mucahithun@yahoo.com
(Bu yazıyı bilimsel sorularıyla zihnimi hep canlı tutan çok değerli Akay Aktaş Hocam’a atfediyorum.)
Değerli okuyucular!
Bugünkü yazım muhtemelen ruhunuzu açmayacaktır. Belki birkaç cümle okuduktan sonra, “Bu bana göre değil!” deyip vazgeçeceksiniz. Merak etmeyiniz! Bu davranışınız beni üzmeyecektir. Sizleri çok iyi anlıyorum. Çünkü günlük hayatın sizlere dayattığı gündem farklıdır: Covid 19 korkusu, mutasyon ihtimali, aşılama süreci, iş hayatı, aileyi geçindirme derdi, hastalıklarla ve depresyonla boğuşma, öğrenciyseniz okul hayatının sorunları, işsizlik, aşk, intikam, mafya, siyasi partiler, savaş ihtimalleri ve bunun gibi sonu gelmez sıkıntı ve cefalar etrafınızı kuşatmış durumdadır. Bütün bunları bilmeme rağmen bu yazıyı kaleme almamın nedeni insanlığın geleceğine olan umudumun gücünü göstermek içindir.
KATOLİK KİLİSESİ VE ENGİZİSYON MAHKEMESİ
Avrupa büyük ölçüde 31 Ekim 1517 tarihine kadar Roma’daki Katolik kilisesine bağlı idi. Polonya dışındaki Slav halkları (Ruslar, Bulgar, Ukraynalılarvb) İstanbul’daki Ortodoks kilisesine bağlıydılar. Protestanlık mezhebi, 31 Ekim 1517 yılında Alman din adamı Martin Luther’in Katolik Kilisesinin uygulamalarına başkaldırmasıyla Almanya’da doğdu. Bildiğiniz gibi Ortaçağ 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasıyla başlar ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul fethiyle (1453) son bulur. Kısacası Ortodoks dinine bağlı Slavları (Polonya dışında) ve Yunanlıları saymazsak tüm Avrupa Ortaçağ boyunca Katolik inancına sahiptiler. Vatikan’da oturan Papa bütün Katolik İmparatorlardan vergi aldığı için olağanüstü bir güce sahipti. Haçlı Seferlerini başlatan da Katolik Papa olmuştur. Ortodokslar Haçlı Seferlerinde yer almamışlardır. Üstelik Hıristiyanlığın bu iki temel mezhebi yani Katolikler ve Ortodokslar arasında İslam’da Şiiler ve Sünniler arasındakine benzer bir iç çekişme vardı. Hatta Katolik Haçlı Orduları yolları üzerindeki Ortodoks Kilisesinin merkezi İstanbul yakıp yerle bir etmişler ve bir Latin Devleti kurmuşlardı.
Hıristiyanlık dünyasında yaşanan bu mezhepsel farklılığı kısaca özetledikten sonra asıl konumuza geri dönelim. 16’ncı yüzyılda Katolik Kilisesi iki yönlü baskı altındaydı. Bir yandan Martin Luther’in olgunlaştırdığı Protestanlık hareketi diğer yandan İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi Galileo Galilei’in (1564-1642) başlattığı bilimsel hareket.
SONSUZLUK
“Engizisyon” kelimesi Latince “dini soruşturma ve yargılama” anlamına gelir. Katolik Kilisesi kendi düşüncesinden olmayanları Engizisyon mahkemelerinde yargılıyordu. Bu yargılamadan payını alanlardan birisi de Galileo Galilei idi. İddiası basitti: Kâinat dünyanın etrafında dönmüyor, sadece dünya güneşin etrafında dönüyordu. Bu şekilde başlayan tartışmalar sonraki yüzyıllar da devam etmiş ve ortaya “Evrenin sonsuzluğu” düşüncesi çıkmıştır. “Sonsuzluk” kavramı bilim insanları için ürkütücü ve anlaşılması zor bir kavramdı. Bu yetmezmiş gibi evrenin “big bang” denilen bir patlamayla yaratıldığı iddia ediliyor, bu tez hala bilimsel olarak kanıtlanmaya çalışılıyor. Bu kez bilim insanlarını başka bir soru rahatsız etmektedir: “Büyük patlamadan önce ne vardı?”
Bilim dünyası “Sonsuzluk” ve “BigBang” konusunda yetersiz açıklamalarda bulunduğu için kâinatın “Tanrı” tarafından yaratıldığı bu gibi soruları sormanın saçma olduğunu çünkü Tanrı’nın yetki gücünü sorgulamak anlamına geldiğini ileri süren dini görüşler ağırlık kazandı ve etki gücünü bugün de hala devam ettirmektedirler.
