdaydı. Çocuklar denizi görünce çok sevindiler. Amacım, güçlü bir deniz gücü oluşturmaktı. Elimizdeki gemileri yenilemek ayrıca yenilerini yapmak için işe koyuldum. Ürdün Dağlarındaki ormanlardan istediğimiz kadar tomruk elde etmemiz mümkündü.”
***
Selahaddin Eyyubi, 4 Mart 1193 tarihinde ateşli bir hastalıktan Şam’da vefat etti. Geride bir altın, kırk gümüş para bıraktı. Bütün servetini yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı. Selahaddin Eyyubi, Emevi Cami’nin bahçesine defnedildi.
ABD’Lİ YILLARIM
Paris’te yedi yıllık iş hayatından sonra MBA yapmak için ABD’ye gittim. Selahaddin Eyyubi ve Ziryab ile ilgili topladığım belgeleri, taşıması kolay olsun diye o yıllar moda olan mikrofiş olarak yanımda götürdüm. İhtiyacım olursa çoğaltabilirdim.
Selahaddin Eyyubi ve Ziryab’ın hayatıyla içli dışlı olmuştum. Gittiğim her yerde iki tarihi Kürt şahsiyeti hakkında bilgi topluyor, bu fani dünyadan göçmeden, onlar hakkında kitap yazmayı umut ediyordum.
Pensilvanya Üniversitesi kütüphanesinden edindiğim üç kitap iyi bir başlangıç oldu:
- Geoffrey Hindley: “Saladin: İslam’ın Kahramanı”
- Stanley Lane-Poole: “Saladin ve Kudüs’ün Düşüşü”
- James Reston: “”Tanrının Savaşçıları: Üçüncü Haçlı Seferinde Richard Aslan Yürekli ve Saladin”
Selahaddin Eyyubi’yi tarih sahnesine çıkaran olay, 4 Temmuz 1187’de Haçlılarla yaptığı Hittin Savaşı ve Kudüs’ün fethidir. “Hittin”, bugünkü İsrail devleti sınırları içinde kalmaktadır.
İSRAİL YOLCULUĞU
Eşime, Kudüs’ü görmek istediğimi söyledim. Birlikte İsrail’e doğru on günlük bir yolculuğa çıktık. Arap ülkeleri pasaportlarında İsrail vizesi olanları ülkelerine almadıkları için, İsrail Konsolosluğu, yolculara kolaylık olsun diye vize damgasını asla pasaportlara vurmaz. Ayrı bir sayfa olarak hazırlar, pasaportun içine yerleştirir.
***
Telaviv, iç karartıcı ve beton yığınıydı. Kalmak istemedik. Bir araba kiralayıp Kudüs’e doğru yola çıktık. Bir saatlik bir yolculuktan sonra Kudüs’e vardık. Şehre ilk girdiğim andan itibaren garip, anlaşılması zor manevi bir duyguyla doldum. O güne kadar hiçbir şehir üzerimde bu etkiyi bırakmamıştı.
Otele yerleştikten sonra rehberlerin eşliğinde Kudüs’ü dolaşmaya koyulduk.
Beni en çok etkileyen dört şey vardı:
Birincisi, Via Dolorasa. Latince olan bu kelimenin Türkçe karşılığı, “Acı Yolu” olarak çevrilebilir. Hz. İsa, Sinagog ve Yahudi din adamlarının (hahamların) isteği ve desteğiyle, Kudüs’ü yöneten Romalılar tarafından ölüme mahkûm edilir. O yıllar ölüme mahkûm edilenler çarmıha gerilerek infaz edilmektedirler. Hz. İsa, ölüme mahkûm edilmekle kalmaz, üzerinde çarmıha gerileceği devasa haç şeklindeki ağaç kütüğünü cezaevinden çarmıha gerileceği tepenin zirvesine kadar sırtında taşımakla sorumlu kılınır. Sonraki yıllar Hz. İsa’nın cezaevinden çarmıha gerileceği tepeye kadar yürüyerek gittiği bu yola “Via Dolorosa ” adı verilir. Hz. İsa, taşıdığı çarmıhın ağırlığına dayanamaz, bu acılı yolda yedi kez yere düşer, binbir zahmet doğrulur, yoluna devam eder.
