TÜRKLER KÜRT MÜDÜR?

TÜRKLER KÜRT MÜDÜR?

Sorunun cevabı elbette HAYIR’dır. Türk kökenli okuyucularımdan hemen özür diliyorum. Başlığı okuduğunuz zaman gururunuzun incindiğini ve yok sayıldığınızı hissettiğinizi biliyorum. Belki daha yazıyı okumadan bana küfrü bastınız bile. Haklısınız! Böyle bir başlık kafatasçı, ırkçı ve faşist bir içerik taşır. Niçin bu başlığı attığımı o halde merak ediyorsunuzdur. Bir ırkçı yazar “KÜRTLER TÜRKMÜDÜR” başlıklı bir kitap kaleme almış, ayrıca Kürt dillerini ve kimliğini alaya almıştır. Kızgınım!

Kitap okumaya meraklı olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Özellikle son iki yıldır, koronavirüsten dolayı eve kapanınca okuma ve yazma etkinliğim daha da arttı. Birkaç kitap yazdım ama şu anda bastıracak param yok! Çalıştığım zamanlar gıdım gıdım paramı biriktiriyor, sağ olsun Alter yayıncılığın sahibi Hasan İlhan Bey’in de katkılarıyla kitaplarımı peyderpey bastırabiliyordum. Anlaşılan kitaplarımı bastırmak için biraz daha bekleyeceğim.

Okumam çok yönlüdür. Geçenlerde hem İngilizce hem Türkçe kitapları olan A. Nazmi Çora isimli bir yazarın kitaplarıyla tanıştım. 1947 İstanbul doğumlu olan A. Nazmi Çora Kuleli Lisesinden 1967 yılında Harbiye Muhabere Subayı olarak mezun olur. Sonraki yılları Kara Harp Akademisi ve NATO’da görev alır. Yazarın hakkında daha fazla bilgi vermek istemiyorum. Merak edenler her zaman GOOGLE’dan daha detaylı özgeçmişine ulaşabilirler.

Yazarın kitaplarının önemli bir bölümü KÜRTLER ile ilgilidir. Belli ki anti-Kürt yazılar ve kitaplar yazması için özel olarak yetiştirilmiştir. Bir kitabının da başlığı şöyledir: “KÜRTLER TÜRKMÜDÜR”. Daha başlığı okur okumaz bir Kürt olarak kendi kendime söylendim, “Aha! Nihal Atsız’dan sonra çağdaş bir kafatasçı-ırkçı bir zihniyet!”.  Önyargıları sevmediğim için kitabı okumaya koyuldum. Haklı olduğumu anladım.

Yazar Türk olmakla övünüyor ama Türkçe gramer kurallarından habersiz durumdadır. Kitabın başlığı doğru şekilde şöyle olmalıydı: “KÜRTLER TÜRK MÜDÜR?”

Kendi ana dilini iyi kullanamayan bir Türk kafatasçısı-ırkçısı ile karşı karşıya olduğumu anladım. Kitabın iç kapağında “KÜRTLER TÜRKMÜDÜR?” diye yazmış ama bu kez “MÜDÜR” kelimesini ayrı yazmayı unutmuş! Helal olsun sana yiğit Türk kafatasçısı-ırkçısı! Devlet aşamasına gelmiş KÜRTLERİN tam da senin gibi değerli (!) bir kafatasçı-ırkçının  nasihatlarına ve inanılmaz saçmalıklarına çok ihtiyacı vardı.  Bize kim olduğumuzu hatırlatma zahmetine girdiğinizi için KÜRTLER adına teşekkür ederim.

Yazarın, dünyayı dolaştığını ayrıca İngilizce bildiği için birçok çalışmasını İngilizce yayımladığını özgeçmişinden öğreniyoruz. Böyle olunca daha kitabı okumadan bizlere zımni (üstü kapalı) olarak şu mesajı iletiyor:

 “Ben her şeyi biliyorum. Dünya tecrübem var. İngilizce biliyorum. Her konuda yayımlanmış kitaplarım var. İyi bir araştırmacıyım. Vardığım sonuç Kürtlerin Türk olduğudur. Zavallı Kürtler bundan bihaberler. Ben de bir yazar ve Kürtleri seven bir kardeşleri (!) olarak onlara doğru bilgiyi iletmekle kendimi görevli sayıyorum.”

Evet, böyle bir tanıtımdan sonra isterseniz kafatasçı-ırkçı beyefendinin tezlerini ve cevaplarımı birlikte ele alalım:

Yazar daha GİRİŞ bölümünde nefretini nazik bir şekilde kusuyor. Zihni karışık olduğu için bir tezden diğerine atlıyor, kafatasçı-ırkçı tarihçi Yusuf Halaçoğlu’nun araştırmalarını (!) kaynak göstererek Kürtlerin Oğuz Boyundan geldiğini kanıtlamaya çalışıyor. Yazarın GİRİŞ bölümünde sergilediği bu ırkçı hezeyanı bir kenara bırakıp kitabı okumaya başlayalım:

Yazar birinci bölüme büyük harflerle başlıyor:

 “KÜRTLER DE, AZERİLER, TÜRKMENLER, KAZAKLAR, KIRGIZLAR, ÖZBEKLER VB. GİBİ TÜRK MİLLETİNİ TEŞKİL EDEN ÜYELERDEN BİRİDİR… KÜRTLER DE TÜRK’TÜR… HEM DE EN AZ AZERİLER, TÜRKMENLER, KAZAKLAR, KIRGIZLAR, ÖZBEKLER VB. KADAR VE GİBİ, KÜRTLER DE TÜRK’TÜR.”

