Yunanca ve Latince, bilim ve sanat dünyasının vazgeçilmez iki dilidir. Botanik (bitki bilim), zooloji (hayvan bilim) veya tıp eğitimi alıyorsanız yoğun şekilde Latince kelimeler öğreneceksiniz demektir. İsterseniz her üçünden de örnekler vererek Latincenin önemini dikkatinize sunayım:
AĞAÇ VE BİTKİ ADI LATİNCESİ
Ardıç Juniperus communis
Akçaağaç Acer campestra
Şimşir Buxus sempervicens
Gürgen Carpinus betulus
İğde Eleagnus angustifolia
Fındık Corylus colurna
Yonca Medicago sativa
HAYVAN İSİMLERİ LATİNCESİ
Deniz Anası Aurelia Aurita
Sansar Suncus Etrecius
Kedi Felis Domesticus
Kertenkele Lacerta Viridis
Köpek Balığı Mustelus Vulgaris
Kara Kurbağası Bufo Bufo
Tosbağa Testuda Graeka
Yılan Ophiomorus
TIP KELİMELERİ LATİNCESİ
Zehirlere karşı Antidotum
Bağışıklık sağlayan Antigen
Atar damar Arteria
Eklem Arthro
İşitme Auditus
Otopsi (ölü açımı) Autopsie
Kan Sanguis
Dişeti Gingiva
İsterseniz şimdi de Yunancanın önemine değinelim. Yunanca, Antikiteden Ortaçağa ve günümüze kadar uzanan bir çizgide insanlık tarihinde iz bırakan en eski dillerden birisidir. Yunancanın medeniyete, özellikle Avrupa ve Ortadoğu medeniyetlerine katkısı çok büyük olmuştur. Bu sebeple, Yunanca terminolojiyi bilmeden Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji ve Sanat dallarında söz sahibi olmak mümkün değildir.
TÜRKÇE YUNANCA KARŞILIĞI
İyi Agathon
Bilinmeyen Agnostos
Kaşıntılı Psoriasis
Kökler Arkhai
Temel biliş Cognition
Görünüşler dünyası Doksasta
Sanı Doxa
Değişme Kinesis
Evren Kozmologia
Bütün bunlara ek olarak Yunan alfabesinin Matematikteki önemli yerini ve kullanımını da unutmamak gerekir: Σ, Φ, Χ,Ψ,Ω, α, β, γ, δ, ε ,ζ, η, θ, ι, κ, λ, μ, ν, ξ, ο, π, ρ, σ, ς, τ, υ, φ, χ, ψ, ω. Ayrıca şunu da bilmenizi istiyorum ki Latince ve Kiril alfabesi Yunancadan türemiştir.
Bu açıklamadan sonra yazımın başlığında kullandığım XENOPHOBİA (zinofobia) kelimesinin Yunanca açılımını artık dikkatinize sunabilirim:
XENOS kelimesi Yunanca YABANCI; PHOBİA kelimesi de KORKU anlamına gelir. Böyle olunca XENOPHOBİA kelimesinin Türkçe karşılığını YABANCI DÜŞMANLIĞI olarak çevirmek mümkündür. Bazı bilimsel makaleler, “Yabancı Düşmanlığı” yerine “Zenofobi” kelimesini kullanmayı tercih ederler. Aslında XENOPHOBİA sadece insanın insandan korkmasını değil, insanın herhangi bir olgudan da korkmasını içeren genel bir ifadedir. Örneğin Türkçedeki yabancı kelimelere karşı savaşan Öz Türkçeciler de bir anlamda Zenofobi grubuna girerler.
Öz Türkçecilere sormak isterim: Yukarıdaki Yunanca ve Latince kelimeleri kullanmadan bilimsel bir makale yazmanız mümkün müdür? Bitki, hayvan, ağaç, tıbbi, felsefi, sanatsal vb terimlerin Yunanca ve Latincesini yazmadan makalenizin bilimsel bir değeri olur mu? Nasıl ki Latince ve Yunanca kelimelerin bilimsel değerini kabul ediyorsak aynı şekilde Suriyeli mültecilerin de varlığına saygı göstermek zorundayız.
