Değerli Okuyucular!
Putin’in Ukrayna’ya saldırısı tüm vahşetiyle devam ediyor. Siviller can derdinde, nereye gideceklerini bilemez haldedirler. Milyonlarca aile parçalandı, köylerinden, kasabalarından, şehirlerinden ve sevdiklerinden koparıldı.
Tarih, şiddet ve savaşın örnekleriyle doludur. Böylesi katliamlarda, kim kârlı çıkıyor kim adını tarihe yazdırıyor, biliyor musunuz? Tarih, ölen, acı çeken milyonlarca sivili unutur, bunun yerine, vahşetlerin şöhretli prenslerini ölümsüz şekilde hafızamıza kazır: Timurlenk, Hasan Sabbah, Hitler, Stalin, Mussoloni, Saddam Hüseyin, Pol Pot.. ve şimdi de Putin.
İnsanoğlunun ciddi ve temel bir zaafı vardır: Bunun adı; katile, seri katile, despot yöneticiye, despot siyasetçiye koşulsuz bağlılık, hayranlık, saygı ve itaat sendromudur. Bu durumu, birkaç cümleyle özetlemek mümkün değildir. Bu tuzağa düşen kişi, örgüt, topluluk veya halklar, “hipnoz” olmuş gibidirler ve kendilerini asla sorgulamak gereğini duymazlar. Hatta, kendilerini sorgulamadan, koşulsuz bir şekilde “idol” yani “putperest” gibi taptıkları despotların arkasından gitmeyi kutsal bir görev sayarlar.
İşte bu despotlar öldüklerinde veya yakalanıp hapse atıldıklarında, onları koşulsuz takip eden milyonlar için yaşam sanki sona ermiş gibidir, hatta birçokları “despot idol”ün boşluğuna dayanamaz, intihara bile teşebbüs ederler.
GİRİŞ
İnsanoğlu bu sendromu binlerce yıl yaşadı. Binlerce despot karakterli siyaset ve devlet adamı, acımasız katliamlar ve soykırımlar gerçekleştirdi. İşin garip tarafı, “ölümsüz” izlenimi bırakan bu despotlar, öldüklerinde bile insanlar onların ölümüne inanmak istemediler. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, ancak o zaman, insanlar derin bir uykudan yani hipnozdan uyandılar, kendi kendilerini şaşkınlıkla sorguladılar:
“Ne oldu bana? Böyle bir katile, bencil düzenbaza, despot yöneticiye nasıl olur da hayran oldum? Nasıl olur da onun emirlerini koşulsuz yerine getirdim? Bütün umudumu hatta yaşamımı O’na bağlamıştım. O ölünce niçin kendimi boşlukta ve yalnız hissettim. Niçin zamanında kendi kendimi sorgulama şansı bulamadım?”
Bulamazdılar, çünkü “siyasal veya sosyal bir hipnozunun” derin bir etkisi altındaydılar. Bu gerçeklik de insanoğlunun tarihinde saklıydı. Bu “hipnozun” sırrını anlayıp kullanabilen despotlar da bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmadılar, kendi düzenlerini kurup, “şehitler” ve kelleler üzerinde gösterişli pozlarıyla korku imparatorluklarını kurdular.
STOCKHOLM SENDROMU
“Katil veya despot hipnozu”, bilimsel anlamda ilk kez 1973’de sorgulandı. Şöyle bir olay yaşanır:
İsveç’in başkenti Stockholm’de sakin bir gündür. Birisi banka soymak ister. Polis, bankayı kuşatmaya alır. Kurtulamayacağını anlayan soyguncu, genç bir bayanı altı gün boyunca rehin alır. Pazarlıklar uzun sürer. Bu süreçte kadın, kendisini rehin alan soyguncuya duygusal olarak bağlanır hatta âşık olur. Soyguncu polise teslim olup cezaevine gönderildiğinde, kadın, soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk eder, soyguncunun cezaevinden çıkıp onunla evlenmesini dört gözle bekler.
Bu olay, özellikle Nils Bejerot isimli psikiyatrın ilgisini çeker. Araştırmalar bu yönde devam ederken, derinleşir ve tarihsel bir boyut kazanır.
İsterseniz önce Amerika’da yaşanmış bir olayı ele alalım, daha sonra “hipnoz sendromu” gerçeğini Tarihe ve Türkiye’deki siyasi tarihe uygulayalım.
