Son Yazılarımız

SAVAŞTIKÇA HATIRLAMAK VE EMPATİ PARADOKSU

Loading

Değerli Okuyucular,

Geçtiğimiz günlerde Almanya’daki kız kardeşimle telefonda konuşuyorduk. Sıradan bir sohbetti; gündem, hava durumu, çocuklar derken konu birden Hindistan-Pakistan gerginliğine geldi. Bana şöyle dedi:  “Hindistan, Pakistan’daki Beluçların bağımsızlık ilanını tanımış. Biliyor musun, Pakistan’da Beluç diye bir halk olduğunu ben bu krizle birlikte öğrendim.”

O an sustum. Çünkü kız kardeşimin şaşkınlığı, yalnız ona ait değildi. Hepimizin yaşadığı bir şaşkınlıktı bu. Dünya üzerindeki pek çok halkı, dili, kimliği, coğrafyayı ancak savaş çıktığında, çatışma patladığında, bir yerlerden duman yükseldiğinde öğreniyoruz. Sanki bir halkın varlığı, ancak silah sesleriyle teyit ediliyor. Sanki empati bile, ancak patlama sesleriyle uyanıyor.

***

İşte bu yazı, o telefon konuşmasının açtığı yarı şaşkınlık, yarı utanç duygusunun peşine düşüyor. Çünkü insanlık, başka halkların acısını neden ancak kriz anlarında fark eder? Haritalarda görünmeyen halklar, neden yalnızca katliamlar sırasında “var” sayılır? Ve en önemlisi: Tanınmak için daha kaç halkın ölmesi gerekecek?

Bugün dikkatinize işte bu felsefi ve epistemolojik paradoksu sunmak isterim.

İnsanlık tarihi, acıyla şekillenen bir hatırlama biçimiyle örülüdür. Barış zamanlarında unutulan halklar, sessizliğe gömülen diller, haritalarda silikleşen coğrafyalar; ne zaman bir savaş patlak verir, ne zaman bir katliam yaşanır, işte o zaman dünya sahnesine geri dönerler. Bu, sadece trajedinin görünürlüğü değil, aynı zamanda insanlığın çarpıcı bir çelişkisidir: Başkasının varlığını ancak ölümle, katliamla, soykırımla fark etmek.

Bu yazı, tam da bu çelişkiyi ele alıyor. Çünkü modern dünyada empati, çoğu zaman ancak şiddetle tetikleniyor. Sessiz bir halk, barışçıl bir kültür ya da unutulmuş bir dil, ancak bir bomba düştüğünde, bir sınır ihlali yaşandığında ya da bir soykırım haberi manşete taşındığında “var” sayılıyor. Ne tuhaftır ki, insan, savaştıkça daha çok görüyor, yıktıkça daha çok anlıyor ve öldürdükçe daha çok hissediyor.

Şu sorulara yanıt aramak gerekir: Neden hakikat çoğu zaman savaşla görünür olur? Neden empati, krizsiz zamanlarda değil de ancak yıkım anlarında ortaya çıkar?  Ve bu görünürlük biçimi, insanlık onuruna uygun bir hafıza rejimi midir?

Kaşmir’den Ruanda’ya, Kürdistan’dan Bosna’ya kadar uzanarak bu coğrafyalarda yaşanan paradoksun izlerini sürerek, haritaların sessizliğini ve bombaların konuşkanlığını sorgulamak gerekir. Çünkü eğer bir halkı tanımak için onun ölmesi gerekiyorsa, o zaman insanlık yalnızca kaybettiklerini görebilen bir tür hâline gelmiş demektir.

BİR HALKI TANIMAK İÇİN SAVAŞ MI GEREKİR?

Modern dünyada halkların, dillerin ve kimliklerin uluslararası alanda “fark edilme” biçimi çoğu zaman bir savaş, bir soykırım ya da bir krizle başlar. Acı, yalnızca bir travma değil, aynı zamanda bir iletişim aracına dönüşmüştür. Sanki tanınmak, varlığını duyurmak için bir halkın önce katledilmesi, soykırıma uğraması, sürülmesi gerekir.

