Son Yazılarımız

SİYAH, BEYAZ VE GRİ: HÜSNÜ BİNGÖL – 4

TOPLAM GÖRÜNTÜLENME: 479 

HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN GÖLGESİNDE BİR KAHRAMAN: RUTTO YUSUF

Hüsnü Bingöl’ün Kürtler içinde en güvendiği ve en faal ajanlarından biri belki de en başta geleni Yusuf Çakmaz’dır. Namı Diğer “Rutto Yusuf” veya kısaca “Rutto” olan Yusuf Çakmaz, bir Iğdır efsanesidir.

GİRİŞ

Dört sınır Ağrı Dağında öpüşür. İran, Türkiye, Ermenistan ve Nahcivan, at sırtında yolculukla bir günde bir uçtan diğerine yaşlı bir ninenin elindeki kazak gibi örülebilir. İran toprağı Helikan aşiretiyle başlar. Köyler yan yana, iç içedir. Kan bağı en geçerli pasaporttur. Helikan aşiretinden Rutto bu pasaportu kanında taşımaktadır.

İlk gençliği at sırtında geçer. İran’la Türkiye arasında mekik dokur, aşiretinin güçlü varlığından ekmek parası kazanır; heybesi, tavşankanı İran çayı ve Süreyya motifli tabaklarla doludur. Hüsnü Bingöl’ü zindanı ona ders olur. Iğdır toprağının eli açık gönlü tok zenginleri bir boğazlık aşı Rutto Yusuf’tan esirgemezler. Her türden işe girip çıkar. Yaşam içinde pişer, kâh siyasetin renklerine bulaşır kâh her önemli olayda gönüllü bir figürandır. Rutto Yusuf, Iğdır’ın bağrına saplanmış nevi münhasır bir kahramandır.

HELİKAN AŞİRETİ

1920’li yılların sonunda Ağrı Dağı İsyanı tüm gücüyle devam ediyor, isyancı güçler en büyük lojistik desteği İran’a yerleşik sınırdaki Helikan aşiretinden alıyordu. Yaralılar orada tedavi görüyor, erzak ve silah Helikan aşireti üzerinden isyancılara ulaştırılıyordu. Bunu bilen Türk Hükümeti, İran’a diplomatik baskı yapar, Helikan aşiretini bölgeden uzaklaştırmasını ister. Bunun üzerine İran kuvvetleri Helikan aşiretine karşı saldırıya geçer. Zor durumda kalan aşiret lideri Halit Ağa, Türk Hükümetinden iltica talebinde bulunur. Türk Hükümeti nihayet bu beladan kurtulmanın sevinciyle aşağı yukarı 500 hanelik Helikan aşiretine sınırları açar, o yıllar Brukan aşiretinin Van’a gitmesi nedeniyle boşalan Dil Ucundaki 12 pare yerleştirir. Ancak bu köyler Ağrı Dağı’na yani isyancılara yakın olduğundan vakit kaybetmeden aşireti Tuzluca tarafındaki köylere transfer eder. Kışı Tuzluca’da Ermenilerden boşalan köylerde geçiren Helikan aşireti1931 ilkbaharında Batı Anadolu’ya sürgüne gönderilir. Her köye birkaç hane olacak şekilde Aydın iline bağlı ilçelere özellikle Söke civarına yerleştirirler. Köyden çıkmaları yasaktır. Aşiret reisi Halit Bey Trakya’ya sürülür. Orada vefat eder.

HELİKAN AŞİRETİ TÜRKİYE’DE

Rutto Yusuf hayatını anlatır:

“1923 yılında İran’da dünyaya gelmişim. Yedi yaşımdan beri de Iğdır’da ikamet etmekteyim. Okuma-yazmam yoktur. Evliyim, dördü oğlan on çocuk babasıyım. Hayat serüvenimin ayrıntılarına girmeden önce, bazı tarihsel olayları özetlemek, bir dönemin özelliklerini gözler önüne sermek zorundayım. Çünkü ailemin ve aşiretimin kaderi bu olaylara bağlı olarak gelişti, onlardan birincil derecede etkilendi. Ailem, Helikan aşireti mensubudur. Asıl yerleşim yerimiz İran’ın Makü ilçesine bağlı Akgöl köyü idi. Ben de bu köyde dünyaya gelmişim.

Zilan Deresi olaylarında (1930 Haziran), isyancıların bir kısmı sınırı geçip mülteci olarak İran’a girmiş, kendilerine yakın gördükleri Helikan aşiretine sığınmışlardı. Türkiye, İran’a ültimatom vererek mültecileri geri isteyince, İran hükümeti, aşiret liderimiz Halit Ağa üzerinde, mültecilerin Türkiye’ye iade edilmesi yönünde nüfuzunu kullanır ama Halit Ağa, bu isteği kesin bir dille reddeder.

Derken, bu olaydan kısa süre sonra, Ağrı Dağı İsyanı dağılır (1930 Eylül), aralarında isyanın lider kadrosu (Halis Öztürk, Ferzende Bey, İbrahim Ağa vb) olmak üzere ikinci bir mülteci dalgası sınırı geçip Halit Ağa ve Sakan aşireti lideri Musa Ağa’ya sığınırlar.

İran hükümeti, saldırı ve yıldırma operasyonlarına aralıksız ve kararlı tempoda devam edince, Halit Ağa mecbur kalıp, Salih Paşa’yla temasa geçer, yardımını ister. Salih Paşa yardım için tek şart koşar: Ağrı Dağı İsyanı elebaşları silahlarıyla teslim olacaktır. Salih Paşa, kimsenin tutuklanmayacağına ve istedikleri yerde ikamet edebileceklerine dair söz verir.

Halit Ağa bu öneriyi yaptığında İbrahim Ağa (Bıro Heskê Teli) sert şekilde karşı çıkar, ne pahasına olursa olsun Romê Reş’ e (Türk Hükümeti) teslim olmayacağını beyan eder. İstediği sonucu alamayan Halit Ağa, artan İran baskısına daha fazla dayanamaz, tekrar Salih Paşa’yla temas kurar, aşiretinin mülteci olarak Türkiye’ye geçmesine yardımcı olmasını ister. Anlaşma sağlanınca aşiretimiz Türkiye’ye sığınır. Salih Paşa, o kış (1930) aşiretimizin Tuzluca tarafındaki metruk köylerde barınmasına izin verir. Aileler ilkbaharla birlikte Trabzon’dan gemilerle Söke, Aydın, Lüleburgaz, İzmir gibi batı illerine dağıtılırlar.

Babam, İran hükümet güçleriyle yapılan çatışmada şehit düşmüştü. Tek çocuk olarak yetim büyüdüm. Annemin ailesi, Iğdır Kellehemo (Germeşof) köyündendi. Mülteci olarak Türkiye’ye geldiğimizde, dayılarım bizleri gizliden kamp yerinden kaçırıp köylerine götürdüler.

Altı-yedi yaşımda, süt dişleri dökülmüş çelimsiz bir çocuktum. İki yıl dayılarımın yanında Kellehemo’da kaldım. Annem, Motanlı aşiretinden birisiyle evlenince, Iğdır merkeze gelip yerleştik. Üvey babam iyi bir insandı ama yoksuldu. Annem çalışarak bizleri geçindirmeye çalışıyordu. Bu da yeterli olmayınca, 9-10 yaşımdan itibaren kendi başımın çaresine bakmam gerektiğini anlamış, küçük işler yaparak ayakta kalmayı öğrenmiştim.

RUTTO” LAKABININ DOĞUŞU

Zor köyünden Mısto adlı bir çocuk -benden 3-4 yaş büyüktü- evimizde yatıp kalkıyordu. Her ikimizin üzerinde dizlerimize dökülen beyaz gömleğimizden başka bir şey yoktu. Yarı çıplak, bütün gün dolaşır, ufak tefek şeyler aşırarak ya da çalışarak geçinmeye çalışırdık.

Sokaklarda ve mahallede böyle yarı çıplak dolaştığımızdan mahalle halkı gel zaman git zaman Mısto’ya Kürtçe “çıplak” anlamına gelen “rût” veya “rutto” lakabını vermişti. Mısto’yla beraber dolaştığım için ben de bu lakaptan nasibimi aldım. O gün bu gündür herkes beni “Rutto Yusuf” olarak bilir oldu.

ÇOCUKLUĞUMUN GÜZEL İNSANLARI

9-10 yaşımdan beri Iğdır sokaklarını başıboş dolaşıyor, önüme çıkan her iş fırsatını değerlendiriyordum. Beni ilk sahiplenen ve birkaç kuruş ekmek parasını cebime koyan Azeriler oldu.

Hasan ve Cafer Tezel kardeşler beni çağırır, öteberiyi benimle evlerine gönderirlerdi. Anneleri Güvercin Hanım vefakâr ve temiz bir kadındı. Annemin yoksulluğunu bildiğinden bana yardım eder, kış aylarında sobanın yanında ısınmamı ister, yaz aylarında bahçede topladığı sebze ve meyveyle cebimi doldururdu. Hasan Tezel’in bir terzi dükkânı vardı. Her gün oradan geçer ortalığı temizler harçlığımı alır giderdim.

