Son Yazılarımız

RUSÇA İLE DANS VE LENİNGRAD

Loading

Değerli Okuyucular,

Bugünkü yazım üç bölümden oluşuyor: İlk önce “Rusça ile Dans ve Leningrad” yazımı okuyacaksınız. İkinci bölümde Iğdır’ın ilk Amerikalı gelini ve 94 yaşını kutlamaya hazırlanan Claudette Aras’tan Iğdırlılara kısa bir selam mesajının takdimiyle devam edeceğim ve nihayet üçüncü bölümde Iğdır’ın gelmiş geçmiş en büyük anekdot zekâsı Hamit Hun’dan bir fıkrayla yazımı tamamlamış olacağım.

RUSÇA İLE DANS

Iğdır, dillerin ve kültürlerin kaynaştığı, kardeşliğin vücut bulduğu kendine özgü bir şehirdir. Çocukluğumda üç dili bir arada kullanıyor ve yaşıyordum. Babam, annem ve kardeşlerim birbirleriyle Türkçe konuşuyorlardı. Bu nerdeyse kendiliğinden bir kuraldı. Annemin babası, kökleri Bitlis’e kadar uzanan bir Türk ailesine mensuptu. Anneannem, Cibranlı aşireti mensubuydu. Ancak dedemin evinde de Türkçe yaşam dili olarak kendisine hayat bulmuştu. Anneannemin özel misafirlerine Kürtçe türküler söylediği, güzel sesini duymak için çok uzaklardan gelenlerin olduğu aile içinde anlatılırdı.

Komşularımız Azeri ve Terekemeydi. Komşu çocuklarıyla oynuyor, Azericeyi yoğun bir şekilde ve doyasıya kullanıyordum. Bu anlamda çocukluk dilim Azericeydi. Her ne kadar bu dili kendi kurallarına göre telaffuz etmesem de söylenenleri anlıyor, zorluk çekmiyordum.

Babaannem, Fattê Hanım, bizimle oturuyordu. Babası Ali Mirze Bey’in gururunu ve onurunu yüreğinde taşırdı. Kürtçeden başka bir dil bilmiyordu. Bir anlamda bizi Kürtçe öğrenmeye ve konuşmaya davet eder gibiydi. Türkçeyi anlar, kafasını sallayarak bunu belli ederdi.

Babam, aşiretin koşulsuz lideriydi. Evimiz her zaman köylerden ve uzaklardan gelen aşiretimizin mensupları ve Kürt misafirlerle dolup taşardı. Babaannem onlarla pürüzsüz bir Kürtçeyle konuşurdu. Güçlü bir hafızası vardı. Misafirlere sorular sorar, köyde, yaylada, aşiretler arasında olup bitenleri hafızasını bir köşesine not ederdi. Bunlara tanıklık etmek çocuk ruhumu okşar, onları pür dikkat dinlerdim. Babaannem, Rusça sayıları kusursuz sayardı. Israr ettiğim zaman gülerek, adin, dva, tri, çıttiri… diyerek ona kadar sayar, ben de bundan büyük zevk alırdım. Bu benim ilk Rusça dil kursumdu.

Üç dilli bir kültürün tam ortasında bir hayat sürüyordum. Yıl 1967’di. Baharlı mahallesindeki evimiz artık elektrikle aydınlanıyordu.

O yıllar Türkiye’de televizyon yayınları konusunda okuyucumu bilgilendirmek isterim: Türkiye’de ilk televizyon denemeleri sonradan öğrencisi olacağım İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Fakültesi’nde 1952 yılında başladı. İTÜ’de öğrencilik yıllarımda kitaplarını elimden düşürmediğim değerli hocamız Adnan Ataman bu deneme yayınlarını büyük bir başarıyla devam ettirmişti. İlk yayınlar siyah beyazdı. Haftada birkaç saat, sadece kampüs çevresinde izlenebiliyordu.1964 yılında devlet eliyle düzenli televizyon fikri gündeme gelir. Ankara televizyonu 1968’de yayına başlar. Yayın süresi haftada 3 gün, günde birkaç saatle sınırlıdır. O tarihte ne İstanbul ne de İzmir’de televizyon yayını henüz yoktur. İstanbul’da 1971’de, İzmir’de de 1974’te paket programlar uygulamaya girer.

