Değerli Okuyucular:
1904 yılında Osmanlı Devleti, Batılı güçler tarafından “Hasta Adam” olarak adlandırılıyordu. İmparatorluk 19 yy. boyunca özellikle Kuzey Afrika’da büyük toprak kayıpları yaşamıştı buna rağmen hâlâ üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyaya hükmediyordu.
Kafkas kökenli Kütahyalı bir Türk olan tıp doktoru, cerrah Hacı Mustafa Efendi, 1904 yılında Bayburt’ta görev yapıyordu. İffet Hanım’la evliydi. İffet Hanım’ın annesi Erzurum Kürtlerinden babası Türk’tü. Ali Haydar isimli bir oğulları ve mutlu bir yaşamları vardı. 1904 yılında aileye bir kız çocuğu dahil olur. Adını Yaşar koyarlar. Yaşar, üç yaşındayken aile İstanbul’a taşınır, Üsküdar’a yerleşir. Bu arada Hayri isimli bir erkek evlatları daha dünyaya gelir.
Ali Haydar, Askeri Tıp Fakültesinde eğitimine devam eder. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Ordunun, doktorlara ihtiyacı vardır. Son sınıf öğrencisi olan Ali Haydar, okuldan ayrılır, askeri doktor olarak görev alır.
Askeri Doktor Ali Haydar Bey
Osmanlı Devleti, savaştan yenik çıkar. 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti ve İtilaf devletleri arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır. Buna göre Osmanlı ordusu terhis edilecektir.
İşte tam da bu uğursuz yılda Doktor Hacı Mustafa Efendi kalp krizinden vefat eder. Karaca Ahmet Mezarlığına defnedilir. Aile bir anlamda sahipsiz ve yetim kalır.
Yunanlılar 15 Mayıs 1919’ta İzmir’i işgal eder. Çok geçmeden Anadolu’da Mustafa Kemal’in önderliğinde direniş hareketi başlar. Önce Doğu Cephesi’nin güvenceye alınması gerekmektedir.
Doktor Ali Haydar, Yüzbaşı rütbesiyle Iğdır’daki 21. Fırka’da (Tümen) göreve başlar. Kendisi gibi doktor olan Mehmet Derviş Bey de aynı birlikte görev yapmaktadır. Ne tesadüftür ki Doktor Mehmet Derviş (Kuntman) Bey sonraki yıllar anılarını kaleme alacak Iğdır’ın 1920-21-22 yıllarından bir kesit sunacaktır.
Doktor Ali Haydar’ın saygı duyduğu bir arkadaşı daha vardır: Yüzbaşı İhsan Nuri Bey.
***
İstanbul işgal altındadır. İffet Hanım, iki çocuğunu yanına alarak Anadolu’ya geçmeye oğlu Ali Haydar’ın yanına gitmeye karar verir. Aslında bu istek oğlu Ali Haydar’dan gelmiştir. İstanbul’daki evini, malını mülkünü satar. 1921 yılında, “Remo” adlı bir İtalyan gemisine binerler. Hedefleri Trabzon’a ulaşmak, oradan Iğdır’a gitmektir.
Yaşar Hanım, 1920’li yıllar
Vatansever subaylar tebdili kıyafet Anadolu’ya kaçmaktadırlar. Gemi yola koyulduğunda sonraki yıllar isminden söz ettirecek Topal Osman, avenesiyle birlikte gemidedir. İşi gücü genç kızları ve kadınlara sarkıntılık etmektir. İffet Hanım, kızı Yaşar’ı bunlardan korumak için çaba sarfeder. Askeri doktor oğlunun yanına gitmeye çalışan bu aileyi gemideki tebdili kıyafet subaylar korumaya alırlar.
Yedi günlük bir yolculuktan sonra gemi Trabzon’a varır. İffet Hanım ve çocukları Trabzon’da altı gün kalırlar. O yıllar Trabzon-Erzurum arasındaki gidiş-gelişler için dört atlı, üstü kapalı arabalar vardır. Bu arabalardan birine binip yola koyulurlar.
Araba, Bayburt’a geldiğinde Yaşar duygulanır, çünkü bu şehirde dünyaya gelmiştir. Ayrıca teyzesi de Bayburt’ta yaşamaktadır. Bayburt’ta iki gün kalıp Erzurum’a doğru yola koyulurlar. Yolda İffet Hanım dizanteriye yakalanır. Acı çekmektedir. Yolculuk bu şekilde devam eder, Erzurum’a varırlar, önlerine çıkan Arpacı Hanı’na yerleşirler. İffet Hanım, yatağa uzanmış kıvranmaktadır. Çocuk yaştaki Hayri, doktor bulmak için umutsuz bir şekilde dışarı çıkar.
Yüzbaşı Doktor Ali Haydar, ailesini karşılamak için Erzurum’a gelmiştir. Ne tesadüftür ki Hayri, abisini görür, onunla birlikte hana gelir. Ali Haydar, annesini iyileştirir. Altı gün Erzurum’da kalırlar. Trenle Sarıkamış’a doğru yola çıkarlar. Yüzbaşı Ali Haydar’ın nişanlısı da Sıddıka isimli Sarıkamışlı bir kızdır. Tren, Ruslar tarafından yapılmış olan dar hatlı raylar üzerinde kayarak nihayet Sarıkamış’a varır. Mevsim ilkbahardır ama her taraf karla kaplıdır.