Bana yardım elini uzatan iyi insanlardan birisi de Hacı Nağdali Parlar’dı. Her gördüğünde elini bonkörce cebine atar harçlığımı verirdi. Hacı Nağdali Parlar, Abdürrezak Güneş gibi Iğdır’ın önemli tüccarlarından birisiydi. Zengindi ve aynı zamanda cömertti. Bir olay nedeniyle Hacı Nağdali Parlar’ın insanları ne kadar sevdiğini anlamıştım:

Kaça-Kaç yıllarında (1919) Azerilerden 5-10 aile İran’a gidip gelme sırasında Türkiye’deki nüfus kayıtlarını kaybetmiş, vatandaşlık hakları tehlikeye girmişti. Hükümet bu aileleri toplayıp İran’a geri gönderdi. Gönülleri buruk ayrılan insanlar kaçıp tekrar geri geldiler, “Biz burada doğduk devlet bizi tekrar kabul etsin” diye ısrar ettiler. Kimse onlara sahip çıkmadı. Hacı Nağdali Parlar yardım elini uzattı. Bir yandan para yardımı yaptı bir yanda da vatandaşlık hakları için avukat tutup dava açtırttı.

Iğdır’ın zengin, saygın ve aynı zamanda yoksullara yardım elini uzatan Azeri tüccarlarından birisi de Bağır Aras’tı. Ben onu hep üzerine binip dolaştığı kır atıyla anımsıyorum. Kır atıyla şehir merkezine gelir, Söğütlü kahvelerinde atından iner, eliyle hafiften hayvanın böğrüne fiske indirip, emir verirdi:

“Hadi evladım eve git!”

At da laf anlamış gibi tıpış tıpış evin yolunu tutardı.

Azeri tüccarlardan bana en uzun süreyle yardım elini uzatan Nağı Odoğlu ve oğlu Abbas Odoğlu oldular. 6-7 yıl hayvanlarını çimenlerde otlattım. Nağı Odoğlu’nun, Bekir ve Abbas adından iki oğlu, Fahriye, Süheyla ve Ayten adında da üç kızı vardı. Fahriye, amcası oğlu Recep’le evliydi. Bir de “Beyaz Kerim” isminde, evlerinden ayrılmayan Karxunlu bir beyefendi vardı. Ama şunu itiraf edeyim ki Abbas Odoğlu gördüğüm en mükemmel insandı. Benim gibi yetim ve yoksul çocuğu bile onurlandırır insanca muamele ederdi. Onun yanında kendimi hep mutlu ve gururlu hissederdim.

Kürt tüccarlardan yardım elini uzatanlardan birisi manifaturacılık yapan Musa Turan’dı (Cihangir Turan’ın amcası) Ayrıca Naci Güneş, Abdürrezak Güneş ve Kerem Güneş yoksulları seven insanlardı. Azeri ve Kürtlerden başka şehir merkezinde Bitlisli ve Laz kökenli tüccarlar da vardı. Reşit Keki, İsmail Şefkatli, Cevdet Ergin, Mehmet Kakioğlu ve Fazıl Kalafat aklıma gelen önemli isimlerden birkaçıdır.

HÜSNÜ BİNGÖL’LE TANIŞMA

Hüsnü Bingöl şapkasını kendine özgü biçimde kafasına yerleştirir, ayağında külot çizmeler, yanında iki fino köpeği ağır adımlarla sokakta yürür, gözleri dikkatle etrafı kolaçan ederdi. Belediye bahçesindeki masalardan birine kurulur, çay ve kahvesini içer, dostlarıyla kısa sohbetten sonra eve dönerdi.

Hüsnü Bey’in yakın dostları Şöllü ailesinden Temır Bey, Brukan aşiretinden Ahmet Armağan, Hacı Abdullah ve Hacı Abdülhadi’yi sayabilirim.

O yıllar Türkiye’ye İran sınırından tabak, çay gibi kaçak mallar girerdi. Sınır boyundaki köylerin çoğu Helikan aşiretindendi. Kaçakçıların çoğuyla akrabalık bağım vardı. Ben de arada kaçak malları atımın heybesine doldurur köy köy pazarlardım. Naci Güneş yemesine içmesine son derece düşkün olduğundan arada bir benden kaçak çay alırdı.

Yıl 1945 olmalıydı. Bir gün polisler beni şehir merkezinde yakalayıp Hüsnü Bingöl’ün huzuruna çıkardılar. Ne olduğunu anlayamamıştım. Hüsnü Bingöl sakin bir ses tonunda konuştu:

“Sen ve birkaç arkadaşın Naci Güneş için Rusya’ya ajan olarak gidip geliyorsunuz.”

Şok olmuştum. Kaçak olarak İran sınırını ihlal ettiğim doğruydu ama Naci Güneş veya bir başkası için ajanlık işine girmemiştim. Beni apar topar, Hüsnü Bingöl’ün evinin bitişiğindeki gözetim evine tıktılar. Bir odada Naci Güneş tek başınaydı. Diğer odada da yakından tanıdığım ve aynı suçla itham edilen Xottê ve Kişmiş Xur adlı kimseler vardı.

CEZAEVİNDEN KAÇIŞ

Birkaç gün olayın şoku yüzünden düşünemez olmuştum. Herhalde haksız yere itham edildiğim için olsa gerek içimde derin bir üzüntü ve isyan duygusu taşıyordum.

Ellerimiz kelepçeli dört duvar arasında günlerimizi saymaya koyulduk. Bir gün kendi kendime karar verdim: “Ne olursa olsun buradan kaçacağım!”

Zavallı annem, her gün ziyaretime geliyor, elindeki ufak tefek öteberiyi ağlayarak bana uzatıyordu. Bir gün annemi tembihledim:

“Lêlê (ana), yarın akşama doğru evdeki kasaturayı yanına al, gözetim evinin sokağa bakan penceresinden içeriye at!”

Ertesi akşam annemin gelişini dört gözle beklemeye koyuldum. Kafamı pencereye dayamış sokaktan gelip geçenlere bakıyordum. Nihayet annem uzakta göründü! Çarşafının altında sakladığı kasaturayı, benimle konuşmak bahanesiyle pencereye yaklaştığı an, yemek ve öteberiyle birlikte bana uzattı. Nöbetçi bir şeyden şüphelenmeden volta atıyordu. Annem gider gitmez üç tutuklu oturup bir kaçış planı yaptık.

Yaz ayıydı, kavurucu sıcaklar hüküm sürüyordu. Öğlen sıcağı bastırınca serinlenmek bahanesiyle birkaç kova suyu odamıza taşıdık. Duş alıyormuşuz gibi sesler çıkarıyorduk ama asıl işimiz, toprak kerpiçten duvarı ıslatıp, kasaturayla delik açmaktı!

Birkaç günde duvarda küçük bir delik açmayı başardık ama içimde öyle bir his vardı ki eğer hep birlikte kaçarsak yakalanma ihtimalimiz yüksekti. Kaçış planımı değiştirmeye karar verdim.

Sabahın çok erken bir saatiydi. Nöbetçiden beni tuvalete götürmesini istedim. Tuvalet, yüksek bahçe duvarının bitişiğinde tahtadan küçük bir kulübeydi. Tuvaletin önüne gelir gelmez ellerim kelepçeli, kendimi duvarın üzerinden bitişikteki bahçeye atıp koşmaya başladım. Asker ön kapıya koşup bahçeye gelinceye kadar ben çoktan gözden kaybolmuştum bile…

Sabahın erken saatinde kimseye görünmeden İdirmava’yı baştanbaşa geçip Asri Hamam’a yakın bir yere gittim. Civarda; iki katlı, harabe, Ermeni yapısı bir bina vardı. Orada saklanmaya isteklendim. İçine göz atınca kararımdan vazgeçtim, daha emin yer bulurum düşüncesiyle Baharlı Mahallesindeki bahçelerin içinden sıyrılıp tanımadığım evlere doğru koşturdum.

Önüme bir grup ev çıkmıştı. “Nereye saklanabilirim?” diye düşünürken bir evin damındaki ot tayası gözüme çarptı. “Saklanmak için mükemmel yer!” dedim kendi kendime. Köpekleri ürkütmeden sessizce dama tırmanıp ot yığınlarının arasında kayboldum.

Damın tahta kirişleri üzerinde paslı bir çivi vardı. Elimdeki kelepçeyi zahmetli bir uğraşıyla açmayı başardım.

Öğlen güneşi ortalığı kasıp kavuruyordu. Açlık, korku ve bunaltan sıcaklık beni esir almış, yarı baygın ot yığınları arasında öylece kalakalmıştım.

İkindi vakti yiyecek bulmak umuduyla saklandığım yerden çıktım. Evin bitişiğinde kocaman bir dut ağacı vardı. Damın üzerine düşmüş ezik dutları toplayıp iştahla yedim.

Akşam serinliği ortalığı doldurmuştu. Ot yığınları arasından başımı uzatmış, gelip gidenlere bakıyordum. Az ileride yakından tanıdığım Eşref Başaran, bir grup arkadaşıyla, tozlu yolda yürüyerek, gün boyu üzerinde pineklediğim dama doğru geliyordu. Eşref Başaran, evden içeri girince, şaşırmıştım. Kendi kendime söylendim: “Vay be! Ne şans! Bula bula Eşref Başaran’ın damını mı buldum!!” Eşref Başaran, Baharlı Mahallesindeki Karapapakların lideriydi. Hüsnü Bingöl’ün en sevdiği kişilerden biri olduğundan benim O’nun damında saklandığımı tahmin etmeleri zordu.