KADİR (PARLAK) USTA VE ALTAN BEY

Kadir Usta (Parlak) aslen Konyalıydı. 1925’li yıllarda Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda eğitim görmüş, Iğdır’da Kalafat Ailesinden Hamdi Kalafat’ın kız kardeşiyle evlenip, Iğdır’a yerleşmişti. Kadir Bey’in, Erol ve Altan isimli iki oğlu vardı.

Kadir Usta, dizel motorları konusunda uzmanlık sahibiydi. Iğdır’a elektrik sağlayan motorun tamir ve bakım işi Kadir Usta’nın üzerindeydi. O da bu görevi yıllarca büyük bir özveri ve çalışkanlıkla devam ettirdi. Kadir Usta’nın büyük oğlu Erol Bey, memuriyet hayatını seçti.

Altan Bey, ticarete atıldı. Iğdır’a ilk beyaz eşya ve TV satışını yaparak başarılı bir iş adamı oldu. Altan Bey sayesinde Iğdır halkı hızlı bir şekilde TV setiyle ve TV kültürüyle tanışacaktı.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE TV YAYINLARI

İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan Sovyetler Birliği büyük bir teknolojik devrim başlatır. Çok geçmeden Moskova TV yayınları 1948’de yayına girer. Güney Kafkasya’daki üç sosyalist cumhuriyet, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan, 1956’den itibaren TV yayınlarıyla tanışırlar.

Yıl 1968’di. Babam, teknolojiye meraklıydı. Iğdır’ın ilk traktörlerinden birini babam getirmişti. Yine ilk çayır biçme makinesini getirmek de babama kısmet olmuştu. Babamın yeniliklere düşkünlüğü sayesinde 1968’de evimize Grundig marka TV girdi. Evin damına konan bir antenle Moskova, Bakü, Erivan ve Tiflis yayınlarını izlemek mümkündü. İstanbulluların henüz sahip olmadıkları TV kültürüne ilginç bir şekilde Türkiye’nin en ücra ve unutulmuş köşesindeki Iğdırlılar sahip olmuştu. Tek sıkıntı, “Biraz da Bakü veya Erivan yayınlarını izleyelim” dediğimizde sık sık dama çıkıp antenin yönünü değiştirmekti. Mahallemizde ilk TV cihazı bizim evde kuruluydu. Gün içinde komşular gelir, kutunun içinde konuşan bu ilginç icadı hayranlıkla izlerlerdi.

Moskova yayınları sabah başlar gece yarısına kadar devam ederdi. Erivan, Tiflis ve Bakü yayınları her gün 18-24 saatleri arasıyla sınırlıydı. Böyle olunca antenimizin yönü sürekli Moskova’ya yönelik olurdu.

Ev ahalisi TV’nin sesini keserek ekrana bakmakla yetinirlerdi. Ben mutlaka sesi açar, konuşulanlara bir anlam vermeye çalışırdım. Günün belirli saatlerinde spiker, “Günaydın”, “İyi akşamlar”, “İyi Geceler” anlamına gelecek şekilde “Dobri deyn”, “Dobri viçır”, “Spakoynıy noçi”  “dasvidanya” diyerek ya yayını açar ya da kapatırlardı.  Bu gibi kalıplaşmış ifadeleri artık ezberlemiştim. Bu benim ikinci Rusça dersim oldu.

Aradan yıllar geçti. Kabataş lisesinde öğrenciydim. Kardeşim Selahattin de ODTÜ’de Makine Mühendisliği eğitimi alıyordu. O yıllar ODTÜ, sol eğilimli ideolojilerin merkezi durumundaydı. Sovyetler Birliği hayranlığı sol çevrelerde yaygındı. Herhalde bundan olsa gerek Selahattin, yaz tatilinde Iğdır’a gelince yanında İngilizce-Rusça olarak hazırlanmış “Rusça Gramer” diye bir kitap getirmişti. Uzun süre bu kitabı elimden düşürmedim.