Sıdıka Hanım, Ali Haydar Bey (kucağında oğlu Oğuz) ve Yaşar Hanım, 1925 Erzurum
Nişanlısının evinde birkaç gün kalırlar. Bu kez askeriyeye ait atlı bir arabayla Iğdır’a doğru yola koyulurlar. Önlerinde dört günlük bir yolculuk vardır. Yüzbaşı Ali Haydar, küçük kardeşi Hayri’ye şöyle der: “Gel iddiasına girelim. Burada her taraf kar… Iğdır’da tek bir parça kar yok..” Hayri, iddiayı kabul eder. Eğer Iğdır’da kar yoksa abisi, Hayri’nin kulağını kesecektir!!!
Bir geceyi bir Kürt köyünde, bir Kürd’ün evinde geçirirler. Yaşar, hayatında ilk kez Kürtlerle tanışmaktadır. Ev sahibinin cömertliği ve misafirperverliği Yaşar’ın üzerinde derin bir etki bırakır. Ertesi gün yola koyulurlar. Bir geceyi Pernavut’ta (Gaziler) bir Azeri evinde geçirirler. Bir gecede Kulp’ta (Tuzluca) kalırlar. Artık Iğdır’a iyice yaklaşmışlardır. Atlı araba Tuzluca’dan ayrılıp Sürmeli ovasına girince aile şaşkınlığa bürünür. Iğdır’da hava ılımandır. Yerde tek parça kar yoktur. Yüzbaşı Ali Haydar iddiayı kazanmıştır. O an Yaşar’ın gözüne çok uzakta iki kocaman dağ ilişir.
“Abi bu dağların adı ne?”
“Birisi Küçük Ağrı Dağı, diğeri de Büyük Ağrı Dağı. Iğdır, daha önce Rusların elindeydi. Cavid Bey, Kürt aşiretlerinin yardımıyla Ermenileri Aras’ın öte yanına attı.”
Atlı araba tam Iğdır’a giriş yapmak üzereyken karşı taraftan başka bir askeri araba gelir. İçindeki bir subay, Yüzbaşı Ali Haydar’ı selamlar. Yaşar, meraklanır, sorar:
“Abi bu kimdi?”
“Yüzbaşı İhsan Nuri Bey. Fırkanın en kıymetli zabitlerindendir.”
Doktor Mehmet Derviş Bey, gelen arabayı karşılar. Birlikte Yüzbaşı Ali Haydar’ın evine giderler.
Yaşar, boş zamanlarını ut çalarak geçirmektedir. Bazen de pencerenin önünde oturup gelip geçenleri seyretmektedir.
Yaşar Hanım, gençliğinden beri ut çalmaktan asla vazgeçmedi
Bir gün abisi, Sarıkamış’a gider, nişanlısını getirir, birlikte yaşamaya başlarlar. Gelin, huysuz ve geçimsizdir. Özellikle Yaşar’ı bunaltmaktadır. Yaşar bir an önce bu evden kurtulmak arzusundadır.
Yaşar, pencereden dışarı bakarken yakışıklı bulduğu bir subaya âşık olmuştur. Kim olduğunu bilmiyordur. Bir gün abisi, “Seni İhsan Bey diye birisi istiyor. Evlenmek ister misin?”
Yaşar, her gün pencereden gördüğü subayın Yüzbaşı İhsan Nuri Bey olduğunu bilmiyordur. 16 yaşında bir kız olarak yaşlı birisiyle evlendirileceği korkusu vardır. Pencerede oturup âşık olduğu subayı gördükçe, “Ah keşke İhsan Nuri Bey dedikleri bu adam olsa!”
Bir gün abisi, kız kardeşi Yaşar’ı Yüzbaşı İhsan Nuri Bey’le tanıştırır. Yaşar’ın kalbi duracak gibidir. Her gün pencereden gördüğü subaydır. 18 Nisan 1922 tarihinde evlenirler. Yaşar 18 yaşında; Yüzbaşı İhsan Nuri Bey, 30 yaşındadır.
Yaşar Hanım ve İhsan Nuri Paşa, Tahran, 1936
Doğu Cephesi’nde sükûnet sağlanınca 21. Fırka (Tümen) Yunanlılara karşı savaşmak için Batı Cephesi’ne sevk edilir. Geride sadece bir Alay kalır.
Çok geçmeden Yüzbaşı Ali Haydar Bey, Karaköse’de Süvari Fırkası tabipliğine; Yüzbaşı İhsan Nuri Bey de Bayazıd Hudut Komutanlığına tayin edilirler.
***
İhsan Nuri Bey, Cibranlı Albay Halit Bey’in başkanlığını yaptığı gizli Azadi örgütü üyesidir. Amaçları bağımsız bir Kürdistan kurmaktır. Yaşar Hanım, kocasının gizli faaliyetleri hakkında bilgi sahibi değildir.
İki aşk iç içe yaşanmaktadır. Yüzbaşı İhsan Nuri Bey’in “Kürdistan Aşkı” ve Yaşar’ın kocasına duyduğu “Duygusal Aşk”… İsyanların sarstığı ve ailelerin tarumar olduğu bu koşullarda, Yüzbaşı İhsan Nuri kendisini Suriye’de Hoybun (Xoybûn) Cemiyeti’nin kuruluşunda; Yaşar ve annesi İffet Hanım İzmir’de Yüzbaşı Ali Haydar’ın evinde bulurlar.
Yaşar Hanım ve İhsan Nuri Paşa, 1946, Tahran
Yaşar’ın en büyük özlemi sevgilisine kavuşmaktır. Bir gün mektup alır. Annesiyle yola koyulurlar. Bin bir zorlukla Bağdat üzerinden Tebriz’e oradan da Ağrı Dağı’na ulaşırlar. Ağrı Dağı İsyanının en sıcak günlerinde Yaşar ve İffet Hanım mağaralarda ve zor koşullarda yaşarlar. Yaşar mutludur çünkü büyük aşkı İhsan Nuri Paşa’nın yanındadır.
