Değerli Okuyucular!
Bugünkü yazımda sizlere Iğdır’ın önemli bir değerini, devrim günlerinin ateşli gencini, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş hocasını ve nihayet duayen bir gazetecisini tanıtmak istiyorum. Akay Hoca’mla ilk tanışmam nasıl oldu diye sorarsanız doğrusunu isterseniz benim de pek tercih etmediğim koşullarda gerçekleştiğini söylemek durumundayım. 1998 yılında babamın vefatı nedeniyle Amerika’dan Iğdır’a gelmiştim. Taziye evimizde bir gazete parçası elden ele dolaşıyordu. Makaleyi yazan gazetecinin ismi Akay Aktaş idi. İsmine ilk kez o zaman aşina olduğum Akay Hocam, babamla ilgili gerçekçi ve ölümün verdiği hüznünün ağırlığını taşıyan bir yazı yazmıştı. Kim olduğunu sorduğumda kalabalığın içinden bir beyefendiyi işaret ettiler. Bu şekilde tek yanlı bir tanışma şansım oldu. Gazeteyi katlayıp cebime koydum. Ankara’ya döndüğümde babamın yazılarının içinde korumaya aldım. Iğdır Sevdası isimli kitabımı 2002 yılında yayımlayınca değer verdiğim bu yazıya da yer verdim. Aradan yıllar geçti. 2007 yılında Bağımsız Sosyal Demokrat aday olunca bir ara ayaküstü bir görüşme şansı yakalamıştım. Yine aradan yıllar geçti. Bu kez Akay Hoca’nın sahipliğini yaptığı IĞDIR’A BAKIŞ isimli İnternet gazetesinde köşe yazarı oldum. O gün bugündür yüzlerce kez telefon görüşmemiz ve söyleşimiz oldu. Tabi Iğdır’a uğradığımda da çay içerek yüz yüze sohbetlerimiz de hiç eksik olmadı.
Akay Hoca entelektüel birikimi, siyasete ilgisi, sosyal haksızlıklara karşı takındığı sert tavrı, açık sözlülüğü ve sıcak dostluğuyla hepimizin gönlünde yer etmiş önemli bir şahsiyettir. Bu söyleşinin amacı Akay Hoca’yı her yönüyle sizlere tanıtmak, bir değerin yükseliş öyküsünü sizlerle paylaşmaktır.
SORU_1: Değerli Hocam! Öncelikle aileniz hakkında bilgi verir misiniz? Aile şeceresini, geniş aile fertlerini de buna dâhil ederseniz sevinirim.
Aile kökenim İrevan (Erivan)’a kadar uzanır. Merhum dedem halk arasında Hoca Molla Mehemmed Ahundzade namıyla bilinen ve saygı duyulan bir tacirdi. İrevan eşrafından Abbas kızı Seyran Hanımla evlenir.7 oğlu bir kızı olur.
O yıllar Iğdır’da çok geniş ölçekte pamuk ekimi yapılmaktadır. Pamuk ticareti nedeniyle dedemin yolu sık sık Iğdır’a düşer. Böyle bir günde Sultanabat Beylerinden İsa Bey’in kızı Urgiye (Rukiye) hanımla ikinci evliliğini yapar.Rukiye Hanım’dan da iki oğlu bir kızı dünyaya gelir.İsimleri sırasıyla şöyledir: Seriye-Asker-Yılmaz.Dedem, doğrusunu söylemek gerekirse boş durmaz, bu kez Küllük köyünden Zehra hanımla üçüncü evliliğini yapar. Bu evliliği yapmasındaki asıl neden Rukiye Hanım’ın İrevan’da ikamet etmek arzusudur. Ne de olsa Bey kızıdır. İrevan gibi büyük bir şehirde yaşamak, çocuklarının eğitimine önem vermek istemektedir.
Babam Asker, İrevan’daokula gitme fırsatı bulur. İrevan Rüştiyesini (Ortaokulunu) bitirir. Dedemin Küllük köyünden evlendiği Zehra Hanımdan da bir oğlu iki kızı olur.İsimleri sırasıyla şöyledir: Şamil Yaşar(Sebzeci olarak mesleğini devam ettirdi), Şefika ve Hediye.Şefika Hanım,Iğdır’ın sevilen simalarından Hakim-Avukat ve siyasetçi Gündüz Güneş Bey’in babaannesidir.
SORU_2: Bildiğiniz gibi 1920 yılından itibaren Aras Nehri sınır olacak şekilde İrevan ve Iğdır birbirinden koptu ve aileler parçalandı. Bu olayın aileniz üzerindeki etkisi ne oldu?
Doğrusu bu soruyu cevaplamak bana zor geliyor. İşin içine duygu, hasret ve ayrılıklar karışınca insanın yüreği sıkışır, boğazı düğümlenir. O yıllar Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan İrevan’da her gün öğleden sonra üçte yarım saat kadar Azeri mahnıları(şarkıları) yayımlanırdı. Çok iyi hatırlıyorum merhum babam 1955-65 yılları arasında her gün İrevan radyosunun başına sabırsızlıkla oturur, saatin üç olmasını beklerdi. En çok sevdiği de o tayda (İrevan’da) kalmış ünlü bestekâr Şefika Ahundova’nın mahnılarını sessizce dinlemesiydi. Elinde olmadan duygulanır, ağlamaklı olurdu.Bacı ve aile hasreti yüreğine oturur, içi özlem ve hasretle dolardı.
