Değerli Okuyucular,
Bugünkü yazımda sizlerle hem kendi hayatımdan bazı kesitleri hem de bir Türkiye gerçeğini paylaşmak istiyorum. Hayırlı Ramazan günleri dileğiyle…
GİRİŞ
1985’den beri Paris’te yaşıyordum. Başarılı bir mühendis ve network (ağ) yazılım uzmanıydım.
O yıllar IBM ve Compaq şirketlerinin çıkardıkları bireysel bilgisayarlar yeni yeni işyerlerinde uygulama alanı buluyordu. Bilgisayarlar, her ne kadar güzel şeyler vaat etseler de işverenler haklı olarak temkinli davranıyorlardı. Günlük işleri klasik sistemle yani odalar ve raflar dolusu dosyalarla devam ettirmek zordu ama neticede biraz uğraştan sonra istenen sonuç alınıyordu. Öyle bir anlayış vardı ki sanki bilgisayarlar, sadece “atari” gibi çocuk oyunları için icat edilmişti. Başka bir işe yaradıkları da yoktu.
ARŞİVDEKİ TOZLU DOSYALAR
Hayal ediniz, polise gidiyorsunuz, on yıl önceki bir dilekçenin bulunmasını istiyorsunuz. Polis, size bir haftalık randevu veriyor ve bir hafta boyunca yer altında onlarca labirent içine yerleştirilmiş tozlu raflardaki dosyaları nerdeyse tek tek inceleyerek dilekçenize ulaşılıyor (veya ulaşamıyordu).
Tozlu raflardaki arşiv dosyaları
Halbuki yeni nesil masaüstü bilgisayarların amacı, şirketlerde ve devlet dairelerinde, tozlu raflardaki dosyalar içinde saklanan bilgileri, bilgisayara yüklemek, bilgisayarları ağ şeklinde bağlayarak çalışanlar arasında bilgi paylaşımını sağlamaktı. İşte böyle kritik bir dönemde bilgisayar işine başlamıştım (1985).
Laptop henüz yoktu. Masaüstü bilgisayarların hafızaları çok küçüktü. İlk işe başladığımda IBM XT marka masaüstü bilgisayarların “hard diski” yani hafızası 10 MB civarındaydı.
Sizlere şöyle bir örnek vermek isterim: O yıllar (1985) dünyanın en güçlü bilgisayarını IBM şirketi üretmişti. Bilgisayar, buzdolabı büyüklüğünde, 250 kg ağırlığında, fiyatı da 150 000 dolar civarındaydı. Bu devasa bilgisayarın hafızası ne kadardı biliyor musunuz? 1 GB.
Karşılaştırma olması için bir örnek vermek istiyorum: Şu an sahip olduğum iPhone, 128 GB hafıza gücünde ve 133 gr ağırlığındadır. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: 1985’de bütün dünyadaki bilgisayarların hafızasının toplamı, bugünkü bir iPhone kadar bile değildi. Ne garip değil mi? Nereden nereye…
AVRUPA’YA VEDA
Bütün bunları niçin mi yazdım? Çalıştığım şirkette Müslüman belki de Orta-Doğulu olmam nedeniyle şahsıma karşı bariz bir ayrımcılık yapılıyordu. Bunda elbette, 1962 yılında Cezayir’in Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinin, Cezayir’den kaçıp Fransa’ya gelen Cezayirli nüfusun Paris sokaklarını iğreti bir şekilde doldurmuş olmasının da bir etkisi vardı. Çalıştığım iş yerinde tek bir Cezayirli çalışan yoktu. Kapıcı veya temizlikçi gibi görevleri Portekizliler üstlenmişti.
Elbette, bu iç çatışmanın ve tarihsel hesaplaşmanın bilincinde değildim. Şunu öğrendim: Nefreti ve ayrımcılığı anlamak için kitap okumak veya film izlemek yetersiz kalıyor; nefreti ve ayrımcılığı bir insan ancak yaşayarak öğrenebilir.
Şirketin en çalışkan ve başarılı elemanıydım ama aradan 7 yıl geçmesine rağmen kariyerimde bir ilerleme yoktu. Nedeninin ayrımcılık olduğunu anladığımda kızgınlığım arttı.
Kız kardeşlerimden birisi Belçika’da diğeri de Almanya’da yaşıyordu. Oralarda da durum pek farklı değildi. Belçika’da Kongolu (eski sömürge) ve Faslı nefreti; Almanya’da da Türk nefreti güçlü bir şekilde kök salmıştı.
Bir gün kararımı verdim: Fransa’dan daha doğrusu Avrupa’dan çekip gidecektim.