Kavuşma anı: Yaşar Hanım ve İhsan Nuri Paşa (Ağrı Dağı civarı, 1929)
İsyan 1930’da yenilgiyle sonuçlanınca İran’a geçerler. Sonraki yaşamları Tahran’da geçer. İhsan Nuri Paşa, 25 Mart 1976 yılında karşıdan karşıya geçerken kendisine bir motosiklet çarpar, olay yerinde vefat eder. Yaşar Hanım, evlatlık kızı Zehra ile baş başa kalır. 1 Ocak 1984 tarihinde Yaşar Hanım da ebediye intikal eder.
Yaşar Hanım, evlatlığı Zehra ile birlikte
(Kaynak: AĞRI İSYANI’NDA İSTANBULLU BİR KADIN Yaşar Hanım’ın Anıları Sedat Ulugana-Kumrtu Toktamış)
İKİNCİ BÖLÜM
DOKTOR MEHMET DERVİŞ KUNTMAN’IN IĞDIR YILLARI
Askeri doktor Mehmet Derviş Bey (Kuntman)
Değerli okuyucularım! Şimdi sizlere Iğdır’ın en kritik dönemlerine şahitlik etmiş, Iğdır’da İhsan Nuri Paşa ile arkadaşlığı olmuş önemli bir şahsiyeti tanıtmak istiyorum: Doktor Mehmet Derviş Kuntman.
Dr. Mehmet Derviş Bey, Aslen Kilislidir. Askeri bir doktordur. 1909’da Askerî Tıbbiyeden mezun olduktan sonra önce Gülhane’de stajını yapar, sonra tabur tabipliğine atanır. Bundan sonra kendisini harplerin içinde bulur, önce Balkan Harbi’ne, sonra da Sarıkamış Cephesine katılır. Allahuekber dağlarında asker ve subayların tedavisini yapar.
Kurtuluş Savaşı’na katılır. Ağrı Dağı eteklerinde (Iğdır’da) kurduğu, 500 yataklı malzeme ve teçhizatı olan askeri bir hastaneyi beraberindeki iki doktor, bir eczacı, bir inzibat subayı, bir hesap memuru ve 50 askerden oluşan personeli ile dört aylık bir yolculuktan sonra Batı Cephesi’ne taşır.
O yıllar halkın her konudaki cehaleti sağlık alanında da kendini göstermektedir. Derviş Kuntman, anılarında ilginç bir olaya değinir. Ensesinde egzama (deri hastalığı) olan bir adam bir gün Doktor Kuntman’a başvurur. Doktor reçete yazar, adama uzatır, açıklamada bulunur: “Bunu al ensene sür ve üzerini bezle bağla!” Adam eve gidince reçete kâğıdını ensesindeki yaranın üstüne koyar, bir bezle sıkıca bağlayarak çarşıya çıkar.
Doktor Kuntman görevli olduğu askeri birlikle beraber cepheden cepheye dolaşır, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu kez Mustafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşına katılır, o yıllara ait görüş ve hissiyatını samimi bir duyguyla kaleme alır.
Dr. Kuntman’ın anıları ilk kez 1 Eylül 1965’de Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayımlanır. Bu anıların bir kısmında 1920’li yılların Iğdır’ına dair bir kesit vardır. Her Iğdırlının okuması gerektiğini düşündüğüm bu bölümü sizlerle paylaşmak istedim. (Kaynak: Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları/ Genelkurmay Basımevi 2009)
ERMENİLERLE SAVAŞ (7 Ekim 1920) (Dr. Kuntman’ın anılarıdan)
Ermenistan hükûmeti; Erivan civarındaki Türklere katliam yaparak oralara yerleşirken Brest-Litovsk Anlaşmasıyla bize terk edilmiş olan ve mütareke dolayısıyla geçici olarak boşalttığımız Kars-Ardahan havalisini kendi ülkesine katmak için Bardiz’den bize taarruza geçmişti. Bu sıralarda Kâzım KARABEKİR Paşa, Şark Cephesi Kumandanı unvanını almış ve kısmi seferberlik de yapılmış olduğundan, hemen karşı taarruza geçerek 12 Ekim1920’de Sarıkamış’ı zapt etmiş ve Ermenileri durdurmuştu. Bayezid’de 18, 33, 34’üncü Alaylardan teşekkül edilen tümenimiz; vaziyet icabı bir yerden yedek askeri alamamış, taburların mevcudunun kişiyi geçememiş olmasından dolayı Karaköse’deki Karapapak ve Bayezid’deki Celali aşiretlerini (Her ikisi de Hamidiye Alaylarıdır. Mücahit) yardıma çağırmıştı. Tümen, bunların hazırlanmasıyla meşgul oluyordu. Ben de seferde sıhhi hizmetlerin yapılması için pratik, teorik dersler veriyor, noksan ilaç ve malzemenin tedarikiyle meşgul oluyordum.
