Son Yazılarımız

KUŞAKTAN KUŞAĞA NEFRET

Loading

Değerli Okuyucular,

“Kuşaktan Kuşağa Nefret” sadece günlük yaşantımızda, aile yaşantımızda, siyasal yaşantımızda kendisine yer bulan bir tanım değildir. Karşımıza en çok da “etnik, dini, ulusal vb” durum ve tanımlarda çıkmaktadır.

“Nefret Söylemi veya Duygusu” dünyamızda o kadar yaygındır ki insanlar farkında olmadan “Nefretlerin Toplamı” bir dünyada yaşamakta, zamanla bu “Nefret Duygusu” içselleşmekte, birey için bir yaşam biçimine dönüşmektedir.

Eğer bir gün bu nefreti, bireylerin zihninden ve yüreğinden çıkarırsanız, inanın geriye “birey” diye bir varlık kalmaz. Ünlü metaforun önerdiği gibi, “Balık denizde yaşar, ancak denizin farkında değildir”, örneğine uygun şekilde insanlar da “Nefretler Toplamı” bir duygu içinde yaşarlar ama bunun farkında bile olmazlar.

 “PANMUNJOM” NEFRETİ

Gençlik yıllarımda, özellikle üniversite yıllarımda nefret etmemiz gereken o kadar çok şey vardı ki… Burjuvaziden nefret, polisten nefret, sağcılardan nefret, kapitalizmden nefret, ABD’den nefret… Sonu gelmeyen nefretler üst üste yığılıyor, arada bir patlıyor, kendimizi “nefret seline” kaptırmış halde buluyorduk. “Nefreti Yönetmek” diye bir tedavi de olmadığından bu duygunun esiri olarak yaşamaktan başka çaremiz kalmazdı.

Hayatımda yüreğimi gerçek anlamda titreten nefret duygusunu “Panmunjom” sınır karakolunda yaşadım.

1987 yılı temmuz ayıydı. Paris’ten Tokyo’ya uçuyordum. Tokyo’da şiddetli yağmur ve rüzgâr olduğu için Güney Kore’nin başkenti Seul’da üç günlük mola verildi. Bir otele yerleşip beklemeye koyuldum. Üç günümü değerlendirmek istedim. Otelin lobisinde broşürler falan vardı. Okumaya koyuldum. Tur paketi şunları kapsıyordu: Geleneksel Kore köyü, Kore Savaşını sona erdiren antlaşmanın imzalandığı Panmunjom isimli sınır köyünü ziyaret, Seul’un geleneksel ürünlerinin satıldığı çarşıda alışveriş.

Tur otobüsü, farklı otellere uğrayıp o yıllar sayısı az olan yabancı turistleri topladıktan sonra bizleri önce Seul’un otantik bir köyüne götürdü.

Kadınlar; “Hanbok” adlı, yeşil, kırmızı, sarı, mavi renklerden yapılmış geleneksel elbiseleriyle dolaşıyor, turistleri saygıyla selamlıyorlardı. Aslında Korelilerin geleneksel “Hanbok” elbisesiyle çocukluğumda aşina olduğum Kürt kadınlarının vazgeçilmezi “Dêre” dediğimiz elbise birbirlerine çok benziyor. Bu nedenle daha ilk gün kendimi Korelilere yakın hissettim. Korelilerin geleneksel turşusu Kimçi ve Bulgogi kebabıyla da ilk kez bu prototip geleneksel Kore köyünde tanıştım.

 

“Hanbok” giyen Koreli kızlar         “Dêre” giyen Kürt kızları

İkinci mola yerimiz Panmunjom sınır karakoluydu. Kore Savaşı 25 Haziran 1950 tarihinde başlamış, üç yıl süren korkunç bir savaşa dönüşmüştü. Çin, Sovyetler Birliği, ABD gibi büyük güçlerin taraf olmasıyla savaş daha da acımasız bir hal almış, yüzbinlerce asker, milyonlarca sivil hayatını kaybetmişti.

27 Temmuz 1953 tarihinde “Panmunjom” isimli sınır köyündeki bir kulübede taraflar bir araya gelip ateşkes imzalarlar. Güney ve Kuzey Kore’nin sınırı tam da bu kulübenin ortasından geçmektedir. Antlaşmanın imzalandığı büyük salon iple ikiye bölünmüştü. Bir tarafta Güney Kore diğer tarafta Kuzey Kore askerleri nöbet tutuyorlardı.

Nöbet tutan askerler dünyanın her yerinde ciddi ve disiplinlidirler. Ancak burada tanık olduğum Kuzey Koreli askerin yüz ifadesi öylesine bir nefretle gerilmişti ki hani gücü yetse hepimizi kurşuna dizecek gibiydi. Dışarı çıktığımızda benzer durumla karşılaştık. Kireçle bir çizgi çizilmiş, çizginin 1 metre bu tarafında Güney Koreli bir asker, 1 metre diğer tarafında Kuzey Koreli asker, silahları atışa hazır halde bekliyorlardı.

Kuzey Koreli askerin bakışlarındaki nefret insanın yüreğini titretiyor, bu dünyadan alıp başka dünyalara, ölüm, katliam, soykırım dünyasına davet ediyordu. İnanın, Hitler’in Gestapo’su böyle bir nefret karşısında masum kalırdı.

Kuzey Koreli Asker

(1987 yılında askerler silah taşıyorlardı ve bakışları bundan bin kat daha fazla nefretle doluydu)

Otele dönünce tura birlikte katıldığım Amerikalı bir çift lobide oturuyordu. Gülümseyip yanlarına davet ettiler. O yıllar İngilizceyi akıcı konuşmakta zorlanıyordum. İlk aklıma gelen soru:

“Kuzey Koreli askerler niçin böyle sinirli? Halbuki, Güney Koreli askerler sakindiler.”