Hazırlıklarımı yaptım. 1992 yılının mart ayında Kaliforniya’daki Berkeley (Börkli) şehrine gittim. Üniversitelerin istediği TOEFL/GMAT gibi sınavlar için gerekli hazırlıkları yapmaya koyuldum.
ÖLÜM KOŞUSU
Kaliforniya’da havalar yıl boyu 25-30 derece arasında değişir.
Ilık bir Nisan günüydü. Berkeley Üniversitesi’nin yerleşkesine yakın bir yerde tek odalı bir öğrenci odası kiralamıştım. Araba veya bisikletim yoktu. Amerika’da arabasız olmak, bir anlamda yaşamı bin kat zorlaştırmak anlamına gelir. Ehliyet için başvurmuş, direksiyon sınavı için sıra bekliyordum. Böyle olunca, alışveriş için uzaktaki marketlere yürümek zorundaydım.
Marketten alışverişi yapmış bir elimde çantam bir elimde alışveriş torbamla eve doğru yürüyordum. Dar bir sokağa girdim.
Uzaktan gelen, bağrış-çağırışlarıyla yeri göğü inleten Siyahi bir topluluk gördüm. Ellerinde sopalar, bıçaklar, demirler, zincirler vardı. Park halindekki arabaların camlarını kırıyor, içine yanıcı maddeler atıyorlardı. Arabalar alev aldıkça histerik bağrışmaları daha da güç kazanıyor, daha da saldırganlaşıyorlardı. “Beyazlara ölüm!” anlamında “Death to Whites” diye slogan atıyorlarmış ama ben bunu anlamıyordum. Olayın nedenini de bilmediğim için her halde mahalle arası bir kavga olmuştur, diye mantık yürütüyordum.
Los Angeles ve Bay Area’da İsyan
Histerik kalabalık bana doğru hızla yaklaşıyordu. “Yabancıyım, bana bir şey yapmazlar!” diye kendimi teselli ederken, içlerinden birisi beni işaret ederek arkadaşlarına bir şeyler söyledi, bir grup bana doğru zincir ve sopalarını sallayarak koşmaya başladılar. Olayın ciddiyetinin o an farkına vardım. Alışveriş torbasını bir kenara fırlatıp koşmaya başladım. Bir ara sokağa girdim. Halen peşimden koşturup, bağırıp duruyorlardı. Koşmaya devam ettim. Birkaç ara sokağa girip çıktım. Kendimi Berkeley Halk Kütüphanesi’nin önünde buldum.
Kütüphanenin önünde beyazlardan oluşan bir kalabalık vardı. Hepsi kütüphaneye girmek için panik halindeydiler. Ben de aralarına karıştım. Kapılar kapandı.
İşin ilginç tarafı, kütüphane polisi Siyahi bayan bir polisti. Şişmandı ve zorlukla hareket ediyordu. Kapıları arkadan kapamaya çalışırken beni kovalayan Siyahiler kapıya omuzlarıyla yüklenmiş engel olmaya çalışıyorlardı. Polise destek çıktık, kapıyı kapattık. Beyaz bir kadın ağlamaklı ses tonunda çığlık atıyordu: “Bizi burada yakacaklar!”
Haksız değildi. Birkaç dakika sonra kalabalık kütüphanenin etrafını aldı, camları kırıp içeri molotof kokteyliler (el yapımı yangın çıkaran patlayıcılar) atmaya başladılar.
Kütüphane bölüm bölüm ayrılmıştı. Caddeye bitişik taraf, okuma odasıydı. Fazla kitap yoktu. Büyük bir yangın çıkmadı. Eğer kitaplar tutuşsaydı, kurtuluşumuz yoktu. En azından dumandan boğulup ölecektik.
Silah sesleri ortalığı doldurdu. Sonradan öğrenecektik ki polis ve askerler hedef gözetmeden gösterişçilerin üzerine ateş açıyormuş. Birkaç saat sonra kütüphanenin etrafı sakinleşti.
Ambülanslar yaralı veya ölüleri taşıyorlardı. Dışarı çıkıp bir an önce eve gitmek istiyordum. Kütüphane görevlisi, dışarı çıkmama engel oldu:
“Sir, there is a curfew (körfiyu)”.
Görevlinin söylediğini anlamıyordum çünkü ilk kez “körfiyu” diye bir telaffuz işitiyordum. Sonunda akıl edip sordum:
“Lütfen ‘körfiyu’ kelimesini yazar mısınız? Ben yabancıyım!”
Bayan, kağıda “Curfew” kelimesini yazdı. Sözlüğümü çıkardım. Açıklaması şöyleydi: (Curfew: Sokağa çıkma yasağı).