25 EKİM 1920
Bizim 34’üncü Alay, Celali Aşireti ile Iğdır Cephesine hareket etti. Bize ayrılan siperleri tuttuk: Burası Ağrı Dağı’nın eteğinden Sinekli Yaylasına kadar uzanan tümenimizin cephesinin sol kanadı idi. Önümüzde Iğdır Ovası; ileride Aras Nehri, daha uzaklarda Erivan, onun sol ilerisinde Alagöz Dağı, sağımızda da Ağrı Dağı görünüyor. Siperlerimiz, her tarafa hâkim ve çok emin yerler. Cephede düşmanla henüz temas yok. Çok uzaklarda ağaçlar arasında gelen geçen görünüyorsa da bunların bize karşı düşmanca bir hareketleri sezilmiyor. Anlaşılan, Ermenilerin bütün kuvvet ve faaliyetleri Kars tarafında… Bu sebepten biz de siperlerimizin kuytu yerlerinde çadırlarımızı kurduk; elimizde dürbün, etrafı gözetleyip duruyoruz.
Brest Litovsk Barış Anlaşması, 3 Mart 1918 tarihinde Rusya ile Almanya, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında imzalanmış bir barış anlaşmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil eden Talat Paşa’nın ısrarları neticesinde, Rusya’nın 1878’de 93 Harbi sırasında işgal ederek aldığı tüm topraklar, yani Ardahan, Kars, Artvin ve Batum derhâl Türkiye’ye iade edilecekti. Anlaşmanın imzalanmasından sonra Osmanlı orduları bu bölgelere derhâl girdi.
Buraya geleli on beş gün olduğu hâlde; ne top ne de tüfek sesi duyduk. Daimî bir sessizlik içinde yaşıyoruz. Yalnız, aşiret askerlerinin gürültüleri bu sessizliği bozuyor. Bunlar beyaz külahları, pos bıyıkları ve garip kıyafetleriyle devamlı olarak konuşuyorlar.
12 KASIM 1920
Kars zapt edilmiş, Ermeniler Gümrü’ye doğru kaçmışlardı. Aynı zamanda Iğdır’ı boşaltmışlarsa da tümen ile cephemizin çok geniş ve kuvvetimizin çoğunun başıbozuk olmasından dolayı Iğdır’ın boşalmasından haberdar olamadık.
26 KASIM 1920
Ancak bugün bütün tümen, aşiret alaylarıyla Iğdır Ovası’na aktı. Her alay, kendisine verilen yönde ilerlemeye başladı. Ermenilerden, kimseye rastlamadık. Bunlar çekileli hayli zaman olmuş, Iğdır sokaklarında aç kalmış kedi, köpek sürülerinden başka kimse kalmamıştı. Böyle olmakla beraber aşiretlerin hâli görülmeye değerdi: Bunlar boş Iğdır Ovası’na Donkişotvari doludizgin, dalkılıç saldırıyor, kahramanlık taslıyorlardı. Bu suretle Aras sahiline kadar gittik, orada durduk. Hâlbuki bu sırada Kars’taki ordumuz Gümrü’yü zapt etmiş harp sona ermişti. Bu suretle Ermeni megalo ideası altüst olmuş; onlar, Aras ile Arpaçay ötesindeki dar sahaya sıkışarak bizden aman dilemişlerdi. Lakin Ermenilerden öç almak için günlerce dağlarda bekleyen askerlerimiz, bunların habersizce kaçıp gitmelerinden çok üzülmüşler, yüreklerindeki ateşi Bingöl dağlarından süzülüp gelen Aras sularıyla teskin ederek teselli buluyor ve rahatlıyorlardı. Ben de Ermenilerin mağlubiyetinden, Ararat hükûmetinin yerin dibine girmesinden büyük bir sevinç duyuyor, bunu diğer cephelerdeki zaferlerimizin bir işareti sayarak Allah’a şükrediyordum.
25 ARALIK 1920
Bu cephede harp bittikten sonra, tümen karargâhıyla, 33’üncü Alay ve topçular Iğdır’a; bizim 34’üncü Alay da Pulur denilen büyük bir çiftçi köyüne yerleşti. Iğdır, bu havalinin en gelişmiş kasabası olup, bir katlı sağlam binaları, bağları ve bahçeleriyle insana medeni bir şehir hissini verir. Fakat köyleri de o nispette iptidaidir. Hele bizim bulunduğumuz köy, her türlü vasıtadan mahrum, sokakları çamur ve pislikten geçilmez bir hâlde. Vazifemi yaptıktan sonra odama çekiliyor, çevrenin ve yalnızlığın verdiği üzüntü ve ıstırap içinde kıvranıp duruyorum. Cephe hayatından sonra burası bana zindan gibi geliyor. Oranın saf, sakin, mert havasını arıyorum. Ah orada ne kadar rahat idim!
21 OCAK 1921
Bu gece Pulur’daki odama kapanmış düşünürken hatırıma bir gazete taslağı çıkarmak geldi. Bu, artık, tabur tabipliği hayatımın nükseden bir alışkanlığı oldu. Bu fikrimi arkadaşım Makineli Bölük Yüzbaşısı Zihni’ye açtım, uygun buldu. Hemen Aras adıyla ve haftada bir çıkmak üzere ufak tipte bir gazete hazırlayıp buna edebî, mizahi bir şeyler yazdıktan sonra gazeteyi Iğdır’a gönderip dağıttık. Bu, Iğdır’dakiler için eğlenceli bir şey oldu. Gazeteyi, herkes merakla alıp okuyordu. Bunun, kumandanlar tarafından iyi karşılanacağını umduğumdan, gazeteden bir tane de Sarıkamış’ta bulunan Kâzım KARABEKİR Paşa’ ya yolladık. Bundan on sayı kadar çıktı. Gazetenin birçok yazısı herkesin ilgisini çektiyse de eleştiri kısımları hoşa gitmedi. O zaman Iğdır’da poker oyunu salgın bir hâl almıştı. Ahırlarda seyisler bile işlerini güçlerini bırakarak bu oyunla meşgul oluyordu. Bu hususta bir makale yazarak ilgililerin dikkatini çektik. Tümen komutanı hassasiyet göstererek bu oyunu şiddetli bir emirle yasak etti. Bu yüzden Hatunoğullarından (Not: Bugün Kars’ta Hatunoğulları ismiyle geniş bir aile vardır. Iğdır Devlet Üretme Çiftliğinin inşaat işini yapan mühendis Fuat Hatunoğlu ve eski Erzurum Senatörlerinden Sakıp Hatunoğlu bu ailedendir. Mücahit) bir kişi bize gücendi. Köyde oturup da şehirdeki sosyete hayatını tenkit etmek haddini bilmezlik sayıldı. Fakat biz, hiçbir şeye kulak asmayarak kumandanlarımızın takdirlerinden cesaret alarak gördüğümüz, işittiğimiz yolsuzlukları yazmaktan geri durmadık.