Sovyetler Birliğinin kurulduğu ilk yıllar Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında nüfus mübadelesi anlaşması imzalanır. Babamın annesi ve yakınları bu taylı (Iğdır) olduklarından ayrıca Sovyet rejiminin baskılarına tahammül edemediklerinden Türkiye’ye gelmeyi tercih ederler. Devlet onlara iskân yeri verir. Ailemin ilk tercihi şehir merkezi ve Sultanabat köyüne yerleşmek olur. Çok geçmeden ailem üç ev satın alır. Birisine ailem yerleşir, diğer ikisini de kiraya verirler.
SORU_3: Babanız, Iğdır’a geldikten sonra ne işle meşgul oldu?
Babam İrevan’da eğitim almıştı. O dönemde ortaokul mezunu olmak önemli bir başarı sayılırdı. Bekâr olan babam 1942-44 yılları arasında Bekçibaşı olarak görev üstlenir. O yıllarda Iğdır Karakolu, Kars Caddesinde bugünkü BP istasyonunun karşı tarafındaymış. Annemin baba evi de tesadüf bu ya tam da Karakol’un karşısında olunca babamla annemin tanışması zor olmaz. Babam, Gülsüm Bentürk Hanımla evlenir. Bentürk ailesi, Gulem-Hüseyin Çağlar kardeşlerle aynı kabileye mensuptu. Annem ilkokula başlar ancak dördüncü sınıfta okulu terk eder. O yıllar kız çocuklarının okula gitmesine önem verilmediğinden kimse de annemin okulu yarım bırakmasından rahatsız olmaz.
Babam,Türkçenin yanı sıra Ermenice ve Rusçayı da çok iyi biliyordu. O yıllar birçok nedenden dolayı Sovyet ve Türk yetkilileri bir araya gelir, çeşitli konuları ele alıp çözüm yolu bulmaya çalışırlardı. Böyle günlerde babam da Karakale’deki Rus-Ermeni protokol görüşmelerine katılır, üç dilde tercümanlık yapardı.
Amcam Yılmaz Aktaş lise mezunu idi. Bir ara kısa süreliğine Iğdır’da öğretmenlik yaptı. Daha sonra Gümrük Muhafaza memuru olarak çalışmaya başladı.
Anneannemin ailesi, Kaça-Kaç yıllarında Ermeniler tarafından kıyıma (katliama) uğratılır kimse sağ kalmaz. Bu travma o kadar derindi ki acı hatıraları anmamak için evde kimse anneannemin ailesinden ve isimlerinden bahsetmezdi.
Hem anneannem hem de babaannem İrevan’da büyüdüklerinden kent kültürü almış, duruşları ve konuşmalarında bir ciddiyet taşıyan, yol yordam bilen ve hamarat kadınlardı. Mutfak kültürleri kadar tapmaca (bulmaca) ve nağıl (masal) repertuarları da oldukça genişti. Özellikle babaannem Rukiye Hanım yaptığı çeşitli ev ilaçları ile hastaları tedavi edermiş. Eczanenin olmadığı o dönemlerde bu türden yapılan ilaçların kıymeti olur, bunu yapanlar toplum içinde saygı görürlerdi.
Biz üçü erkek biri kız dört kardeşiz. Yaş sırasına göre: Akay,Gökay, Moray ve Müberra. Çocuklarına verdiği isimlerin anlamlarını dikkate aldığımızda babamın belli bir kültür adamı olduğunu anlamak mümkündür.
SORU_4: Biraz da kendinizden bahseder misiniz?
30 Haziran 1947 Iğdır doğumluyum. Bugünkü MERİNOS binasının olduğu yerde bir zamanlar ailemize ait bir ev vardı. İşte orada dünyaya gelmişim. Çocukluğum rahat ve huzurlu geçti. Babam, ilçenin tanınmış bürokrat ve siyasetçiler ile dostluk ilişkileri içindeydi. Herkes babamı tanır ve severdi. Bu durum babamı aile içinde saygın ve otoriter birisi yapmıştı. Babamızı gördüğümüzde sessizleşir, evde bir ciddiyet havası kendiliğinden oluşurdu. Ailenin ilk çocuğu olmamdan dolayı akrabalar beni el üstünde tutar, bazen gereksiz yere şımartırlardı. Böyle olunca ben de şımartılmış ve değer verilmiş olmanın doğal sonucu olarak durmadan kitap okuyan, hatta gerektiğinde bilgiçlik taslayan, kültürlü görünen ama normal ev işlerden anlamayan,elinden bir şey gelmeyen, hep hazıra konan, mızmız bir çocuk olarak büyüdüm.
Babam, eğitimli olmanın vermiş olduğu alışkanlıkla durmadan kitap alır, evde bir köşeye çekilir, zamanının çoğunu kitap sayfalarını çevirmekle geçirirdi. Evimizin bir duvarı kocaman bir kütüphaneydi. Babam ayrıca eve geldiğinde mutlaka koltuğunun altında Cumhuriyet, Hürriyet vb gazeteler ve Akbaba dergisi olurdu. Doğrusunu isterseniz elimde olmadan ben de bu kitapların ve gazetelerin arasında kâğıt kokusuyla büyüdüm.