Bahçede, ağaçların altında geniş bir sofra hazırlanmıştı. Eşref Başaran, arkadaşlarıyla masanın etrafını almış, iştahla atıştırıyordu. Yemeklerin ve aslan sütünün kokusu burnuma geliyor, beni pes ediyordu. Nefsime hakim olmaya çalışarak sohbetlerine kulak kabarttım. O yıllar Eşref Başaran Pamuk Satış Kooperatifi Başkanlığını yapıyordu. “Kooperatif” kelimesi sık sık tekrarlanıyor, konuşmalar sertleşerek tartışmaya dönüşüyor, çok geçmeden gülüşmeler arasında kadehler tokuşturuluyordu.

Gece yarısına doğru damdan atlayıp gözden kayboldum. Üzerimde doğru dürüst elbise yoktu. Bu halde şehir dışına çıkmam mümkün olmayacaktı. Eve de gidemezdim. Polisler mutlaka geleceğimi hesaplayıp bir tuzak kurmuş olmalıydılar. Çaresizlik içinde kıvranıp dururken aklıma Mehmet Gülten geldi. Belki yardımı dokunabilir düşüncesiyle evine gittim.

Birçok insan gibi Mehmet Gülten de serin oluyor diye yaz aylarında evin damına yatak serip uyurdu. Duvara yakın gelip küçük bir taşı Mehmet Gülten’in yatağına fırlattım. Korkuyla uyanıp, “Kim var orada?” diye bağırdı.

“Mehmet yavaş konuş! Ben Rutto!” diye fısıldadım. Mehmet Gülten aşağı inip beni bir köşeye çekti, telaşla konuştu: “Rutto bütün polis ve jandarma peşinde!”

Karnımı bir güzel doyurduktan sonra, kendisinden evimize gidip elbiselerimi getirmesini istedim. Daha sonra bunun temkinli bir hareket olmayacağına karar verip vazgeçtik. Yarın uygun zamanda Mehmet Gülten anneme gidecek, elbisemi alıp dükkanında benim için saklayacak, ben de güvendiğim arkadaşımı göndertip elbisemi aldırtacaktım.

Bir gün sonra her şey planladığımız gibi geçmiş, elbiselerim üzerimde, hazır halde, gece yarısını sabırsızlıkla bekliyordum.

TEKRAR YAKALANDIM!

Halfeli köyüne yakın mevkiden geçerek Zor dağlarına tırmanışa geçtim. Amacım, dayılarımın köyü Kellehemo’ya ulaşmak, orada saklanmaktı. Evler yaylada olduğundan köy yeri bomboştu. Yürüyüşüme devam ederek, köyün yukarısındaki obaya (zoma) vardım.

Zoma’da alışılmışın dışında bir sessizlik vardı. Kimse ortada görünmüyordu. Önüme çıkan bir çobandan durumu anlamaya çalıştım. Çoban: “Oba halkının bir kısmı Doğubayazıt tarafındaki bir düğüne iştirak etmek için yola çıktılar. Bir kısmı tırpanlarını alıp, buğday ve ot biçimine gittiler. O yüzden köy yeri bomboş!”

Açlıktan takatim kesilmişti. Kendimi kıl çadırlardan birisine attım, kulin dediğimiz mutfak bölümüne geçip, karnımı doyurdum. Yorgunluk da üzerime çökünce çadırın bir köşesinde uyuya kalmışım.

Öğlene doğru birisi beni elindeki çubukla döverek uyandırdı. Korkuyla gözlerimi açtığımda bunun Hesene Derviş isimli şahıs olduğunu gördüm. Meğerse çadır onunmuş! Birkaç ay önce Iğdır’da, bir kumar partisinde Hesene Derviş’in elindeki tüm parayı almakla kalmamış üstelik bir güzel de dövmüştüm. Şimdi kader beni dönüm dolaştırmış getirip onun çadırında uykuya yatırtmıştı!

Hesene Derviş, polis tarafından arandığımdan haberdardı. Yardımcılarıyla beni bir güzel bağladı. Kendisi atın üstünde ben yayan olmak üzere yola koyulduk. Vücudumu saran ipin bir ucunu elinde sıkıca tutuyordu. Iğdır’a doğru yola koyulduk.

Halfeli köyünün içinden geçerken Torun ailesinden Emin Güneş ve birkaç akrabası Hesene Derviş’e küfürler savurup beni serbest bırakması için ısrar ettiler. Benim Naci Güneş’le bağlantılı arandığımı herkes duymuştu. Kendi kendime umutlandım:

“Torunlar (Güneş Ailesi) ne yapar eder beni mutlaka Hesene Derviş’in elinden kurtarırlar” Ancak Hesene Derviş beni kendi eliyle Hüsnü Bingöl’e teslim etmekte öylesine kararlı ve ısrarlıydı ki kimse fazla üstüne gidemedi. Öyle ya Hüsnü Bingöl onların da başına bir şeyler getirebilirdi!

Iğdır’a yaklaştığımızda Hesene Derviş’e yalvardım: “N’olur, hiç olmasa Hüsnü Bey’e kendi isteğimle sana teslim olduğumu söyle de cezam hafiflesin!”. Hesene Derviş cevap vermedi, bıyık altından gülmekle yetindi.

Beni yakındaki jandarma karakoluna teslim etti. Yakalandığım haberi kasabada hızla yayıldı. Annem saçını başını yolmuş, perperişan bir kılıkla karakoldan içeri girdi. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Halk arasında, “Hüsnü Bey Rutto’yu mutlaka kurşuna dizer!” şeklindeki haklı dedikodu yüzünden annem biricik oğluyla ölmeden önce doyasıya hasret gidermek istemişti. Ümitsiz gözlerle bana bakakaldı.

Karakol komutanı Nuri Başçavuş iyi bir insandı. Annemi teskin edip moral vermeye, her şeyin iyi olacağına inandırmaya çalıştı. Ancak annemin bir köşeye oturup sessizce ağlamasına engel olamadı.

Akşama doğru jandarmalar beni önlerine katıp Hüsnü Bingöl’ün evine götürdüler. Hesene Derviş de kafilenin en arkasında kahraman edasıyla yürüyerek geliyordu.

Askerler, beni ve Hesene Derviş’i, bir odadan içeri alıp hazır ol duruşunda beklememizi istediler. Çok geçmeden Hüsnü Bingöl içeri girdi. Gözlerini bana dikti. Hesene Derviş’e dönerek sordu:

“Rutto’yu nasıl yakaladın?”

“Dağlara doğru kaçarken arkasından gidip zorla yakaladım. Teslim olmak istemiyordu!”

Kızgınlıkla Hesene Derviş’e küfrü bastım:

“Ulan vefasız! Ben senin evine geldim, yemeğini yedim sonra da ‘Beni Hüsnü Bey’e teslim et’ diye ricada bulundum. Sen de kabul ettin! Şimdi de ifadeni değiştiriyorsun!”

Hüsnü Bingöl, yanıma gelip yüzüme şiddetli bir tokat indirdi. “Benim olduğum yerde küfür edemesin!” diye bağırdı. Hesene Derviş’i uzaklaştırdıktan sonra bana nasihat etti:

“Çok düşüncesiz hareket ettin. Peki ya jandarmalar seni vurup öldürseydiler veya başına daha kötü bir iş gelseydi o zaman ben vicdan azabı çekecektim. Bir daha kaçmaya teşebbüs etme, tamam mı?”

Hüsnü Bingöl beni kolumdan tutup odadan çıkardı, Haydar Çavuşa teslim etti. Çavuş, olup biten yüzünden çok fırça yemiş olacak ki beni görür görmez yumruklamaya başladı. Gürültüye gelen Hüsnü Bingöl çavuşa sert çıktı: “Bundan böyle Rutto’ya bir fiske dahi vurulmayacak, yoksa karışmam!”

Beni bu kez içinde bir Ermeni’nin olduğu bir odaya aldılar. El ve ayaklarımı 64 kg ağırlığındaki bir zincirle bağlayıp gittiler. Ermeni az Kürtçe biliyordu. Elinden geldiğince nasihat etmeye çalışıyor, “Rutto diline sahip ol! Çok konuşma!” diyordu.

Aradan birkaç hafta geçti. Olayları değerlendirdiğim zaman Hüsnü Bingöl’e olan sevgim ve saygım artmıştı. İnsanlara haksız muamele etmiyor, görevi ne emrediyorsa öyle hareket ediyordu.

Biçare annem de her gün Hüsnü Bingöl’ün evine gidip hanımına ev işlerinde yardımcı oluyor, ailenin güvenini kazanmaya çalışıyordu. Fırsat buldukça yanında getirdiği ciğer yahnisini, yoğurdu şefkat ve hasretle elime tutuşturuyor, gözyaşlarını deryesiyle (elbise) silip yanımdan uzaklaşıyordu. Ben de kimi kimsesi olmayan Ermeni’yle oturup annemin getirdiklerini iştahla yiyordum.