Anlaşılan dışarıda ciddi olaylar vardı. Sokağa çıkmamız istenmiyordu. Gece yarısına kadar bizi beklettiler. Olayların kontrol altına alındığı bilgisi gelince serbest bırakıldık. Hızla eve gidip, odama kapandım. Ne televizyonum ne de bilgisayarım vardı.
İsyan ve talan
Sabahleyin, kahve ve sandviç satan bir kulübeden kahvaltılık bir şeylerin yanısıra Los Angeles Times ve San Francisco Chronicle gazetelerinden birer kopya satın alıp odama döndüm. Gazete sayfaları Los Angeles ve Bay Area (San Fransico, Palo Alto, Stanford, Napa, Oakland, Berkeley) bölgesinde yaşanan vahim olaylarla doluydu. İşin ciddiyetini ancak o zaman anlayabildim. 64 kişi ölmüş, 1 milyar doların üzerinde zarar meydana gelmişti. Eğer akıllılık edip kaçmasaydım, Siyahi saldırganlar, “White yani Beyaz” olarak beni de keyifle öldürecek veya linç edeceklerdi.
Ne tezat Tanrım! Beni öldürecek Siyahiler, bir sosyalist olarak Afrika ülkelerinin sömürgeleştirilmesi ve yoksullaştırılmasını yürekten reddettiğimi hatta ünlü yazar Alex Haley’in kaleminden çıkan bir romanın uyarlaması olan, Amerika’daki siyahilerin, acı dolu kölelik geçmişini anlatan “Kunta Kinte” isimli TV dizisini (1977) neredeyse ağlayarak izlediğimi asla bilmeyeceklerdi. Zavallı Mücahit! Amerika’da daha haftasını doldurmadan, uğruna yıllar boyu zihnini ve kalbini üzüntüye boğduğu Siyahilerin elinde bu dünyaya veda etmiş olacaktı.
RODNEY KİNG (radni kin)
Rodney King (radni kin)
Rodney, 1965’de Kalifornia eyaletinin başkenti Sacramento’da dünyaya gelir. Çocukluğu Altadena kasabasında geçer. 19 yaşında babasını kaybeder. Siyahi çete gruplarına katılır. 1989’da bir Korelinin dükkanını soyar. Dükkan sahibini demir çubukla ağır yaralar. Yakalanır. Bir yıl cezaevinde yatar. 1990’da serbest kalır. Rodney, evlenir, bir kız çocuğu olur.
Her şey 3 Mart 1991 günü başlar. Rodney, arabasıyla hız yapar (188 km/saat). Polisler, yolda Rodney’i yakalar. Rodney, alkollüdür. Arabası dışına çıkarılır. Alkol testi yapılır. Bir yıl cezaevinde kaldığı bilgisi de gelince, dört beyaz polis, Rodney’i ölesiye döverler. George Holliday isimli bir Beyaz, evinin balkonundan olup biteni videoya kaydeder, çektiği filmleri yerel basına dağıtır. Bu resimler sadece ABD basınında değil, tüm dünya basınında da yer alır. Rodney, dünyaca ün kazanır.
Rodney King’in Beyaz polisler tarafından linç edilme anı
Dört beyaz polis hakkında dava açılır. Mahkeme bir yıl sürer. Jüri, Nisan 1992’de dört beyaz polisi serbest bırakır. İşte o an isyan da başlar.
Linç edilen Rodney King
İsyan altı gün sürer. 64 kişi ölür 2383 kişi yaralanır, 7000 iş yeri ateşe verilir. Ölenler 2 Koreli, 28 Latino, 15 Beyaz, 28 Siyahi idi.
(Not: Bazen Latino ve Hispanik kelimeleri karıştırılır. Latino, Latin Amerika’dan gelenler için kullanılır. Hispanik, ise daha geniş bir kullanımı içinde barındırır, İspanyolca konuşanların tamamını ifade eder.)
Ordu, devreye girer, isyanı kontrol altına alır.
Olan olmuştur. Dört polis yeniden yargılanır. Yargılama bir yıl sürer. Nisan 1993’de yapılan mahkemede iki polis ceza alır, iki polis de serbest kalır. Los Angeles Belediyesi, 1994’de Rodney King’e 3,8 milyon dolar tazminat öder.