Bir gün Iğdır Nüfus Memuru Erzurumlu Ahmet Birdoğan komşumuz oldu. Oğlu Nejat Birdoğan Edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda saygın bir halk bilimciydi. Ahmet Birdoğan’la komşu olduktan sonra iki aile olarak sık sık birbirimizi ziyaret ederdik. Nejat Hoca’nın da hatırı sayılır bir kütüphanesi vardı. Bu durum benim için bir fırsata dönüştü, yaşımın ve eğitimimin çok üstünde kitapları okumaya başladım.
Kısacası çocukluğum aristokrat ve kültürlü bir aile ortamında geçti. Hemen hemen her istediğimi rahatça edinen, yaşamı el üstünde tutulan çocukluğumu doya doya yaşadım. İlçede ilk kumaş pantolon ve iskarpin giyenlerdendim. Elbette havamdan geçilmezdi. İlçede ilk elektriğin çekildiği bir evde oturuyorduk ve yine ilçenin ilk radyosu olanlardan biriydik.
Çocukluk yıllarımın en talihsiz yanı annemle ilgili olarak yaşadığım psikolojik bir travmaydı. Annem, muhtemelen vücudu deforme olmasın diye bana bir sütanne tutmuştu. Annemin kendi bebeğini emzirmemesinin ileride biyolojik ve ruhsal iletişim bozukluğunayol açacağını elbette kimse öngöremezdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Gazi Eğitimde “Çocuğun Hareki Gelişimi” dersinde annemden süt emmemenin ruhumda yarattığı sevgi yetersizliğinin ciddiyetini anlayacaktım. Annem tarafından bir anlamda “reddedilme” duygusu içime işlemiş olmalı ki sonraki yıllar ezilme, işkence, hapis,saldırı, sürgün, dışlanma gibi gençlik sorunlarıyla boğuşup durdum. Bu psikolojik kopukluğun üzerine kültürlü ve aristokrat bir aileden gelmiş olmanın verdiği gururu da ekleyince, bir anlamda sonraki yaşamımın izleyeceği yol haritası kendiliğinden belirlenmiş olacaktı. Fevrilik, hızlı kararlar, evlilik uyumsuzluğu gibi durumlar yakamı bırakmayacak, inişli çıkışlı bir yaşamın içinde bir anlamda mücadele edip duracaktım. Dört kez evlendiğimi söylersem tanımlamak istediğim ruh halimi sizlere daha iyi anlatmış olabileceğim.
SORU_5: Aile dostlarınız kimlerdi?
O yıllar zenginler daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraşan ailelerin arasından çıkardı. Babamın böyle bir zahmete katlanmasına gerek kalmıyordu. Babam, o yıllar “Aliye Hanım’ın Eczanesi” olarak bilinen eczanenin önünde kaymak satardı. İki ev kirası da eklenince babamın maddi sıkıntısı yoktu. Zaten o yıllarda bırakınız lüks veya aşırı konforlu yaşamı sıradan tüketim ürünleri de pek nadirdi. Babam ile babanız Mecit Hun yakın dost idiler. Ailelerimiz arasında gidiş gelişler olur, annem deyim yerindeyse ilçenin kalburüstü kesimiyle oturup kalkardı. İşin ilginç yanı babam ile Mecit Hun arasındaki dostluk sonraki yıllar çocukları arasında da devam etti. Diğer aile dostları arasında Kurban Doğan, Oktay Yeşilyurt, Yüksel-Aysel Ersoy, Cengiz Candemir-Vural Avşar, Koray Sonyol gibi değerli isimleri saymam mümkün.
SORU_6: Hocam, 1965-76 yılları arasında Piknik Salon adında bir pastanemiz vardı. Hiç unutmam birgün merhum babanız Baharlı Mahallesindeki evimize geldi ve anneme kaymak yapmasını öğretti. ‘Sakın sırrımızı kimseye verme,’ diye de anneme tembihlemeyi unutmadı. Annem, verdiği söze bağlı kaldı, çok yalvarmasına rağmen kız kardeşine bile kaymak yapmanın sırrını söylemedi. O zaman anlamıştım ki kaymak yapmak hafife alınır bir iş değildi. Babanız kaymak yapmasını nerede öğrenmişti?
Gulem Çağlar’ın lakabı Kaymakçı Gulem’dir. Anneleri Nazlı Çağlar, annemin bibisidir (halasıdır). Gulem Çağların birinci eşi Ece teyze tam bir İrevan hanımıydı. Anneannem de İravanlı olduğundan aralarında dostluk ve yakınlık ilişkisi vardı. Bunlar kaymağın nasıl yapıldığını gayet iyi bilirlerdi. Babam zamanın önemli bir kısmını anneannem ve onun akraba çevresinde geçiriyordu. Bu fırsatı değerlendirip kaymağın nasıl yapıldığının inceliklerini öğrenmiş, yapılanları dikkatlice incelemişti. Yaz aylarında mandalar nağır (sürü) halinde meraya götürülür, akşam geri dönünce yere uzanıp geviş getirmelerinden sonra çiğit (pamuk çekirdeği) verilirdi. Çiğit, manda sütünün kalitesini artırırdı. Süt, geniş çinko leğene konur, kıvamında pişirildikten sonra, bu kez yanmış koyun kermesinin uygun ve düşük sıcaklığında uzun süre tutularak üzeri bezle sarılırdı. Sıcaklığın hafif ve fakat uzun süren etkisiyle sütün yağı üste çıkar ancak bunun süresini ve zamanını iyi ayarlamak gerekirdi. Aksi halde kaymak yanıp sararabilir veya çiğ kalabilirdi. Kaymağı leğenden kevgir ile kaymağın bütünlüğünü zedelemeden almak bile maharet gerektirirdi. Bunun dışında yetenek ve alışkanlık da kaymağın kalitesini etkileyen diğer faktörlerdi.