ÖZGÜRLÜK

55 gün gözetimde kaldım. Bir akşam jandarmalar beni Hüsnü Bingöl’ün odasına götürdüler. Annem masum bakışlarla bir köşede durmuş, iki eli bir pençe sessizce bana bakıyordu. Hüsnü Bingöl Kürtçeyi iyi konuşabiliyordu. Anneme önce Kürtçe konuştu:

“Ew kure te ye. Teslimi te dikim!” (İşte oğlunu sana teslim ediyorum!)

Sonra Türkçe konuştu:

“Bir koşulum var. Rutto hiç kimseye burada olup bitenler hakkında tek kelime etmeyecek yoksa tekrar hücreye tıkarım, tamam mı? Git hemen belediyede çalışan Enver Usta’yı getir zincirleri açsın!” .

Annem, yüzünde sevinç, odandan çıktı. Çok geçmeden zincirden kurtuldum, annemin yanında eve döndüm. O gün kendimi gerçekten çok mutlu hissediyordum. İşin güzel yanı o günden sonra herkes benden çekinir olmuştu.

“Hüsnü Bey Rutto’yu çok sevdiği için serbest bıraktı” diye bir dedikodu yayılmıştı. Hatta bir keresinde polis beni nezarete atınca Hüsnü Bingöl haber göndertip beni serbest bıraktırmıştı. Bu haber de insanların dikkatinden kaçmamıştı. Artık Hüsnü Bingöl’ün sevgisini ve korumasını kazanmış ayrıcalıklı bir Rutto idim!

AJANLIK YILLARI

Rutto hareketli ve zeki bir gençtir. Kısa sürede sokakların efendisi olur. Azerilerle Azerice, Kürtlerle Kürtçeyi çok iyi konuşur. Iğdır’da belki de üç dili (Azerice, Kürtçe, Türkçe) bu hızda ve bu mükemmellikte konuşan tek insandır. Bu yüzden her yere girip çıkma şansını yakalar. Biriktirdiği parayla bir at satın alır. Geniş heybeleri atına yükler, İran’ın yolunu tutar. Bu şekilde kaçakçılık hayatı başlar.

O yıllar Hüsnü Bingöl’ün en büyük sorunu Türkiye için büyük bir tehdit olarak gördüğü Komünist ve Şii casusluk şebekesini çökertmektir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı zararlı olduğunu düşündüğü Sovyet mültecileri ve İran ajanı olduğu yönünde şüphe taşıdığı Caferi Mezhebinden halk üzerinde baskı ve kontrol kurmaya çalışır.

Hüsnü Bingöl, Rutto’yla bir anlaşma yapar. Rutto halk arasında ne olup bittiğini Hüsnü Bingöl’e iletecek, Hüsnü Bingöl de Rutto’nun kaçakçılığına göz yumacaktır.

Rutto çok mutludur. Bıyıklarını tıpkı Hüsnü Bingöl gibi hilal şeklinde yukarı doğru kıvırır, halkın arasına karışır. Ne zaman ki başı polis veya jandarmayla derde girse onların kulağına sihirli ‘Hüsnü Bingöl’ kelimesini fısıldar, onlar da elleri ateşe değmiş gibi Rutto’dan uzak dururlardı.

Böylece Iğdır’da Rutto efsanesi doğar. Gel zaman git zaman o kadar fıkra Rutto’ya mal edilir ki hangisi gerçek hangisi uydurma ayırt etmek imkânsızdır. Bilinen bir gerçek var ki o da Rutto kişiliğinin Hüsnü Bingöl döneminin vazgeçilmezi olmasıdır.

BENİM HATIRIMI KIRMAZ

Rutto şeytani bir zekâya sahiptir. Bir gün İran’dan getirdiği kaçak malları kendisiyle birlikte çalışmaya ikna ettiği bir Kürt gezici satıcıya(çerçi) verir, adamı Kürt obalarına gönderir. Gezici satıcı, her obada aşiret ileri geleninin huzuruna çıkar:

“Efendim size İran’dan hediye getirdim. Seçin beğenin alın!”

Ağa buna çok sevinir, eşlerini de çağırır. Herkes gönlünce bir şey seçer alır. Çerçi bu şekilde bütün obaları tek tek dolaşır, ağaları hediyeye boğar.

Aradan birkaç hafta geçer. Rutto atına atlar, çerçinin hediye dağıttığı ağaların kapısını çalar:

“Çok üzgünüm. Size kötü bir haberim var. Kaçak eşya satan bir çerçi dağlarda dolaşırken yakalandı. Hüsnü Bingöl sorguya çekti. Adam her şeyi itiraf etti. Ben de oradaydım. Baskı altında sizlere kaçak eşya sattığını falan hep anlattı. Adam şu an nezarethanede! Yakında kurşuna dizilecek. Hüsnü Bingöl düşünüyor ki bu işten siz de menfaat sağladınız. Adınız kara listede. Yakında Hüsnü Bingöl sizi çağıracak. Ama biliyorsunuz Hüsnü Bingöl benim hatırımı kırmaz. Ben buna engel olabilirim ama siz de gönlünüzden ne kopsa…”

Panikleyen ağalar tereddüt etmeden istenen ücreti verir. Rutto bu şekilde bütün ağalardan haracını toplar, Iğdır’a döner. Parası bittiği zaman tekrar atına atlar, ağaların yanına gider, yeni bir istekte bulunur:

“Ben söz verdiğim gibi elimden geleni yaptım, Hüsnü Bingöl’ün sizi çağırıp sorguya çekmesine engel oldum. Ancak Hüsnü Bingöl’ün finosu hastalanmış, morali çok bozuk olmalı ki birden aklına kara liste geldi. Emir vermiş, hepinizi tek tek sorguya çekecek. Ama biliyorsunuz Hüsnü Bingöl benim hatırımı kırmaz. Ben buna engel olabilirim ama siz de gönlünüzden ne kopsa…”

DÜĞÜNDE GÜZEL OYNUYORDUN

Bir ara Hüsnü Bingöl, Rutto’nun ajan olarak sadakatinden şüpheye düşer. Rutto’nun arkasından başka bir ajanı İran’a gönderir. Ajan, Rutto’yu takibe alır hatta bir düğünde halay çektiğine de tanıklık eder. Iğdır’a döner, İran’da gördüklerini Hüsnü Bingöl’e özetler.

Rutto, İran’dan dönünce Hüsnü Bingöl Rutto’dan rapor ister. Rutto birçok şeyi anlatır ama düğünü atlar. Hüsnü Bingöl hafifçe gülümser:

“Maşallah düğünde de çok güzel halay çekiyordun ha!”

Rutto, Hüsnü Bingöl’ü bu bilgiye nasıl ulaştığını bilemez ama o günden sonra her şeyi olduğu gibi Hüsnü Bingöl’e anlatmayı alışkanlık haline getirir.

HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN BEDELİ

Hüsnü Bingöl bir gün İran istihbaratı için ne kadar değer taşıdığını bilmek ister. Rutto’yu bunu anlamak için görevlendirir. Rutto, İran’a gider. Bir yolunu bulup birlikte çalıştığı bir arkadaşını İran istihbarat elemanlarıyla temasa geçmesini ve şayet Hüsnü Bingöl’ü öldürürse karşılığında alacağı mükâfatın pazarlığını yapmasını sağlar.

Rutto bir hafta sonra geri döner. Hüsnü Bingöl’ün çalışma odasında huzuruna çıkar:

“Bey Amca! Gözün aydın! İranlılar sizi öldürmemiz için 5000 koyun bir kilo altın vermeyi kabul ediyorlar.”

Hüsnü Bingöl, hafifçe gülümser:

“Daha ne bekliyorsun Rutto! Tabancanı çek, vur beni!”

Rutto kendisinden beklenmeyen bir cevap verir:

“Hüsnü Beg! Hüsnü Beg! Senin değerin altınla koyunla ölçülemez!”

SÜNNET AVI

Hüsnü Bingöl, Sovyet Rusya’dan bölgeyi iyi bilen Ermeni ajanların Iğdır’a sızacağı yönünde bir ihbar alır. Kendisine köy ve şehir merkezinde hizmet veren sivil ajanlarını huzuruna çağırtır. Rutto da onların arasındadır:

“Bu tehlikeyi ancak bir şekilde alt edebiliriz: Şüpheli gördüğünüz herkesin sünnetli olup olmadığını kontrol edin!”

Rutto sınıra yakın bir köy girişindeki yola oturur, yabancı birisinin gelip gitmediğini kontrol eder.

Bir atlı görünür. Rutto adamı ilk kez görmektedir. Önünü keser. Atlı da durur.

Rutto:

“Sana zahmet hele bir aşağı in!”

Adam atından iner.

“Sigaran var mı?”

Adam tütün tabakasını uzatır. Rutto yavaş yavaş tütün sararken bir yandan çaktırmadan adamın hal ve ahvaline bakar, kendince bir anlam vermeye çalışır. İkna olmaz, sorar:

“Sünnetli misin?”

“Elbette! Niçin soruyorsun?”