Bu makalemde, XENOPHOBİA kelimesinin karşılığı olarak YABANCI DÜŞMANLIĞI ifadesini kullanacağım.
“Yabancı Düşmanlığı” kelimesi niçin zihnimi yokladı? Niçin bu konuda bir yazıyı kaleme almak istediğimi ifade etmek isterim.
Almanya’da yaşayan iki kız kardeşim var. Fransa’da yaşadığım yıllarda Paris’ten gece trenine biner sabahın erken bir saatinde Darmstadt şehrinde olurdum. Hafta sonu ziyaretlerim bazen sıklaşır bazen de iş yoğunluğuna bağlı olarak aylarca ziyaretlerine gidemezdim. Amerika’ya gidince bu ziyaretlerim artık yıllara yayıldı. Ankara’ya yerleşince annemi yalnız bırakmam zor olduğundan ancak kız kardeşlerim Türkiye’ye geldiklerinde hasret giderebiliyorduk.
Dün (28 Temmuz) kız kardeşlerim beni Almanya’ya davet etti. Kız kardeşimle telefonda konuşurken TV’de Suriyeli Mülteci Sorunu tartışılıyordu. TV izlemeyi sevmem. Eşim istediği kanalı izler, zihnim yorulunca ben de öylesine ekrana takılır biraz zaman öldürürüm. TV’de ırkçı ve faşist söylemlerin doğrudan veya imalı bir şekilde savunulduğunu görünce böyle bir yazıyı kaleme almanın kaçınılmaz olduğuna inandım.
Resmi olmayan kaynaklara göre, Almanya’da çifte vatandaşlarla birlikte yaşayan Türklerin sayısının yaklaşık 3 milyon olduğu tahmin ediliyor. Bu bir anlamda 3 milyon Türk’ün Almanya’da yabancı düşmanlığıyla boğuştuğu anlamına gelir.

Solingen Faciası veya Solingen Katliamı, 29 Mayıs 1993 tarihinde Almanya’nın Solingen şehrinde, Türk kökenli Genç ailesinin evinin Neonaziler tarafından kundaklanması sonucu aileden beş kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olaydır. Dört aşırı sağcı Alman, Genç ailesinin evini kundaklamış, olayda ailenin beş bireyi hayatını kaybetmişti. Bu Türklere karşı yapılan binlerce saldırıdan sadece birisiydi.
Burada bir parantez açmak istiyorum: Ortalama okuyucu GÖÇMEN ve MÜLTECİ kavramlarını karıştırmaktadır. “Göçmen”, ülkesinden ekonomik veya diğer nedenlerle gönüllü olarak ayrılan kişi demek. Yani göçmenler ülkelerini kendi istekleri doğrultusunda terk ederken, mülteciler ülkelerini terk etme zorunda kalan ya da terk ettirilen kişilerden oluşuyor. İster göçmen ister mülteci olsun, Avrupa ülkelerinde yaşayan T.C. vatandaşları ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının boy hedefi durumundadırlar.