İkincisi; Mescid-i Aksa idi. Hz. Muhammed, Miraç mucizesinin gerçekleştiği gece, Burak isimli mitolojik binek hayvanıyla Mekke’den Kudüs’e gider (621). Burada Cebrail ile birlikte, Mescid-i Aksa’nın bulunduğu noktadan göğe yükselir. O yıllar Beyt-i Makdis ismiyle anılan bu mabed sonraları Mescid-i Aksa olarak bilinecektir.
Üçüncüsü; Kotel yani Ağlama Duvarıydı. 485 m uzunluğunda olan duvar 18 m yüksekliğindeydi. Beni en çok etkileyen, Yahudi cemaatin, ellerinde kutsal kitapla duvarın dibine sıralanmaları, kutsal kitabı sesli sesli okuyarak Tanrıya yakarmaları, bir anlamda ağlamalarıydı.
Dördüncüsü; Hz. İsa’nın doğduğu, Kudüs’ün hemen güneyindeki Bethlehem şehriydi. Hz. İsa burada, ahır olarak da kullanılan bir mağarada dünyaya gelmişti. Bugün, Hz. İsa’nın doğduğu yerde bir kilise yükselmektedir.
***
İki gün Kudüs’te kaldıktan sonra güneye Akaba Körfezi kıyısındaki Eilat liman şehrine doğru yol aldık. Bakır renkli kayaları, kimi zaman bedevi çadırlarıyla kendine özgü bir gizemi olan Necef Çölünü baştan başa geçtik. İzlediğimiz yol bizi bazen tel örgülerle çevrili Mısır-İsrail sınır çizgisini izlemeye zorluyordu.
Eilat, güzel ve hoş bir şehirdi. Havası bana Kaliforniya’yı hatırlattı. Şehrin biraz ötesi Mısır, biraz ötesi de Ürdün idi. Hayatımda dalış dersini ilk kez Eilat’ta aldım. Dalış hocasının eşliğinde sırtımda oksijen tüpüyle Kızıldeniz’e daldım. Denizaltı; kelebek balıkları, aslan balıkları, kaplumbağalar ve binbir çeşit balıklarıyla göz kamaştırıcıydı.
Fazla zamanımız yoktu. Ertesi gün, akşama doğru yine Necef Çölünü baştan başa aşarak, ancak bu kez farklı bir rota izleyerek yola koyulduk. Amacımız Ölü Deniz’i görmek, daha sonra kuzeye doğru yol almaktı.
Gece yarısına doğruydu. Geceyi geçirecek bir yer arayışına koyulduk. Etrafta otel-motel falan yoktu. Bir işareti takip ederek Mitzpe Shalem isimli bir Kibbutz merkezine gittik. Ölü Deniz’de şifa bulmak umuduyla dünyanın dört bir yanından gelenler nedeniyle Kibbutz’da kalacak yer yoktu. Karnımızı doyurup Kibbutz’dan ayrıldık, Ölü Deniz’in kıyısında park edip, geceyi arabada geçirdik.
İyi ki de öyle yapmışız. Sabah güneşiyle uyandığımızda unutulmaz bir manzarayla karşılaştık. Sabah güneşinin ışıkları Ölü Deniz’de yansıyor, tuzun yoğunluğu prizma etkisi yaratıyor, binlerce gökkuşağı etrafımızı kuşatıyordu. Mayomu giyinip Ölü Denize girdim. Yüzmeye gerek yoktu. Ölü Deniz, dünyanın en tuzlu gölü olduğundan, suyun kaldırma gücü nedeniyle suyun üzerinde asılı kalıyorsunuz. (Not: ABD’de, Ölü Deniz’den getirilen tuzlar, şifa niyetiyle yüksek fiyatlarla satılmaktadır.)
Yola koyulduk. Amacımız Nablus üzerinden kuzeydeki Tiberya Gölüne uzanmaktı. Nablus, yemekleriyle ünlüdür. Hem Filistinli kardeşlerimizin şehrini ziyaret etmek hem de künefesiyle meşhur bu şehirde öğlen yemeğini yemeyi planlıyordum.