“Bizim köydeki köpekler sünnetsiz birisini kokusunu alır almaz bütün güçleriyle havlayıp dururlar, koyun sürüleri ürküp kaçar, çobanlar birbirine bağırır, köy yeri altüst olur.”

Adam:

“Telaşlanmanıza gerek yok! Dur göstereyim!”

Adam çıkartıp çükünü gösterir. Sünnetlidir.

Başkasının tenasül aletini görmekten rahatsız olan Rutto sitem eder:

“Tamam, anladık, sünnetlisin. Ne ağzıma sokacak gibi sallayıp duruyorsun!”

MAKÜ’DEKİ HANCI

İranlı ajanlar Rutto’dan şüphelenmez hatta onu sıradan bir kaçakçı olarak görüp önemsemezler. Rutto da korkusuzca halkın arasına karışır, kaçak eşyalarını heybelere doldurur, birkaç gün Makü’de kaldıktan sonra Iğdır’ın yolunu tutardı. Yine böyle bir gün rutin alışverişini yaptıktan sonra bir handa dinlenmeye çekilir. Han sahibi de Hüsnü Bingöl’ün ajanıdır ama her ikisi de bunu bilmemektedirler. Han sahibi, Rutto’nun Iğdırlı olduğunu öğrenince yanına yaklaşır:

“Iğdır’da Hüsnü Bingöl isminde bir zalim var. Aman kendine dikkat et!”

Rutto da şüphe çekmemek için adamı teyit eder:

“Hem de ne zalim! Nefes aldırtmıyor.”

Bu konuşmaları duyan İranlı bir ajan yanlarına gelir:

“O zalim bize çok zarar veriyor. Şah, Hüsnü Bingöl’ü öldürene büyük para verecek.”

Han sahibi ve Rutto, bu göreve istekli olduklarını beyan ederler. Kim önce öldürürse mükafatı da o alacaktır.

Han sahibi ve Rutto, birbirinden habersiz son hızla Iğdır’a doğru yola çıkarlar.

Rutto, Hüsnü Bingöl’ün huzuruna çıkar, heyecanla kendisini bekleyen tehlikeden haberdar eder:

“Boyu posu şöyle, görünüşü şöyle, şu yaşlarda bir han sahibi sizi öldürmek için İranlı ajanlar tarafından görevlendirildi.”

Hüsnü Bingöl kendisine özgü tatlı sert bir şekilde gülümser. Yardımcısı Durak’a seslenir, diğer odada bekleyen misafirin içeri alınmasını ister. Rutto, karşısında han sahibini görünce dili tutulur gibi olur. Han sahibi de ondan geri kalmaz. Şaşkınlıkları gidince Hüsnü Bingöl, Ruto’ya sitem eder:

“Eğer Hancı gerçekten beni öldürmeye gelseydi, hedefine ulaşacaktı çünkü sen geç kaldın!”

Rutto söyleyecek söz bulamaz:

“Merak etmeyin Bey Amca! Ben de onu gidip Makü’de öldürüp intikamını alacaktım.”

HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN IĞDIR DÖNEMİNDEN KESİTLER

İSMAİL AĞIRKAYA ANLATIYOR:

“Hüsnü Bingöl memleketini ve milletini seven son derece dürüst bir insandı. Parada pulda gözü yoktu. Vatan sevgisini kendisine ilke edinmişti. Aleyhinde hiçbir zaman konuşulmayan ender bir simaydı. Ağabeyim Hacı Ekber’in başından Hüsnü Bingöl’le ilgili olarak tatsız bir olay geçmişti.

Bir gün ağabeyim Iğdır’daki kahvehanelerin birinde tanımadığı insanlarla sohbet ediyormuş. Kars’tan gelmiş yabancı birisi Hüsnü Bingöl’ün aleyhinde laf edince hiçbir neden yokken ağabeyim de bu konuşmaya ortak olmuş adamı cesaretlendirmiş, Hüsnü Bingöl’ün kötülüklerinden (!) dem vurmuş. Hüsnü Bingöl’ün her yerde kulağı vardı. Bu durum kendisine rapor edildiğinde uyarı yapmak niyetiyle ağabeyimi yanına çağırtır:

“Babanı ve aileni çok iyi tanıyorum. Niçin böyle şeylere karışıyorsun? Söylediklerinden bir tanesini ispat et desem edemezsin.”

Ağabeyimin korkudan benzi atmış. Hüsnü Bingöl, bu kez sesini yumuşatıp, ağabeyimin sırtını şefkatle sıvazlamış. Gönlünü aldıktan sonra eve göndermiş.”

AYDIN AKGÜN ANLATIYOR:

“Iğdır’ın seçkin ailelerine mensup 17 lise ve ortaokul öğrencisi grup halinde, belediyeye ait açık hava tiyatrosunda program yapan Garibe adlı şarkıcıyı dinlemeye gitmiştik. Paşa Turan, Hüseyin Çınar, İbrahim Güzelsoy, Halil Ulusoy, Cemalettin Güneş, Kâmil Taner, Timur Toksöz hatırladığım isimlerden birkaçı…

En ön sırada oturup şarkıları zevkle dinliyorduk. Programın sonuna doğru, Kâmil Taner kâğıda istek şarkısı yazıp sanatçıya uzattı. Şevket isminde polis ve bekçi Salih yanımıza gelip, “Sazın nizamını bozuyorsunuz” diyerek bizi salondan çıkartmak istediler. Önce direndik ama bizleri yanlarına katıp karakola götürdüler. Hiçbir neden yokken, tekmelemeye başladılar. Aşağılanmaya dayanamayıp 17 genç bir olup polis ve bekçiyi aramıza alıp bir güzel haşladık. Silahlarını alıp uzaklaştık.

Ciddi bir suç işlediğimizi biliyorduk. Ben Melekli köyüne; Hüseyin Çınar Küllük köyüne; Timur Toksöz Aralık’a ve diğerleri kendilerine yakın buldukları köy ve mezralara kaçıp saklanmışlardı. Günlerce perperişan kırlarda yaşayıp jandarmanın takibinden kaçtık. Durumumuz trajik hal alınca, Abdürrezak Güneş, Resul Taner gibi ileri gelenler Hüsnü Bingöl’ün yanına gidip yardım istediler. Affedildik. Güvenlik güçlerine mukavemetten bir gün hapis cezası aldık ama onu da “bir lira” tutarında para cezasına çevirdiler. Ancak Kâmil Taner’i yakaladıklarında, ona pek müsamaha göstermediler. “elebaşı” sıfatıyla sorguya çekip dövdüler.”

HACI SAFİYE (KAKİOĞLU) ALAGÖZ ANLATIYOR:

“Babam Mehmet Kakioğlu, doğu bölgesindeki il ve ilçeleri dolaşır, bakır toplarmış. Bir gün yolu Hınıs’a düşer. İşlerini yoluna koyduktan sonra bir arkadaşının evine davet edilir. Çapkınlığı elde bırakmayan babam, bahçede oturup elinde dürbünle subaşında kilim yıkayan kızları dikize alır. Annemi o şekilde görüp beğenir. Hüsnü Bingöl o zamanlar Hınıs’ta subay olarak görevlidir.

Annemin düğün merasiminde babam ve Hüsnü Bingöl tanışıp dost olurlar. Çok geçmeden Hüsnü Bingöl de, Hınıslı Karapapak kökenli Mehmet (Güner) Ağa’nın kızıyla evlenince, iki aile bir bakıma akraba gibi olurlar.

Hüsnü Bingöl annemle babamın düğün yemeğine (1926) davet edilenler arasındaymış. Yemek sırasında başından ilginç bir olay geçer.

Fazıl Ağa’nın oğlu Mehmet Kakioğlu’nun evlendiğini duyan Hüsnü Bingöl lacivert renkte pırıl pırıl takım elbisesiyle konuk masasındaki yerini alır. O gün misafirlere Bitlis yöresinin ünlü yemeği, içi erimiş yağ dolu köfteler ikram ediliyormuş. Hüsnü Bingöl köftenin içinde sıvı yağ olduğundan habersiz, köfteyi iştahla ısırır, bir fıskiye gibi fışkıran yağ ceketini boydan boya kaplar. Lekenin temizlenmesi mümkün olmadığından Hüsnü Bingöl ertesi gün terziye gidip aynı kumaştan ikinci bir ceket daha diktirir.

Hüsnü Bingöl aile dostumuzdu. Özellikle annemi çok severdi. İki aile sık sık bir araya gelir, birlikte yer içerlerdi. Hasta olduğu zaman mutlaka birkaç askeri anneme gönderirdi:

“Kumandanımız hasta! Yemek istiyor!”

Hüsnü Bingöl, annemin yemeklerine tutkundu. Böyle günlerde annem çiğ denden (buğday) yoğurt çorbası yapar, demir kalıplardan çıkmış kıtır kıtır tatlıları bir sepete koyup gönderirdi. Buna karşılık annemin ne zaman yardıma ihtiyacı olsa, odun mu kırılacak, çarşı-pazardan malzeme mi taşınacak Hüsnü Bingöl’den yardım isterdi. Birkaç asker daşkalarla (at arabalarıyla) malzemeleri eve taşır, anneme yardımcı olurlardı.