THEODORE KACZYNSKİ (Ted Kasinski)
Amerika’ya göç eden halkların tercih ettiği bir eyalet her zaman olmuştur. Örneğin Çinliler ve Japonlar, Kaliforniya’yı tercih etmişlerdir. Bu yüzden San Francisco’da ünlü “Chinatown (Çaynataun)” yani “Çin Mahallesi” kurulur. Aynı şekilde, 2’nci Dünya Savaşı sırasında özellikle Japonların Pearl Harbor (Pör Harbır) saldırısından sonra, ABD Hükûmeti, Kaliforniya’daki Amerikan vatandaşı Japonları casusluk yapacakları ihtimali veya korkusuyla, hiçbir neden yokken, toplama kamplarına yerleştirir. (İkinci Dünya Savaşında, sadece Hitler değil, ABD de toplama kamplarını uygulamaya koymuş, kendi vatandaşı Japonlara büyük acılar yaşatmışlardır. Maalesef bu gerçeklik de pek bilinmez!)
Polonyalı göçmenlerin tercih ettiği şehir Şikago’dur. Kaczynski (kasinski) soyadlı Polonyalı bir aile, Şikago’ya yerleşir. Theodore John (Ted) ve David (deyvid) isimli iki erkek çocukları olur.
Ted, 22 Mayıs 1942’de dünyaya gelir. Ebeveynleri işçi olarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Ted, ilkokula başlar. 1949’da David (deyvid) isimli kardeşi dünyaya gelir. Aile,1952’de, İllinois (ilinoy) eyaletindeki Evergreen Park (evıgrin paak) şehrine taşınır. 10 yaşındaki Ted, bu şehirde ortaokula başlar. Gelenek olduğu üzere, okula kayıt sırasında yapılan zekâ testine girer, IQ’su 167 olarak tespit edilir. Ted, IQ standardına göre üstün zekalı hatta “dahi” bir çocuk muamelesi gördüğünden sınıf atlar.
Hem Ted hem de kardeşi David, yaşıtlarına göre oldukça zekidirler. Ebeveynler de çocuklarının başarılı bir eğitim alması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ted, olağanüstü zekidir ama bir o kadar da içine kapanıktır. Ted’in en büyük merakı Matematiktir. Saatler boyu, ileri seviyedeki matematik problemlerini çözmeye çalışır.
Lisede, bir üst sınıfa yerleştirilir. Matematikteki öz güveni öylesine yüksektir ki dersleri Ted hazırlıyor ve dersi anlatıyordu. 15 yaşında mezun olur. Ted, okul tarafından Ulusal Başarı bursuna aday gösterilir. 16 yaşında burslu olarak Harvard Üniversitesine kaydolur.
Ted, Harvard’da Matematik okur.1962’de mezun olur. Michigan (mişigın) Üniversitesi’nde Matematik alanında yüksek lisans ve doktora derecelerini kazanır.1967’de Kaliforniya’daki Berkeley (börkli) Üniversitesi’nde en genç Yardımcı Doçent unvanıyla göreve başlar. Ders vermekten hoşlanmaz, bir gün ani ve beklenmedik bir kararla görevinden istifa eder.
MONTANA’DAKİ HAYATI
Ted, ailesinin yanına döner. İki yıl Illinois eyaletinin Lombard şehrinde bir köpük kauçuk fabrikasında babası ve erkek kardeşiyle çalışır. Ağustos 1971’de, bir kadın denetmen hakkında aşağılayıcı şeyler yazdığı için kardeşi tarafından işten kovulur.
Ted, ailesini terk eder, Montana (montena) eyaletine döner. Montana, ABD’nin kuzeyinde Kanada sınırındadır. Türkiye’nin yüzölçümünün yarısı kadar bir büyüklüğe sahiptir. Bu kadar büyük bir eyaletin nüfusu 1 milyon ancak vardır. Kısacası, sanki insanın yaşamadığı bir eyalet gibidir. Eyaletin ortasında bir yerde Lincoln adında birkaç yüz kişinin yaşadığı bir kasaba vardır. Ted, bu kasabaya yakın bir yerde orman içinde kendisine tek kapılı, tek pencereli, tek odalı bir kulübe inşa eder. Vahşi doğayla iç içe yaşamaya başlar. Elektriği, suyu yoktur. Bir anlamda vahşi hayatın içinde kendisine bir yaşam kurar. İlk yıllar Lincoln kasabasına gidiyor, küçük işlerde çalışıyor, ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Ted, anarşizm teorisine gönül bağlamıştır. Ailesi dahil tüm toplumsal otoritelerden nefret etmektedir. “İstediğim gibi yaşama hakkım vardır. Kimseye hesap vermek zorunda değilim. Zekamı da kimsenin hizmetine sunmak mecburiyetim yoktur.”