Meğerse o yıllar Güney Kore’de 50 bin ABD askeri konuşlanmıştı. Amerikalı beyefendi de bu askerlerden birisiydi. ABD’deki eşi, ziyaretine gelmişti.

“Kuzey Koreliler, durmadan Han Nehrinin altından tünel kazıp Güney Kore’ye saldırı planı yapıyorlar. Geçen ay, içinden tankların bile geçebileceği böyle bir tünel keşfedildi. Belki de kızgınlıkları bu yüzdendir.”

Han Nehri, Seul şehrinin tam ortasından akıyor. Gördüğüm en geniş nehirdi. Han Nehri, kuzey-batıda bir yerde Kuzey Kore-Güney Kore sınırını çiziyor, sonra Güney Kore topraklarına girip güneye doğru akıyordu.

“Kuzeyliler, 1970’li yıllarda da Han Nehrinin altından defalarca tüneller kazdılar. Bir tanesi bir saatte 30 bin askerin geçmesine uygun büyüklükteydi. Fark edilip, bombalandılar.”

Güney Koreliler, bir gün Kuzeylilerin ülkelerini istila edeceğine, büyük bir savaşın kaçınılmaz olduğuna daha o yıllarda inanmışlardı.

Kardeşin kardeşe olan nefretini anlamaya çalışırken bu kez Fransızca konuşan rehberimiz geldi. Yanında iki Uzakdoğulu vardı. Onlar da Koreliymiş. Başka bir şehirden gelmişler. Bizim gibi başkenti merak edip tura katılmışlar. Ben şaka yollu söze girdim:

“Arkadaşları Japon zannettim!”

“Japon” kelimesini duyunca Koreli bayan rehberin yüz hatları gerildi:

“Biz, Japonlardan nefret ediyoruz. Onlar da bizim ülkemize gelmezler.”

“Niçin?”

“1910 yılında ülkemizi işgal edip 35 yıl boyunca sömürgeleştirdiler. Kültürümüz ve dilimize yasakladılar. İkinci Dünya Savaşında kadınlarımızı seks kölesi olarak kullandılar.”

Koreli bayan rehber öylesine bir nefretle konuşuyordu ki Panmunjom’da gördüğüm nefreti nerdeyse unuttum.

Akşam yatağıma uzandığımda ilk kez kendimi, zihnimi ve yüreğimi sorguladım. Evet, ben de nefret söylemlerinin bir kölesiydim. Gençliğimi sorguladım. Sonra da o ana kadar yaşadığım iki ülke olan Belçika ve Fransa’yı gözlerimin önüne getirdim:

Belçika’da Flamanlar Valonlardan nefret ediyordu;

Belçika’da Flamanlar ve Valonlar birlikte Faslı göçmenlerden nefret ediyordu;

Faslı göçmenler de Belçikalılardan nefret ediyordu;

Fransızlar Cezayirlilerden nefret ediyordu;

Bir kısım Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla iş birliği yaptıkları için diğer Fransızlardan nefret ediyordu;

Fransızlar, Afrika ve Karayiplerdeki sömürgelerden gelen Siyahilerden nefret ediyordu;

Siyahiler ve Cezayirliler de Fransızlardan nefret ediyordu.

Kısacası, nefretlerin sonu gelmiyordu.

 SONUÇ

14 Mayıs seçim günü yaklaştıkça ülkemizde de nefret söylemleri yükselmeye başladı. Nefretleri yüreklerden ve beyinlerden kazıyacak sihirli bir güce sahip değilim. O yüzden bir çağrıda bulunuyorum:

“Nefretimizi sonuna kadar kusalım! Sonuna kadar kusalım! Eğer nefret söylemi yetersiz kalıyorsa yeni nefretler yaratalım. Bakınız, bazı değerli (!) siyasetçilerimiz bu konuda çok başarılılar. Kendilerini canı gönülden kutlarım. Lütfen, lütfen! Nefret yaratalım, nefret kusalım! Ülkemiz ancak böyle olursa hızla gelişecektir! Hadi, hep birlikte nefret kusalım!”

Kusarak belki rahatlarız.

FIKRA… FIKRA… FIKRA…

IĞDIR’DA SEÇİM

Bir zamanların Iğdır’ında oy kullanma günüydü.

Seçmenler, sakin ve ağırbaşlı bir tavırla sokaklara çıkıyor, oylarını kullanacakları sandıklara doğru büyük bir görev sorumluluğu duygusuyla tozlu yolu adımlıyorlardı.

Eşref, hâlâ yatağında, derin bir uykudaydı. Karısı, dürterek uyandırdı:

“Eşref, Eşref! Kalk! Gidip oyumuzu kullanalım!

Eşref, kıpırdamadan, gözünü bile açmadan söylendi:

“Ay Hanım!  Beni rahat bırak! İki aydır yapacağımı yaptım. Ortalığı karman çorman ettim. Bütün partileri, adayları avucumun içine aldım. Cebimi parayla doldurdum. İki aydır ne çay parası ne de yemek parası verdim. Kim kazanırsa kazansın, yine ben kazanmış olacağım. İstediğim işi yaptırabileceğim. Bugün sefeklerin, gijlerin günüdür. Bırak gitsinler oylarını kullansınlar!”

(Not: “sefek, gij” yerel lehçede “saf ve aptal” anlamındadır. Bendeniz de bu gij’lerden birisi olarak 14 Mayıs’ta oyumu kullanacağım.)