Yine aradan yıllar geçti. 1979 yılıydı. İTÜ Elektrik Fakültesi öğrencisiydim. Maçka’daki Abdi İpekçi Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Odalar dört kişilikti. Oda arkadaşlarımdan birisinin adı Metin Topçu’ydu. Bulgar göçmeniydi. Ailesi Bulgaristan’dan gelmiş Bursa’ya yerleşmişti. Metin, Uçak Mühendisliği öğrencisiydi. İlk ve ortaokulu Bulgaristan’da okuduğu için Rusçası vardı. Bir gün bana, “Bulgaristan Konsolosluğuna gidersen orada Bulgarca dil kitaplarını bedava veriyorlar. Bulgarca ve Rusça birbirine çok benziyor. Ben sana Bulgarca öğretirim.” Böylece Rusçaya geçiş olacağı düşüncesiyle Bulgarca öğrenmeye başladım. Metin, Kiril alfabesi harflerinin el yazısı ile nasıl yazıldığını öğretti. Bir zaman böyle devam etti.

1984’te Paris’te bir Fransız şirketinde mühendis olarak çalışıyordum. En büyük isteğim Leningrad’a gitmek, doktoramı orada tamamlamaktı. Yeniden Rusça öğrenmeye başladım. O yıllar Paris’te Rusça eğitim veren bir kuruluş yoktu. Sovyetler Birliği Büyükelçiliği’nde halka açık kurslar vardı. Kaydımı yaptım ve düzenli olarak kurslara devam etmeye başladım. 1985’in yaz aylarıydı. Sovyetler Birliği Konsolosluğuna gidip vize almak istedim. Sosyalisttim. İdealistim. Sosyalizmin merkezinde yani Leningrad ’ta eğitim görmek en büyük hayalimdi.

Konsolosluğa gittiğimde çok şaşırdım. Vize için uzun bir kuyruk vardı. Hepsi de Afrikalı siyahlardı. Bazıları çoluk çocuklarıyla gelmişti. Arada bir Konsolosluk görevlisi dışarı çıkıyor, yüzlerce insanın umutsuzca kuyruğa girdiği insan kümesine Fransızca hakaret eder gibi konuşuyor, kuyruktakileri itekleyip duruyordu. Bu sahneyi görünce hayal kırıklığı yaşadım, oradan ayrıldım. 1986 yılının ilk aylarıydı. Bütün dünya Sovyetler Birliği’nin bir anlamda sonunu getirecek Çernobil nükleer patlaması ve sızmasını konuşuyordu. Hayalimde büyüttüğüm, kusur bindirmediğim Sovyetler Birliği gerçek yüzünü göstermişti. O günden sonra Moskova’ya gitme ve Rusça öğrenme çabalarımı bir kenara bıraktım.

Yine aradan çok yıllar geçti. 1995’te ABD’de Wharton Business School’dan mezun olup petrol şirketlerinde çalışmaya başladım. Sovyetler Birliği 1991 yılında dağılınca petrol sahaları darmadağınık durumdaydı. Bu sahaları yeniden üretime sokmak için Batı’nın yardımına ve yatırımlarına ihtiyacı vardı. Batılı petrol şirketleri pay kapmak için büyük bir rekabet içindeydiler. Çalıştığım ABD’li şirket Rusya’ya bir ekip göndermek istiyordu ancak Amerikalı meslektaşlarım Rusya’ya gitmek konusunda tereddüt içindeydiler. En önemli nedeni Rus Mafyasıydı. Yabancı mühendisleri kaçırıyor fidye istiyorlardı. Ben gönüllü oldum. İki ekip oluşturuldu: Birisinin çalışma merkezi Moskova diğerinin St. Petersburg’tu. Ben, yıllardır hayal kurduğum St. Petersburg (Leningrad) ekibi için gönüllü oldum. Böyle olunca Rusçamı ilerletmek için kendi kendime çalışmaya başladım.