SORU_7: Babanızın kaymak tezgâhının müdavimleri kimlerdi?
Daha önce söylediğim gibi babam Aliye Hanım’ın Eczanesinin önünde Mehmet Esed Bey’in kahvehanesinin hemen yanında tezgâh açıp kaymak satardı. Iğdır’ın ileri gelenleri gelip orada zevkle kahvaltılarını yaparlardı. Aslında babamın tezgâhı aynı zamanda bir buluşma yeri gibiydi. Bir yandan babamın lezzetli kaymaklarını atıştırırken bir yandan gazetede yer alan günün siyasi durumları konuşulur, bir yandan da Akbaba dergisindeki fıkraları anlatıp gülerlerdi. Arada bir ben de onlara yakın durur konuşmalara kulak kabartırdım. Müdavimler arasında ilk aklıma gelen isimler Mecit Hun, Cihangir Turan, Aziz Güney, Paşa Turan, Mehmet Gülten,Uzun Mahmut… gibi ilçenin tanınmış isimleriydi.
SORU_8: İlkokula nerede başladınız? Hocalarınız kimdi?
İlkokulu 12 Kasım’da okudum. Başarılı bir öğrenciydim. İlkokulu takdirname ile bitirdim. O yıllar farklı bir uygulama vardı. İlkokuldan mezun olanlar ayrıca hocalardan oluşan özel bir komisyon tarafından bitirme sınavlarına tabi tutulurlardı. Kısacası, bugünkü gibi ilkokulu zahmetsiz bir şekilde bitirmek mümkün değildi. Bu yüzden ilkokulu bitirmek bile saygı ile karşılanıyor, belli bir kültür ve bilgi seviyesi konusunda bir değeri olurdu.
İlkokul öğretmenim Emine Hanımdı. Daha okula başlamadan okuma yazmayı öğrendiğimden, öğretmenim benimle pek ilgilenemezdi. Bu da sınıfta bir uyumsuzluğa yol açıyordu. Çareyi beni ikinci sınıfı atlatarak üçüncü sınıftan başlatmakta buldular. Bu durum da bende bir travmaya neden oldu. Tıpkı nasıl merdiven basamaklarını teker teker değil de ikişer üçer atlayarak çıktığınızda hissettiğiniz nefes darlığına benzer bir duygu yaşıyordum.
Dördüncü sınıfta öğretmenim İsmet Demirel, beşinci sınıfta da Tevfik Karasu idiler. İlkokulu birincilikle bitirdim.
SORU_9: Ortaokula nerede devam ettiniz? İyi bir öğrenci miydiniz?
O yıllar Iğdır Ortaokul binası bugünkü Telekom binasının olduğu yer ve karşısındaki binaydı. Sınıfın en iyilerinden biriydim. Öğretmenlerim Nizamettin Onk, Turan Atasever ve Nejat Birdoğan beni daha çok Kültür, Türkçe, Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık bilgisi derslerine yönelttiler. Kitap okuma sevgim nedeniyle bu dersleri zevkle okuyor, bilgimi artırıyordum.
SORU_10: Mahalle çocuklarıyla ne tür oyunlarla ilgiliydiniz? Başınızdan geçen ilginç hatıralar var mıydı?
Mahalle çocuklarıyla bir araya gelmek gerçekten büyük bir zevkti. Çok güzel topaç oynardım.Şimşir ağacından yapılma bir topacım vardı. İpi topaca sıkı sıkı sarar, fırlatarak kendi etrafında dönmesini sağlardık. Kimin topacı daha çok dönse kazanan da o olurdu. Topacı döndürecek ipin kalitesi çok önemliydi. Kaytan dediğimiz bu ipi Bibim (Halam) Seriye Yeşilçimen yapardı. Ayrıca âşık kemiği, tahta kılıç oyununda da oldukça başarılıydım. Farkında olmadan öylesine bir yetenek kazanmıştım ki Ankara’da Beden Eğitimi Bölümünde eskrim dersi alan arkadaşlarımla gönüllü bir deneme yaptığımda başarım karşısında oldukça şaşırmışlardı. Flöre (bir çeşit eskrim oyunu) yapmakta başarısızdım ama kılıç oyununda beni alt etmekte oldukça zorlanmışlardı.
Kış olunca sokakta oyun oynama şansımız azalırdı. Evde beştaş,cüz ve dama oynayarak vakit geçirirdik. Kimsenin beni yenmesi mümkün değildi. Bu yeteneğimi hala devam ettirdiğimi de övünerek itiraf etmeliyim.