Batı Avrupa’nın önemli bazı ülkelerinde yaşayan T.C. vatandaşı ve çifte vatandaşların sayısı birlikte aşağıdaki tabloda verilmiştir:
Almanya 3.000.000
Fransa 800.000
Birleşik Krallık 500.000
Hollanda 480.000
Avusturya 360.000
Belçika 220.000
İsveç 200.000
Danimarka 91.000
İsviçre 68.167
Norveç 18,084
İtalya 19.077
Gördüğünüz gibi TC vatandaşlığına sahip göçmenler ve mülteciler Avrupa’nın her ülkesine dağılmış durumdalar. Bu ülkelerde yaşayan Türkler, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve ırkçılıkla boğuşurken, Türkiye’deki önemli bir aydın (!) kesim Suriyeli mültecileri hedef tahtasına oturtmakta, Suriyeli düşmanlığı yaparak bunu yaklaşan seçimlerde siyasi bir prime dönüştürme çabası içine girmektedirler. Unutmayalım ki ırkçılık her zaman FAŞİZMİN ayak sesidir. Kanımca, açıktan veya üstü örtülü bir şekilde ırkçılık veya ayrımcılık yapanlara siyaset ve TV yasaklanmalıdır. Hitler’in ünlü propaganda yöneticisi Goebbels (Göbels), Yahudilere karşı geliştirdiği nefret söylemiyle Alman seçmenleri Nazi Partisinin etrafında toplamayı başardı. Buna benzer şekilde şu anda Türkiye’de Goebbels kılıklı ırkçılar da Suriyelilere karşı nefret söylemleriyle oy avcılığı peşindeler.

SURİYELİ MÜLTECİLER
Suriye’de iç savaş 15 Mart 2011 tarihinde rejime karşı gösterilerle başladı. Kısa sürede silahlı bir mücadele ülkeyi baştan başa etkisi altına aldı. Suriye, farklı etnik ve dini grupların yaşadığı bir ülkedir. Etnik anlamda; Arap, Kürt, Ermeni ve Türkmen; dini anlamda da Süryani, Dürzü, Şii/Alevi ve Sünni nüfus vardır.
Beşar Esad’ın başkanlığını yaptığı ve etrafında topladığı Alevi/Şii nüfus, toplam nüfusun %12’sini meydana getirmektedirler. Arap Sünniler ise nüfusun %64’nü oluşturmaktadırlar. Geriye kalan %24’lük kesim Süryani, Dürzü, Musevi, Hıristiyan vb. inancına bağlı vatandaşlardır.
Suriye gerçekliğini ele almadan önce ülkedeki etnik-dini grupları listelemekte yarar görüyorum:
Sünni Arap ve Türkmenler % 70- %79
Kürtler (tamamına yakını Sünni) % 10
Arap ve Türkmen Aleviler %10’dan daha az
Arapça konuşan ve konuşmayan Hıristiyanlar %10
Arapça konuşan İsmaililer
Arapça konuşan Şiiler
Sünni ve Hıristiyan Filistinliler
Sünni Çerkezler
Hıristiyan azınlıklar
Romanlar (Çingeneler)
Dürzüler
Museviler
Ezidiler
Mandeanlar
Yarsaniler
Süryaniler
Dini anlamda Suriye’yi yüzde olarak aşağıdaki gibi tanımlayabiliriz:
Sünni Müslümanlar %74
Alevi ve Şiiler %13 (%10 +%3)
Hıristiyanlar %10
Dürzüler %3
Etnik anlamda Suriye’yi yüzde olarak aşağıdaki gibi tanımlayabiliriz:
Araplar % 85 (%13 Alevi ve % 72 Sünni)
Kürtler %10 (Tamamına yakını Sünni)
Türkmenler % 5 (%3’ü Sünni ve %2 Alevi)

Suriye’de iç savaş başladığında önce dini temelde ayrışma oldu. Bir yanda Alevi/Şiiler bir yanda Sünniler… Diğer dini azınlıklar arada kaldılar ve savaşın seyrine göre taraf değiştirdiler. Türkiye’ye gelen ilk göçmen dalgası Sünni ağırlıklı Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşuyordu. Şii Türkmen, Alevi ve Şii Araplar Beşar Esad’ın etrafında toplandılar. Sonraki yıllar DAEŞ bu ikili dini yapıyı “Selefi, Cihatçı ve Arap Milliyetçiliği” karışımı bir ideolojiyle yerle bir edecek şekilde devreye girdi. Arap Milliyetçiliğine tepki olarak Kürt Milliyetçiliği gelişti ve önemli bir güç oldu.