LENİNGRAD GÜNLERİ

St. Petersburg’a gittiğimde “Leningrad” isminin hala yaygındı. Şehrin merkezinde bir daireye yerleştim. Ekiptekilerin büyük bir çoğunluğu petrol mühendisiydi. Benim görevim mühendislerin petrol sahalarıyla ilgili verdikleri bilgileri ekonomik anlamda değerlendirmek, hangi girişimin kârlı olabileceğini genel merkeze bildirmekti. Günlerim genellikle Leningrad’ta geçiyordu.

Rusya’da büyük bir yoksulluk yaşanıyordu. “Babuşka” olarak bilinen yaşlı kadınlar metroların girişinde ellerinde satabilecekleri ne varsa önlerine koyup müşteri bekliyorlardı. Bu sahneler içimi karartıyordu. 1969-70’li yıllarda evimizdeki TV’de izlediğim zenginlik ve görkemli sahnelere tezat bir durum vardı. Sosyalist düşünceye bağlılık hâlâ peşimi kovalıyordu. Sanki çökmüş, dağılmış, yoksulluğun ve açlığın pençesine düşmüş Rusya’yı ben kurtaracakmışım gibi cebimdeki dolarları düşüncesiz bir şekilde babuşkalara dağıtıyordum. Onlar için bir velinimettim. Metroya yaklaştığımı gören babuşkalar etrafımı alıyor, ağlayacak şekilde ürünlerini satın almamı istiyorlardı.

1990’lı yıllarda metro istasyonunun girişinde ürünlerini satan babuşkalar

İşte böyle bir günde bir babuşka elinde Sovyetler Birliği dönemine ait bir madalya ve buna benzer aile hatıralarını satmak için önümde belirdi. Madalyayı elime aldığımda, babuşka, “Bu madalyayı Leningrad kuşatmasında gösterdiğim fedakarlıktan dolayı devlet bana verdi,” deyince içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim.

Leningrad kuşatmasıyla ilgili onlarca kitap okumuş belgeseller izlemiştim. İşte karşımda bu kuşatmada gösterdiği fedakarlıktan dolayı aldığı onur madalyasını satmaya çalışan bir Rus kadını vardı.

Hitler, 22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekâtı ile Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Üç amacından birisi, Baltık Denizine ulaşmak ve sanayi şehri Leningrad’ı işgal etmekti. Nazilerin Leningrad saldırısı 1941-44 yılları arasında 2 yıl dört ay sürdü. Bu, insanlık tarihinin en uzun şehir kuşatması olarak bilinir. Hitler, Leningrad’ı ele geçirip halkını açlıkla yok etmeyi planlıyordu. Hatta emirlerinde “şehre girmeye gerek yok, halk açlıktan ölsün” diyordu. Şehre giden tek hat Ladoga Gölü üzerindeki dar buz yoluydu. Bana madalyasını satmak isteyen babuşka bu “yaşam yolu” üzerinde yiyecek ve cephane taşımıştı.

Babuşkadan aldığım madalyayı sahiplenmek niyetinde değildim. Metroya yakın bir Gürcü lokantası vardı. Babuşkayla oturup sohbete başladık. Kuşatmayı yaşayan bir insanın sesinden Leningrad’ta yaşanan vahşeti duymak tüyler ürperticiydi. Anlattığına göre o tarihte şehirde 2,5–3 milyon sivil vardı. Kuşatma sırasında yiyecek stokları tükenir. Ekmek tayınları günlük 125 grama kadar düşer. Binlerce kişi soğuktan, hastalıktan ve açlıktan ölür. Babuşka da ailesini böyle bir günde kaybeder. Kuşatma süresince toplam sivil ölü sayısı 1.2 milyon kadardır. Halk kedileri, köpekleri, hatta duvarlardaki tutkalı bile kaynatıp yemek zorunda kalır. Buna rağmen şehir Nazilere teslim olmaz. Bununla kalmaz Leningrad halkı kuşatma boyunca şehirde silah, tank, mermi üretimini sürdürür. Hatta halkın moral gücünü yüksek tutmak için Leningrad Filarmoni Orkestrası, 1942’de bombalar altında Şostakoviç’in 7. Senfonisi’ni çalar. İmkânsız gibi koşullara rağmen 1 milyonun üzerinde insan Ladoga Gölü üzerinden tahliye edilir. Babuşka bütün çalışmalarda yer alır.