Bir gün, hala oğlu ve hala kızı ile birlikte bir akraba evine mürebbiye (reçel) yemeye davetliydik. Sokakta yürürken iki köpek peşimize düştü. Ayağım aksaktı. Hala oğlu ve hala kızı hızla koşarak uzaklaştılar. Tek çarem kalmıştı. Yere çöktüm ve ölü numarası yapar gibi nefesimi tuttum. Bunu ya büyüklerden duymuştum ya da bir yerlerde okumuştum. Köpekler etrafımda dönüp durdular. Umutsuz bir şekilde çekip gittiler. O olayı hatırladığım zaman hala dizlerimin bağının çözüldüğünü hisseder gibi olurum.
SORU_11: Aksaklığınız doğuştan mı vardı? Tedavi gördünüz mü?
Çocukken kısmi ve hafif bir çocuk felci geçirmişim. O yıllarda maalesef tedavi imkanı yoktu. Sonraki yıllar da tedaviyi önemsemedim. Aksaklığım artık alameti farikam yani ayırt edici özelliğim olarak benimle kaldı.
SORU_12: Benim gibi Teksas, Tommiks hayranı olduğunuzu biliyorum. İlk ne zaman bu kitaplarla tanıştınız?
Sanırım ilkokul 3’ncü ya da 4’ncü sınıfta bu kitaplarla tanıştım. 1956 yılı olsa gerekti. Iğdır’da Yetim Hüseyin ve oğlu Hamit’e ait bir kitapevi vardı. Orada bu türden çizgi romanlar satılıyordu. Hamit benim bibim (hala) kızı Sevim ile nişanlıydı. Bu nedenle avantajlı sayılırdım. Teksas-Pekos Bill-Kinova ve Tommiks gibi çizgi romanlarla ilk böyle tanıştım.O gün bu gündür hala zevkle okurum. Üstelik bu kitapların tüm sayılarını İnternetten indirip arşivledim. Hemen hatırlatayım ki meraklı olan herkese arşivim açıktır.
(Değerli okuyucular! Akay Hocam arşivini bana da cömert bir davranışla açtı. Hard diske yüklü çizgi romanları canım sıkıldıkça zevkle ve çocukluk hatıraları dolu olarak okuyorum. Mücahit)
SORU_13: Liseye nerede devam ettiniz? Lise yıllarında siyasi aktivitelerin içinde oldunuz mu?
Ortaokuldan mezun olduğumda Iğdır’da lise yoktu. Öğretmenlerimin tavsiyesi üzerine 1961-62 eğitim-öğretim yılında İstanbul Kabataş Erkek Lisesine kayıt oldum. Düşünün 14 yaşındaki bir çocuk, Türkiye’nin bir ucundan yani Iğdır’dan diğer ucuna yani İstanbul’a liseyi okumaya gidiyor! Amcam İstanbul’da emekli memurdu ve Nişantaşı’nda bir manifatura dükkânı vardı. Bana yardımcı olacağını, ailemden uzak kalmamın yarattığı psikolojik travmayı atlatmada yanımda olacağını ümit etmiştim. Yalnızlık ve aile özlemi ağır bastı Kabataş Erkek Lisesini bitiremeden Iğdır’a geri döndüm, Kars Alpaslan Lisesine kaydımı yaptırdım. Okulun pansiyonu olduğu için ev kiralama gibi bir sorunum olmadı.
SORU_14: Siyasetle ne zaman gerçek anlamda tanıştınız?
Lise yıllarında siyasi etkinlikler fazla yaygın değildi veya hemen hemen hiç yoktu. Aslen Iğdırlı olan ama Kars’ta oturan, esnaflık yaparak hayatını kazanan Hayati Tuncer (Sultanabat Beylerinden İbat Bey’in oğlu) akrabamdı. Lisede velim oldu. Sonraki yıllar TİP (Türkiye İşçi Partisi) Kars İl Başkanlığını görevini üstlendi. İlk kez SOL düşünce ve fikir akımıyla Hayati Bey sayesinde tanışma şansı buldum.
1965 yılı Milletvekili seçimlerinde Hayati Tuncer Kars TİP İl Başkanıydı. TİP’in Kars adayı Adil Kurter’in kazanması için siyasi bir çalışma yaptık. Adil Kurter, o yıllar uygulanan Milli Bakiye sistemi sayesinde Milletvekili seçildi. Sonraki yıllar Halit Güneş, Ahmet Develi, Rahim Bağcı ve Atila Hun ile birlikte dergi ve bildiriler dağıttık. Elbette siyasi çalışmamızın bir bedeli de vardı: Zaman zaman Emniyet Amirliğine götürülüyor ya azarlanıyor ya da tehdit ediliyorduk.
SORU_15: Üniversiteye nerede gittiniz? Öğrenci olayları var mıydı? Hangi siyasi görüşe yakın hissediyordunuz?
1962 yılında meydana gelen Iğdır depreminde evimiz hasar gördü. Ailem ekonomik bir sıkıntıya girdi. 1964 yılında Kars Alpaslan Lisesinden mezun oldum ama talihsiz bir olay nedeniyle okul hayatıma ara vermek zorunda kaldım. Babamın vefatı tüm aileyi olduğu gibi beni de derinden sarstı. Geçici olarak Vekil Öğretmenlik yaptım veya DSİ’de puantörlük gibi işlere girip çıktım.