Ekim 1920’den itibaren sayılmak üzere Binbaşılığa terfi ettim. Buna çok memnun oldum. Çünkü Alay’da itibarım biraz arttı. Iğdır Hastanesi (24 Mayıs 1921) Şark Cephesi Kumandanlığının emriyle Iğdır Mevki Hastanesi Başhekimliğine tayin edildim. Bir kere daha tabur tabipliğinden kurtuldum. İşte bu tayin iki buçuk seneden beri çektiğim sıkıntı ve eziyetlerin hakiki bir mükâfatı oldu. Hemen, Pulur’daki alaydan ilişiğimi keserek, beni bir hayli meşgul ve teselli eden Aras gazetesini kapatarak Iğdır’a geldim.
Doktor Mazhar Bey’den devir ve teslim alarak hastanede işe başladım. Evvela Bayezid’de bulunan çoluk çocuğumu getirterek hastaneye yakın bahçeli bir ev bulup yerleştirdim. Sonra maddi, manevi bütün gücümü hastaneye vererek çalışmaya başladım. 11’ inci Tümenin 2’nci Tümen adıyla Ardahan’ a hareketi üzerine Iğdır’daki birlikler grup kumandanlığı emrine verilmiş, seyyar hastane de 300 yataklı Iğdır Mevki Hastanesi adını almıştı. Bunun için hastaneyi teslim aldığım vakit, buranın henüz tamamıyla teşekkül edilmemiş bir hâlde olduğunu gördüm ve noksanlarını pek fazla buldum. Bilhassa temizleme yeri, karantina koğuşu ve laboratuvarı yoktu. Bunun için mevcut durumuyla işlemesi mümkün olmadığından ve resmî kanaldan yapılması da uzun zamana bağlı bulunduğundan hastane askerleri arasından bulduğum taşçı ustası ve marangozların gayret ve yardımlarıyla noksanları ikmal ederek hastaneyi işler hâle getirdim. Bu sıralarda Grup Kumandanı İsmail Hakkı Bey’in hastaneyi ziyaret edeceğini haber verdiler. İnzibat subayı telaşa düştü. Hastaların yatak, yorgan çarşaflarını yenileriyle değiştirmek istedi. Sebebini sordum. Önceki tabiplerin böyle yaptıklarını söyledi. Ben olduğum gibi görünmek isterim, gösterişe lüzum yoktur, dedim. Ertesi gün kumandan geldi, yaptıklarımı ve yapacaklarımı anlattım, memnun olarak buradan ayrıldı.
18 EYLÜL 1921
Sakarya Meydan Muharebesinde büyük bir zafer kazanmıştık. Bu haber, Iğdır da büyük bir sevinç yarattı. Akşam, tümen karargâhında büyük bir ziyafet verildi. Nutuklar söylendi. Benim de bazı kısımlarını aşağıya koyduğum bir yazım okundu: Dünya Savaşından, bizi boğmak isteyen Mondros Mütarekesi’nden, hayatımıza son veren Sevr Anlaşması’ndan sonra bu milletin yaşayacağına kimse inanmıyordu. Hatta İstanbul hükûmeti, bu mütareke ve anlaşmaların uygulanmasından başka çare olmadığına kanaat getirerek millî namusumuzu ve üç yüz milyon Müslümanın mukaddesatını lekelemek suretiyle bizi İsrail kavmi gibi sefil, perişan etmek istiyordu. Bu durumu önceden anlayan millet, o paçavraları; yapanların, tatbik etmek isteyenlerin yüzlerine fırlatarak isyan etti. Tarihte böyle şuurlu, amacı millî isyana, ender tesadüf olunur. Milletin ruhundan kopan bu galeyan onu tekrar düşmanlarına karşı cephe almaya mecbur etti. Bugünkü Garp Cephesi; namus ve mukaddesatımızın Kâbe’sidir. İşte böyle elim bir vaziyette iken böyle azim bir cephe meydana getirmek ve onu Sakarya gibi büyük bir zaferle şereflendirmek, milletimize has bir hayat kabiliyeti ve karakter yüksekliğidir.
Sakarya zaferinin kamuoyunda uyandırdığı sevincin işaretleri olmak üzere Iğdır’ın evlerinde, bahçelerinde sık sık toplantılar, eğlenceler oluyor; yerli saz takımları da bunlara iştirak ederek sevinç ve gurur, ortalığı çınlatıyordu. Azerilerin en çok çaldığı, söylediği şu:
Şeşkilan’ın düzünde
Ceylan gezer özünde
Men ölem, men ölem
türküsünün nağmeleri bana o kadar yanık ve dokunaklı geliyordu ki Eğin havalarını andırıyor, beni ta ruhumun derinliğinden üzüyordu. Artık; siyasi, askerî vaziyetimizin istikrar oluşturması üzerine, Iğdır’da büyük bir ticaret faaliyeti başladı. Markara Köprüsü’nde Ermenilerle alışveriş arttı. Erivanlılar, muhtaç oldukları tuzu bizden alıyorlar, karşılığında türlü türlü mamul eşya gönderiyorlardı. Ticaret hususunda pek mahir olan Iğdırlılar bu takastan çok istifade ettiler.