Haritalarda görünmeyen, haber bültenlerinde anılmayan, akademik çalışmalara girmeyen yüzlerce halk, sessizce yaşarken unutulur; ancak savaş çıktığında Google aramalarında, Birleşmiş Milletler raporlarında, diplomatik müzakerelerde kendine yer bulur. Yirminci ve yirmi birinci yüzyıldan bazı örneklerle bu trajik görünürlük düzenine açıklık getirmek isterim:

 1988: Halepçe Katliamı ve Kürtlerin Soykırımla Tanınması

İran-Irak Savaşı’nın son döneminde, Saddam Hüseyin rejimi Irak Kürtlerine karşı kimyasal silah kullandı. Halepçe’de bir günde çoğu kadın ve çocuk 5 binden fazla sivil zehirli gazla öldürüldü. Bu trajedi, Kürtlerin yalnızca Ortadoğu’da değil, dünya kamuoyunda da ilk kez bir “soykırıma uğrayan halk” olarak görünür olmasını sağladı. Uluslararası medya, Halepçe’nin fotoğraflarıyla sarsıldı; ama bu tanınma, ancak ölümle gerçekleşti.

1994: Ruanda Soykırımı

800 bin Tutsi’nin sistematik biçimde katledilmesiyle Afrika’daki etnik gerilimler dünya kamuoyunun vicdanını harekete geçirdi. Hutu-Tutsi çatışması yalnızca Afrika’nın değil, tüm insanlığın yüzleşmesi gereken bir ayna oldu. Fakat görünürlük, yine kanla sağlandı.

1995: Srebrenitsa Katliamı

Bosna Savaşı (1992–1995) sırasında yaşandı ve Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük sivil katliamı olarak kayıtlara geçti. Bosnalı Sırp güçleri Srebrenitsa’yı ele geçirdi. Takip eden günlerde yaklaşık 8.000 Boşnak (Müslüman) erkek ve erkek çocuk sistematik biçimde katledildi.

1999: Kosova Savaşı

NATO müdahalesiyle dünya, Yugoslavya’dan kopmak isteyen Arnavut halkının varlığını ve mücadelesini ilk kez bu denli açık biçimde tanıdı. Kosova, savaş olmadan önce yalnızca bir alt bölgeydi; savaşla birlikte bir kimliğe, sonra da bir devlete dönüştü.

2014: Ezidî Soykırımı  

IŞİD’in Şengal’de gerçekleştirdiği katliam, Ezidî halkının varlığını dünya gündemine taşıdı. Aynı şekilde Suriye’nin kuzeyindeki Rojava Kürtleri de ancak çatışma sahasında fiilen ortaya çıktıklarında uluslararası literatürde yer buldular.

Süregiden Krizler: Kaşmir, Filistin, Belucistan

Kaşmir, ancak Hindistan-Pakistan çatışmalarında hatırlanır. Filistin, ancak bombalar düştüğünde gündeme gelir. Belucistan, yalnızca bir isyan bastırıldığında fark edilir. Bu halklar barış içinde yaşarken görünmezdir; ancak şiddetle konuşabildikleri zaman “var” sayılırlar.

Bu örnekler bize şu soruyu yeniden sordurur: Tanımak için öldürmek mi gerekir?

Ve bu düzenin kendisi, insanlık tarihinin en sessiz kabul edilmiş ahlakî iflaslarından biridir.

EMPATİNİN SAVAŞLA UYANDIĞI DÜZEN

Halepçe’de zehirlenen çocukların görüntüsü; Şengal’de dağlara kaçan Ezidî kadınlar; Srebrenitsa’da toplu mezar kazıları… Bu imgeler, bir halkın görünürlük anlarıdır. Ne acıdır ki, bu imgeler olmadan o halklar görünmezdi. Modern dünya, “acı”yı tanınmanın anahtarı hâline getirmiştir. Bu yalnızca politik bir sorun değil, aynı zamanda bilgi üretiminin de karanlık bir yanıdır.

Fransız düşünür Michel Foucault, modern bilginin bir “görünürlük rejimi” üzerine kurulu olduğunu söyler: Görülmeyen, duyulmayan, temsil edilmeyen yok hükmündedir. Eğer bir halk haritada işaretlenmemişse, medyada yer bulmamışsa, BM’de bir temsiliyeti yoksa; dünya düzeninde “yok” sayılır. Varlık, ancak kayıt altına alındığında, temsil edildiğinde, gösterildiğinde tanınır.

Bu noktada felsefî bir kırılma yaşanır: Gerçek, ancak acıyla temsile kavuşuyorsa; insanlık neyi, ne zaman ve nasıl görüyor?

Yani Sartre’ın sorduğu gibi: “Ölüm üzerine kurulu bir bilginin insanlığa ne faydası var?”