OLAYLARIN GERÇEK NEDENİ
1980’den itibaren Koreliler akın akın Kaliforniya’ya göç ederler. İlk yerleştikleri yer Los Angeles şehridir. Küçük bakkal dükkanı işletmekte rakip tanımazlar. Çok geçmeden şehir merkezinin her noktasında bir Koreli bakkal dükkanı açılır. Göçmen olup da işsiz Koreli yok gibidir. Çalışkandırlar. Halbuki Siyahiler hiçbir işe yaramaz bir topluluk izlenimi vermektedirler. Ne inşaat işleri ne temizlik işleri ne fabrikalar ne ticaret… Belki de uzun yıllar beyazlara kölelik etmenin getirmiş olduğu bir tepkiyi içlerinde taşımaktaydılar. Boş boş dolaşmakta, daha çok çeteler kurup, nefret ettikleri Koreli bakkal dükkanlarına baskın düzenleyip haraçlarını almaktaydılar.
Los Angeles şehrinde kendi bakkal dükkanını işleten bir Koreli
Latinolar (yani Meksikalılar) da tembel ve uyuşuklardı. Onların bilinçaltında da başka bir olay yatıyordu. Kaliforniya 1850 yılına kadar Meksika’ya bağlıydı. Beyazlar, Kaliforniya’yı zorla eyalet yapıp, ABD sınırlarına katmışlardı. Latinolar için Kaliforniya kendi topraklarıydı yani “Beyazlar tarafından çalınmış topraklardı”. Beyazlara karşı derin bir nefreti, yüzyılı aşkın bir zamandır içlerinde taşıyorlardı. (Aynı duruma Teksas Eyaletinde de tanıklık edecektim.)
Belirttiğim nedenlerden dolayı Siyahiler ve Latinolar, Beyazlardan nefret ediyor, ayrıca iş hayatında başarılı olan Korelileri de düşman olarak algılıyorlardı.
1980’den itibaren Los Angeles bölgesinde etnik gruplaşma ortaya çıkar: Bir yanda; çalışan, iş kuran ve sorumluluk sahibi Beyazlar ve Koreliler; diğer yanda, boş boş oturmayı bir alışkanlık haline getirmiş olan Latino ve Siyahiler.
Rodney King’in yakalanmasından bir yıl sonra, Nisan 1992’de yapılan mahkemede Jüri, dört beyaz polisi serbest bırakınca, Siyahi ve Latinolar bir olup, Koreli ve Beyazların iş yerlerini ateşe verirler. Rodney King’in davası sadece bir bahane olmuştur.
Rodney King, 17 Haziran 2012 tarihinde aşırı alkol ve kokain aldıktan sonra evinin önündeki havuza girer, boğularak ölür. Vefatından sonra kızı Lora King, babasının adına bir vakıf kurar, beyazlar ve siyahlar arasında bir barış köprüsü kurmak için çaba gösterir.
OAKLAND (oklınd) ŞEHRİ
Oakland Şehri, Berkeley Şehrinden 5-10 km uzaklıktadır. Nüfusunun yarısı Siyahi ve Latinolardan oluşur. Halbuki Berkeley şehrinin %95’i Beyaz’dır. O yüzden, olay günü Oakland’ta toplanan Siyahi ve Latinolar, Berkeley’e hücum edip, Beyazların iş yerlerini ateşe verirler. Beni kovalayan Siyahi grup da yürüyerek Oakland’tan gelmişlerdi.
Oakland şehrinin, Siyahiler için tarihi bir önemi vardır. Marksist-Leninist düşünceye bağlı Siyahiler, Ekim 1966’da Oakland şehrinde ABD’yi titretecek olan “Black Panther / Siyah Panter” örgütünü kurarlar. Kısa sürede, örgütün tüm ABD’de şubeleri açılır. Siyah Panter örgütü silahlı mücadeleyi esas alır. Cezayir’den büyük destek görür. Örgüt zamanla zayıflar ve kendi iç hesaplaşması nedeniyle önemini kaybeder.
Oakland şehrinde bir grup silahlı Black Panther üyesi
Bir not düşmek isterim: Bugünkü ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, 20 Ekim 1964 Oakland doğumludur. “Yüreğimde Siyah Panter örgütünün izleri var,” diyecek kadar da cesurdur. Annesi, Sri Lanka’yı yıllarca korkuya boğan Tamil etnik grubu mensubudur. Babası da Jamaikalı bir Siyahidir. Hinduizm dinine bağlı olarak büyüdü. Kaliforniya Baş Savcılığı görevini devam ettirirken siyasete atıldı. Türklerin bile çoğu kez sessiz kaldığı, Uygur Soykırımını dünyada en çok seslendiren ve gündeme getiren siyaset kadınıolduğunu da hatırlatmak isterim.
1 MAYIS 1976
Çocukluğumuzda 1 Mayıs günü “Bahar Bayramı” olarak kutlanırdı. Tatildi. Genellikle otobüsle ya Kağızman’a ya da İshak Paşa Sarayı’na gidilir, yolda şarkılar söylenir, hoşça vakit geçirilirdi.