SURİYELİ MÜLTECİLERİN TÜRKİYE’DEKİ DAĞILIMI
İstanbul 538 bin
Şanlıurfa 463 bin
Hatay 458 bin
Gaziantep 351 bin
Mersin 192 bin
Adana 172 bin
Bursa 135 bin
Kilis 132 bin
İzmir 130 bin
Konya 100 bin
TOPLAM 3.425.0000
Türkiye’ye sığınanların büyük çoğunluğu Sünni mezhebinden Türkmen, Kürt ve Arap’tır. Dönemin hükümeti olaya dini ve etnik açıdan bakmadı. İnsani anlamda sınır kapılarını sonuna kadar açtı. İsteyen gelebilirdi. Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda gönlünü mültecilere tamamen açtı ve kanımca bu davranışı Türkiye Cumhuriyeti tarihine altın harflerle yazılmıştır. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle Başbakan / Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği hassasiyet her türlü takdirin üstündedir.
O halde sorun nedir?
Muhalefet partileri AK Partinin göstermiş olduğu bu insani duruşa farklı anlamlar yüklediler. Bir kısmı özellikle Alevi ve Şii kökenli Türk siyasetçiler şöyle bir öngörüde bulunuyorlar:
“AK Parti kasıtlı olarak Sünni Müslümanları mülteci olarak kabul ediyor. Amacı onları vatandaş yapmak ve oylarını almaktır.”
Bir kısım ultra-milliyetçi siyasetçi ise Kürtlerin mülteci olarak kabul edilmesini PKK’ya karşı verilen savaşta devlete bir ihanet olarak değerlendiriyorlar. Onlara göre mülteci Kürtlerin hepsi YPG üyesiydi ve oyları da HDP’ye gidecekti. İktidar bu eleştirileri ciddiye almadı. İlk aşamada mültecileri rahat ettirecek tedbirleri almak için harekete geçti. Türkiye Cumhuriyeti göç dalgası altında ezilmedi. Onurlu bir duruş sergiledi.
Seçimler yaklaşıyor. Siyasi partiler Suriyeli mültecileri “öcü veya istenmeyen insan” gibi göstererek oylarını çoğaltmayı planlıyorlar. Türkiye’de ekonomik anlamda biraz sıkıntı olsa ırkçılar parmaklarını Suriyelilere çeviriyor onları sorumlu tutuyorlar. Bu ayrımcılık gittikçe IRKÇILIK boyutu kazanmaya başlamıştır. Faşist planlar yapanlar da yok değil. Hani bir gecede Hitler’in Yahudilere yaptığı gibi Suriyelilere saldırıp onları korkutmak (Kristallnacht / Kristal Gece 1938) ve Türkiye dışına çıkmalarını sağlamak isteyen ırkçı akademisyen ve siyasetçilerimizin bol olduğunu ifade etmeliyim.
Sayın Cumhurbaşkanımız tek bir hata yapmıştır: Bir ara Yunanistan sınırını açıp, mültecilere, “İstediğiniz yere gidebilirsiniz!” diyerek bir çağrıda bulundu. Yunan polisiyle yapılan arbedede ölen mülteciler oldu. Yunanlılar sınırda olağanüstü önlemler aldılar. İstemeden de olsa Suriyeli ve diğer ülkelerden mültecilerin kalbinde şöyle bir düşünce oluştu: “Bizi kimse istemiyor! Herkes ülkesinden kovmak istiyor!”.