Ted, kısa zamanda tıpkı ilkel insanlar gibi avlanmasını, zehirsiz bitkileri tanımayı öğrenir. Eski bir bisiklet satın alır. Kasabaya bisikletle gider gelir. Fırsat buldukça kasabadaki kütüphaneye uğrar, kitapları orijinal dillerinde okumaya özen gösterir.
Ve bir gün gelir, Ted’in doğayla iç içe olan barışı bozulur. İnsan otoritesine karşı nefreti bilenir. Bunun nedeni emlakçıların, Ted’in kulübesine yakın yerleri endüstriyel projeler için satılığa çıkarmalarıdır. Ted, insanoğlunu canavar gibi yutan fabrikalara, endüstriye, bunlara eleman yetiştiren üniversitelere kısacası bizim “uygarlık” diye övündüğümüz tüm değerlere karşı kendi içinde isyan bayrağını yükseltmeye karar verir. Tek başına, ABD’li kapitalistlere ve onlar hizmet sunan profesörlere savaş açar. Amacı bir dünya devrimini tetiklemektir.
Bu savaşı tek başına nasıl yapacak ve “aşağılık” kapitalistlerin yüreğine korkuyu nasıl yerleştirecektir? Mum ışığında aydınlanan ahşap kabininde bunları düşünürken, aklına güzel bir fikir gelir ve bağırarak yatağından zıplar: “Sabotaj! Evet, sabotajlarla onlara hayatı zehir edeceğim.”
Bir yandan sosyoloji ve siyaset felsefesi ile ilgili kitapları büyük bir ilgiyle okurken bir yandan da sabotajlarını nasıl gerçekleştireceğini düşünür. Unutmayalım, Ted, ABD standartlarına göre bir dâhidir. Olağanüstü bir zekaya sahiptir. Bunu zaten kanıtlamıştır. Matematik doktorasını yaparken üzerindeki çalıştığı “Sınır Denklemleri Teorisini” bugün bile ABD’de sadece 5-10 kişi ancak anlayabilmektedir.
UNABOMBER (yunibamı)
1978’de Ted, sabotajlarına başlama kararı verdi. Modern teknolojiyi geliştiren şirketler, onlara beyin gücü sağlayan profesörler ve o yıllar sadece zenginlerin uçabildiği havayolları ilk hedefiydi.
Ted, küçük ahşap kulübesine “Freedom Club” yani “Özgürlük Kulübü” adını verir, bunu da “FC” harfleriyle simgeleştirir. Sabotaj için hazırladığı bombaların üzerine dikkatlice “FC” işaretini kazır. Olur ya cihaz patlamaz veya ele geçer ihtimaline karşı, parmak izi bırakmamak için özen gösterir, ABD’nin dünyaca ünlü FBI polis teşkilatını yanıltmak için bazı hilelere başvurur. Örneğin bomba yapımında kullanmak için mağazadan bir şey satın aldığında, dükkan sahibinin parmak izinin olduğu yeri koruyor, kendi parmak izini ise siliyordu.
Ted, eyleme geçer, Mayıs 1978’de ilk paket bombayı Chicago’daki Illinois Üniversitesi’nde ziyaretçi profesör olarak görev yapan bir profesöre gönderir. Profesör bombalı paketle birlikte kendisine teslim edilen mektubu açar. Yazılanlara anlam veremez. Polisi haberdar eder. Polis, paket açarken, bomba patlar, polis memuru yaralanır.
Kısacası, Ted, 1978 ile 1995 yılları arasında, ABD’de modern teknolojiyi geliştirdiğine ve doğayı tahrip ettiğine inandığı kişi ve kuruluşlara artarda bombalı paketler gönderir, üç kişinin ölümüne, 23 kişinin de yaralanmasına neden olur.