Yıl 1976. Kabataş Erkek Lisesi son sınıf öğrencisiydim. DİSK, Taksim Meydanı’nda 50 yıllık aradan sonra ilk kez, 1 Mayıs’ı İşçi ve Emekçi Bayramı olarak kutlamaya karar verdi.
Koskocaman lisede üç Kürt öğrenciydik: Ben, sınıf arkadaşım Siverekli ve Rızgari grubundan Mehmet Uzun (yazar Mehmet Uzun’la akrabalığını bilmiyorum) ve uzaktan akrabam Vanlı Mehmet Mızrak. Mehmet Uzun, üçümüz arasında siyasi olarak en aktif olanıydı. Bir keresinde, gizli bir şekilde ilk kez 21 Mart 1976’da yayımlanan Rızgari dergisi bana vermiş, birkaç gün sonra başka bir arkadaşa vermek üzere geri almıştı.
1 Mayıs 1976, bir Cumartesi günüydü. Mehmet Uzun, ben ve Mehmet Mızrak birlikte Diyarbakır Öğrenci Yurduna gittik. Uzakta başka yerlerde diğer gruplar da pankart açıyor, slogan atarak toplanıyorlardı.
Artık yürüyüşe geçme zamanı gelmişti. Yaşça bizden 8-10 yaş büyük ve başında Lenin-vari bir şapkası olan birisi, yüksek bir yere çıktı, var gücüyle bağırdı:
“Yoldaşlar! Mao Zedung’un ışıklı yolunda İşçilerin, Emekçilerin, Köylülerin mücadele bayrağını yükseltmek için Taksim Meydanı’na yürüyeceğiz. Güzergahımız ve hedefimiz, Unkapanı köprüsü üzerinden geçerek Taksim’e ulaşmaktır. Haydi ileri!”
Mehmet Uzun’un kulağına eğildim:
“Kim bu?”
“İzzet Tırpan. Iğdırlı!”
İzzet Tırpan ismini ilk kez o gün duydum. İşin garip tarafı aynı aşirete mensuptuk ve akrabaydık. Tabi bu gerçekleri sonraki yıllar öğrenecektim.
Benim de gayri ihtiyari olarak içinde yer aldığım Maocu örgütlerin oluşturduğu kortej, yürüyüşe geçti ancak Taksim Meydanı’na sokulmadı. DİSK’in sopalı güvenlik kuvvetleriyle Maocu militanlar arasında amansız bir kavga olmuş, meydana girişleri engellenmişti. Yani Taksim Meydanını o gün görmek kısmet olmadı.
1 MAYIS 1977
Yıl 1977. İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Fakültesi öğrencisiyim. Sadi Balamir ve kardeşi İhsan Balamir ile Erenköy’de yaşlı bir Rum kadının evinde küçük bir odada birlikte kalıyorduk. Her üçümüz de İTÜ öğrencisiydik. Elektrik Fakültesi Dekanı faşist güçler tarafından öldürüldüğünden İTÜ Senatosu, tüm üniversiteyi 1 yıl kapattı. Biz de zamanımızın büyük çoğunluğunu Aksaray’daki DHKD ve IGD gibi derneklerde geçiriyorduk.
Derken 1 Mayıs günü geldi. Haftalar öncesinden Maocu örgütlerle Türkiye Komünist Partisi sempatizanı DİSK arasında söz düellosu başladı. Maocular büyük bir kararlılıkla Taksim Meydanı’nda olacaklarını söylüyor ve yazıyorlardı; buna karşılık DİSK ve Miting Düzenleme Komitesi, “Maocu provokatörleri Taksim’e sokmayacağız,” diyerek sert beyanatlar veriyorlardı. Karşılıklı atışmalar ve meydan okumalar 1 Mayıs gününe kadar devam etti.
1 Mayıs günü üç arkadaş, Beşiktaş’ta toplanan Özgürlük Yolu hareketi sempatizanı DHKD derneğinin kortejine katıldık. Zaten çoğu Serhat Bölgesinden gelmiş gençlerdi, tanışıklığımız vardı. En görkemli ve kalabalık kortej DEV-SOL’du. İstanbul’da DEV-GENÇ’in varlığı yok gibiydi.