SONLU SONSUZLUK
Şimdi sizleri başka bir dünyaya götürmek istiyorum. Ortalama bir insan vücudunda 30 trilyon (30 000 000 000 000) hücre vardır. Her insan hücresinde de 100 trilyon (100 000 000 000 000) atom vardır. Bu durumda ortalama bir insan vücudunda 30 000 000 000 000 000 000 000 000 kadar atom vardır. Eğer Gördüğünüz gibi Yunanlı filozof Demokritos’un “maddelerin en küçük parçası atomdur” tezine itibar ederek düşündüğümüzde insanoğlu en nihayet sonlu miktarda atomdan oluşmaktadır.
ATOMUN YAPISI
Atomun yapısıyla ilgili çalışmalar 19’uncu yüzyılda hız kazanmış, ilk kabul gören görüş atomun bir çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlardan oluştuğu şeklinde olmuştur. Bu kez çekirdeğin proton ve nötronlardan oluştuğu keşfedilmiştir. Bu kez proton ve nötronların da kuark denilen daha küçük maddelerden oluştuğu anlaşıldı. Daha sonraki çalışmalar kanıtladı ki kuark dediğimiz maddeler de daha küçük maddelerden oluşmakta ve bu bölünme sonsuza kadar devam etmektedir.
Bir insan ele alalım. Sonsuz olmadığını biliyoruz. Sınırlı bir maddedir. Ancak bu insanı oluşturan atomlar sonsuza kadar uzanan küçük parçacıklardan meydana gelmektedir. Yani biz insanlar aslında içimizde trilyonlarca sonsuzluğu taşıyoruz. Gökyüzüne bakıp evrenin derinliklerinde sonsuzluğu aramanın bir anlamı yoktur çünkü bizim kendi vücudumuzdaki her bir atom sonsuza kadar bölünebildiğinden biz aslında SONLU SONSUZ yaratıklarız. Bu durum elbette bir taş parçası, bir kağıt parçası vb durumlar için de geçerlidir. Kısacası evrende sonlulukla sonsuzluk iç içe geçmiştir. Birinin varlığı diğerinin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. O halde “sonsuz maddelerden” oluşan yani kendisi “sonsuz” olan bir yaratık olarak hava atarak dolaşabiliriz değil mi?
Sonlulukla sonsuzluk kavramları iç içe girdiği için bugün artık ne kâinatın sonsuzluğunun ne de “bigbang” denilen büyük patlamanın bir anlamı artık kalmamaktadır.
SON
HAMİT HUN FIKRALARI…
HAMİT HUN KİMDİR?
Gêloî Aşireti lideri Ahmed Şemo’nun en büyük oğludur. 1921’de Iğdır’da dünyaya gelir. Kars Lisesi’nde başlayan Orta öğrenimine İstanbul Özel Pertevniyal Lisesi’nde devam eder, ancak mezun olmadan Iğdır’a döner. Doğubayazıt eşrafından Newo Ağa’nın kızı Fatma Hanım’la evlenir. Ticaret ve hayvancılıkla uğraşır.
Hamit Hun ruhunun derinliğinde geniş bir özgürlük ve hoşgörü duygusuna sahiptir. Halkın içinde, halkın kalbinde gönül sohbetinin vazgeçilmez Sultanıdır. Elinden kitap, gazete düşmez. Osmanlı şiir külliyatı ezberindedir. Bazen yetkin bir Filozof, bazen derin ve anlamlı sohbetleriyle insanı dünyanın derdi cefasından bir anlık da olsa alıp uzaklaştıran sanki bir söz sihirbazıdır. Dil Ucuna sıkışmış Iğdır’ı fıkra ve karikatürleriyle şenlendirir, özgürleştirir. Hamit Hun olmadan Iğdır ne kadar da sıkıcı bir yer olurdu diye insan düşünmeden edemiyor.
Hamit Hun 1997’de Iğdır’da vefat etti.
FATMA HUN KİMDİR?
1924 yılında Doğubeyazıt’a bağlı Kıraxtin (Gündoğdu) köyünde dünyaya gelir. Babası Nebi (Newo) Ağa Geloylu aşireti ileri gelenlerindendi. Fatma Hun hayatının önemli bir kesitini şöyle anlatır:
“Erkek kardeşlerimin her ikisi de uysal yapılı ve çekingen bir yapıya sahiptiler. Bu durum babamı memnun etmiyordu. Erkek evlatlarının hareketli,sert yapılı ve toplum adamı olmalarını istiyordu. Bu hayali gerçekleşmediği için de üzgündü.