Filistinli Arapların çoğunluğu oluşturduğu Nablus şehir merkezinde yavaş tempoda ilerlerken beklenmedik bir şey oldu: Her taraftan arabamıza taşlar yağmaya başladı. Nefret dolu bir kalabalık etrafımızı aldı. Ya linç edilecek ya da arabamız ateşe verilecekti. Şakasız ölümle yüz yüzeydik. Dışarı çıktım. İngilizce, “Ben Kürd’üm. Müslümanım. Niçin bunu yapıyorsunuz?” diye bağırdım. Kalabalığın üzerine doğru yürüdüm. Atılan taşlardan birkaçı omzuma ve ayaklarıma isabet etti. Kalabalık böyle bir çıkış yapacağımı beklemiyordu. Bir tereddüt oldu. O arada eşim de arabadan çıkmış, olup bitene anlam vermeye çalışıyordu. Eşimin Çinli yüz ifadesi kalabalığı daha da yatıştırdı. Yahudi olmadığımızı anladılar. İngilizceyi iyi konuşan orta yaşlı birisi yaklaştı, üzgün bir ifadeyle “Arabanızın plakası Tel-Aviv olduğundan sizi Yahudi zannettik!” dedi.
Arabamız zarar görmüştü ama hemen tamire ihtiyaç gerektirecek bir durum yoktu. Kızgındım. Sinirli bir ifadeyle hızla şehirden ayrıldım. Geceyi Tiberya Gölü kıyısındaki Tiberya şehrinde geçirdik. Ertesi gün Hittin Savaşının yapıldığı “Hittin’in Boynuzları” olarak isimlendirilen yere gidecektik.
Hittin, Tiberya şehrinden uzak değildi.
Kahvaltıdan hemen sonra bir saatlik kısa bir yolculukla Hittin Savaş meydanına geldik.
HİTTİN SAVAŞ MEYDANI
Ağustos ayıydı. Sabah saatleri olmasına rağmen boğucu bir hava vardı. Sıcaklık hızla artıyordu. Ortalıkta kimse yoktu. Karşımda tıpkı bir boğanın boynuzları gibi birbirinden 600-700 metre uzakta iki tepe vardı.
Bu savaş meydanında neler olduğunu saniyesi saniyesine biliyordum. Kendimi bomboş bir arazide değil, 808 yıl önce meydana gelmiş meydan savaşının tam ortasında hissediyordum. Eşimin ilgisini çeker diye yaşananları anlatıyor, savaşı detaylandırıyordum. Eşim, tarihle ilgili değildi. Anlattıklarım ilgisini çekmiyordu. Profesyonel Nikon fotoğraf makinesiyle resim çekmeyi tercih ediyordu.
Savaş başlamadan önce İslam Ordusu lideri Selahaddin Eyyubi, savaş çadırını Tiberya Gölüne taraf olan tepede; Haçlı Ordusu ve Kudüs Kralı Lüzinyanlı Guy da çadırını diğer tepede açar. İki ordu arasındaki savaş da iki tepenin ortasında acımasızca devam eder.
Kudüs Kralı Lüzinyalı Guy
Selahaddin Eyyubi, Kürt tarihinin en büyük askeri dehası kabul edilen amcası Şirkuh’tan savaş sanatını en ince detayına kadar öğrenmişti. Zırhlı şövalye ordusunu güçsüz düşürmek için su yollarını tuttu. Temmuz sıcağında Haçlı Ordusu susuzluktan kıvranıyor, Tiberya Gölüne doğru hamle yapmaya çalışıyor, ancak İslam Ordusu onların bu çabalarını boşa çıkarıyordu. Hafif bir rüzgâr Kudüs Kralının olduğu tepeye doğru esmeye başlar. Selahaddin Eyyubi, bu fırsatı kaçırmak istemez. Yerdeki kurumuş otu ateşe verir. Alevler ve dumanlar hızla düşman saflarına doğru ilerler. Susuzluktan kıvranan Haçlı ordusu daha da zor durumda kalır. Saflarda çözülme ve dağınıklık başlar.
Hittin Savaşı (İki tepeden dolayı savaş meydanı “Hittin’in Boynuzları” olarak da bilinir)
Selahaddin Eyyubi, çadırının önünde durmuş emirler yağdırmaktadır. 17 yaşındaki oğlu Al-Afdal da hemen yanı başındadır. Kürt tarihçi Ibn al-Athir, Al-Afdal’ın gözlemlerini onun ağzından şöyle aktarır:
“Kudüs Kralı’nın yardımcıları bayrak sallayıp emir verdiler. Haçlı Ordusu var gücüyle babamın olduğu tepeye doğru hücuma geçti. Eğer babamı öldürseler veya teslim alsalar savaş bitmiş olacaktı. Haçlı Ordusunun zırhlı şövalye birliği, güçlü bir şekilde İslam Ordusunu yarıyor, hızla bize yaklaşıyordu. O an elimde olmadan gözlerim babama kaydı. Endişeliydi. Üzüntüden yüzü sararmıştı. Bir an sakalını sıvazladı. İslam Ordusu panik halindeydi. Babam, yanındaki komutanlarına emretti: “Onları mağlup edin! Şeytanın zafer kazanmasına izin vermeyin!”