İnönü Stadyumunun arkasından dolanıp Taksim Meydanı’na giden İnönü Caddesinde ilerlemeye başladık. Hava güzeldi, insanlar coşkuluydu ve olağanüstü bir kalabalık vardı. Kortej nerdeyse adım adım ilerliyordu. Meydan tıklım tıklımdı, konuşmalar başlamıştı ama bizim kortej hala İTÜ Gümüşsuyu Yerleşkesine yakın bir yerdeydi. Nihayet meydana vardığımızda saat 19:00’a geliyordu. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler kapanış konuşmasını yapıyordu. İhsan Balamir, ben ve Sadi’yi uyardı:
“Kalabalık dağılmadan Kazancı Yokuşundan inip Karaköy iskelesine varalım!”
Biz de kalabalığı yara yara Intercontinental (bugün The Marmara Hotel) otelinin yanı başındaki Kazancı Yokuşu’na doğru hareketlendik.
İşte o anda Sular İdaresi Binası (bugün Taksim Camiinin olduğu yer) tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Derken her yerden silah sesleri yükseldi. Kalabalık fırtınaya yakalanmış bir deniz gibi sağa sola dalgalandı. Üçümüz, Atatürk Kültür Merkezi’ne doğru koştuk, sola dönüp Taşkışla Yerleşkesine yakın bir yerde durup olup biteni anlamaya çalıştık.
Herkesin ağzında aynı şey vardı: “Maocular, İstiklal Caddesinden Taksim Meydanına zorla girmek istediler. Silahlı çatışma çıktı. Kalabalık paniğe kapıldı.”
Kadıköy İskelesine yürüdük ama durmadan provokatör (!) Maoculara küfredip duruyorduk.
Ertesi gün çıkan gazeteler de haberleri sol gruplar arasında hesaplaşma şeklinde verince haftalar boyunca hepimiz bu senaryoya inandık. 34 kişi ölmüştü. 28 kişi ezilme ya da boğulma, 5 kişi silahla vurulma,1 kişi de panzer altında kalarak ölmüştü. Eğer 2-3 dakika daha erken Kazancı Yokuşu’na doğru gitseydik, muhtemelen biz de ezilenler arasında olacaktık.
Sonradan büyük bir üzüntüyle öğrenecektik ki değerli hemşerimiz Kenan Çatak, Kazancı Yokuşu’nda ezilerek şehit olmuştu. Allah rahmet eylesin! Merhumu bir kez daha rahmetle anıyoruz!
Merhum Kenan Çatak
1 Mayıs 1977 Olayı, Türkiye’deki sol gruplar arasında bir dönüm noktası oldu. Daha önce iç içe ve karma bir görünüm gösteren sol, kesin bir çizgiyle ikiye ayrıldı: Maocular ve Sovyet Yanlıları. Halkın Kurtuluşu hareketi gibi Enver Hocacı yani Arnavut yanlısı bir grup da vardı ama onlar da kendilerini Maocu kesime daha yakın hissediyorlardı.
Benim beklentim ve bu provokasyonu örgütleyenlerin beklentisi, bu kadar ölümden sonra, bu olayı izleyen günlerde tıpkı Los Angeles şehrinde yaşandığı gibi büyük yangınlar, kolluk kuvvetleriyle çatışmalar ve daha fazla ölümlerin meydana gelmesiydi. Birkaç gün sonra her şey sessizliğe büründü. Bunun nedeni Türkiye’deki sınıf savaşı ve etnik gerilim, bir iç savaşa veya büyük kargaşaya yol açacak seviyede değildi.
Biz gençler olarak, “Türkiye’de ha devrim oldu ha olacak,” diye umutlanırken bunun bir hayal ürünü olduğunu anlayacaktık. Bunun nedeni, Türkiye’de işçi sınıfı, gerçek anlamda bir işçi sınıfı tanımına uygun değildi. Köylü ve esnaf zihniyeti hakimdi. İşinden atılan bir işçi kısa sürede esnaflıkla hayatını devam ettirebiliyordu yani açlıktan ölmüyordu. Üstelik DİSK’ten daha büyük olan TÜRK-İŞ Sendikası 1 Mayıs Mitingine katılmamıştı. Gerisini siz düşünün!
Ama Alevi-Sünni gerginliği yüzyılların bir mirası olarak ve gittikçe derinleşerek devam ediyordu. Türkiye’yi karıştırmak isteyenler, sınıf ve etnik oyunlardan vazgeçip, mezhep kışkırtmasına el attılar. Ve başarılı da oldular…
MARAŞ KATLİAMI
“Maraş Katliamı”, 19 Aralık ile 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta Alevi vatandaşlara karşı işlenen katliamdır. Resmi rakamlara göre yedi gün süren olaylar sırasında 120 insan öldürüldü. Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın iş yeri tahrip edildi. Olay Alevi-Sünni yani Mezhep odaklıydı.