Kız çocuğu olmama karşın, hareketli, her yere girip çıkan, kısacası toplumla içli dışıydım. Babam, şahsımda hasret kaldığı “erkek evlat” özlemine kavuşmuş gibiydi. Beni yanından ayırmıyor, her gittiği cemaatte başköşeye oturtuyordu. Babam bir at satın alıp bana hediye etmişti. Atın adını “Yıldız” koydum. Yıldız, dizine kadar beyaz gerisi kırmızı şahane bir attı. Özel bir eğitim almış, yarış atı olarak yetiştirilmişti.En büyük zevkim “Yıldız”ın üzerine kurulmak, geniş kemerimin bir yanına tabancamı bir yanına hançerimi sıkıştırıp, omzumda mavzerim, elimde kamçım, ayaklarımda diz boyu çizmelerim ortalıkta dolaşmaktı.
Bir kuş gibi özgürdüm. Dağların ve ovaların tek hakimi benmişim gibi hissediyordum. Meradaki sürümüzü teftişe çıkar, verilen görevleri yerine getirmeyen çobanları önce ikaz eder, kız çocuğu olmamı küçümseyenleri gerektiğinde kamçılayarak cezalandırırdım.Babam da at sürmemden ve cesaretimden gururlanır, her yerde övgüyle söz ederdi.
Babam çocuklarının eğitimine önem verirdi. Hatta erkek kardeşimi,lise öğrenimi için Özel Pertevniyal Lisesine göndermişti.Okul hayatım, subay kızı Leman’la birlikte Doğubayazıt İlkokulunda başlamıştı. Ancak okul beni sarmıyordu. Okumak, insanları cezalandırmak anlamındaydı benim için. Obanın ve köyün bana vermiş olduğu sonsuz özgürlüğü kısıtlamaya hiç niyetli değildim. Okuma yazma becerisini kazanır kazanmaz okulu terk ettim. Zavallı Leman, benim arkadaşlığıma öylesine bağlanmıştı ki, babasına: “Eğer Fatma gelmezse okula gitmem!” diye diretmiş ve ağlamıştı.”
(NOT: Aşağıda okuyacağınız fıkra ve anekdotlar ilk kez yayınlanmaktadırlar.
DELEGE AVI
1970’li yıllarda CHP aday adaylarını belirlerken her ilde hâkim huzurunda delege seçimi yapardı. İşte yine böyle bir seçim döneminde Iğdır’ı az bilen bir aday adayı delege avlamak ve kendisini tanıtmak için Iğdır’a gelir. Hamit Hun’un da delege olduğunu anlayınca kendisiyle tanışır, bir aydır Kars merkez dâhil olmak üzere tüm ilçeleri dolaştığını seçimin son iki gününü Iğdır’da geçirmek istediğini söyler. Sohbet sırasında Hamit Hun’la ortak dostları olduğu da anlaşılır. Hamit Hun yufka bir yüreğe sahiptir. Uzaktan gelen gariban aday adayına yardımcı olmak gibi bir hisse kapılır.
Hamit Hun bütün delegeleri tanımaktadır. Birçoğu da köylerde oturmaktadırlar. Birlikte arabayla yola çıkarlar. Her vardıkları köyde delegeler Hamit Hun’un etrafını sarar, derin sohbetlere dalar, köy kahvesinde çaylarını yudumlarlar. Bu şekilde seçim gününe kadar dolaşmadıkları köy kalmaz.
Delege seçimi günüdür. 80 delege oy kullanacaktır. 14 Kasım İlkokulunun bahçesi delegelerle doludur. Delegeler sıraya girip ilçe hâkiminin huzurunda oylarını kullanmaktadırlar. Kars beş milletvekili çıkardığı için her delegenin oy pusulasına beş aday adayı ismi yazma hakkı vardır. Hamit Hun, arkadaşı için umutludur çünkü delegelerin çoğu söz vermiştir. Akşama doğru sonuçlar açıklanır.İlk beş sıraya giren isimler şöyledir
Hamit Hun 75
Kemal Güven 65
Doğan Araslı 60
Hasan Yıldırım 50
Turgut Artaç 42
Şaşırtıcı bir durum vardır çünkü Hamit Hun aday adayı olmadığı halde delegeler O’nu aday varsayıp oy kullanmışlardır. Hamit Hun duruma müdahale eder. Hakimin yanına gider, aday adayı olmadığını söyler. CHP delege seçimi yenilenir. Maalesef çok sevdiği arkadaşı ilk beş sıraya giremez.
Hamit Hun akşam eve doğru yürürken delegelerin O’na gösterdiği ilgiye bir anlam veremez ve kendisine kızar: “Keşke aday adayı olsaydım!” diyerek iç geçirir. “Mecit’i kuzey ilçelerine gönderirdim, Ali Yiğit, Übeyt Yerlikaya ve diğer dostları güney ilçelerine dağıtırdım. Kesin seçilirdim!”
Hamit Hun, hayal kurarak evin kapısına gelir. Fatma Hun içeriden bağırır:
“Hamit iki saattir yemek için seni bekliyoruz!”
“Fatma hiç sorma! Az kalsın Milletvekili oluyordum ama Hakim hile yaptı!”