Bir insana çaresizlik duygusunu yaşatmak insanlık suçudur. Bu yanlış bir stratejiydi. İnsanlık onuru ve gururu bize şu koşulu dayatıyor: “Hiçbir göçmen veya mülteciye, seni ülkemizde istemiyoruz, duygusu hissettirlmemelidir.” Evrensel değerler bunu gerektirmektedir. Gerçi Yunan sınırındaki mültecilerin %14’ü Suriyeli idi ama izlenen politika insan haklarına aykırıydı. Unutmayalım ki dünya koşulları öylesine hızla değişebilir ki bizler de kendimizi Akdeniz’in ortasında ha devrildi ha devrilecek bir plastik botun içinde bulabiliriz. (Yunan sınırına saldıranların çoğunluğu Afganistan, Pakistan ve Fas gibi ülkelerden gelen mültecilerdi. Onlar da insani bir onur ve saygıyı hak etmektedirler. Kurtuluş Savaşı yıllarında Hindistan ve Pakistan henüz ayrılmamıştı. Hintli Müslümanlar 25000 Sterlin para gönderdiler. Mustafa Kemal Atatürk bu parayla iki tümenlik bir ordu kurdu.)
Bazı siyasetçiler şöyle bir fikir öne sürüyorlar: “Suriye’nin belli bölgelerinde huzur sağlandı. Suriyeliler ülkelerine dönebilirler! Önlerinde artık bir engel kalmadı!”
Bu şekilde üstü kapalı tehdit ve zorlamayla mültecileri ülkeden çıkarmak da insan haklarına aykırıdır.
BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLERİN ZORUNLU GÖÇÜ
Biliyorsunuz, Bulgaristan Devlet Başkanı ve Komünist lider Todor Jivkov, 1984 yılından itibaren Bulgaristan’daki Türklere yönelik asimilasyon politikasını uygulamaya koydu ve bu baskıyı 1989 yılına kadar acımasızca devam ettirdi. 1989 yılında 350 bin Türk kökenli Bulgar vatandaşı, baskılara dayanamayarak Türkiye sınır kapılarına dayandı.
29 Mayıs 1989 tarihinde Todor Jivkov, Bulgar Devlet Televizyonu’ndan yaptığı açıklamayla, Türkiye’nin sınırlarını açması ve Bulgaristan’da yaşayan Türklerden isteyen herkesin Türkiye’ye göç edebileceğini duyurdu. Güya gönüllü bir göç gibi görünüyordu ama Türkler baskı altında ve zorla göçe mecbur ediliyorlardı.

Ülkede 1984- 89 yılları arasında süren asimilasyon kampanyası ve isim değiştirme sürecine isyan eden Türkler, onurlu bir yaşam için Türkiye’ye göç etmeyi tek çare olarak gördüler. Bulgaristan’da Türk kimlikleri ellerinden alınan 350 bin kişi 1989 yılının yaz aylarında göçe başladı. Todor Jivkov, televizyon konuşmasında halka şöyle sesleniyordu: “Bulgaristan’ı kendi vatanı olarak görmeyen ve dış güçlerin müdahalesiyle ülkelerine karşı koyan, komünist partisine itaat etmeyen, kendini Bulgar hissetmeyen vatandaşlar Bulgaristan’ı terk edebilir.” Bu konuşma aslında Türkleri hedef göstermek hatta soykırıma yeşil ışık yakmak anlamındaydı.
Jivkov, Bulgar-Türk sınırındaki bariyerleri kaldırdı. 30 Mayıs 1989 tarihinden itibaren zorunlu göç başladı. Türkiye, 3 Haziran’da Kapıkule Sınır Kapısını Bulgaristan’dan kaçan soydaşlarına açarak dev bir mülteci dalgasını göğüslemek zorunda kaldı.
1989 yılı itibarıyla Bulgaristan’da bir milyona yakın Türk yaşamaktaydı. Bu nüfusun büyük kısmı evlerini, varlıklarını geride bırakarak Türkiye’ye göç ettiler.
Kapıkule, Edirne, Bursa İstanbul’da oluşturulan göçmen çadır kampları on binlerce Bulgaristan Türk’ünü toplamakta zorlanmış; 21 Ağustos 1989’da Ankara sınırın kapılarını geçici olarak kapatmak zorunda kalmıştı.