Maraş’ta Alevi katliamı
ÇORUM KATLİAMI
“Çorum Katliamı”, Çorum’da 1980 Mayıs-Temmuz aylarında meydana gelen ve Alevi vatandaşlara karşı işlenen bir katliamdı. 57 insan öldürüldü. Bu olaydan sonra, 12 Eylül Askeri Darbesi kaçınılmaz (!) oldu.
ABD VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI
Los Angeles olaylarında din kavgası yoktu. Güney Kore nüfusunun %30’u Hıristiyan’dır. ABD’ye göç edenler de Hıristiyan Korelilerdi. Beyazlar, Siyahlar ve Latinolar da Hıristiyan’dı. Yani Los Angeles olaylarına, Maraş ve Çorum’da olduğu gibi dini veya mezhepsel bir gerginlik neden olmamıştı. Sorun ekonomik ve psikolojikti. Koreliler ve Beyazlar, iş sahibiydiler; Latino ve Siyahiler “gönüllü” işsizliği tercih etmişlerdi. Bu durum ne etnik ne de bir din çatışmaydı ama gerçek anlamda bir SINIF savaşı da değildi.
Şöyle bir durum olsaydı “sınıf savaşı” tespitini yapabilirdik: Latino ve Siyahiler iş arıyor ama iş bulamıyor veya çalışan Latino ve Siyahiler düşük ücretle çalıştırıyorlar. Hayır! Latinolar ve Siyahiler, çalışmaktan nefret ediyorlardı. İşveren-işçi çatışması yoktu. Koreliler küçük aile bakkalları işletiyorlardı. Esnaftılar. Ekonomik eşitsizlik vardı ama taraflardan biri yani Latino ve Siyahiler, bunu zaten kabullenmiştiler. İş verseniz de kabul etmiyorlardı.
Türkiye’de Los Angeles benzeri bir durum asla yaşanmadı. Aksine etnik ve dini (veya mezhepsel) çatışmalar ön plana çıktı. Etnik ve mezhep çatışmalarını ele alıp değerlendirdiğimizde şunu net olarak görüyoruz: Türkiye, etnik çatışmaları barışla geride bırakacak güce sahiptir ancak Alevi-Sünni çatışması ta Yavuz Sultan Selim zamanından beri Anadolu’yu diken üstünde tutmakta, Demoklesin Kılıçı gibi başımızın üzerinde sallanıp durmaktadır. “Alevi-Sünni” kardeştir sloganı kulağa hoş geliyor ama tarihi gerçekler bunun farklı olduğunu bize hatırlatıyor.
Türkiye, etnik gerginliği yakın zamanda aşacak iradeye ve güce sahip olduğunu attığı aldığı kararlarla kanıtlıyor.
Cumhuriyet tarihinde yani 100 yılda, atılan ilk adım olduğu için uygulamada sıkıntılar yaşanması normal olan “Ana Dilde Seçmeli Ders” uygulaması ileriki yıllarda eksiklerini kapatarak ve güç kazanarak yoluna devam edecek, önemli bir sorunun adil bir şekilde çözümüne katkı sunacaktır. Sivil Toplum Örgütlerinin, bu yıl sonunda her ilde yaşanan zorlukları rapor etmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı’yla birlikte çözüm üretmesi süreci daha da kolaylaştıracak, böylece Türkiye kendi toplumsal gerçekliğine uygun bir çözüm üretecektir.
Ancak Türkiye, sonraki yıllarda kaçınılmaz olarak karşısına çıkacak olan Alevi-Sünni gerilimini en aza indirebilmek için şimdiden gerçek anlamda dinsel ve mezhepsel eşitliğe, kardeşliğe dayalı bir siyaset izlemelidir.
Sonuç olarak şunu belirtmek isterim: Türkiye’yi gelecekte bekleyen tehlike ne sınıf savaşı ne de etnik savaştır. Alevi-Sünni ayrımı ve gizli mezhepsel gerginlik, sosyal ve siyasal anlamda Türkiye’nin en zayıf noktasıdır.
FIKRA… FIKRA… FIKRA…
İDDİA
Yıl 1977. Kars CHP Senatörü Sırrı Atalay Senato Başkanı ve Kars CHP Milletvekili Kemal Güven de Meclis Başkanıdır. Her ikisi de Hamit Hun’la gönül dostudurlar.
Bir gün Hamit Hun, Iğdır’da bir çayevinde oturmuş dostlarıyla sohbet ederken garson kulağına yaklaşır,
“Hamit Amca, önemli bir telefon var!”
Hamit Hun, çok nadiren bu türden telefonlar almaktadır. Yoksa evdekilere bir şey mi oldu, diye panikler.