Uzun bir aradan sonra 1968 yılında Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsünün Türkçe bölümünü üçüncü sırada kazandım ama gerek Trabzon ve gerekse okul ortamı ruhumu açmadı. Üzerimde boğuluyormuşum gibi bir duygu vardı. Rapor alarak Ankara Gazi Eğitime naklimi yaptırdım.
Gazi Eğitim tam bana göre idi. O yıllar Fikir Kulüpleri Federasyonu aktiviteleri okullarda oldukça revaçtaydı. Doğu Perinçek Genel Başkandı. Nedense ta o yıllarda bile Doğu Perinçek’in şahsına karşı bir yakınlık hissi taşımıyordum. 1969 yılında yapılan kongrede Doğulu arkadaşlar olarak Ertuğrul Kürkçü’yü destekledik. Başkanlığı Ertuğrul Kürkçü kazandı ve Fikir Kulüpleri Federasyonunun adı da DEV-GENÇ olarak değiştirildi.68 kuşağından biri olarak şunu söylemek isterim: Bu kuşağa mensup olmakla her zaman övündüm, onur ve gurur duydum.
SORU_16:Tutuklanma durumunuz oldu mu? Ne kadar tutuklu kaldınız? Hangi olaydan dolayı tutuklandınız?
Öğrenci olaylarının yoğunlaşması ve orduda Doğan Avcıoğlu taraftarlarının artması üzerine sol makyajlı 12 Mart Muhtırası verildi. Hükümet düştü. AP-CHP ve Güven Partisi destekli koalisyon kuruldu. Daha önce “zehir hafiye” lakabını kazanmış olan Faruk Sükan, İçişleri Bakanlığına getirildi. “Zehir Hafiye” lakabını hak kazandığını ispatlamakta gecikmedi.12 Mart sonrası kurulan Nihat Erim hükümeti solcu ve aydın avına başladı. Gençler ve aydınlar sorgusuz sualsiz, delilsiz-mesnetsiz, toplanıp damlara tıkılıyordu
İsrail İstanbul Başkonsolosu EphraimElrom 17 Mayıs 1971 Pazartesi günü THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırıldı. Çayan ve arkadaşları, Elrom’un serbest bırakılması karşılığında, hapiste bulunan devrimci militanların serbest bırakılmalarını istediler. Hükümet, bu isteği reddettiği gibi tarihe mal olan Balyoz Harekâtı ile bir hukuk garabeti olarak bilinen MAKABLE ŞAMİL (yani geçmişe yönelik olarak etkili olma) diyerek bir zamanlar eylemlere karışmış üniversite gençlerini toplamaya başladılar. Yalnızca Ankara’da bir gecede 8 bin üniversiteli genç gözaltına alındı. O furyada ben de içeri girdim. Sağ olsun Iğdırlı milliyetçi gençler, ihbar ederek adımı vermişlerdi. Hapiste bir yatakta nöbetleşe ve iki üç kişi ancak yatabiliyorduk. Kısa bir süre sonra ifademiz bile alınmadan salıverildik.
SORU_17: Üniversiteden ne zaman mezun oldunuz? Öğretmenliğe ne zaman başladınız?
1971 yılı Haziran ayında mezun oldum. 30/06/1971 tarihinde (bu aynı zamanda doğum günümdür) Siirt Kurtalan’a mecburi hizmetten dolayı tayinim yapıldı. Ancak bir- iki hafta geçmeden Ankara’dan gelen polisler tarafından alınıp Ankara Altındağ Sıkıyönetim Komutanlığına teslim edildim. Sıkıyönetimce tutuklanıp Mamak Askeri Cezaevine konuldum. Gerekçe, Gazi Dev-Genç grubu olarak siyasi eylemlere katılmak ve anayasayı tağyir (değiştirme),tebdil ve ilgaya (ortadan kaldırmaya) teşebbüsün fer’işeriği (suç ortaklığından sorumlu) olmam gösterildi.146/3 Ceza yasasına göre yargılandım. Ancak 15 ay sonra sıra bizim gruba duruşma sırası gelebildi. Hepimiz tahliye edildik ama yattığımız yanımıza kâr kalmıştı. Olup bitenin tek iyi yanı, hapiste bol bol kitap okuma fırsatı bulmamızdı. Muzaffer Erdos, Prof. Mümtaz Soysal gibi ünlüleri de yakından tanıma şansımız oldu.
Diyalektik materyalizm ve sosyalizmin hiç de kitaplarda yazıldığı gibi olmadığını gördük. Bizim gruptan Öner Yağcı(şimdi Cumhuriyet gazetesinde yazıyor) koğuşta sık sık bağırırdı: “Muhsin Amca yetiş!”.Muhsin Batur Hava Kuvvetleri komutanı idi ve güya sosyal demokrat olduğu yönünde bir kanı oluşmuştu. Darbe yapıp bize kurtaracaktı!
Mao’nun, ünlü “Emperyalizm kağıttan kaplandır,” sözünün gençleri ajite etmek için söylenilmiş kof bir slogan olduğunu, bırakın kağıttan kaplan olduğunu tam bir canavar olduğunu acı tecrübeler sonucu yavaş yavaş öğrenecektik.