BARIŞ YEMEĞİ
İki aşiret arasında barış olacaktır. 40 yılı aşkındır devam eden kan davası nihayet son bulacaktır. Önemli bir toplantı olduğu için ta Doğubayazıt’tan bile ileri gelenler davet edilmiştir. Misafirler arasında Hamit Hun da bulunmaktadır. Gelenek olduğu üzere önce yer sofrası hazırlanır. Ortaya kızarmış etler sıra sıra konur. Hamit Hun’un keyfine diyecek yoktur. Bir şu ete uzanır bir bu ete uzanır. Hani ayıp olmazsa ceplerini bile etle dolduracaktır. Karnı patlayacak gibi olunca sofradan çekilir. Balkona çıkar. Bir adam bir elinde ibrik bir elinde havluyla yemeğini bitirenlere hizmet vermektedir. Hamit Hun elini sabunlar, ibrikten akan suyla durular. Adamın koluna asılı havluyu alıp elini kurulayınca, adamın kulağına eğilir: “İnşallah barış yakında bozulur. Bir barış yemeği daha yapılır.”
KEDİ TIRMIĞI
1980 Askeri Darbesini izleyen günlerdir. Hamit Hun kahvehanede bir iskemleye oturmuştur. Yanındaki iskemlede de kahvehane işletmecisinin besleyip koruduğu bir kedi vardır. Hamit Hun çay içerken kedi aniden Hamit Hun’un sol elini tırmıklar. Hamit Hun irkilir, hayvanın yanından uzaklaştırılması için garsonu çağırır. Garson gelir ama şaşkınlığını gizleyemeden edemez.
“Hamit Abi, nedense bu kedi sadece Kürtlerin elini tırmıklıyor.”
Hamit Hun cevaplar:
“Zavallı hayvan haklı! Bakıyor devlet Kürtleri yakalayıp hapse atıyor, hırpalıyor, işkence ediyor, jandarmalar ve polisler sadece Kürtleri dayaktan geçiriyor, kedi de, ‘herhalde bu bir gelenek olsa!’ diye beni tırmıklıyor.”
EĞER KAVGA EDECEKSENİZ
Hamit Hun eve doğru yürürken yolun iki kenarındaki köpekler birbirlerine sert bir şekilde havlamakta ama birbirlerine saldırmaya cesaret edememektedirler. Hamit Hun aralarından yürüyüp yoluna devam eder. Çok geçmeden mahalleli iki kadın yolun iki kenarında durarak birbirlerine bağırmakta üstelik ellerinde kocaman taşlar tutmaktadırlar. Hamit Hun biraz tereddüt eder sonuçta aralarından geçerek yoluna devam eder. Hamit Hun eve yaklaşınca eskiden beri su paylaşımı yüzünden kapıştığı sevmediği iki komşu erkeğin ellerinde sopalarla yolun iki kenarında durarak birbirlerine küfrettiklerini görür. Hamit Hun fırsatı kaçırmak istemez: “Eğer dövüşecekseniz ben bekleyeyim, iyice dövüşün, ben ondan sonra yoluma devam edeyim!”
DÜĞÜNE DAVET
Hamit Hun düğüne davetlidir ama bir hata yapar eli boş düğün evine doğru yola çıkar. Düğün evine yaklaştığında komşulardan birisi elindeki paketi panik halinde Hamit Hun’a uzatır: “Ay menim sefek(aptal) kafam! Bahçe kapısını açık bırakmışam. Eşek kaçıp gidecek!”
Hamit Hun elindeki paketle düğün evinden içeri girer. Bir genç kız elindeki paketi geleneklere uygun olarak ahalinin önünde açar. İçinde bir altın gerdanlık bir de saat vardır. Ev sahibi çok mutlu olur. Hamit Hun foyası meydana çıkmadan evden çıkıp gitmenin yolunu arar, ev sahibinin kulağına fısıldar, “Bahçe kapısını açık bırakmışım. Bizim eşek kaçıp gidebilir. Birazdan gelirim!” Hamit Hun, tedbirli bir şekilde hızla düğün evinden ayrılır. Çok geçmeden Hamit Hun’a paketi veren komşu gelir. Mendilini çıkarıp terini siler. Etrafına bakınır ama Hamit Hun’u göremez. Ev sahibinin yanına gider, alçak seste konuşur:
“Hamit Bey geldi mi?”
“Geldi! Çok sağ olsun geline bir gerdanlık, damada da bir kol saati getirdi. Bahçe kapısını açık unuttuğu için eşek kaçar diye evine gitti. Birazdan gelir.”
Komşu iki eliyle kafasına vurur, sessizce söylenir:
“Hele bak! Meni eşek yerine koydu indi de öz eşeğinin derdine düşüp!”