Ahizeye sarılır:
“Alo! Ben Hamit!”
“Ooooh! Nihayet seni bulduk Hamit Bey. Ben Sırrı Atalay!”
“Vay! Vay! Bu ne sürpriz böyle!”
“Hamit, bizim Kemal’le (Güven), şu an Hamit Hun ne yapıyor, iddiasına girdik. Ben, Hamit şu an bir çayhanede dostlarıyla sohbet ediyordur, dedim. Kemal ise, Hamit şu an bir köyde kuzu eti yiyordur, dedi.”
“Benim bu çayhanede olduğumu nasıl tahmin ettiniz?”
“Telefon santralindeki kızı çok yorduk. Daha önce 10 farklı çayhaneyi aradık. Sorun değil! İddiayı kazandım ya! Çok mutluyum!”
“Sırrı Bey, ben mutlu değilim! Keşke iddiayı Kemal Bey kazansaydı!”
TELGRAF
Ah gençler! “Telgraf” denilen kağıt parçasıyla tanışmadığınız için çok şanslısınız. 1970’li yıllardan bir örnek vereyim. O yıllar cep telefonu zaten yoktu. Eski Türk filmlerinde gördüğünüz kadranlı telefonlar da ancak sayılı evlerde vardı. Bu yüzden önemli haberler telgrafla gönderilirdi.
Telgraf çekmek pahalıydı. Harf sayısına göre para ödendiğinden çok kısa cümle kurmak gerekiyordu. Kural olarak sadece büyük harf kullanılırdı. Ayrıca, harf hataları çok fazlaydı. Öyle ki telgrafı okuyan şahıs, metne birçok anlam verebilirdi. Cümleleri ayırmak için “Nokta” işareti kullanılmaz bunun yerine “STOP” yazılırdı ama bu kelime paraya dahil edilmezdi.
Örneğin siz şöyle bir telgraf çekiyorsunuz: “SUAT GELİYOR STOP”
Karşı tarafın eline şöyle bir telgraf ulaşabilirdi: “USTA DELİYOR STOP”
Gel de işin içinden çık!!
Hamit Hun’un, Sebahattin Bey (Özsu) isminde çok sevdiği bir dostu DSİ Bölge Müdürüydü. Eli açık ve cömertti. Kars ahalisinde ve Iğdır’da sevilirdi. Hatta dostlarına güvenerek bir ara CHP’den Kars Milletvekili aday adayı oldu ama ön seçimde kaybetti.
Iğdır’a her gelişinde mutlaka Hamit Hun’u ve arkadaşlarını bulur, kendi cebinden ziyafet verirdi. Bu yüzden Hamit Hun, Sebahattin Bey’in Iğdır’a gelişini dört gözle beklerdi.
Hamit Hun, şehir merkezinde adımlarken postacı arkasında yetişir, bir telgraf uzatır. Telgraf çok nadiren iyi haber verir. “Yine bizim çocuklar para mı istiyor,” korkusuyla telgrafı açar. Sebahattin Bey’den geldiğini öğrenince çok sevinir. Zorlukla okuduğu telgrafta şöyle yazmaktadır: “YARIN GELİYORUM STOP SALIKLI GÖLE STOP”
Hamit Hun, metni kendisine göre yorumlar: “Yarın geliyorum. Arkadaşlara da haber ver. Balıklı gölde size ziyafet vereceğim.”
Hamit Hun, ertesi günü dört gözle bekler. Kafa dengi arkadaşları toplar, özel arabasıyla yolculuk yapan Sebahattin Bey’in gelmesini beklerler. Öğlen üzeri Sebahattin Bey Iğdır’a ulaşır. Hamit Hun ve arkadaşları Sebahattin Bey’i sevinçle karşılar, bir yorgunluk çayı ikram ederler ama fazla da gecikmeye niyetleri yoktur.
Hamit Hun lafa girer:
“Kuzuyu aldın mı?”
“Ne kuzusu?”
“Herhalde bize balık yedirmeyi düşünmüyorsun?”
“Ne balığı?”
“Balıklı Gölden bahsediyorum…”
“Balıklı Göl mü???”
“Telgraf gönderdin ya..”
“Evet!”
“Telgrafta BALIKLI GÖLE diye yazmışsın ya..”
“Telgrafa şunu yazdım: YARIN GELİYORUM STOP SAĞLIKLA GÜLE GÜLE STOP. Ancak pahalı olmasın diye sadece bir tane “GÜLE” yazdım.”
Hayal kırıklığına uğrayan Hamit Hun zorlukla konuşur:
“Ucuz olsun diye keşke hiçbir şey yazmasaydın!”