Denizler idama götürülünce koğuşlarda isyan çıkardık. Koğuşların demir kapıları bir mimari hata sonucu içeri açılıyordu. Kapı arkalarına somyaları dayayınca asker içeri giremedi. Koğuşta bulunan ekmek,pasta türünden öteberi ile bir hafta direnebildik ama Denizler idam edilince isyanı sona erdirdik.
Tahliye edildim ama asker kaçağı gözüküyormuşum!! Hapiste iken yoklamamı yaptırmam gerekiyormuş!! Beni derhal askerlik şubesine teslim ettiler. İki jandarma eşliğinde Kars’a trenle oradan da Iğdır’a geldik. İlk işimiz Askerlik Şubesine gitmek oldu.Yoklamamı yaptılar ve serbest bıraktılar.Ankara’ya döndüm.Sıkıyönetim Komutanlığından aranmadığıma dair bir belge alıp Siirt Kurtalan’a doğru yola çıktım.Adım başı arama yapılıyordu. Adana’da kontrol yapan polislerden birisi Iğdırlıymış. Amirlerine, beni tanıdığını ve azılı bir “anarşist” olduğumu söyledi. “Anarşist” kelimesini telaffuz edemediği için bana “Anarşik” diye hitap ediyordu. Otobüs yoluna devam etti. İki gün nezarette kaldım. Ankara ile irtibata geçildi. Elimdeki belgenin gerçek olduğu ve aranmadığım anlaşıldı ve böylece tekrar serbest bırakıldım.
Kurtalan’a gidip göreve başladım. Denizlerin idamına iki gün kala Iğdırlı bir grup Sefer Şimşek öncülüğünde Sofya Uçağını kaçırmışlardı. Bunların soruşturulması sonucu benim Iğdırlı olmam ve Sefer Şimşek’i tanımış olabilirim gerekçesiyle uçağın kaçırılmasından iki ay kadar sonra, Ankara’dan gelen bir ekip beni yeniden Kurtalan’dan Ankara’ya götürdü.11 gün gözaltında kaldım ama ne kalış! Öyle bir işkence ve eziyet gördümki yattığım 15 ay hapislik bana sanki Antalya’da dayağı ve işkencesi zorunlu özel bir tatil gibi gelmişti.Eklemeden edemeyeceğim bir bilgi de Atila Hun da Sofya’ya uçak kaçırma olayından nasibini almış, gözaltında tutulmuştu.
Uçağın kaçırılması ile bir ilgim olmadığı zaten o tarihlerde Mamak’ta cezaevinde olduğum anlaşıldı. Serbest bırakıldım. Görevimin başına döndüm. Bir ay sonra Bakanlık Genel Müdürlerinden oluşan bir komisyonun hakkımda verdiği karar ile sakıncalı bulunarak görevden ihraç edildim. İki yıl kadar ser-sefil ve perperişan halde Ankara mahzenlerinde, TCDD garındaki banklar üzerinde uyuyarak yaşamaya çalıştım.
Konuyu Danıştay’a götürdük. TÖB-DER (Öğretmenler Sendikası) yönetimi benim durumumda olanların davalarını üstlenip dava açıyordu. Danıştay haliyle yürütmeyi durdurma kararı verdi. Göreve iade edildim.Genel Müdür beni odasına çağırdı, şunları söyledi:
“Evladım yeniden Siirt Kurtalan’a gidersen orada sıkıntı çekersin. Seni Şereflikoçhisar’a göndereceğim. Orası küçük Moskova gibidir.Orada izin kaybolur,” dedi ve öylede oldu.1976 Mayısında tayinimi Iğdır’a yaptırdım.Bu arada sağ- sol olayları iyice alevlenmiş, Ecevit hükümeti düşmüş yerine MC hükümetleri kurulmuştu.
Çilemiz bitmemişti.1977 yılında Iğdırlı olup ama beni sevmeyen siyasetçilerin sürekli şikayetleri üzerine Bitlis Mutki’ye sürüldüm. Bitlis Valisine Iğdırlılar dilekçe ve ihbar mektupları yağdırdılar. O da mecbur kalıp beni merkeze aldı. O yıllar Merhum Aziz Güney Mutki Ziraat Bankasının yapım ihalesini aldığından sık sık görüşme şansım oluyor, bu görüşmelerimiz içimdeki yalnızlık duygusunu bir nebze olsa da azaltıyordu.
1979 yılında yeniden Iğdır’a geldim.12 Eylül darbesinin arkasından Ardahan ve Tuzluca Demirbahçe köylerine sürüldüm. Yani bavulumu açmadan bir o okula bir bu okula sürgüne gönderiliyordum. Bu arada evlenmiş bir oğlum bir kızım olmuş ama ben köy okullarını adeta bir müfettiş gibi gezip duruyordum.
SORU_18: Gazetecilik mesleğine nasıl başladınız?