Bir gün Hüsnü Bingöl kendisine hediye edilmiş değerli bir tespihi anneme uzatır:

“Zinnet Hanım! Ben namaz kılmıyorum. Al şu tespihi, namaz kıldığın zaman sahibine dua et!”

HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN ÇOCUK SEVGİSİ

Hacı Safiye (Kakioğlu) Alagöz anlatıyor:

“Hüsnü Bingöl, Mecit Hun’un oğlu Atila’yı çok severdi. Mecit Hun, ilk evlendiğinde Şeyh Xano’nun evine yerleşmiş, Atila da o evde dünyaya gelmişti. Kapı komşu olan Hüsnü Bingöl’ün kızları, Şükran ve Müjgan, Atila’yı gelip evden alır, Hüsnü Bingöl’e götürürlerdi.

Mecit Hun’un eşi Naciye Ablam, Atila’yı geri getirme işini bana vermişti. Yine bir gün Atila’yı getirmek için Hüsnü Bingöl’ün evine gitmiştim. Evden içeri girince unutamadığım bir sahneyle karşılaştım. Hüsnü Bingöl ellerini havaya uzatmış, 1-2 yaşındaki Atila’yı hoplatıp duruyordu. Atila’nın belden aşağısı çıplaktı.

Birden çocuk, kendini tutamayıp Hüsnü Bingöl’ün göğsüne sağanak halinde boşanıverdi. Hüsnü Bingöl yaramaz çocuğu, havada tutarak kendinden uzaklaştırdı, sakin ses tonuyla:

“Şükran, kızım! Bir bez getir, oğlanın sidiği göğsüme değdi!”.

Hüsnü Bingöl’ün evine çeşit çeşit lokumlar, çikolatalar gelirdi. Paketler açılmadan öylece üst üste dururdu. Atila geldiği zaman bunlardan birini kapar, koşar adım dışarıya yönelirdi. Hüsnü Bingöl de şakadan seslenirdi:

“Ulan! Sen bizim payımızı da alıyorsun, gel beraber yiyelim!”

Paketi birlikte açarlar, O ancak bir tane alır, gerisini yine Atila aceleyle kapıp, koşar, oradan uzaklaşırdı.

Şeyh Xano’nun eviyle Hüsnü Bingöl’ün evi aynı bahçeye bakardı. Birisinin penceresinden diğerinin odaları rahatlıkla görünürdü.

Odanın birisine de tavandan asma beşik kurulmuştu. Naciye Ablam ev işleriyle meşgul olduğunda Atila’yı beşiğe kor, işinin başına dönerdi.

Bir gün Hüsnü Bingöl pencereden Atila’nın beşikten düştüğünü görür. Ayağında terliğiyle koşturur. Naciye Ablamı tedbirsizliği nedeniyle azarlar. Atila’yı eline alır, sahiplenir:

“Oğlumu artık sizlere vermiyorum!”

HÜSNÜ BİNGÖL’ÜN ZİNDANI

Hacı Safiye Alagöz anlatıyor:

“Hüsnü Bey’in zindanı diye tabir edilen yer, evinin tam karşısında, küçük penceresi olan tek odalı bir damdı. Çocuk olarak hatırımda kalan, bir gün getirilen iki Rus oldu. Birisi genç, saçları dümdüz ve düzgün taralı, diğeri de yaşlıydı. Hüsnü Bingöl onlarla Rusça veya Ermenice konuşuyordu.

Tutuklular ayakları zincire vurulu halde akşamları zindan önüne çıkarılır, güneşlenmelerine izin verilirdi.

Bir gün annem bir aile toplantısında Hüsnü Bingöl’e sorar:

“Hüsnü Bey siz bu adamlara ne yapıyorsunuz? Dövüyor musunuz?”

“Gerektiğinde elbette! Konuşmuyorlar ne yapalım!”

HERİZ HANIM

Hacı Safiye Alagöz anlatıyor:

“Heriz adında Erzurumlu bir kadın vardı. Kocasının adı Mikail idi. Hüsnü Bingöl onu düzenli olarak Rusya’ya casusluk amacıyla gönderirdi. Görevinin tehlikeli olduğunu bilen adam bir gün karısına vasiyet eder:

“Hanım! Eğer geri dönmesem, yedi yıl bekle! Ondan sonra evlenmek hakkındır”

Gerçekten de korkulan başa gelir. Adam dördüncü kez Rusya’ya doğru yola çıkar, bir daha geri gelmez. Komşumuz Heriz Hanım iki oğluyla kocası döner diye bekler.

Evli olan Fazıl Baykal gönlünü Heriz Hanım’a kaptırır. Evlenme teklifinde bulunur ama “Hayır!” cevabını alır.

Bir gece Fazıl Baykal gizliden Heriz Hanımın evine gelir, pencereyi tıklatır. Korkuya kapılan Heriz Hanım bağırınca komşular yardıma koşar.

Sabah olunca Heriz Hanım babamın yanına gelip, Fazıl Bey’in evlilik teklifiyle ilgili akıl danıştı. Babam makul karşılayınca, Heriz Hanım, Fazıl Baykal’a ikinci eş olarak gitti.

MAHMUT ALAR ANLATIYOR

Not: Kızılbaşoğlu aşireti Ağrı Dağı İsyanına destek verir. İsyan 1930 yılında yenilgiyle sonuçlanınca aşiret İran’a geçer.

“Ağrı Dağı İsyanın dağılmasından sonra aşiretimiz İran’a geçti. Bizi sınırda İran güvenlik kuvvetleri karşıladı. Her aşireti belli bir bölgede mecburi iskâna tabii tutuyorlardı. Böylece İran içindeki sürgün yaşantımız başlamış oldu.

Ben birinci yaşımı Evoğlu ilçesinde, ikinci yaşımı Tebriz bölgesinde tamamladım. Zencan ilinin Hiceş köyünde de 11’nci yaşıma girdim.

Zencan, Azeri bölgesiydi. Biliyorsunuz, çocukluk hatıraları önemlidir. Aradan 55 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Hiçeş köyüne tekrar gittim. Orada uzun yıllar yaşayıp ve ölen bir dayım vardı. Mezarını ziyaret edip, manevi varlığını yad etmek istedim.

Köyün orta yerindeki kahvenin önünde arabadan indim. Köyde her şey değişmişti! Oradaki yaşlılara kendimi tanıttım:

“Yoksa siz Ketxuda (Muhtar) Ali Bey’in yakını mısınız? İyi bir insandı. İbrahim ve Mahmut adında iki oğlu vardı.”

“İşte o Mahmut benim!”, dedim. Sarıldık, hasret giderdik. Azeri dostlarla birlikte mezarlığa gidip orada yatanların ve akrabalarımın ruhuna Fatiha okuyup, ayrıldım.

1941 yılında 11 yaşımda iken Ruslar Zencan ilini ve kuzey İran’ı işgal ettiler. İngilizler de zannedersem güneyden gelip Ruslar’la güçlerini birleştirdiler. Bölgede yeni bir siyasi otorite oluştu. Böylece İran hükümeti tarafından hakkımızda verilmiş olan mecburi iskan kararı da hükmünü kaybetti.

Eşyalarımızı merkeplere yükleyip Makü bölgesine doğru yola çıktık. Tam 28 günlük bir yolculuktan sonra İran Kürdistan’ı sınırları içinde kalan İrint kasabasına yerleştik. Ağrı Dağı İsyanı liderlerinden Şeyh Abdülkadir de orada ikamet ediyordu.

1945 yılında Mehabat Kürt Cumhuriyeti kuruldu, Muhammed Qazi cumhurbaşkanı, Molla Mustafa Barzani de Genel Kurmay başkanı oldu. Şeyh Abdülkadir, Celali ve Milan Aşiretlerinin yönetiminden sorumlu bölge Valisi olarak atandı.

1946 yılında Mehabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluş yıldönümü için İrnit kasabasında görkemli bir tören hazırlandı. Herkes gibi ben de tepeden tırnağa silahlıydım. Omzumda mermiliğim ortalıkta dolaşıyordum. Tören günü davul, zurna sesi ortalığı doldurmuştu. Dediler İhsan Nuri Paşa Tahran’dan gelmiş! Heyecanla karşılamaya gittik. Orta boylu, esmer ve dolgun birisiydi. Üzerinde sivil elbiseler vardı. İhsan Nuri Paşa törenden sonra Tahran’a döndü.

1947 yılında Rus kuvvetleri geri çekilince Mehabad Kürt Cumhuriyeti ayakta kalamadı. 8 Şubat’ta Cumhuriyet dağıldı. Kışın ortasında Şeyh Hasan’la beraber Helikan aşiretinin bölgesi olan Ağugöl’e gittik. İlkbahara kadar orada kaldık.

Bu arada Iğdır MAH Bölge Şefi Hüsnü Bingöl’le temas halindeydik. Tekrar Türkiye’ye geçiş için emir bekliyorduk. Bir gün istenen izin geldi. Sakan ve Kızılbaşoğlu aşiretleri birlikte Küçük Ağrı Dağı eteğindeki Düjüj tepesine geldik. 40 gün orada kaldık.