Babamın sözleri etkili oldu. Dağınık durumdaki İslam Ordusu toparlandı. Karşı hücuma geçti. Haçlı ordusunu karşı tepeye doğru geri püskürttü. Bununla kalmayıp Kral’ın çadırına doğru ilerlemeye başladı. Sevincimden, ‘Onları mağlup ettik!’ diye bağırdım. Derken Haçlı ordusu tekrar karşı hücuma geçti, bizim tepeye doğru hızla ilerlemeye başladı. Babam tekrar emir verdi: “Onları mağlup edin! Şeytanın zafer kazanmasına izin vermeyin!” İslam Ordusu yeniden toparlandı, karşı hücuma geçti.
Bunun üzerine yeniden bağırdım: “Onları mağlup ettik!” Babam, bana dönüp sert bir bakış fırlattı: “Sessiz ol! Kral’ın çadırı düşmediği sürece onları mağlup etmiş sayılmayız.” Babam bunu söylediği an, Kral’ın çadırı da düştü. Babam ellerini havaya kaldırdı, “Allah’ım sana şükürler olsun!” dedi, sevinçten ağladı.”
Esir alınan Kudüs Kralı Lüziyanlı Guy ile Renaud de Châtillon, Selahaddin’in çadırına getirilirler. Renaud de Châtillon, belalı bir şövalyeydi. Kızıl Deniz üzerinden korsan gemileri göndererek İslam’ın kutsal yerleri Mekke ve Medine’yi tehdit etmiş, geniş bir bölgedeki Müslüman köylerini yağmalamıştır. Bununla kalmamış Hac kervanına saldırmış, aralarında Selahaddin Eyyubi’nin kız kardeşinin de olduğu masum insanları öldürmüştür. Selahaddin Eyyubi, haberi aldığında, Renaud de Châtillon’un kafasını bizzat kendisi kesmeye yemin etmiştir.
Kudüs Kralı ve Renaud de Châtillon, Selahaddin Eyyubi’nin huzuruna getirildiklerinde tarihçi İmadeddin el-Isfahani de çadırdadır. O an yaşananları şöyle aktarır:
“Selahaddin, Kral Guy’u davet etti ve yanına oturttu, sonra içeriye Renaud girdi. Selahaddin’in yanındaki Kralın sağına oturdu. Bir tercüman Renaud’a günahlarını hatırlattı: ‘Kaç kere yemin ettin ve onu çiğnedin? Kaç kere hiçbir zaman saygı duymayacağın anlaşmalar imzaladın?’ Renaud, tercümana cevap verdi: ‘Krallar her zaman böyle hareket eder. Daha fazla bir şey söylemeyeceğim.’ Bu sırada Kral Guy susuzluktan halsizleşmiş, kafası sarhoş gibi sallanıp duruyordu. Selahaddin, güven verici ses tonunda konuşup soğuk su getirtti, Krala ikram etti. Kral içti ve sonra suyun geri kalanını suratı kireç gibi bembeyaz olan Renaud’a uzattı. Sultan, Krala seslendi: ‘Suyu ona (Renaud) vermeden önce benden izin almadın. Bu yüzden ona merhamet göstermek zorunda değilim,” dedi. (Not: Zamanın geleneklerine göre bir harp esirine, onu esir alan kendi eliyle su verirse esirin hayatı bağışlanmış demektir. Mücahit)
Selahaddin, bunları söyledikten sonra iki esiri korku içinde bırakacak şekilde gülümsedi, atına bindi, uzaklaştı. Birliklerinin dönüşünü yönetti, sonra çadırına geri geldi. Renaud’un getirilmesini buyurdu. Renaud gelmeden önce Selahaddin, kılıcını eline aldı, Renaud içeri girer girmez kılıcıyla Renad’un boyun ve omuz kemiği arasına sert bir darbe indirdi. Renaud yere yuvarlandı. Yardımcıları kafasını kesti. Yuvarlanan kafa korkudan titreyen Kral’ın ayaklarının önünde durdu. Kral, titriyordu. Kralı bu halde gören Selahaddin, güven verici tonda, ‘Bu adam, gaddarlığı ve acımasızlığı yüzünden öldürülmüştür,’ dedi.