Sayın yazar asıl tezini büyük harflerle gözümüze sokuyor. Artık bundan sonrası bu tezi ispatlamakla geçecek. Bakalım ne gibi yumurtalar yumurtlayacak? Ha, bu arada belirtmek istiyorum. Hiçbir Kürt, kendi kimliğine saygı gösterilmek şartıyla, Türk Irkına mensup olmaktan rahatsız olmaz. Irkçı yazar, Kazak veya Özbeklere, “Dilinizi unutun! Bizim gibi Anadolu Türkçesini öğrenin!” demek cesaretini gösteremez çünkü bu Kazak ve Özbeklerin dilini ve kimliğini yok saymak anlamına gelir ve hak ettiği cevabı da hemen alır ama Kürtlerden böyle bir istekte bulunur. Emredersiniz efendim! Bundan sonra 24 sat Kurmançça konuşan mensubu olduğum Geloylu Toplumuna 24 saat İstanbul Türkçesi konuşmaları için baskı yapacağım. Yeter ki kafatasçı-ırkçı yazarın kalbi kırılmasın! Emekleri boşa çıkmasın1

Ayrıca kafatasçı-ırkçı yazara söz veriyorum: Kürtlere kendi bağımsız dillerinde (Kurmançça, Zazaca) konuşma ve anadilde eğitim hakkı tanınırsa biz Kürtler de Kazak ve Özbekler gibi “Oğuz Boyundan” geldiğimizi kabul edeceğiz.

Çelişkiye bakınız! Oğuz boyundan gelen Azeriler ve diğer Türkmenler, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler gibi diğer milletlere kendi dillerinde konuşabiliyor, kendi dillerinde ana dilde eğitim yapabiliyorlar ama “Oğuz Boyundan” geldiğini iddia ettiği Kürtlere kendi dillerinde konuşma ve anadilde eğitim hakkını bizim bay kafatasçı-ırkçı yazar emperyalizmin bir tuzağı olarak gösteriyor.

Irkçı yazar Kürtlerin, Türk olduğunu kanıtlamak için Elegeş Yazıtlarını kanıt olarak gösteriyor. Aşağıdaki resmi de gururla kitabına yerleştirerek bize masalını anlatıyor.

Elegeş Yazıtları

İsterseniz yazarın masalını dinlemeden önce Elegeş Yazıtları hakkında kısaca bilgi vereyim: Orhun Yazıtlarından yaklaşık olarak 100-150 yıl önce dikilmiş bir mezar taşına işlenmiş Göktürk yazıtıdır. Elegeş isimli ırmağı vadisinde bulunduğu için bu isimle anılmaktadır. Yazı 1888 yılında Rus botanik bilimci Yelizaveta Klements tarafından bulunmuştur. Rus bilim insanları Klements, Oşurkov ve Vasili Radlof yazıt üzerinde çalışmalar yürütürler. Alp Urungu isimli bir Türk beyinin mezar taşına işlenen yazıt bugün Rusya sınırları içinde kalan Minusinsk şehri müzesinde bulunmaktadır.

Üzerinde Göktürk yazıtının olduğu taşın tasviri şöyle yapılmaktadır:

“Yazıt koyu gri renkte, 320 x 66 x 20 cm. ölçüsünde, üst kısmı dar, aşağıya doğru genişleyen, pürüzlü bir kum taşıdır. Taş üzerinde yukarıdan aşağıya doğru yarıklar ve çatlaklar vardır. Yazıtta uzunlamasına yazılmış 12 satır vardır.”

Yazıttaki metnin konusu şöyledir: Otuz dokuz yaşında ölen Alp Urungu, yazıtta halkından, oğlundan, devletinden, akrabalarından, sadağından (okluğundan) ve Türk kağanından ölüm nedeni ile ayrıldığı için üzüntülerini dile getirmektedir. Bu kadar basit ve net!

Maazallah! Bilimin her alanında hatırı sayılır ırkçı ve kafatasçılarımız var. Bunlardan birisi de 1944 yılında ırkçılık ve Turancılık davasından yargılanan Hüseyin Namık Orkun isimli tarihçi ve dil bilimcidir. Beyefendi yazıtı tercüme etmek için olağanüstü çaba göstermiş. Tek amacı yazıtta yazılı olan “Körtle” kelimesinin “Kürt” olduğunu kanıtlamak böylece Kürtlerin bir zamanlar Yenisey boylarında yaşayan bir Türk boyu olduğu tezini kabul ettirmektir. Keşke Kürtler Yenisey boylarından gelmiş olsalardı! Şu anda Iğdır’daki tüm aşiretler yayla kavgasına tutuşmuşlar, birbirlerini öldürmekle meşguller. Yenisey boyları uçsuz bucaksız yayla yeridir. En azından oralara taşınıp şu yayla kavgalarından kurtulmuş olurduk!