Daha önce de belirttiğim gibi kitaplarla aram oldukça iyiydi. Sürekli okur, düşünür, tartışırdım. Diğer yandan mesleğim gereği on binlerce öğrenci kompozisyonu okuyup, değerlendirdim. Hak ettikleri notu vermek için özel bir çaba gösterdim. Bu arada fıkra, makale yazmaya yatkın birisi olduğumu da ifade etmeliyim.1996 yılında ÇAĞDAŞ Gazetesi’nde Toşiba-AYKIRI rumuzları ile yazılar yazmaya başladım. Dönemin Valisi Şemsettin Uzun hakkında çok ama çok sert bir yazı yazdım. Gazetenin tirajı ve benim popülaritem birden tavan yaptı. Doğal olarak bu tür yazıların devamı geldi.Yani öyle yandaş, candaş bir gazeteci değilim. Aksine devletin en tepesindekileri dahi gözünü kırpmadan eleştiren, bu anlamda saygı duyulan, birazda korkulan bir yazar oldum. Defterdarlar, kaymakamlar, belediye başkanları, birim müdürleri de sert ve acımasız eleştirilerimden nasiplerini alıyordular. Çok geçmeden her kanaldan her kesimden bana belge ve bilgi akmaya başladı. Böylece Iğdır’ın sorunlarını dile getiren, kanıtlara dayalı olarak eleştiren bir gazeteci oldum.1998 yılında emekli olduktan sonra da kendi gazetemi çıkarmaya başladım. Düne kadar gazeteciliğin bir özelliği saygınlığı vardı.Şimdi herkes Face sayfasında yazarak sözde gazeteci olmuş durumdalar. Ne demişler, çakallar çoğalınca aslan inine çekilir hesabı, ben de arka plana geçmeye başladım.
SORU_19: Gençliğe tavsiyeniz ne olur?
Günümüz gençliği okumuyor. Kitapla barışık değil. Zaten çok az okuyan bir toplumuz. Gençlik de kitap okumadan uzak durunca toplumsal bir sorunun gelecekte bizi beklediği kesindir. Gençlik şu anda kendisini teknolojideki baş döndürücü gelişmelere kaptırmış bir halde ellerinde akıllı telefonlarla sanal ortamda gezinip duruyorlar. Halbuki sanal ortamda o kadar çok yanlış bilgi dolaşıyor ki çoğu içerik olarak yetersiz ve eksiktir. Olaylara ve tartışılan konulara tek yanlı bakmayıp karşıt görüşlere de itibar etmelerini ve araştırarak değerlendirmeleri salık veririm.
SORU_20: Iğdır’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Iğdır, tarım ve hayvancılığa dayalı bir ilimizdir. Maalesef bu iki sektör de çeşitli nedenlerle arka plana itildi.Tarım ve hayvancılık artık para getirmez, önemini kaybetmiş bir uğraşa döndü.
Iğdır Ovasının mümbit ve verimli topraklarının, yanlış siyasi kararlarla imara ve iskana açılması ise tam anlamıyla bir felaket olmuştur. 1960’lı yıllarda açılan tahliye ve drenaj kanalları bu düzensiz ve hızlı yapılaşma nedeniyle doldu, devre dışı kaldı. Aşırı ve hızlı göç almasının sonucu ve ayrıca basiretsiz, yetersiz,öngörüsüz siyasetçilerinde göz yumması nedeniyle, çarpık, eğri-büğrü yapılaşma bu kanalların kapanmasını hızlandırdı, tarımın gücü azaldı. Bu kanallar sayesinde düşürülen taban suyu yeniden yükselmeye başladı.
Iğdır’ı gelecek on yıllarda bekleyen en büyük tehlike taban suyunun yükselmesidir. Bu konuyu biraz daha açmak isterim: Taban suyunun yükselmesi demek,ağır metaller içeren,alkali,tuzlu, kireçli suyun yükselmesi anlamına gelir. Başka bir deyimle artık tarım zorlaşacak, bitki yetişmeyecek, ova çorak, verimsiz, sevimsiz bir çöle dönüşecektir. Bu konuyu gazete köşemde birkaç kez ele aldım ama nafile! Bununla yetinmedim, Valilik Koordinasyon toplantılarında dile getirdim. DSİ yetkilileri, bunun trilyonlarca bir maliyeti olduğunu, konuya devletin el atması gerektiğini belirtip kem-küm ettiler ve gündemlerinde böyle bir sorun olmadığını belirttiler.
Azerbaycan’ın Ermenistan karşısında kazandığı haklı ve gururlu savaşın ardından dilerim bölgede taşlar yerine oturur. Ermenistan kuruluş nedenini kavrar ve geçmişe bir sünger çekerek, Türkiye’yle ilişkilerini normalleştirir, ticaret kapıları açılır. O zaman gerek Ermenistan ve gerekse Iğdır canlı birer ticaret merkezi olurlar. Bu açıdan Iğdır’ın geleceği konusunda umutluyum.Bizim Ermeni halkıyla herhangi bir kinimiz,düşmanlığımız yoktur.Olamazda.Yöneticilerin yanlış tutumlarının bedelini Ermeni halkı ödememelidir.Tarihte kalmış acılar ve gözyaşları geleceğimize ışık tutmalıdır yoksa düşmanlığı artırmak için bir vesile olmamalıdırlar.
(Değerli okuyucular! Ailesini, çocukluğunu, yaşadığı zorlukları, sürgünleri, cezaevlerini ve nihayet gazetecilik yıllarını bizimle paylaşan değerli Hocam Akay Aktaş’a teşekkür ediyorum. Mücahit)