İsteseniz bombalı paketlerin kimlere, ne zaman gönderildiğine bir göz atalım:
- 25 Mayıs 1978 Northwestern Üniversitesi Bir polis yaralanır
- 9 Mayıs 1979 Northwestern Üniversitesi Hafif yaralanma
- 15 Kasım 1979 American Airlines (Havayolları) 12 yolcu dumandan zehirlenir
- Haziran 1980 United Airlines (Havayolları) Bir yolcunun vücudunda yanma
- Ekim 1981 Utah Üniversitesi Yaralı yoktur
- 5 Mayıs 1982 Vanderbilt Üniversitesi Bir kişi yanarak ağır yaralanır
- 2 Haziran 1982 Berkeley Üniversitesi Bir profesör yanarak yaralanır
- Mayıs 1985 Berkeley Üniversitesi Bir profesör yanarak yaralanır
- Haziran 1985 Auburn Üniversitesi Yaralı yok
- Kasım 1985 Michigan Üniversitesi Üç kişi sağır olur, vücut yanması
- Aralık 1985 Bilgisayar Mağazası Sahibi Ölüm
- Şubat 1987 Bilgisayar Mağazası Sahibi Sol kol sakat kalır
- Haziran 1993 Genetik Profesörü Parmaklarını kaybeder
- Haziran 1993 Yale Üniversitesi Sağ el ve gözünü kaybeder
- Aralık 1994 Yönetici (CEO) Ölüm
- Nisan 1995 Yönetici (CEO) Ölüm
1978 ile 1995 yılları arasında Ted, üç kişinin ölümüne ve 23 kişinin yaralanmasına neden olur.
FBI, Ted’i yakalamak için özel bir grup kurar. Bu grup elbette Ted’in kim olduğunu bilmiyordur. Üniversite ve Havayollarını bombalamayı tercih ettiği için İngilizce “University-Airlines-Bomber” kelimelerinin kısaltılmışı olan UNABOMBER (yunibamı) kod ismi verilir. Artık Unabomber (Ted) her yerde aranmaktadır.
1995’de, Ted, 17 yıl boyunca “kapitalistlere” ve onların “hizmetçisi” profesörlere gereken dersi verdiğini düşünür, eylemlerine son vermeyi planlar. Oturup uzun bir manifesto yazar, 1995’te ABD’nin en ünlü iki gazetesi The New York Times ve The Washington Post’a gönderir. Koşulu şöyledir: “Eğer benim, Endüstri Toplumu ve Geleceği, isimli manifestomu gazetelerinizde yayımlarsanız ben de eylemlerime son vereceğim.”
Gazete yönetimleri, FBI ile temasa geçer. Ted’in koşulu kabul edilir. FBI’nın amacı, yayımlanan manifestodaki bazı ipuçları sayesinde Ted’i yakalanacağı umudunu taşımasıdır. Manifesto her iki gazetede de manşetten yayımlanır.
Ben de o yıllar ABD’deydim. Uzun manifestoyu pür dikkat birkaç kez okuduğumu hatırlıyorum. O yıllar içimde anlaşılmaz bir şekilde Unabomber’a karşı gizli bir hayranlık taşıdığımı itiraf etmeliyim. O, dünyaca ünlü polis örgütü FBI’yı 17 yıl boyunca ters köşe yapan, doğa düşmanlarına karşı savaş başlatan bir kahramandı (!). Ciddi bir toplumsal kesimin üzerinde “siyasal bir hipnoz” yaratmıştı. Hatta, Ted’in gönderdiği bombayla kolundan yaralanan bir profesör, “Belki de o haklı,” diyerek sempatisini dile getirir.
Ted’in gazetelerde yayımlanan manifestosunu dikkatlice okuyanlardan birisi de erkek kardeşi David’tir. David, manifestodaki bazı yazı kalıplarını ve ifadelerini daha önce bir yerlerde okuduğunu hatırlar, birden aklına yıllar önce yazıştığı abisi Ted gelir. Çatı arasına çıkar, eski mektupları çıkarır, Ted’in yazı üslubunu manifestoyla karşılaştırır. Evet, manifesto Ted’in kaleminden çıkmıştır. Aman Tanrım! Şimdi ne yapmalı! Üstelik FBI, Unabomber’ı yakalatana 1 milyon dolar ödül vermeyi taahhüt etmiştir.