İzin emiri geldiği zaman hayal kırıklığına uğradık. Sadece 9 kişiye izin verilmişti! Geriye kalan bizler kör pişman tekrar İran’daki yerimize geri döndük. 4 gün sonra Hüsnü Bingöl’den bir haber daha geldi:

“Ankara’dan 40 aile için daha izin aldım. 4-5 aile birleşerek peyderpey gelin!”

70-80 aile Türkiye’ye giriş yaptık. Ama aşiretimizin büyük çoğunluğu İran’da kaldı ve Türkiye’ye gelmekten tamamen vazgeçtiler.

Bizleri Aralık’a yakın bir yerde 40 gün süreyle karantinada tuttular. T.C vatandaşlık haklarımızı kaybettiğimiz için ilticacı olarak hakkımızda yasal kağıtlar düzenlendi ve Aralık’a bağlı Hasanhan köyüne yerleştirildik.

Fakat kaderin bir cilvesi olarak bir zamanlar Kızılbaşoğlu aşiretinin saldırısına ve gaspına uğramış olan bir Kürt aşireti bize saldırmaya ve taciz etmeye başladı. Taşburun’dan gelip mallarımızı dağıtıyorlar, tehdit ediyorlardı.

Bir gün Hüsnü Bingöl babamı yanına çağırdı;

“Ali Bey, devlet değil ama Kürtler sizi perişan edecek! Bu nedenle aşiretinizin Orta Anadolu’ya nakli için hükümete yazı yazdım.”

1947 yılında Kayseri’nin Felahiye nahiyesine gönderildik. İki yıl orada kaldıktan sonra vilayet merkezine taşındık. Tunceli Milletvekili Necmettin Tunç sorunumuzla ilgilendi. Dönemin Başbakanı Hasan Saka’ya telefon açtı:

“Bir devletin insanların istediği yerde yaşama ve vatandaş olma özgürlüğünü elinden almaya hakkı yoktur. Kızılbaşoğlu aşiretinden 486 insanı sürgün hayatına mahkum etmişiz. Bu hatanın düzeltilmesi için lütfen gerekeni yapın!”

1949 yılının Mayıs ayında Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlık hakkımızı tekrar kazanıp, Iğdır’a döndük. Ancak yasak bölge devam ettiği için isyandan önceki baba köylerimize dönmemiz engellendi.

Ağrı Dağı İsyan bölgesi Kürtlere yasak Azerilere serbestti. Iğdır Kaymakamı Ertuğrul Kürkçü bizi Halfeli köyü tarafındaki Çimen’e yerleştirmek istedi. Çimen bölgedeki aşiretlerin uğrak yeriydi. İlkbahar ve sonbahar aylarında yaylaya gidiş ve dönüşte, Çimen’i geçici konaklama yeri olarak kullanıyorlardı. Babam yapılan teklifi reddedince bu kez de o zamanlar hâlâ metruk olan Hasanhan köyü bize tahsis edildi. Yeni gelen Helikan ve Keleşkan aşiretiyle birlikte köyün nüfusu yavaş yavaş arttı.

1950 yılında yasak bölge kalkınca babam kendisine verilmek istenen tapuya heveslenmeden, babayurdu Karabağ (Gödekli) köyüne geri döndü. 40-50 Kızılbaşoğlu ailesinden sadece bizim aile Gödekli’ye gitti. Eski liderlerden Hesene Tozo’nun oğlu Yusuf Ağa’ya bağlı 40’ı aşkın ev Axura (Yenidoğan) köyüne yerleşti.

Axura oldukça eski bir yerleşim yeri. Rus yönetimi zamanında Kars’taki Ani şehrinden başlayan tarihi bir yol Axur’nın alt tarafından geçerek Korhan’a ulaşıyor, oradan da Küçük Ağrı ormanın içerisinden geçip İran’da ki Dambat şehrine ulaşıyormuş! Bu tarihi yolun izleri hala bellidir.

NACİ GÜNEŞ OLAYI

1945-46 yılları Iğdır için zor geçer. İkinci Dünya Savaşı galibi Sovyet Rusya; Kars, Ardahan ve Iğdır’ı geri istemektedir. Sovyet ordusunun her an Iğdır’ı işgal edeceği korkusu vardır. İlçenin zenginleri ve savaşlardan bıkmış bir kısım ahali Iğdır’ı terk eder. Bu ikinci Kaça-Kaç’tır. (Birinci Kaça-Kaç 1919’da yaşanmıştır.)

1945 yılına gelindiğinde Iğdır’ın saygın Kürt aşiret liderleri Ali Mirze Bey (Yiğit), Ahmed Şemo (Hun) ve Kerem Bey (Güneş) artık hayatta değildirler.

1945-55 yılları arasında Iğdır Kürt aşiretleri içinde en çok saygı gören isim Kerem Bey’in kardeşleri Abdürrezak ve Naci Beylerdir.

Abdürrezak Güneş olgun, sağduyulu, devlet işini ciddiye alan, görüşlerinde ve davranışlarında ölçülü ve temkinli bir liderdir. Naci Güneş özgürlüğüne, zevkine, sefasına düşkün, hoş sohbettir.

Casusluk faaliyetleri artınca Hüsnü Bingöl, halk üzerindeki otoritesini daha da güçlendirmek ister. Kürt kesim içinde buna direnen bir aile vardır: Aristokrat Güneş ailesi.

Hüsnü Bingöl aileyi dize getirmek için bir bahane kollar. Durup dururken haksız yere hücum ederse Kürtler arasında infial uyandıracağını bildiğinden sabırlı hareket eder.

Yakın takibe alındığını bilen Güneş ailesi, Hüsnü Bingöl’e karşı dikkatlidir. Birisi dışında: O da Naci Güneş’tir.

Bir gün Hüsnü Bingöl çamurlu yolda sert ve ciddi bakışlarını ahaliden ayırmadan dikkatli ve ağır adımlarla yürümektedir.

O an uzakta bir atlı belirir. Çamurlu yolda adeta dörtnala gitmektedir. Hüsnü Bingöl kendisini hem attan hem de çamurdan korumak için bir dükkânın önüne zor atar.

Süvari Naci Güneş’tir. At, Hüsnü Bingöl’e yakın gidince, Naci Güneş iki şeyi birden yapar: Elindeki kamçıyı atın bağrına şiddetle indirir ve bağırır:

“Keftar (yaşlı bunak)! Ediyorum, etmiyorum seni yola getiremiyorum.”

Naci Güneş’in bu sözleriyle atı mı yoksa Hüsnü Bingöl’ü mü hedef aldığı bilinmezse de halkta uyanan genel kanı, bu sözlerin Hüsnü Bingöl’ü hedeflediğidir.

Naci Güneş’in davranışı halk nezdinde tasvip görmez. Hüsnü Bingöl iyi bir fırsat yakaladığını düşünür. Eğer Naci Güneş’i hedef alırsa ahali bunu hak ettiğini düşünecektir. Ancak Naci Güneş tongaya nasıl düşürülecektir? Hüsnü Bingöl’ün bu konuda deneyim ve uzmanlık kazanmış dostları ve ajanları vardır.

Naci Güneş içki sofrasını sever. Masada özellikle rakı olunca Naci Güneş alkol alımında nerdeyse sınır bilmez.

Ağabeyi Abdürrezak Güneş defalarca sitem edip uyarmıştır, “Bu illeti içme!” diye ama nafile!

Hüsnü Bingöl senaryosunu içki sofrasını esas alarak kurar.

Bir gün yine Naci Güneş dostlarıyla (!) gecenin bir yarısına kadar sofra muhabbeti yapar. Eve gitme zamanı gelir. Naci Bey zil zurna sarhoştur, ayağa kalkmakta bile zorlanmaktadır. Bir fayton çağrılır. Dostları (!) Naci Bey’i faytona bindirir, birlikte karanlığın içinde yol alırlar.

Fayton uzun bir yolculuktan sonra Türkiye-Sovyetler Birliği sınır kapısı Markara (Alican) Köprüsü’ne varır. Naci Güneş eve yaklaştığını düşünür. Fayton önceden planlandığı gibi yasak askeri bölgeyi aşar, köprünün yanı başına gelir. Naci Güneş faytondan indirilir. Dostları (!) bir zaman koluna girer, birlikte yürürler. Naci Güneş’e köprü üzerindeki ışıklar gösterilir:

“İşte eve geldik! Artık biz gidiyoruz.”

Naci Güneş yapayalnız kalır. Sendeleyerek Markara Köprüsü’ne doğru adımlarken Jandarma önünü keser, şüpheli casus iddiasıyla Hüsnü Bingöl’e teslim edilir. Hüsnü Bingöl, Naci Güneş’i kodese attırır.

Bu haber iletildiğinde, Abdürrezak Güneş İdirmava’daki evinde kahvaltıya hazırlanmaktadır. Haberin detaylarını öğrendikten sonra ağzından şu cümle çıkar:

“Ben Naci’ye kaç defa söyledim, o rakı denen zıkkımı içme! Başka bir şey içseydin! Votka içseydin, şarap içseydin!”

Naci Güneş, Hüsnü Bingöl’ün özel hücresinde 5-6 ay hapis yattıktan sonra Erzurum’a gönderilir. 3 yıl da Erzurum cezaevinde kalır. 50’li yılların başında DP’nin çıkardığı afla tahliye edildi.