GÜNDOĞDU KÖYÜNE YOLCULUK
Her evli çiftte olduğu gibi Hamit Hun’la eşi Fatma Hun arasında bir gerginlik birkaç haftadan beridir devam etmektedir. İşte böyle bir günde Fatma Hun istekte bulunur: “Hamit yıllar oldu doğup büyüdüğüm köyü (Kıraxtin/ Gündoğdu/ Doğubayazıt) görmedim. Beni götürmeni istiyorum.”
Hamit Hun çok isteksiz de olsa eşine itaat eder. Doğubayazıt’a oradan da Gündoğdu köyüne doğru yola çıkarlar. Fatma Hun köye yaklaştıkça heyecanlanır. Uzaktaki pınarı gösterir: “Çocukken hep o pınardan su içerdik!” Biraz daha yol alırlar. Fatma Hun bu kez heyecanla kayalık bir bölgeyi gösterir: “Çocukken hep orada saklambaç oynardık.” Biraz daha yol alırlar. Fatma Hun bu kez yine heyecanla seslenir: “Çocukken o vadide yabani meyve toplardık.” Fatma Hun konuşmasına yine “Çocukken” diye başladığında Hamit Hun derin bir of çeker, içinden geçirir: “Keşke hep çocuk kalsaydın! Hiç büyümeseydin!”
ANKARA YOLCULUĞU
Hamit Hun’un çok sevdiği bir dostu özel arabasıyla Ankara’ya doğru yola çıkacaktır. Hamit Hun da heveslenir, çantasını alması için taksiye binip eve gelir: “Fatma çabuk benim küçük el çantasını hazırla Ankara’ya gideceğim.” Biraz zaman alır ama Fatma Hun çantayı Hamit Hun’a teslim eder. Çok geçmeden Ankara’ya doğru yola çıkarlar. Şoför ustalığını gösterir hiç mola vermeden Ankara’ya varır. Bir otele yerleşirler. Hamit Hun çantayı açınca ne görsün, içi bomboş. Sadece bir sayfa yazı vardır. Fatma Hun’un okuma yazması olmadığına göre bu yazıyı alelacele birisine yazdırdığı bellidir. Kağıtta şöyle yazılıdır:
“Hamit çantayı boş gönderiyorum. Dönüşte bana üç çift 40 numara farklı renklerde ayakkabı, iki eşarp, iki kazak ve eğer mümkünse elbiselik kumaş almanı istiyorum.”
NALBANT İBRAHİM
Hamit Hun, öğlen sıcağında tozlu yolda çarşıdan evine doğru giderken, arka arkaya üç daşkanın (at arabası) dörtnala yanından geçer, ortalığı tozu dumana katarlar. Hamit Hun yol kenarından uzaklaşır, üzerindeki fötr şapkasıyla üzerindeki tozu silkelemeye çalışır. Tekrar yola koyulur. Bu kez bir faytonun geldiğini görür. Fayton, Hamit Hun’un yanında yavaşlar. Nalbant İbrahim kafasını uzatır:
“Buyur Hamit Bey! Birlikte gidelim.”
Hamit Hun toz-dumandan sonra kendisini şanslı sayar, zevkle faytona biner. Nalbant İbrahim’in moralinin bozuk olduğunu görünce sormadan edemez:
“İbrahim, ne oldu? Canını sıkan bir şey mi var?”
“Hiç sorma Hamit Bey! Bugün üç daşka dükkanıma yakın bir yere geldiler, atlarımızı nalla, diye istekte bulundular. Altı atı bin bir zahmet nalladım. Ben alet, hırdavatı dükkana taşırken üç daşka da dört nala uzaklaştılar. Ben de faytona binip onların peşine düştüm.”
“Az önce dörtnala giden üç daşka gördüm. Demek ki senden kaçıyorlarmış. Atların bir günahı yoktur, onlara beddua edemem ama inşallah üç arabacı da yakında nalları dikerler (geberirler)”
YAYLADA ÇAY
Hamit Hun çay tiryakisidir. Bir yaz yaylada bir dostuna misafir olur. Öğleden sonrasıdır. Yer minderine uzanmış semaver çayını yudumlamaktadır. Çadırın aşağısı pastoral bir güzelliğe boğulmuş gibidir. Koyunlar, kuzular, eşekler, büyük baş hayvanlar, iple kazığa bağlanmış ikide bir kişneyen atlar, uzaktaki tepede beyaz şapka gibi duran kar, çobanların uzaktan bağrışmaları… Lirizmin içine aktığını hisseden Hamit Hun, “Ey Allah’ım! Bu kadar güzel bir doğa yarattığın için sana minnettarım.”