3 Haziran- 21 Ağustos 1989 tarihine kadar gayri resmi verilere göre 360 bin Bulgaristan Türkü Türkiye’ye göç etmişti. Önce 40 bin Bulgar Türk’ü, daha sonra 100 bine yakın mülteci Türkiye’den Bulgaristan’a geri döndü. Geri kalan Bulgar vatandaşı Türkleri, Türkiye’yi kendilerine vatan olarak kabul edip yeni bir hayata sıfırdan başladılar.
ARAPLAR BİZİ ARKADAN VURDU!!!
Suriyeli mültecileri Türkiye’den kovma planı yapan ırkçı siyasetçiler ve sözde akademisyenlerin arkasına sığındıkları argümanlardan birisi de şudur:
“Araplar, Birinci Dünya Savaşında bizi arkadan vurdular. Bu yüzden Suriyelileri ülkelerine geri gönderelim!”
Aman Tanrım! Türkiye’deki ırkçılık motifi ve zenginliği inanın dünyanın başka hiçbir ülkesinde yoktur.
İsterseniz bu iddiayı ciddiye alıp inceleyelim:
Bugün 22 bağımsız Arap ülkesi vardır. Toplam nüfusları 360 milyon kadardır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında bu ülkelerin nerdeyse tamamı Osmanlı yönetimindeydi. Aynı şekilde Balkan ülkeleri de Osmanlı yönetimindeydi. Tek farkla ki Arap ülkelerinde Türk köyleri veya sivil yerleşim merkezleri yoktu ama Balkanlarda, İtalya sınırından Avusturya’ya kadar uzanan geniş bölgede, Türk köyleri ve yerleşim merkezleri Hıristiyanlarla iç içeydi.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca bütün uluslar gibi Araplar da kendi ulus-devletlerini kurmak için harekete geçtiler. 1963 yılına kadar devam eden bu mücadelelerinde 22 bağımsız Arap devleti kurmayı başardılar. Bu ülkelerde sivil Türk nüfusu yoktu. Bu yüzden Arap ülkelerinden Türkiye’ye doğru sivil bir göç hareketi olmadı. Sadece savaşı kaybeden Osmanlı veya Fransız askerleri ve yönetici kadrolar geri çekildiler.
Kendinizi bir Arap vatandaşın yerine koyarak iki ihtimalden birisini tercih etmeye çalışınız: Birincisi, bir Arap olarak Osmanlı Yönetiminde kalmaya devam etmek böylece yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde Kurmançlar, Zazalar gibi ana dilinizi kullanmaktan mahrum edilerek yaşamayı mı yoksa anadilinizi özgürce kullandığınız 22 adet bağımsız devlet kurmayı mı? Ben bir Arap olsam sınırlar emperyalistler tarafından cetvelle çizilmiş olsa bile elbette 22 bağımsız Arap devletini tercih ederdim.
Bu anlamda Araplar, Türkleri arkadan vurmadılar. Tarihin onlara tanıdığı fırsatı iyi değerlendirdiler. İngilizlerden, Fransızlardan destek almış olabilirler. Buradan hareketle, “Emperyalist ülkeler ellerine cetvel alarak Arap devletlerini kurdular,” benzeri saçma bir sonuca varanların olduğunu biliyoruz. Ulus-devletlerini kuranların dışarıdan yardım almasının ayıp bir yanı yok! Mustafa Kemal Atatürk de Sovyet Rusya’dan, Hindistan ve Afganistan’daki Müslümanlardan maddi destek aldı. Sovyet Rusya sadece 1921 yılı içerisinde Kurtuluş Savaşına 17.500.000 altın Ruble yardım yaptı. İşin ilginç yanı İtalyanların, Fransızların yardımıdır. Bu durum okuyucularıma tuhaf gelebilir ama milli mücadele karşısında yenilgiyi kabul eden İtalyan ve Fransızların çıkarları İngilizlerle çatıştığı için Atatürk ile anlaşma yolunu tercih etmişlerdir.Bu gerçeklik ulusal kurtuluş mücadelelerinde olağan şeylerdir. Vietnam, Sovyetler ve Çin’den yardım aldı. Bağımsız olduktan sonra sınır anlaşmazlığı nedeniyle bir zamanlar devasa yardımlar aldığı Çin’le savaştı. Kurtuluş savaşlarının mantığı hep bu çizgide devam etmiştir.