75-80 yaşlarındaki babuşkaya madalyayı geri verdim. Cebine yüklü bir miktar para bıraktım ve şunun sözünü aldım: “Bu madalya asla satılmayacak”. Babuşkanın gözleri yaşardı. Elleri titredi. Benden utandı. Madalyayı cebine koyarken kendilerini bu duruma düşüren yöneticilere lanet okudu.

Bugün, geriye dönüp baktığımda Rusçayla dansım ve Leningradlı babuşkanın gözyaşları, çocukluk yıllarında Rusçayla tanışan ve sonraki yıllar sosyalist ideallere bağlı bir gencin ruhunda kök salmış idealizmin ibretlik bir şekilde parçalanmasını ve alt-üst oluşunu özetler gibidir.

IĞDIR’IN RUSÇA KREOLU

Iğdır bölgesi 1828-1917 yılları arasında Çarlık Rusya’sı yönetiminde kaldı. Ruslar çekip gittiler ama Rusça kelimeler Iğdır’ın günlük hayatında kendilerine hâlâ kullanım değeri buluyorlar. Bu kelimelerden başlıcaları şunlardır:

ведро (vedro)                Kova (Iğdır Kürtleri arasında yaygın olarak kullanılır)

глава (glava)                  Bölgesel yönetici (özellikle Iğdır Tarihi araştırmalarında)

спичка (spiçka)            Kibrit çöpü (Iğdır Azerileri ve Kürtleri arasında kullanılır. Kürtler “pîşka” der)

лопатка (lapatka)        Kürek (Tarım aleti olarak Iğdır Kürt ve Azerileri arasında kullanılır)

конфета (konfeta)       Şekerleme (Iğdır Kürtleri arasında “kanfet” olarak kullanılır)

картофель (kartofel)  Patates (Iğdır Kürt ve Azerileri arasında “kartol” olarak kullanılır)

самовар (samavar)       Semaver

семечки (semeçki)       Ayçekirdeği, sımişka olarak özellikle Azeri nüfus arasında kullanılır

стол (stol)                        Masa

чайник (çaynik)           Çaydanlık

İKİNCİ BÖLÜM: IĞDIR’IN İLK AMERİKALI GELİNİ CLAUDETTE ARAS

Iğdır’ın ilk Amerikalı gelini Claudette (Klodet) Aras’la arada bir email üzerinden haberleşiyorum. Son yazışmasında Iğdırlılara selam gönderdi.  17 Aralık 2025 tarihinde 94ncü doğum gününü kutlamaya hazırlanıyor. 1 Ekim’de gönderdiği email’de şöyle yazıyor:

Bu hafta sanki ailedeki insanların yarısının doğum günü var — ve benim de birkaç ay içinde bir doğum günüm olduğunu fark etmek, Ankara’da büyük bir toplantı salonunda katıldığım Bağır Aras’ın 100. doğum günü kutlamasını bana hatırlattı.

Baba Aras’la aslında iyi arkadaştık. Ankara’da yaşarken bizi ziyaret ederdi ve bana Azerice konuşmayı öğretmeye çalışarak hep zaman ayırırdı. Aksanım onu çok eğlendirirdi.

Hatırladığım şeylerden biri şuydu; bana demişti ki: “Kızım, yaşlandıkça unutmaman gereken bir şey var: Kendinden 30–40 yaş daha genç insanlarla mutlaka arkadaş ol — yoksa iyice yaşlandığında yanında hiç arkadaşın kalmaz; hepsi ölmüş olur.”