Yayla yerinde kara bulutlar hızlı hareket eder. Öyle de olur! Beş dakika geçmeden gök gürler, ağaç dalını andıran şimşek ışıkları şurada burada parlayıp söner. Anında kocaman dolu taneleri domdom kurşunu gibi bütün şiddetiyle yere ve çadıra vurur. Herkes bir yana kaçar. Pastoral manzaradan geriye bir şey kalmaz. Olup biteni şaşkınlıkla izleyen Hamit Hun’un eli farkında olmadan çay bardağına uzanır. Çay hala sıcaktır. Dua eder: “Ey Allah’ım! Yağdırdığın doluyla dünyayı alt üst ettin ama benim çayımı soğutmadın! Bu dünyada önemli olan sıcak bir çay!Gerisi boş!
DEVE
Hamit Hun çocukluğundan beri deveden korkmaktadır. Çocukluğunda babasının deve kervanları vardı. Her seferinde develerden birisi mutlaka Hamit Hun kovalar, yakalayıp havaya kaldırıp yere vuruncaya kadar inatla peşinden gider.
Bir gün deve kervanları olan komşusu, Hamit Hun’u hayırlı bir iş için evine davet eder. Hamit Hun tek şart koşar: Develeri bağlayacaksın. Komşusu gülerek cevaplar: “Benim yanımda gelsen sana dokunmazlar!” Hamit Hun eve girer, kendisine çeki düzen verir, komşusuyla birlikte yola koyulurlar.
Hamit Hun daha bahçeden içeri girmeden develerde bir homurdanma başlar. Oturdukları yerden kafalarını bir kobra yılanı gibi kaldırıp sağa sola bakarlar. İçlerinden birisi aniden fırlar, komşunun ve Hamit Hun’un olduğu yöne doğru koşmaya başlar. Komşu eline geçirdiği kovayla deveyi engellemeye çalışır ama deve buna aldırış etmez komşuyu yakaladığı gibi havaya fırlatır.
Sıra Hamit Hun’a gelmiştir. Hamit Hun bostanın içinden koşarak kendisini zor bela kavak ağaçlarının arasına atar. Kurtulduğunu sanır ama boşuna! Deve çok da kalın olmayan kavakların arasında zorla da olsa Hamit Hun’a ulaşmaya çaba göstermektedir. Hamit Hun son çare olarak yüksek bahçe duvarını tırmanıp kendisini toprak yolun ortasına atar. O sırada yoldan geçmekte olan bir dostu boylu boyunca yere uzanmış olan Hamit Hun’un yanına gelir, bu durumuna bir anlam veremez. Elinden tutup kaldırır. Üzerindeki tozu silkelemeye yardımcı olur. Merak eder sorar: “Hamit Bey ne oldu böyle?” Hamit Hun panik halinde konuşur: “Deve kovaladı. Sen beni boş ver. Ben iki metrelik duvardan düştüm. Deve zavallı komşuyu yakaladığı gibi gökyüzüne fırlattı. Zavallının hala yere düşüp düşmediğini bilmiyorum.”
KUBANLIK KOÇ
Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Hamit Hun mezbahanın önündeki pazar yerine gidip bir koç almaya karar verir. Mezbaha alanı tıklım tıklımdır. Hamit Hun’u da tanımayan yoktur. Bir satıcı önüne çıkar:
“Hamit Bey, bu koçun eti çok lezzetlidir. Size indirim de yaparım!”
“Koçun etinden yedin mi?”
“Hayır!”
“Lezzetli olduğunu nereden biliyorsun?”
Hamit Hun dolaşmaya başlar. Başka bir satıcı önünü keser.
“Hamit Bey! Bu koçun etli lokum gibidir. Bana dua edeceksiniz!”
“Koçun etinden yedin mi?”
“Hayır!”
“Lezzetli olduğunu nereden biliyorsun?”
Hamit Hun tekrar meydanda dolaşmaya başlar. Hamit Hun nihayet bir köşede sessizce duran bir satıcının yanına gider:
“Koçun eti lezzetli mi?”
“Hamit Bey, etini yemediğim için lezzetli olup olmadığını bilmiyorum. Yalan konuşamam.”
Hamit Hun koçu satın alır, yardımcısı koçu boynuna atar. Daha önce koçlarını satmak isteyen satıcılar bu duruma içerlerler.
“Hamit Bey niçin bizden satın almadın?”
“Bu satıcı, etini beğenmezsem koçu geri getirme garantisini verdi.”