İdamı gören Kral, sıranın kendisine geleceğinden endişeliydi. Selahaddin, Kral’ı teskin etti: ‘Kral öldürmek, Kralların adeti değildir; fakat bu adam tüm sınırları aştı. Bu yüzden ona bu şekilde davrandım.’
***
Ben iki tepe arasında gidip gelirken, savaşı yeniden yaşarken, 4-5 saatlik bir zamanın geçtiğinin farkında bile olmamıştım. Güneş tepemizdeydi. Öğlen sıcağı takatten düşürüyor, bunaltıyordu. Eşim, anlayışlı davranıyor, sığındığı arabanın gölgesinde sabırla benim geri gelmemi bekliyordu. Yola çıktık.
***
İsrail ile Arap Ülkeleri arasında 1967 yılında meydana gelen Altı Gün Savaşı’nda, İsrail, Suriye sınırındaki stratejik öneme sahip Golan Tepesini işgal etti. Dürzi nüfusa dokunmadı ama Arap nüfusu Suriye’ye göçe zorladı. Suriye, 1973 savaşında Golan Tepesinin bir kısmını ele geçirdi, ancak büyük kısmı İsrail’in elinde kaldı.
Golan Tepesi, askeri bölge olmasına rağmen turistlere açıktır. İsrailli casus Eli Cohen’in hayatını anlatan 1987 yapımı “The Impossible Spy” isimli filmi büyük bir zevkle izlediğim için Golan Tepesini mutlaka görmek istiyordum. Golan Tepesi, İsrail’in üzerine kurulu olduğu topraklarından 1400 m daha yüksektir. Golan Tepesi’nden bakınca İsrail bir anlamda ayaklarınızın altındaymış gibi duyguya kapılıyorsunuz. Bu nedenle, İsrail’in işgal ettiği Golan Tepesi’nden vazgeçmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Tekrar yola koyulduk. Hz. İsa’nın çocukluğunun geçtiği Nasıra şehrinden sonra kıyı şeridini izleyerek Akka üzerinden Tel Aviv’e vardık.
TARIK ALİ
ABD’de çeşitli şirketlerde çalışarak hayatımı devam ettirirken kendimi Almanya’nın Freiburg şehrinde buldum. Hem doktoramı yapmak hem de uluslararası enerji şirketlerinde danışman olarak çalışmak bana daha cazip gelmişti.
Bir gün, Freiburg ve civar bölgenin haberlerini veren Badische Zeitung gazetesinde bir ilan gördüm: “İngiliz yazar Tarık Ali, Das Buch Saladin (Selahaddin’in Kitabı) isimli kitabını okuyucularına imzalayacak.”
Tarık Ali ve Almancaya çevrilmiş kitabının kapağı
1943 Pakistan doğumlu olan Tarık Ali, siyasi bir aileye mensuptur. İngiltere’de Exeter Kolej’de Felsefe, Siyaset ve Ekonomi eğitimi alır. Oxford Öğrenci Derneği başkanı olur. 1964’de Amerikalı Siyahi aktivist Malcolm X ile tanışır. Vietnam Savaşı karşıtı eylemlerde yer alır. Ünlü şarkıcı John Lennon ile dostluk kurar. 1968’de Troçkist Uluslararası Marksist Grup’a katılır ve bu grubun lideri olur. Tarık Ali onlarca kitabın yanı sıra 1980’de “Trotsky for Beginners / Yeni Başlayanlar İçin Troçki” isimli bir kitabı da kaleme alır.
***
Gazete ilanında verilen saatte, Tarık Ali’nin kitabını imzalayacağı “Literaturhaus /Edebiyat Evi” isimli mekânda hazır bulundum. İlgi fazlaydı. “Tarık Ali” ismini ilk kez duyuyordum. Tarık Ali, İngilizce konuşarak kitapla ilgili bilgi verdi. Kitabındaki bilgileri büyük ölçüde Selahaddin Eyyubi zamanında yaşayan Yahudi kâtip Ibn Yakub’a dayandırdığını söyledi. Halbuki Selahaddin Eyyubi dönemini anlatan en önemli kaynaklardan habersizdi. Tarık Ali, Arapça bilmediği için sadece İngilizceye çevrilmiş birkaç kaynağa dayanarak kitabını yazmıştı. Kitabı alıp eve döndüm.