David, durumu eşiyle tartışır. İnsanlık adına, bu bilgiyi FBI’ya vermeyi kabul eder. Polis, Ted’i Montana’daki kulübesinde kıskıvrak yakalar. David, aldığı ödülü, Ted’in bombalamalarının kurbanı olan ailelere dağıtır. FBI’nın tahminine göre Ted’in bombalı eylemlerinin topluma maliyeti 50 milyon doların üzerindedir.
Ted, 1996 yılında tutuklanır. 1998’de suçlamaları kabul eder, mahkeme ile uzlaşmaya varır. Ted, şartlı tahliye imkânı olmaksızın ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Ted, şu an North Caroline cezaevinde yatmaktadır. Dünya çapında milyonlarca hayranı vardır çünkü onlar üzerinde “Siyasal bir hipnoz” kurmuştur. Kendisine gelen mektuplara kendi el yazısıyla cevap vermeyi bir alışkanlık haline getirmiştir.
Gördüğünüz gibi şiddet ve ölüm, “siyasal hipnoz” yaratmakta, insanlığı etkisi altına almaktadır. Bu da insanlığın, şiddete ve katile karşı geliştirdiği ilginç bir bağlılık sendromudur. Ted, her gün hem de çok zengin aile kızlarından evlilik teklifi almakta, keyfine keyif katmaktadır.
Şimdi de tarihten gelişigüzel bir “Siyasi Hipnoz” karakter seçelim:
TİMURLENG
Timurleng, tarihin en acımasız katillerinden birisiydi. Gençliğinde, emrinde birkaç yüz kişilik bir süvari birliği vardı. Bir Moğol liderinin emrine girer, Semerkant şehrini ele geçirir. Cengiz Han’ın soyundan gelen bir kadınla evlenir. Timurleng, kısa sürede Şam’dan Delhi’ye kadar geniş bir coğrafyada hüküm sürer. Önce Altınordu devletini yıkar. İran ve Mezopotamya’yı zapt eder. Rusya, Gürcistan, Hindistan, Suriye ve Osmanlı İmparatorluğunu işgal eder. Binlerce kadını köle olarak yanında götürür.
Bağdat’ta 90 bin sivilin kellesini vurdurur. Kafataslarından kuleler yapar. Sivas’ı kuşattığında sivillere kan dökmeyeceği sözünü verir ama 3000 tutukluyu diri diri toprağa gömer. Yardımcılarına gülerek şöyler der: “Gördüğünüz gibi sözüme bağlı kaldım, kan dökmedim.”
Timurleng’in terörü ve acımasızlığı hızla yayılır. Şehirler kendiliğinden teslim olurlar. Güya Müslüman idi ama en çok acıyı da Müslüman kardeşlerine çektirmiştir. Bu acımasız diktatör, “siyasal bir hipnoz” yaratır. Sanatçıları korur, bundaki amacı “siyasal hipnozunun” propagandasını yaptırmaktır.
Artık 70 yaşındadır. 200 bin kişilik bir ordu hazırlar amacı 5000 km uzaklıktaki Çin’i ele geçirmektir. Kıştır. Dondurucu soğuk vardır. Ordusuyla Kazakistan’ın Otrar şehrine kadar ilerler. Soğuk algınlığına yakalanır. Tedaviler sonuç vermez. Ölümü yakındır. Son nefesini vermeden aile fertlerini etrafına toplar, ölümünden sonra ağlamayı yasak eder.
Bir akşam 8 civarında hasta yatağında ölür. Çin seferi iptal edilir. Ordu Semerkant’a geri döner. Cenazesi çelik bir tabuta konar. Üzerine de 182 cm uzunluğunda dünyanın en büyük yeşim taşı yerleştirilir. Taşın üzerine şöyle bir yazı kazınır: “Burası şanlı ve merhametli hükümdarın, en büyük padişahın, en güçlü savaşçının, Dünyanın Fatihi Timur’un istirahat yeridir.”
Timur, Özbekistan’da doğar. Barlas isimli bir Moğol kabilesinin üyesiydi. Özbekçe konuşuyordu. (Bazı Türk tarihçileri bunu esas alarak Timur’u Türk varsayarlar. Bu doğru değildir! Timur, Moğol’dur.)
Koyun hırsızı ve yol kesen haydut olarak işe başlayan Timur, dünyanın titrediği bir imparator olarak gömülür. Bir çatışmada ayağından yaralandığı için Aksak Timur / Topal Timur anlamına gelen Timurleng lakabı takılır.