GÜVERCİNLER
Bahar bütün güzelliğiyle yaklaşmaktadır. Toprağın kokusu bile müjdeli haberi verir gibidir. İşte böyle bir günde Hamit Hun eve doğru yol almaktadır. Uzaktaki bir elektrik direğinin üzerinde yılın ilk leyleğini görür. “Ne de olsa Iğdır’ımızın simgesi! Hoş geldin!” diye iç geçirir. Biraz daha ilerler. Bu kez elektrik telleri ve kavak ağaçları üzerinde yüzlerce karga görür. “Kargalar doğanın dengesi için çok gerekli kuşlardır. Tarım zamanı zararlı böcekleri yiyerek çiftçinin işini kolaylaştırırlar. Onlara da hoş geldin diyelim!” diyerek tekrar iç geçirir. Hamit Hun biraz daha ilerler, aniden nereden geldiği belli olmayan bir güvercin sürüsü yakın mesafeden üzerinden hızla uçup gider. O an çok sevdiği fötr şapkasının üzerine bir şeyin düştüğünü fark eder. Kocaman bir güvercin pisliğini görünce güvercinlerin arkasından kızgınlıkla bağırır: “Leylekle kargaların bir geliş nedenleri var. Peki, siz niye geldiniz?”
KURNAZ AYAKKABICI
Hamit Hun yürürken ayakkabılarından birisinin tabanı açılır. Zorlukla yürüyerek bir kahvehaneye oturur. On yaşlarında tanıdık bir çocuk garsonluk yapmaktadır. Hamit Hun çocuğu çağırır: “Sana zahmet Ahmet! Askerlik Şubesinin arkasında kasapların yanında ayakkabı tamircileri var. Tabanını yapıştırmalarını söyle!”
Çocuk koşar adım ayakkabıcılara gider, tamir için ayakkabıyı birisine verir, yine koşar adım kahvehaneye gelir, Hamit Hun’u bilgilendirir: “Hamit Amca, ayakkabı on dakika sonra hazır olacak! Gidip getireceğim!” Çocuk müşterilerine hizmete devam eder. On dakika sonra çocuk tekrar koşarak ayakkabı tamircisine gider, tabanı yapıştırılmış ayakkabıyı getirir. Çocuk nefes nefese, “Hamit Amca ayakkabıcı 40 lira istedi.” Bu çok abartılı bir fiyattır. Hamit Hun sorar: “Ayakkabıcı kimin ayakkabısı olduğunu sordu mu?” Çocuk: “Sordu Hamit Amca!”
Belli ki ayakkabıcı Iğdır’ın tanınmış bir şahsiyetinden para koparmaya çalışmaktadır. Hamit Hun iki ayakkabısını çıkarıp çocuğa verir: “Ayakkabıcıya söyle Hamit Hun iki ayakkabı için 40 lira istiyor!” Sona kendi kendine düşünür: “40 liranın üzerine 30 lira koyarsam zaten yeni bir ayakkabı alırım.”
SADECE BİR KOYUN
Hamit Hun, koyun ticareti yapan bir akrabasıyla oturmuş sohbet etmektedir. Tüccar ilkbaharda binlerce koyun satın alıp yaylada besiye almakta, sonbaharda satıp yüklü paralar kazanmaktadır. Sohbetin tam ortasında tüccarın dağdaki çobanı neredeyse dörtnala koşmaktan çatlayacak bir atla çıkagelir. Attan iner, vahim bir haber verir:
“Beyim, onlarca kurt sürüye saldırdı. Köpekleri öldürdüler. Silahımızla ancak dört kurdu öldürebildik. Mermimiz de kalmadı. Diğer çobanlar da korkup kaçtılar. Şu anda kurtlar koyunları tek tek öldürüyorlar.”
Tüccar hışımla ayağa kalkar. Atlı birlikleri olan Jandarmaya gidip yardım ister. Hamit Hun, yalnız kalan çobandan bir ricada bulunur:
“Sana zahmet olacak! Öldürdüğün kurtların yemek isteyip de yiyemediği bir koyunu benim için bir köşeye ayır, sonra gelir alırım.”
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hamit Hun çayhanenin masasında oturmuş kuru incir yemektedir. Dağ köylerinde yaşayan tanıdıklarından birisi de gelip masasına oturur. Hamit Hun’un ne yediğini merak eder. Hamit Hun, “Kuru incir!” diye geçiştirir ve paketten bir tane alması için köylüye uzatır. Köylü ilk ısırığı alır. Tadı hoşuna gider. Minnacık çekirdeklerin ne olduğunu sorar. Hamit Hun, gayriihtiyari, “İncirin çekirdeği” diye cevaplar. Hamit Hun köydeki vaziyetle ilgili bilgi edinmek ister. Köylü anlatır:
“Bizim bir sarı eşeğimiz vardı, aniden kayboldu. Çok aradık bulamadık. Vadideki küçük pınarı hatırlıyorsun değil mi? Eskiden bir kovayı bir saatte dolduruyordu şimdi iki saatte zor dolduruyor. Un değirmeninin taşı çatlamış, gerek ki yeni bir taşla değiştirelim. Havalar aniden…..”
Köylü bu yönde konuşmasına devam ederken Hamit Hun da içinden geçirir: “İncir çekirdeğini doldurmayacak haberler.”