EYLÜL 1921
Grup Komutanı Albay İsmail Hakkı Bey, subaylar arasında bir seri konferans düzenlemiş; ara sıra toplanıp bundan istifade ediyorduk. Yüzbaşı Bitlisli İhsan Sezai’nin makineli tüfek hakkında verdiği konferans herkesi hayran bırakmıştı. Bu subaydaki bilgi ve konuşma kuvveti tasavvurun üstünde idi. Bana da frengi hakkında bir konuşma düştü. Bunu yaptım amma, bir daha böyle kalabalık bir yerde çıkıp söz söylemeye tövbe ettim. Sarıkamış’ a nakledilmiş olan arkadaşım Yüzbaşı Zihni ye bu konferanstaki hâlimi şöyle tasvir etmiştim:
Bugün, frengi hakkında konuşurken duyduğum üzüntüyü belirtmekle kalbimde büyük bir yükün hafiflediğini hissediyorum. Geçen ay koleradan bahsederken meydana gelen sıkıntıyı, mahcubiyet ve acemiliğime vermiştim, oysa bugün iyice anladım ki bende hitabete kesinlikle yetenek yoktur; ifade tarzımın dinleyicilere sıkıntı verdiğini hissediyordum, dilim tutuluyordu. Eğer biraz daha devam edeydim, herkesi uykuya daldıracaktım. Söylediğim tıbbi terimlerden kimse bir şey anlamıyor, hatta bunları dinlemiyor. Herkes kendi hesabına hayale kapılmış, kendi âleminde yaşıyordu. Ara sıra bana doğru bakarak artık sabrımızı zorlama der gibi bir hâl alıyorlardı. Ben bunları gördükçe frengi hakkındaki bilgilerim hatırımdan çıkıyor, dilim tutuluyor, şakaklarımdan soğuk terler akıyor, gözlerim kararıyor, yere düşecek gibi oluyordum. İşte konferansı böyle bir hâl içinde bitirdim. Bununla beraber centilmen kumandan, konferans istifadeli oldu diye beni sevindirdi.
EKİM 1921
Şark Cephesi’nden gelen bir emirde, Sarıkamış Hastanesi Sıra Tabipliğine tayin edildiğim ve orada çalışırken ayrıca cephenin çıkardığı gazeteye yazı yazmam ve acele hareket etmem bildiriliyordu. Birdenbire şaşırdım. Sonra bunun Sarıkamış’ta bulunan arkadaşım Zihni’nin teşvikiyle olduğunu anladım. Derhâl tümen komutanına giderek beni bu vazifeden affetmelerini, benim gazetelere yazı yazacak vakit ve iktidarım olmadığını söyleyerek hâlihazır memuriyetimde bırakılmamı rica ettim. Hâlden anlayan komutan, dileğimi kabul etti, beni oraya göndermedi.
EKİM 1921
Iğdır’da bir pencere önüne oturup da gece etrafa bir göz atılırsa manzara pek muhteşem görünür: Bir loşluk içinde düz, geniş Iğdır Ovası, ortasında bir şah damarı gibi atarak akan Aras Nehri; beri tarafta dağların dağı Ağrı, öbür tarafta Alagöz Dağı olup bunlar, karşı karşıya geçmiş sanki birbirine bakıyor gibi. Bunların üstünde pırıl pırıl parlayan yıldızlarıyla uçsuz bucaksız gök kubbesi… Ortalıkta nefes gibi hafif bir rüzgâr esmekle beraber derin, ulvi bir sessizlik hüküm sürüyor. Tabiatın bu sonsuz büyüklüğü karşısında öyle seziyorum ki asıl ebediyen yaşayan ve mevsimlerin değişmesiyle gülen, sevinen, solan, ağlayan şu koca dünya olup, biz onun üstünde ölümlü, çaresiz mahluklarız. Bunun için kendimi; Iğdır’ın şu toprak damlı evlerinde, çakal sesleri, köpek ulumaları arasında bir köstebek hayatı süren, sürünen ve her an toprak olmaya mahkûm olan bir sefil gibi hissediyordum.
KASIM 1921
Iğdır ahalisi ilk defa askere alınıyor. Askerlik yapmamış bir millet için bu fevkalade bir şey oldu. Iğdırlıların, evlatlarından ayrılmamak, onları kurtarmak için başvurmadıkları çare kalmıyor; onlar, uğraşıp duruyorlar. Gözlerinin önünde binlerce ana, baba, evladı sapasağlam dururken kendilerininki askere giderse hemen ölecek zannediyorlar. Bu sebeple askere çağrılanlar bin türlü hileye başvuruyorlardı. Bunların muayenesi için hastanede bir heyet teşekkül edildi. Kapının önü kalabalıktan geçilmiyor, askerden ziyade askerin akrabaları gelmiş. Muayenede bizi en ziyade yalandan hasta olanlar işgal ediyor. Bunlar arasında bir genç elindeki sopaya dayanarak iki büklüm olduğu hâlde içeri girdi. Belinin eğri olduğunu, öteden beri sopa ile yürüdüğünü beyan etti. Muayeneye çıplak girdikleri için her arızayı görmek mümkün oluyordu, bunun da hareketinin yalandan hastalık rolü olduğu besbelliydi. Artık, sabrımız tükenmişti. Taburlarda yaptığım gibi buna da yaptığı oyunun yalan olduğunu itiraf ettirmek isterdim. Lakin beklemeye vaktimiz olmadığından, gayet hızlı bir usul buldum. Hemen elimdeki meşin kırbaçla onun çıplak vücuduna, eğri beline bir iki defa vurdum, fazlasına lüzum kalmadı. Hemen sopasını bırakarak ve belini düzelterek kapıdan dışarı fırladı. Bu suretle hem kendisini zorda kalmaktan kurtardık hem de acemi bir sahte hastanın başımızı ağrıtmasından kurtulduk. Ancak iyi bir asker kazandık mı? Orasını bilmem.