Başka bir örnek daha vermek isterim: Fransa, sömürgesi durumundaki Cezayir’deki ulusal kurtuluş mücadelesini engellemek için bir milyondan fazla Arap sivilin ölümüne neden oldu, halkı soykırıma uğrattı. Cezayir 18 Mart 1962 tarihinde referandumla bağımsızlığına kavuşunca O’nu ilk tanıyan ülke de Fransa oldu. Cezayir, bağımsız olmasına rağmen 20 yılı aşkın süreyle Fransızcayı resmi dil olarak kullandı. Bugün Arapça ve Berberi dilleri resmi dil konumundadırlar. Müslüman Cezayir’le tarihi ilişkileri olan Türkiye Cumhuriyeti, BM’de Cezayir halkının mücadelesinin Genel Kurul gündemine alınmasına 1955’de olumsuz ve 1958’deki Cezayir’in bağımsızlığına çekimser oy kullandı. Bununla yetinmedi Cezayir devletini 5 aylık bir gecikmeyle 31 Temmuz 1962 tarihinde isteksiz bir şekilde tanıdı. Anlaşılması zor bir durum!

Balkanlara göz attığımızda durum farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Hıristiyan ve Müslüman köyleri iç içeydi. Balkan Savaşı sırasında 1 milyondan fazla sivil Türk nüfus Balkan ülkelerinden kaçarak İstanbul’a sığındı. Çoğu katliama maruz kaldı. Buna rağmen halen Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerde yoğun bir Türk nüfus varlığını devam ettirmektedir. Arap ülkelerinden Türkiye’ye kaçan sivil Türk nüfus yoktu. Sadece ordularımız yenilgiye uğradı, askerlerimiz geri çekildi. Bu anlamda Türkleri arkadan vuran Araplar değil Balkan ülkeleridir.

SONUÇ
Suriyeli mültecilerin bir kısmı kendi istekleriyle ülkelerine geri dönebilirler. Geriye kalanlar Türkiye Cumhuriyetinin onurlu vatandaşları olarak hayatlarını Türkiye’de devam ettirme hakkına sahiptirler. Irkçılar koro halinde bağırıyorlar: “Vergilerimizle Suriyeliler yan gelip keyfediyorlar!”
Benim de bir cevabım var:
“Evet beyefendiler! Almanlar ve Fransızlar da aynısını düşünüyorlar. Vergilerimizle Türkler yan gelip yatıyorlar, diyerek ırkçılığı hortlatmaya çalışıyorlar.”
Merak ediyorum bakalım bu ayrımcılık yarışını hangi ülkenin ırkçıları kazanacak?
Almanya’ya doğru yola çıkmadan önce ultra-milliyetçi ve ırkçılara şöyle bir senaryo hediye ediyorum: Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkeleri el ele verip 6 milyon Türk’ü apar topar Türkiye’ye gönderirken biz de 3,5 milyon Suriyeliyi apar topar Suriye’ye gönderelim. Sanırım ırkçıların istedikleri en iyi çözüm bu olmalı!
ANEKDOTLAR & FIKRALAR
(Not: Fıkra ve anekdotlardaki ‘Azeri’ ve ‘Kürt’ ifadeleri etnik bir ayrımcılığı ima etmez; aksine Iğdır’ın vazgeçilmez iki etnik değerinin kardeşlik ilişkisini özetler. Aşağıdaki fıkra ve anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.)