Timurleng’in mezarı ilk kez Haziran 1941’de, Stalin’in emriyle Sovyet arkeolog Mikhail Gerasimov tarafından açılır.
Semerkant ahalisi, “Eğer Timurleng’in mezarı açılırsa başımıza büyük bir felaket geleceği,” inancını taşıyordu. Devasa yeşim taşı kaldırılınca, çelik tabutun üzerinde şöyle bir yazı vardır: “Mezarımı kim açarsa, benden daha korkunç bir istilacı ortaya çıkacaktır.” Mezarın açılışını takip eden iki gün içinde Hitler, Sovyetler Birliğine karşı, dünyanın en büyük askeri hareketi olan Barbarossa’yı başlatır, milyonlarca insan ölür.
SONUÇ
Şiddet, ölüm, katliam, soykırım ile “Siyasal Hipnoz” arasında birebir ilişki vardır. Bir insan ne kadar ölümlerden sorumlu olursa o kadar da etrafındakiler üzerinde “Siyasal veya Sosyal Hipnoz” etkisi oluşturur. Bu yüzden örneğin tüm Mafya liderleri “infaz ve ölüm” işine girerek, kendi taraftarları üzerinde “Sosyal hipnoz” yaratır, bağlılıklarını güvenceye alırlar.
Bunun farkında olan despot yöneticiler de, şiddet ve ölümleri durmadan özendirir, canlı tutar, böylece isimlerini “korku imparatoru” anlamında takipçilerinin kalbine ve beynine yerleştirirler. Yakalandıklarında veya öldüklerinde, takipçileri, hatta O’nun zulmünden acı çekenler bile, üzüntüden kendilerini yerden yere atar, kendilerini yakar hatta intihar bile ederler. Sonra da bu acımasız diktatörlerin doğum veya ölüm yıldönümlerini yad etmeyi hipnoitk bir ritüele dönüştürürler. Hatta böyle bir lidere gizli bir hayranlık ve sevgiyle bağlı olmaktan övünç payı bile çıkarır, bu diktatörün ismine sığınarak kendilerini “güvencede” hissederler. Ah zavallı insanlık!
Türk ve Kürt halkı, uyguladıkları şiddet ve yaptıkları katliamlarla kitleler üzerinde “Siyasal Hipnoz” yaratan diktatör ruhlu siyasi liderlerden ve yöneticilerden kurtulmadıkça veya onları hiçleştirmedikçe kolay kolay barışla tanışmayacaktır.
FIKRA… FIKRA… ANECDOTE… ANECDOTE…
BORÇ PARA
Hamit Hun, pek sevmediği halde, bir gün Behman isimli bir Terekeme dostunun kalbini kırmaz, ciddi miktarda bir parayı bir haftalığına borç verir. Aradan zaman geçer ama Hamit Hun, borç verdiği parayı hâlâ geri alamamıştır. Üstelik Behman da sanki ortalıktan yok olmuş gibidir. Sorup soruşturur ama kimsenin de Behman’ı gördüğü yoktur. Hamit Hun, Ankara’da üniversite okuyan oğluna para gönderecektir ama borç verdiği parayı geri alamadığı için bunu yapamamaktır.
Bir sonbahar günü, Hamit Hun, her zamanki gibi çarşıdan Baharlı Mahallesindeki evine doğru yürüyerek yola çıkar. Toprak yolda yürürken aniden şiddetli bir rüzgar çıkar. Tozu dumana katar. Kuru yapraklar havada uçuşur, hatta yakınından geçtiği çırçır fabrikalarından yükselen pamuk elyafları elbiselerine, yüzüne, gözüne yapışır. Bir eliyle fötr şapkası uçmasın diye üzerine sıkıca bastırır, bir eliyle de pardösüsünü fırlatıp atmak isteyen rüzgara karşı direnir. Rüzgar gittikçe güçlenir, insanın nefesini keser gibidir. Hamit Hun, bu şekilde zorlukla evine doğru yol alır.
Aylardır Hamit Hun’a görünmemek için saklanan Behman, “Nasıl olsa Hamit Hun böylesi bir havada sokağa çıkmaz,” diye düşünerek, bir şehir turu atmaya karar verir.