GOETHE (Göte) ŞİİRİ
Hamit Hun yayla yerinde tek başına bir tepeye tırmanır, dağların yeşilliğine, akan suyun berraklığına, otlaklara yayılmış hayvanlara bakarken kendisini derin bir lirizme kaptırır, aklına birden Alman şair Goethe’nin Sevgili Yakınlığı isimli ünlü şiiri gelir. Kendi kendine ezberden söyler:
Seni hatırlarım, sulara günün şavkı vurunca,
Seni hatırlanın, dağlara ay renkler verince,
Seni görür gözüm, uzak yollarda tozlar kalkarken,
Derin gecelerde, dağ yollarında yolcu titrerken,
Seni işitirim, boğuk seslerle su yükselince,
Kırlarda sessizliği dinlerim gece her şey susunca,
Uzakta da olsan, ben yanındayım, sen yanımdasın.
Gün söker, yıldızlar ışık gökte, ah, burada olsaydın.
Hamit Hun, “Burada olsaydın” cümlesini söyleyince aklına birden eşi Fatma Hun gelir. Hızla şiirin son cümlesini değiştirir: “Burada olmasaydın! Burada olmasaydın!”
MEZBAHA
Hamit Hun bir gün yolda giderken çok sevdiği bir komşusunun ısrarlarına dayanamaz, çay içmek için misafir olur. Hamit Hun geniş balkondaki sedire oturur. Evin önünde büyük bir tarla vardır. Komşusu çift sürecek iki öküze boyunduruk takar. Tarlanın en ucuna sürer. “Deh” diye bağırınca öküzler kendiliğinden hareket eder. Tarlanın sonuna varınca öküzler nizami şekilde geri dönerler, bir santim ile kaçırmayacak şekilde toprağı sürmeye devam ederler. Hamit Hun ve komşusu da sedirde keyiflerince oturmuş çay içmektedirler. Hamit Hun merakla sorar:
“Bu öküzlere kendi kendilerine toprağı sürmesini nasıl öğrettin?”
Komşu sinsi sinsi güler:
“Bir yanlış yaparlarsa başlarına nasıl bir felaketin geleceğini çok iyi biliyorlar?”
“Ne yapıyorsun?”
“Mezbahanın resmini gösteriyorum!”
KARİKATÜR
Hamit Hun yalnız başına bir masada oturmuş elindeki kâğıda yoldan gelip geçenlerin karikatürlerini çizmektedir. Bir dostu masasına oturur. Hamit Hun’un mükemmel karikatürler çizdiğini görünce, bir koşuda bakkala gidip bir makası ödünç alır, vesikalık fotoğraf büyüklüğünde bir kâğıt parçasını keser, Hamit Hun’a uzatır:
“Amca sana zahmet! Benim karikatürümü de bu kâğıda çizmeni istiyorum.”
Hamit Hun, adamın kalbini kırmaz, iki-üç el hareketinde adamın tıpkısını kağıda çizer. Adam karikatürü alıp sevinçle uzaklaşırken, Hamit Hun merak edip sorar:
“Ne yapacaksın o karikatürü?”
“Nüfus cüzdanı çıkaracağım. Bir resim istiyorlar. Fotoğrafçılar da çok insafsız! ‘Bir resim olmaz en az 12 resim çektirmen gerekiyor,’ deyip bütün paramı almaya çalışıyorlar. Allah senden razı olsun!”
SIRRI ATALAY
Yıl 1975. Bir gün Senato Başkanı Sırrı Atalay Iğdır’a gelir. Hamit Hun’la dostlukları 1950’li yıllara kadar uzanmaktadır. Oturup sohbet ederlerken Sırrı Atalay lafa girer:
“Hamit, hayal edebiliyor musun? Tam 25 senedir beraberiz!”
Hamit Hun da cevaplar:
“Evet! Tam 25 senedir sen Ankara’da rahat koltuğuna oturup sağa sola emirler veriyorsun! Ben de tam 25 senedir Fatma Hanımdan emirler alıp sağa sola koşuşturuyorum.”
KÜRT KAVGASI
Bir gün şehrin orta yerinde bir yabancıyla bir Kürt amansız bir kavgaya tutuşurlar. Yabancı sert bir yumruk indirir. Kürt sendeler. Yabancı ikinci bir sert yumruk indirir Kürt sendelemeye devam eder. Araya kimse girmeye niyetli değildir. Yabancı üçüncü bir yumruk daha indirir. Kürt yine sendelemeye devam eder. Hamit Hun yanındaki Ali Yiğit’e seslenir:
“Bari yere düşse de dokuza kadar saysak!”
Bunu duyan Kürt gülerek Hamit Hun’a saygıyla seslenir:
“Amca, ben bilerek elimi kaldırmıyorum, bakayım kaç yumrukta yorulup yere düşecek, onu merak ediyorum.”