Ve bu doğru! 94. doğum günüm yaklaşırken, yaşıtlarım olan iyi, ömürlük arkadaşlarımın hepsi öldü; gerçi meditasyon yaparken onlarla zaman zaman hâlâ buluşuyorum. Şu an etrafımdaki dostların hepsi benden en az 20 yaş ya da daha fazla genç. Yine de hepsi beni kendi yaşlarında sanıyor — çünkü nedense ben de onlar kadar genç ve hareketli görünüyorum. Herhâlde garip bir genetik!”

Iğdır’ın ilk ABD’li gelini Claudette (Klodet) Aras, 94. doğum gününe hazırlanıyor

Iğdırlılar olarak Claudette (Klodet) Aras’ın 94. doğum gününü kutluyor, kendisine kayınpederi Bağır Aras gibi 100 yılı aşkın ömür diliyoruz!

Bilmeyen okuyucularım için bir not düşmek isterim. Mazlum Aras ve Claudette Aras’ın yaşamlarıyla ilgili 2001 yılında “Mazlum ile Klodet” ismiyle bir kitap yayınladım. Dönemin koşulları dikkate alındığında Iğdırlılar için bu aşk ve evlilik büyük bir ilgiye neden olmuş ve ev sohbetlerinin vazgeçilmezi olarak hafızalar kazınmıştı.

Mazlum Aras, Bağır Aras ve Saltanat (Salto) Hanımın çocuğu olarak 1924’te Iğdır’da dünyaya gelir. İlkokulu Iğdır’da tamamlar. Bağır Aras, oğlunun en iyi eğitimi alması için fedakârlık göstermeye hazırdır. Binbir zorlukla Mazlum’u İstanbul’a gönderir. Mazlum Aras, ortaokul ve liseyi Fransızca eğitim yapan ve o dönem Türkiye’nin en gözde okullarından birisi kabul edilen St, Joseph’te tamamlar. İTÜ Makine Mühendisliğine devam eder ve başarıyla tamamlar. ABD’nin MIT üniversitesinden burs kazanır, ABD’ye gider, lisans üstü eğitimine Minneapolis şehrindeki Minnesota Üniversitesi’nde devam eder. Claudette’le burada tanışır. Haziran 1950’de sade bir törenle evlenirler. Çiftin iki kızı dünyaya gelir. Mazlum, 20 Mart 1980 tarihinde kalp kriziyle Florida’da hayata veda eder. Külleri Atlas Okyanusuuna savrulur.

Mazlum Aras ve köpeği Fındık (Mazlum Aras, ABD’ye gider. Aradan yıllar geçer. Bir gün Iğdır’a ziyaret için geri döner. Vefalı Fındık, Mazlum’u unutmamıştır. Mazlum, Iğdır’da kaldığı sürece Fındık yanından ayrılmaz)

Tarihe vefalı olmak zorundayız. Okuyucularıma kısaca Bağır Aras’tan bahsetmek isterim. O, 20nci yüzyıl Iğdır’ının en önemli simalarından birisidir. Eli açık ve cömertti. 100 yılı aşkın bir ömür sürdü. CHP Iğdır İlçe Başkanı Edip Koçkaya 1949’da bir trafik kazasında vefat edince Bağır Aras geçici olarak bu görevi üstlenir. Türkiye’nin ilk çok partili (14 Mayıs 1950) seçimlerinde Bağır Aras CHP Iğdır İlçe Başkanıdır. Bağır Aras’ın desteğiyle Mir Ali Ural CHP’den Belediye Başkanı seçilir. Daha sonra emanet aldığı ilçe başkanlığını Rıza Yalçın’a bırakır. Koşulsuz bir CHP’li olan Bağır Aras, Iğdır’a gelen üst düzey CHP’li yöneticileri büyük ve görkemli şölenlerle evinde ağırlar. Bunlar arasında Nihat Erim ve Kasım Gülek gibi şahsiyetler de vardır. İsmet İnönü, 15 Temmuz 1935’te Iğdır’a geldiğinde Bağır Aras, Başbakana büyük bir ziyafet verir. İnönü, eli açık ve cömert bu Azeri dostunu ölünceye kadar unutmayacaktır.