AZİZ GÜNEY ANLATIYOR

“Naci Güneş hakkındaki suç unsurunu artırmak için güya Naci Bey’i, Rusya’da bir Rus subayıyla konuşurken gösteren bir fotomontaj da dosyaya eklenmişti. Naci Güneş’i Erzurum askeri cezaevine hapsettiler.

1948 yılının Nisan ayında yedek subaylıktan terhis olup trenle Erzurum’a gelmiştim. Birkaç gün orada kalacaktım. Naci Güneş’in askeri cezaevinde olduğunu biliyordum. Kendisiyle tanışıyor, saygıda kusur etmiyordum. Bu yüzden bir ziyarette bulunmayı çok arzuluyordum.

Erzurum’da tesadüfen bir akrabasına rast geldim. Bana, “Kesinlikle kimseyle görüştürmüyorlar!” dedi. Buna rağmen bir paket pasta yaptırıp, askeri cezaevinin olduğu Kars kapısına gittim. Nöbetçi subaya kendimi tanıttım. Yeni terhis olmuş bir Asteğmen olarak bir isteğimin olduğunu, akrabam olan bir tutukluya kısa bir ziyaret için izin vermesini rica ettim.

“Bu tutukluyla görüşmek kesinlikle yasak! Ama sen mademki askersin özel bir izin veriyorum!”

Naci Bey’i bir bodruma tıkmışlardı. Pencereden konuşup hal hatırını sordum. Naci Bey bu cezaevinde DP affına kadar 3-4 yıl kaldı.”

TURGUT SUNGAR ANLATIYOR

Not: Naci Güneş, Turgut Sungar’ın ablası Hikmet Hanımla evliydi.

“Eniştem Naci Güneş, yemesini içmesini seven, hafif meşrep birisiydi. Yemeklerde az da olsa alkol alır, ama bundan dolayı asla kontrolünü kaybetmez, taşkınlık veya saldırganlığın emaresi bile okunmazdı.

Naci Güneş ve Hikmet Ablamın evliliklerinden bir oğlan ve bir kız çocukları dünyaya geldi ancak her ikisi de bebek yaşta öldüler. Sonraki yıllar çocuk sahibi olamadılar.

Naci Güneş, Rus yönetimi zamanında ilkokul eğitimi almıştı. Hatırlıyorum Zor yaylasındaki çok eski bir binayı, Rusça “okul” anlamına gelen “Şkol” diye tanıtmışlardı. Muhtemelen Naci Güneş de bu okulda eğitim görmüştü.

Naci Güneş 1947 yılında casusluk suçlamasıyla yakalanıp cezaevine kondu. 2.5-3 yıl Erzurum cezaevinde yattı. 1948 yılında askerliğimi yaptığımda, Naci Güneş, Erzurum Cezaevinde tutukluydu. 1950 yılında beraat eden Naci Güneş, o sıkıntılı döneme ilişkin bir anısını bizzat kendi ağzından dinlemiştim:

“Beni karanlık bir odaya kapattılar. İçerisi zifiri karanlıktı. Tek bir ışık huzmesi bile yoktu. Yavaş yavaş zaman mefhumunu kaybettim. Yarım saatle yarım gün arasında artık bir fark yokmuş gibi geliyordu bana. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama bir gün kapılar açılıp beni aydınlığa çıkardılar. Yanımdaki görevliye ilk sorum, “Ne zamandayız? Hangi yıldayız?” şeklinde olmuştu. Görevli, “Altı aydır bu hücredesin” deyince şaşırıp kalmıştım. Gözlerim bağlanmadan hücreden çıkarıldığım için, kaldığım odanın bir caminin tavan arasında, gizli bir bölme olduğunu görünce şaşkınlığım daha da artmıştı”

Naci Bey’in “casus” şüphesiyle yargılanması abes kaçıyordu. Çünkü Naci Bey’in böyle bir işe girişmesi için ne paraya ihtiyacı vardı ne de böyle tehlikeli bir misyonu üstlenecek bir mizaca sahipti. Çok kereler annem, Naci Bey’e, “Başın batsın! Çobanın senden daha iyi Türkçe konuşuyor” diyerek sevecen dille sitem ederdi. Gerçekten de Naci Bey meramını anlatmaktan uzak kendi dünyasını yaşayan ehl-i keyf bir insandı. “Casusluk nere, o nere” demek geliyordu insanın içinden.

Tosya’da görev yapıyordum. Bir gece Iğdır, ailem ve Naci Bey’e ilişkin karışık bir rüya gördüm. Bâtıl inançlara sınırlı da olsa sahibim. Merak edip telefona sarıldım. Cemalettin Güneş’e, “Eniştem nasıl?” diye sorunca, “Enişten vefat etti” cevabını aldım (1972). Naci Bey kanserden öldü.”

HAYATIMI HÜSNÜ BİNGÖL’E BORÇLUYUM

Not: Turgut Sungar’ın babası Bekir Sıtkı Sungar, Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda Binbaşı rütbesiyle görev yapar. Iğdır’a gelip yerleşir. Ablası Hikmet Hanım, Iğdır eşrafından Naci Güneş’le evlenir. Babası 1937 yılında vefat eder. Genç yaşta yetim kalır.

Turgut Sungar anlatmaya devam eder:

“1949-50 yıllarıydı. Askerden yeni dönmüştüm. Her gün giyinip kuşanıp sokağa çıkıyor, arkadaş grubuyla buluşup, hoşça vakit geçiriyorduk. Bir gün böyle amaçsız sokakta dolaşırken, Hüsnü Bingöl beni görmüş. Yanına çağırttı. Belediye bahçesindeki kahvehanede oturmuş, kahvesini yudumluyordu. Yanına gidip saygıyla, “Buyur Bey Amca!” dedim. Yanına oturtup çay ısmarladı:

“Evlâdım, askerliğini bitirdin ama bakıyorum bomboş gezip dolaşıyorsun. Niçin çalışmıyorsun? İstersen Ziraat Bankası müdürüyle konuşup senin için bir iş ayarlayayım,” dedi. Nezaketi ve saygıyı elden bırakmadan cevap verdim:

“Siz nasıl uygun görürseniz Bey Amca!”

Birkaç gün sonra Ziraat Bankası müdürü beni çağırdı. Oturup konuştuk. Müdür, “Şimdilik Iğdır’da kadro yok. İstersen geçici bir süre Taşburun’daki Tarım Kredi Kooperatifinde çalış. Sonra Iğdır’a gelirsin,” diye önerdi. Verilen işi hemen kabul ettim.

İş hayatımı Hüsnü Bingöl’e borçluyum. Onun özendirmesi ve girişimiyle iş hayatına atılmıştım. Hüsnü Bingöl’ün bu davranışı takdire değer bir durumdu. Özellikle eniştem Naci Bey’le, Hüsnü Bingöl arasında geçen tatsız olayın yankıları hâlâ devam ediyordu. Hüsnü Bingöl, bütün bu olumsuzluklara rağmen, şaşılacak cesaret ve olgunlukla, bana yardım elini uzatmaktan çekinmemişti.

Yıllar sonra bile Hüsnü Bingöl’ün bu asil davranışını kendisine karşı bir şükran borcu olarak takdir ediyorum.”

ŞEYH HASAN BARBAROS ANLATIYOR

“Hüsnü Bingöl’ün annesi Şeyh ailesinden olduğundan babama ‘Dayı’ diye hitap ederdi. Aralarında sarsılmaz bir güven ve dostluk bağı vardı. Sık sık bir araya gelip sohbet ederlerdi. Hüsnü Bingöl’ün aşiretten açık olarak çatışma içine girdiği tek insan Naci Güneş oldu. Babam, Naci Güneş’e atfedilen casusluk suçlamasına inanmadığı için Hüsnü Bingöl’ü bu davadan vazgeçirmek umuduyla çok çaba sarf etti.

Bir sohbette babama sordum:

“Baba nasıl olur, hem Hüsnü Bingöl’ün çok adilane bir insan olduğuna inanıyorsun, hem de Naci Güneş’i haksız yere tutuklattığını söylüyorsun?”

“Oğlum, Naci Güneş kabadayılık yapıp Hüsnü Bingöl’ün otoritesine gölge düşürüyordu.”

YAŞAR AYDIN ANLATIYOR

Hüsnü Bey devletin vermiş olduğu geniş yetkilerle hareket eden diktatör görünümlü birisiydi. İstediği kimseyi mahkeme kararı olmadan yargılayıp cezalandırabilirdi.

Evlerimiz komşuydu. Mahallenin çocukları sokakta oynarken Hüsnü Bingöl’ün gelişiyle birlikte hepimiz hazır ol vaziyetine geçer, esas duruşta başımızı dimdik tutardık. O da sanki bir manga askeri teftiş ediyormuş gibi sorardı:

“Nasılsınız çocuklar!”

“Sağ ol efendim!”

“İyi misiniz?”

“Ellerinizden öperiz!”

Sert ve ağır adımlarla yanımızdan geçip giderdi. Finoları da onun arkasından koşardı.

(DEVAM EDECEK)