AĞACIN ÇİÇEĞİ
Kürd’ün birisi öğlen sıcağında bir kaysı ağacının gölgesine sığınır, oturup sırtını ağaca dayar, tütün tabakasını çıkarıp zevkle bir sigara sarar. Kürt, sigara dumanının eğile büküle göğe yükselişini zevkle izlerken gözü yeni çiçek açmış dallara ilişir. “Acaba Azeri, bu ağaçtan kaç tane kaysı toplayacak?”, diye meraklanır. Çiçekleri saymaya koyulur: Yek, du, sê, çar…. Sigaradan her nefes aldığında sayıyı unutur, sil baştan tekrar eder. Tabakasında tütün kalmaz ama bir türlü sayma işini de tamamlayamaz. Kızgın bir şekilde kendi kendine söylenir: “Azeri’deki şansa bak! Toplayacağı kaysıyı saymak için Kürtçe sayılar bile yeterli olmuyor. Bextewar!”
SOYGUNCULAR
Bir zamanlar Iğdır’ı Doğubayazıt’a bağlayan ve Çilli geçidinden geçen yol, kimlikleri bilinmeyen soyguncuların hedefi olur. Soyguncular acımasız davranırlar. Soygunu tamamladıktan sonra kimlikleri bilinmesin diye şoförleri öldürüp uçurumdan atıyorlardı.
Halk arasında soyguncuların kim olduğuna dair çeşitli efsaneler dolaşır. Bazıları, kan davasından ve yargıdan kaçan birkaç kişinin bir araya gelip çete kurduklarını; bazıları da yola yakın civar köylerden kötü niyetli kişilerin bu işi yaptığı yönünde bir inanç oluşur. Jandarma da soyguncularla baş edemeyince şoförler yolculuk yapmaktan vazgeçerler.
Bir kamyon şoförü bu tehdide aldırmaz, yükünü yükler, gece yolculuğuna çıkmaya karar verir. On beşi aşkın şoför arkadaşları O’nu aralarına alıp vazgeçirmek isterler ama şoför soyguncuların artık bu işten vazgeçtiklerine inandığını söyler. İş iddiaya dönüşür. Eğer şoför sağ salim Doğubayazıt’a varırsa her şoförden 50 TL alacaktır, yok eğer önüne soyguncular çıkarsa zaten öldürüleceğinden kimseye para vermesi de gerekmeyecektir. Şoför yola çıkar.
Çilli geçidinde yol virajlı ve tehlikeli olduğundan kamyon yavaş bir hızla yol alırken aniden karşısına yüzleri mendille kaplı soyguncular çıkar. Kamyonu durdururlar. Soyguncu başı şoförün penceresine yaklaşır:
“Niçin şoförler artık yolculuğa çıkmıyorlar?”
“Soygunculardan korkuyorlar!”
“Sen korkmuyor musun?”
“Ne demek! Çok korkuyorum!”
“O halde niye yola çıktın?”
“Kamyonumu soymayacağınızı bildiğim için.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Eğer beni soyarsanız artık kimse yola çıkmaz ama bana dokunmazsanız ben de yalandan, soyguncu yok, diye şoförlere haber salarım. Bir günde 5-10 kamyonu temiz soyarsınız.”
Soyguncu başı bu öneriden hoşlanır. Şoförün gitmesine izin verir. O yıllar yolun virajlı ve derin çukurlarla dolu olması nedeniyle ancak 5-6 saatlik zahmetli bir yolculuktan sonra Doğubayazıt’a varmak mümkündü. Şoför, Doğubayazıt’a varınca ilk işi postaneye gidip arkadaşlarına müjdeli (!) haberi vermek olur. İddiayı kazandığı için parasının toplanıp kendisine acil telgraf emriyle gönderilmesini ister. Şoför eline geçen 500 TL’yi aşkın parayı sayarken bıyık altından güler:
“Aptallar! Gerçek soyguncunun ben olduğumu öğrendiklerinde çok üzülecekler, ne yapayım!”