Mazlum Aras ve Claudette, 1952 yılında Iğdır’a gelirler. Bu resim evin balkonunda çekilir.

Soldan sağa, ayakta: ikinci Naciye Hun, üçüncü Nazire Kakioğlu, dördüncü Mazlum’un küçük kızkardeşi Zeliha, beşinci Claudette (Klodet). Oturan: Safiye Alagöz. Çocuklar: soldan sağa, Aysel Aras, Selahattin Hun, Atila Hun.

ARAS ailesinin yaşadığı trajik bir durumu da dikkatinize sunmak isterim. Saltanat Hanım (Salto Xala) 1958’de rahatsızlanır. Tedavi için Erzurum’a götürürler. Saltanat Hanım tüm müdahaleye rağmen hastalığını yenemez, Erzurum’da vefat eder. Cenazenin Iğdır’a getirilmesi zor olacağından Erzurum’da defnedilir.

Soldan sağa. Bağır Aras, Nihat Erim (soldan üçüncü, gözlüklü) ve Rıza Yalçın

Aradan bir yıl geçmez. Koyu CHP’li olan Bağır Aras, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Erzurum’a geleceğini haber alır. Karşılama heyetinde o da vardır. İsmet İnönü, Iğdır heyetiyle bir araya gelince, “Iğdır’da Bağır Aras isminde eli açık, cömert ve candan bir partili vardı. Ne oldu?” diye sorunca, Bağır Aras heyecanlanır, “Hay seni sağ olasan!” diyerek ileri atılır, ancak konuşma yapmak isterken kalbi sıkışır, vefat eder (18 Ağustos 1959). Bağır Aras, eşi Saltanat Hanım’ın yanına defnedilir. Kader onları hiç planlamadıkları şekilde Iğdır’dan uzakta Erzurum mezarlığında bir araya getirmiştir.

Bağır Aras’a ait bu evin resmini 2001 yılında ben çektim. Babam, 1950-1959 yılları arasında bu evde kiracı olarak kaldı. Ortadaki merdivenden çıkıp sağa döndüğünüzde orada iki odalı küçük bir daire var. Ben bu odada, 4 Kasım 1958 tarihinde dünyaya gelmişim.)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HAMİT HUN FIKRASI

Hamit Hun (1921-1997) (Ahmed Şemo’nun oğlu Hamit Hun,  İstanbul’daki lise eğitimini yarı bırakıp Iğdır’a döner. Ruhunun coşkusu ve üstün yaratıcılık yeteneği bir anlamda Ağrı Dağı’nın gölgesinde kaybolmuş, unutulmuş Iğdır’a nefes olur.)

Hümanist Cebiş Müellim

Hamit Hun, edebiyat tutkundur. Osmanlı dönemi şiirleri ezberindedir.

1970’li yılların ortasıdır. Hamit Hun’un evinin damındaki anten Bakü’ye çevrilmiştir. “Cebiş Müellim” adında bir Azerbaycan filmini pür dikkat izlemektedir. Filmdeki Cebiş Müellim hem kimya hem de fizik öğretmeni olarak görev yapan idealist bir eğitimcidir. Bakü şehri İkinci Dünya savaşının zorlukları, kıtlık, ekonomik çalkantılar ve insanların moralini bozan şartlar arasında zor günler geçirmektedir. Öğrenciler savaş ortamından dolayı derslere ya da eğitime istekli değildirler. Cebiş öğretmen bu duruma üzülür. Öğrencilere okulu sevdirmek için olağanüstü bir uğraş vermektedir.

Hamit Hun, büyük bir zevkle filmi izlerken, küçük kızı içeri girer sinirli bir şekilde elindeki çantayı odanın bir köşesine fırlatır, “Bir daha okula gitmeyeceğim. Edebiyat hocam şovenistlik yapıyor. Sınıfta tek Kürt kızı benim. Her derste moralimi bozmak için en zor soruları bana soruyor.”