Iğdır Hastanesinin noksanları artık tamamlanmış, kışlık erzak ve yakacağı hazırlanmış, evvelce tedarik edilmiş olup öteye beriye dağıtılmış olan mavi battaniyeler toplatılıp hastaların üzerine örtülmüş; hastanede mevcut on kadar ineğin süt ve yoğurduyla hastalarımız beslenmişti. Velhasıl hastane arkadaşlarım Dr. Hamdi SOFULAR, Dr. Haydar ve Eczacı Vasıf Beylerin değerli yardımlarıyla burası arzu edilen dereceye gelmiş ve hastalara faydalı olmak imkânını elde etmiştik. Nahçıvan Hastanesinde gönüllü olarak çalışmış olan Rus hemşiresi bir gün hastanemizde çalışmak üzere çıkageldi. Tümenin izniyle çalışmaya başladı. Her türlü onun rahatını temin ettik. Burayı Nahcivan’dakinden daha muntazam buldu. Bir müddet çalıştıktan sonra yine Nahcivan’a iade edildi.
ARALIK 1921
Iğdır’ın kışı geldi. Buranın havası son derece rutubetli ve soğuğu tesirli oluyor. Ovayı çevreleyen dağlar artık bembeyaz olmuş. Bilhassa Ağrı, eteklerine kadar beyaz mantosunu giyerek insanı iliklerine kadar üşütmeye başlamıştı. Bir memleketin binalarının yapılış tarzını, oranın iklimi tayin eder, derler. Pek doğrudur. Burada evler hep bahçeler içinde, bir katlı, taştan, kerpiçten yapılmış olup bunların damları sert toprak ile örtülüdür. Evlerin içi yağlı boya, ısınmaları da peç denilen duvar sobalarıyladır. Bunlar, iki oda arasındaki duvar içine yapılmış ocaklar olup kalorifer gibi her tarafı ısıtır. Birisini yakmak için ancak bir yük odun lazım. Bu sebeple burada yakacak meselesi ön planda gelir. Biz burada bağ kütükleri yakmakla idare ediyoruz. Kullanma suları, kapılarının önünden akan arklardan alınır. İçme suyu da bu ark sularının bir taş süzgeçten geçirilmesiyle temin edilmektedir. Bu taşlar, burası için büyük bir nimet sayılır. Hemen daima bulanık ve çamurlu bir hâlde akan Aras Suyu, bu sayede berrak ve içilebilir bir hâle gelmektedir.
OCAK 1922
Iğdır’a gelen yollar kapandı. Her taraftan haberleşme kesildi. Sanki kuşatmaya girmiş bir hâle geldik. Havanın sisli olması, kurt sürülerinin kasabanın yakınına kadar gelmesi bu kuşatmayı tamamlıyor, evlerimize kapanıp kalıyorduk. Hele geceleri bir türlü sabah olmuyor, vaziyetin neden olduğu üzüntülerin kâbusu içinde sayıklayıp duruyorduk. Bununla beraber ara sıra geceleri Dr. Hamdi’nin evinde toplanarak eğlenceli saatler geçirirdik. Tümenimizin Garp Cephesi’ne hareket edeceği haberi duyuldu. Bundan fevkalade memnun olduk. Zira hem bu havaliden kurtulacak hem de hakiki Millî Mücadele’ye iştirak edecektik. İşte bu gaye ile yol hazırlığına başlamış, günlerin nasıl geçtiğini unutmuş, hummalı bir faaliyete girişmiştik. Garp Cephesi’ne Hareket (10 Şubat 1922) Gümrü Anlaşması’nın imzasından ve Sakarya Zaferi’nden sonra Garp Cephesi’nde sessizlik oluşmuş, buradaki fazla birliklerin Batı Cephesi’ne çekilip Yunanlara kesin bir darbe vurmak zamanı gelmişti. Bu maksatla grubumuza harekete hazırlık emri verilmişti. Bütün birlikler, büyük bir şevk ve gayretle sefere hazırlanıyordu.
11 ŞUBAT 1922
Grup kumandanı; verdiği emirle bütün birliklerin büyük ağırlıklarının önceden kendi vasıtalarıyla Sarıkamış a gönderilmesini, hastaneye de 20’si Iğdır; 10’u Bayezid’de açılmak üzere 30 yataklık revir malzemesinin ayrılmasını, sonra geri kalan bütün eşya, erzak vesairemizle harekete hazır olmamızı bildirmişti. Nakil vasıtamızın çoğunu öküz arabası oluşturduğundan öncelikle tekerlekleri, boyundurukları gözden geçirip lazım gelen tamiratı da yaptıktan sonra, on arabalık ağırlığımızı bugün ilk kafile olarak yola çıkardık.