Bu soruya verilebilecek samimi bir yanıt, insanlığın kendi vicdan muhasebesini başlatmasını gerektirir. Çünkü şu gerçek ortadadır: Bir halkın dili kaybolmadan duyulmuyor. Kültürü yok olmadan görülmüyor. Kadınları tecavüze uğramadan, çocukları kimyasal gazla boğulmadan “anlaşılmıyor”.

Bu, insanoğlunun yalnızca “ağır kayıplarla empati kurabilen” bir tür hâline geldiğini gösterir. Empati bile bir trajediye bağımlıysa, o empati, aslında ahlaki bir gecikmenin adıdır.

Yani sorun teknik değil, vicdanidir. İnsanlık, başkasının varlığını yalnızca yokluğu üzerinden tanıyorsa, bu bir bilgi eksiği değil, bir ahlaki çöküştür.

EMPATİNİN SAVAŞA MAHKÛM OLMADIĞI BİR GELECEK İÇİN

İnsanlık eğer ancak katliamlarla empati kurabiliyorsa, bu yalnızca trajik değil, sürdürülemez bir durumdur. Her halkın tanınmak için bir soykırım yaşaması mı gerekir? Her dilin duyulabilmesi için yok olma eşiğine mi gelmesi gerekir? Bu sorulara “hayır” cevabını vermek, başka bir dünya tasavvuruna kapı aralamaktır.

Bugün yapılması gereken, şiddetle görünür olan halkları savaşsız bir şekilde görünür kılmanın yollarını yaratmaktır. Bu yalnızca bir siyasi mücadele değil, aynı zamanda kültürel, sanatsal, hukuki ve vicdani bir mücadeledir.

Edebiyat, sinema, müzik ve akademi; savaşsız zamanlarda bile görünmez halkları görünür kılabilir. Belgeseller, romanlar, tiyatrolar, sözlü tarih projeleri, kaybolan dillerin kayıt altına alınması, bütün bunlar bir halkın kendini savaşsız ifade etme yollarıdır.

Victor Hugo’nun dediği gibi: “Sözler barikat kurmaz ama, barikatı kaldıracak düşünceyi doğurur.”

Siyasi sınırların değil, kültürel hafızaların esas alındığı bir kartografyaya ihtiyaç var. Haritalar yalnızca devletleri değil, halkları da göstermeli. İskoçya, Rojava, Katalonya, Grönland gibi örnekler, bu esnek kimlik coğrafyalarının ipuçlarını veriyor.

Bugünkü uluslararası sistem, “toprak bütünlüğü” ilkesine öncelik verirken “halkların kaderini tayin hakkı”nı bastırıyor. Bu çelişkinin aşılması gerekir. Kültürel soykırım, kolektif kimliklerin bastırılması gibi kavramlar daha net tanımlanmalı ve kurumsallaşmalıdır. BM Azınlıklar Forumu, UNESCO ve Avrupa Konseyi gibi platformlarda bu haklar gündeme taşınmalıdır.

Bir halkı tanımak için onun ölmesini beklemek, vicdanı geçiştirmekten başka bir şey değildir. Yeni bir etik, empatiyi travma sonrasına değil, hayatın akışına taşımalıdır. Ezidîler dağa sığınmadan önce, Kürtler Halepçe’de zehirlenmeden önce, Kaşmirliler sınırdan sürülmeden önce de vardılar.

O hâlde sorumluluk şudur: Onları yaşarken görmek, dilleri ölmeden duymak, ezgileri susmadan dinlemek.

SONUÇ

İnsanlık, savaşlarla kendini tanıyan, yıkımla başkalarını fark eden bir tür olamaz. Eğer bir halk ancak bombalandığında, bir çocuk ancak cesediyle habere dönüştüğünde, bir dil ancak sustuğunda fark ediliyorsa; bu düzenin kendisi zaten şiddetin devamıdır.

Bu, insanlığın kendi empati duygusunu bile şiddete bağlamış olmasının göstergesidir. Sanki acı yoksa hakikat de yok. Sanki bomba patlamazsa harita suskun.

O hâlde bize düşen görev, bu vahim döngüyü sorgulamaktır. Ama sorgulamazsak, şu ironik ve karanlık soruyla baş başa kalırız: Dünyayı ve halkların acılarını tanımak için daha çok savaş, daha çok katliam, daha çok soykırım mı gerek?

Eğer yanıt hâlâ “evet” ise, o zaman biz sadece geç kalan bir vicdanın, ölüme yetişemeyen bir adaletin tanıklarıyız.