Hamit Hun, zorlukla adım atarken, önünde kendisine doğru gelen bir karaltı görür. Karaltı daha da yaklaşınca bunun Behman olduğunu anlar. Sevinir. Behman da faka bastığı için üzgündür.
Hamit Hun, şiddetli rüzgarda zorlukla bağırır:
“Behman, benim parayı ne zaman geri vereceksin?”
Behman işi kurnazlığa verir, sanki söyleneni rüzgar nedeniyle yanlış anlamış gibi yapar:
“Haklısın Hamit Bey, bu rüzgar pamuk tarlalarına çok zarar verecek!”
“Onu söylemiyorum! Benim borç parayı ne zaman geri ödeyeceksin?”
Behman yine numara yapar:
“Evet, evet! Bir yağmur yağsa da şu toz belasından kurtulsak!”
“Rüzgar nedeniyle beni duymuyorsun. Biraz daha yakınıma gel de kulağına söyleyeyim!”
“Ben de öyle düşünüyorum! Bu yıl kuraklık olacak!”
Hamit Hun, Behman’ın kurnazlığını anlar kendi kendine söylenir: “Ben ne diyorsam tersini söylüyor, bari tersini söyleyeyim de düzünü anlasın.”
“Behman, sen dolandırıcının biri çıktın!”
Behman’ın yüzü ciddileşir, hemen ileri atılır:
“Ben dolandırıcı falan değilim!”
Elini cüzdanına atar, aldığı borcu geri öder, hızla uzaklaşır.
Hamit Hun, kendi kendine söylenir:
“Artık anladım! Bu hayatta borç para verirken ‘Düz’ konuşmak, parayı geri istediğinde de ‘Ters’ konuşmak lazım!”
ANECDOTE… ANECDOTE…
LOAN MONEY
Hamit Hun, though he doesn’t like it very much, one day does not break the heart of a Terekeme friend named Behman, he lends a significant amount of money for a week. Time passes, but Hamit Hun still hasn’t got his loan back. Besides, Behman looks like he’s disappeared. He asks and investigates, but no one has seen Behman for a while.
Hamit Hun caught in the crunch. He is supposed to send money to his son, who is studying at university in Ankara, but he cannot do so because he cannot get the money he lent.
On an autumn day, Hamit Hun, as usual, walks from the city center to his home in Baharlı District. When he walks down the dirt road, suddenly a strong wind blows from all around and smothers everytihg with the dust. Dry leaves fly through the air, even cotton fibers flutters around from the gin factories it passes by, cling to its clothes, face, eyes etc.
Hamit Hun, with one hand, he presses firmly on his fedora so that it does not fly, and with another hand he resists the wind, which, as if, wants to throw away his overcoat.
The wind gets stronger and stronger. It becomes hard even to breath. In this way, Hamit Hun barely was making his way home.
Behman, who has been hiding for months to avoid being seen by Hamit Hun, decides to take a tour of the city, thinking, “Hamit Hun does not go out in such weather anyway.”
As Hamit Hun barely moves step by step, he sees a silhouette coming towards him. When the silhouette gets even closer, Hamit Hun, to his surprise, recognizes the figure: He is Behman!! Hamit Hun becomes very happy. Of course, Behman is deeply sorry because he screwed up.
Hamit Hun barely screams in the high winds:
“Behman, when are you going to give my money back?”
Behman cunningly try to play deaf, as if he misunderstood the question because of the strong wind, gives an irrelevant answer:
“You’re right, Mr. Hamit, this wind is going to hurt the cotton fields a lot!”
“I’m not saying that! When are you going to pay back my loan?”
Behman pretends again:
“Yes, yes! Hopefully it rains. So we get rid of this dust scourge!”
“You don’t hear me well! Come a little closer and I’ll tell you in your ear!”
“That’s what I think! There will be a drought this year!”
Hamit Hun understands Behman’s cunning answers and says to himself:
“He understands the opposite of what I say, so let him say him the opposite. So, he might understand me straight.”
“Behman, you’re a con man!”
Behman’s face becomes serious, he is immediately pushes forward:
“I’m not a con man!”
He takes out his wallet, repays the debt, then quickly walks away.
Hamit Hun, talks to himself:
“Now I got it! In the life, when you lend money, you have to talk ‘Politely and nicely’, but when you want your money back, you have to talk ‘Roughly and badly’”