13 ŞUBAT 1922
Bugün alafranga saat da bütün doktorlar, hasta bakıcı kadınlar, sıhhiye askerleri ve nakil araçlarımızla savaş kıyafetinde grup karargâhının önünde toplandık. Kumandan geldi, bizi teftiş etti. Hareket günümüzün yaklaştığı anlaşılıyor.
KADEME KUMANDANLIĞIM (15 Şubat 1922)
Grup; hareket ederken kolaylık olması için piyade, topçu ve fennî birlikler olmak üzere üç kademeye ayrılmış. Birinci, İkinci Kademeler alay kumandanları emrinde hareket etmişti. Geri kalan telsiz, istihkâm, süvari, nakliye bölükleriyle, hastaneden ibaret olan Üçüncü Kademeye de kumandan olarak beni tayin etmişler. Bu, bir doktora nadiren verilen bir ödül idi. Bu; herhâlde, dün verdiğim teftişin, kumandanlıkça takdir edilmesinden veyahut kademede benden başka binbaşı olmadığından dolayı, bir zaruretten ileri geliyordu. Her ne sebeple olursa olsun, bu görevlendirmeden çok memnun kaldım.
20 ŞUBAT 1922
Sabah erken, yazdığım günlük emir gereğince bütün kademe birlikleri grup karargâhı önünde toplandı. Kumandana tam haberi verip oradan ayrılırken o, bana bütün gücümüzü sarf ederek telsizin Sarıkamış a ulaştırılmasını söyledi. Orada kalan diğer arkadaşlara veda ederek yola dizildik. Kademe; muhtelif birliklere mensup asker ve subayları, çeşitli savaş teçhizatı, deve, manda, öküz at gibi farklı türde nakil vasıtaları ve üzerleri portatif çadırlarla kapatılmış vurgun arabalarındaki subay aileleriyle uzun bir kol teşkil ediyor, ağır aksak yürüyüşüyle bir göç kafilesini andırıyordu. Başlarında bulunan kademe kumandanı da eski tabur tabipliğinin verdiği babavari tavrıyla bir aşiret alay kumandanına benziyor; bununla beraber herkes büyük bir intizam, itaat ve olgunluk içinde yoluna devam ediyordu. Bu suretle yürüyerek, bozuk yolların taşlarına takılarak, çamurlarına batarak üç günde Kağızman kasabasına vardık.
Bu bahçeli memlekette bir gün istirahat verdik. Burada arkadaşlardan birinin eşi doğurdu. Bunu yolculuğumuz için uğur saydık. Bir de bu moladan faydalanarak kırılan araba ve tekerleklerin tamiri ve hayvanlara buz çivisi çaktırmakla meşgul olduk. Bundan sonraki yolumuz karlı, buzlu olduğundan böyle bir tertibata şiddetle ihtiyaç vardı. Ertesi gün Paslı Gediği’nin eteğinde olan Kötek köyünde kaldık. Bu gedik, Kağızman ile Sarıkamış arasında çok yüksek bir boyun noktası olup önümüzde duvar gibi dimdik yükseliyordu. Şimdi burayı nasıl geçecektik? Bu ağır telsizi dağdan nasıl aşıracaktık? Hep bunu düşünüyordum. Sabah olunca üç çift mandanın kuvvetine güvenerek yokuşa doğru yürümeye başladık. Fakat tekerlekler karlara saplandı kaldı. Bir hayli uğraştıysak da onları söktüremedik. Mecburen eski konağımıza geri döndük. Burası da çok pis bir yerdi. Kimse rahat etmemişti. Aksine ertesi gün müthiş bir kar tipisi oldu. Kimse yerinden çıkamadı. Şimdi beğenmediğimiz bu konak, gözümüze şirin görünmeye başladı. Artık kendi derdimizi unuttuk. Hep Sarıkamış’ta beklenen bu telsizi yerine nasıl teslim edeceğiz diye düşünüp planlar kuruyorduk, nihayet çaresini bulduk.
26 ŞUBAT 1922
Şafak sökmeden karlar iyice don iken önce develeri, sonra askerleri yürüterek yolu çiğnettik. Diğer vasıtalar da geçtikten sonra karlar iyice sıkıştı. Sonra telsizin yanına gelerek mandalara yardım ederek makineyi yürüttük. Bu suretle gediğe yaklaştık. Geceyi burada kom gibi bir yerde geçirdik. Ertesi sabah aynı suretle hareket ederek telsizi düzlüğe çıkardık. Bu, büyük bir başarıydı; hep sevindik. Artık, kolaylıkla Selimköy, Yolçekmez ve Yedikilise köylerinde konaklayarak gönül rahatlığıyla Sarıkamış a vardık. 7 Mart 1922 günü kadememiz Iğdır’dan çıktığı gibi muntazam bir hâlde Sarıkamış a girdi. En önde nefesleri buğulanan mandaların arkasındaki telsiz makinesi ilerliyor, herkes bunu merakla seyrediyordu. Grup kumandanı, telsizin dağdan aşırılıp getirilmesini hiç ummadığı için buna çok memnun oldu ve bunu benim hesabıma bir başarı saydı. Sarıkamış a girerken genel harbin o felaketli günlerini hatırladım. Etrafa baktıkça çam ormanlarının biraz ötesinde oluşmuş olan o kanlı facianın acılı, ıstıraplı anlarını hâlâ yaşıyor gibi oluyor, yüreğim sızlıyordu. Diğer taraftan Rusların yapmış olduğu bu muazzam kış garnizonunun üstünde şanlı bayrağımızın dalgalandığını ve buranın bugün Şark Cephesi Kumandanlığının merkezi olduğunu görmekle göğsüm övünçle kabardı.