Yatağıma uzanıp derin düşüncelere daldım. Bu benim ikinci hayal kırıklığımdı. Kendime kızgındım. Kitapla ilgili bir yığın materyal toplamıştım. Birkaç aylık bir çalışmayla kapsamlı bir kitap ortaya çıkarabilirdim. İçim buruktu. Birkaç hafta kitabın kapağını açmadım. İzleyen günler şehir merkezine inmedim, üniversiteye gitmedim. Sanki hayata küsmüş gibiydim.
***
Sonraki yıllar talihsiz bir olay yaşayacak, boşanmamı takip eden günlerde Selahaddin Eyyubi ile ilgili topladığım tüm belge, doküman ve mikrofişleri kaybedecektim. Ziryab’la ilgili bilgileri bilgisayarımda arşivlemiştim ama Selahaddin Eyyubi için aynı şeyi yapmamış, ihmal etmiştim. Tarık Ali’nin kitabından sonra Selahaddin Eyyubi’yle ilgili kitap yazma isteğimi kaybettim. Halbuki sonraki yıllar Selahaddin Eyyubi ile ilgili onlarca kitap yayımlandı.
“Ziryab” isimli kitabımı 2012’de yayımlayarak bu konuda kendime verdiğim sözü tuttum. Ancak Selahaddin Eyyubi’nin hayatıyla ilgili yazmak istediğim kitap, kaybolan arşivlerim ve notlarım nedeniyle hayat yüzü göremedi. Bunu hatırladıkça yüreğim hâlâ sızlar, Selahaddin Eyyubi’nin manevi GÖLGESİNDE kendimi ezik ve suçlu hissederim.
SON SÖZ
Selahaddin Eyyübi’nin dede-baba yurdu Divin şehri, bugün Ermenistan’ın Ararat İdari Bölgesindedir. Divin harabeleri, Erivan’ın 30 km güneyindedir.
Divin şehrinin temsili resmi
Bugün Divin harebeleri
Ermenistan’ın Orta Çağ’daki başkenti Artaşat ilk inşa edildiğinde üç taraftan Aras nehriyle çevrili olduğundan savunmaya elverişliydi. Sonraki yüzyıllar Aras nehri yatağını değiştirir, Artaşat savunmasız kalır. Bu kez bir tepede “Divin” adıyla yeni bir şehir kurulur. Nüfusu 100 bin civarında olan Divin’de farklı etnik gruplar iç içe yaşıyorlardı. 30-35 metrelik bir tepe üzerinde kurulu olan Divin şehrinin etrafı, kalınlığı 16 m, yüksekliği 30 m civarında sağlam duvarlarla çevrelenmişti. Ayrıca kalenin etrafı, 30-70 genişliğinde 5-6 m derinliğinde devasa bir hendekle çevriliydi. 893 yılında depremle yıkılan şehir yeniden inşa edildi. Evlerde yiyecek maddeleri sağlamak amacıyla açılmış derin kuyular bulunuyordu, ayrıca kilden yapılmış borularla her eve su dağıtımı yapılıyordu.
Divin harabeleri, Aras nehri kıyısında, Aralık ilçesine bağlı Ramazankent’in 30-40 km uzağındadır. Bu anlamda, Selahaddin Eyyubi ve ailesi, Sürmeli bölgesinin evlatlarıdırlar. Iğdır, Selahaddin Eyyubi adına sahip çıkmadı. Yanılmıyorsam sadece Karaağaç Mahallesinde bu isimle bir cami vardır.
Iğdır, “Selahaddin Eyyubi” ismini içselleştirmeli, bölgenin yetiştirdiği bu tarihsel kişiliğe ve manevi mirasına sahip çıkmalıdır.
SELAHADDİN EYYUBİ HAKKINDA RESİMLER
Selahaddin Eyyubi’nin doğumu
Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki heykeli
Selahaddin Eyyubi’nin Kahire Askeri Müzesindeki heykeli (Altındaki yazı: En iyi asker)
Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’teki heykeli
Kahire kalesindeki Selahaddin Kartalı
Eyyubi Kürt Devleti (kırmızı) Kahire’deki “Selahaddin Kalesindeki” Selahaddin Eyyubi heykeli
Kudüs’ün fethinden sonra Hıristiyan ahali Selahaddin Eyyubi’nin önünden geçerken
Selahaddin Eyyubi ölüm döşeğinde
Che Guevara, Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki türbesini ziyaret ediyor (1959)