Hamit Hun, kızının serzenişini ve bir köşeye çekilip ağlamasını sessizce izler.

Ertesi gün Hamit Hun, liseye gider. Müdüre edebiyat hocasıyla konuşmak istediğini söyler. Çok geçmeden Edebiyat hocası, müdürün odasına gelir.

“Buyurun Hamit Bey, benimle konuşmak istemişsiniz”

Hamit Hun, sakin bir şekilde devam eder:

“Dün gece uyuyamadım. Osmanlı şairleriyle ilgili kafama sorular takıldı. Belki Edebiyat hocası olarak senden cevabını alırım diye geldim.”

“Buyurun Hamit Bey!”

“Fuzûlî’nin aşk anlayışındaki metafizik derinlik ile Bâkî’nin, aşkı dünyevî bir zevk olarak ele alışı, Osmanlı şiirinde ‘aşkın kaynağı’ sorusuna nasıl iki farklı cevap üretir?”

Zor soru karşısında Edebiyat hocası bocalar, kekeler gibi konuşur.

Hamit Hun devam eder.

“Anladım cevabını siz de bilmiyorsunuz. Umarım ikinci sorumun cevabını verirsiniz.”

“Buyurun efendim”

“Divan şiirinde ‘ben’ sürekli bir tevazu maskesi altında gizlenir; oysa Fuzûlî’de ben ‘mahrumiyetin öznesi’, Nef‘î’de ‘öfkenin sesi’, Şeyh Gâlib’de ise ‘ayna metafiziğinin’ özüdür. Bu farklı benlik biçimleri, Osmanlı şiirinde hakikat arayışının şiirsel biçimle çatıştığını gösterir mi?”

Edebiyat hocası bu zor sorular karşısında bocalar.

Hamit Hun fırsatı kaçırmaz:

“Anlamadığım şey şu! Bakü’de hümanist Cebiş Müellim var, Iğdır’da Şovenist Müellim var. Sakın ola, siz de benim kızım gibi elinize çantanızı alıp koşarak eve gidip, çantanızı odanın bir köşesine fırlatırken, ‘Bu Kürt velilerin soru sormasına artık tahammül edemiyorum. Şovenistlik yapıp bana zor sorular soruyorlar’ demeyiniz.”

Demokrasi Nedir?

Bir gün eğitimli bir genç, Hamit Hun’a sorar:
“Amca, sana göre demokrasi nedir?”

Hamit Hun biraz düşünür, sonra şöyle cevap verir:
“Evlat, rüyalarım iki türlüdür. Normal ve huzurlu rüyalarımda kahraman hep ben olurum. İstediğimi yaparım, özgür olurum. Gerçek hayatta yapamadıklarımı rüyamda yapabilmek bana büyük mutluluk verir. Hatta uyandığımda ‘Keşke hiç uyanmasaydım, rüyam biraz daha sürseydi’ diye hüzünlenirim. Ama bazen rüya yerine kâbus görürüm. Kâbusta artık kahraman değilim. Sürekli korkan, başına yeni felaketler gelmesinden endişe eden biri olurum. Kâbus bitse de bu korkulardan kurtulsam diye sabırsızlanırım. Bazı kâbuslar o kadar korkunç olur ki uyandığım halde o kâbus geri gelecek diye yatağa gitmeye bile korkarım.”

Genç, dayanamayıp sorar:
“İyi de Hamit amca, bunun demokrasiyle ne ilgisi var?”

Hamit Hun, gülümser:
“Evlat, bir ülkenin başına bazen bir diktatör oturur. İşte o zaman o ülkede yaşayan insanlar kâbus görür gibi yaşarlar. Hep korku içindedirler, ‘Şu diktatör geberse de kurtulsak’ diye iç geçirirler. Ama bazen de insanlar, huzurlu ve mutlu rüyalarda olduğu gibi kendilerini özgür ve değerli hisseder, istediklerini söyleyip yapabileceklerini bilirler. İşte bir ülkede yaşayan bireylerin her istediklerini yapabileceklerine inandıkları yönetime demokrasi denir.”