Kısacası bugün yüzde yüz bir kesinlikle biliyoruz ki yazıttaki “Körtle” kelimesinin “Kürt” kelimesiyle bir ilgisi yoktur. Zavallı ırkçı yazar bu taşa o kadar bel bağlamış ki yazdıklarımı okuyunca çok üzüleceğini biliyorum.

Gelelim Elegeş yazıtındaki o cümleye…  Orijinal yazılımı şöyledir:

“körtlä qan al uruŋu altunlïγ käšig […] bäldä […] toquz säkiz on yašda

uruŋu külig toq bögü tärkän a qaŋïm bäg ärdäm üčün”

Mademki ırkçı-kafatasçı yazarımız İngilizceyi çok seviyor o halde bu kısmın İngilizce çevrisini de verelim:

“[I am] Körtlä khan, the Al Uruŋu. […] a golden quiver […] round my waist. I was seventy nine. O Uruŋu Külig Tok Bögü Tärkän! Because of the merit of my father, the beg”

Yukarıdaki İngilizce, orijinal metnin birebir çevirisidir. Metnin güzel bir İngilizceyle anlatımı aşağıdaki gibidir:

“I tied a belt bow in gold quiver from Kürtel-khan Al Urung at the age of seventy nine. My father Urung Külüg Toq Bögü Terikin, in the name of valor lords, came together.”

 Irkçı-kafatasçı tarihçi Hüseyin Namık Orkun “Kürtel” kelimesini “Kürt” olduğunu kanıtlamak için zavallı bin dereden su getirmiş, kitabın yazarı kafatasçı-ırkçı A. Nazmi Çora da bu muhteşem buluşu (!) esas alarak bir kitap kaleme almıştır.

KÜRT DİLLERİ

Irkçı yazarımız bu kez Kürtçeye el atıyor. Yazıyor da yazıyor… İçi boş tezler. Bir yandan “Kürt dili yoktur” diyor bir yandan da Kürtçenin Türkçe ile olan benzerliğini kanıtlamaya çalışıyor; hem de İngilizce örnekler vererek… Yazarın saçma sapan gramer bilgisine ve Kürt dilleri konusundaki uzmanlığına (!) hayran olmamak elde değil.

Kafatasçı yazara önce şunu hatırlatmak isterim: Dünya dilleri sınıflara ayrılmıştır. Şekil yönünden ele alındığında Kürtçe bükümlü bir dildir. Oysa Türkçe eklemeli dil grubunda yer alır. Diller ayrıca yapılarına göre sınıflandırılırlar.

  1. Hint-Avrupa Dil Ailesi
  2. Semitik (Hami-Sami) dil ailesi
  3. Ural-Altay dil ailesi
  4. Çin-Tibet dil ailesi
  5. Bantu dil ailesi (Orta ve güney Afrika dilleri)

Kürt dilleri, Hint-Avrupa dil ailesine mensupturlar. Dilbilimciler Hint-Avrupa dil ailesini ayrıca alt bölümlere ayırırlar:

  1. Hint-İran kolu
  2. Latin ve Romen kolu
  3. Cermenik dil kolu
  4. Slavik dil kolu
  5. Grek dil kolu ve diğerleri

Kürt dilleri, Batı Hint-İran koluna aittir.  Bu grupta ayrıca Farsça, Belucice, Osetçe, Yağnubçe, Peştuca ve Pamirce gibi dilleri saymak mümkündür.

Yazara kötü bir haberim var. “Kürtçe” yerine “Kürt dilleri” ibaresini kullanması daha doğru olacaktır. Bugün Zazaca, Kurmançça, Soranca ve diğerleri bağımsız bir dil statüsüne kavuşmuşlardır. Örneğin Kurmançça ile Soranca arasında gramer anlamında ciddi farklar vardır. Kısa bir hatırlatma olarak birkaç tanesine değinmek istiyorum:

  1. Kurmanççada isimler eril-dişil olarak ayrılır. Sorancada ve Farsçada böyle bir ayrım yoktur.
  2. Kurmanççada geçmiş-şimdiki zaman, geçişli ve geçişsiz fiiller esasında iki farklı şahıs zamiri grubu vardır. Sorancada ve Farsçada tek şahıs zamiri vardır.
  3. Kurmanççada ergatif yapı vardır. Soranca, Zazaca ve Farsçada ergatif yapı yoktur.

Yukarıdaki farklılıkları detaylı şekilde açıklamaya niyetli değilim. Yazar, “Kürtçe” diye genel bir ifade kullanıyor. Hâlbuki bağımsız Kürt dilleri söz konusudur. Nasıl ki bir Anadolu Türkü, Özbekçe veya Kırgızca’yı anlamakta zorlanıyorsa bağımsız Kürt dilleri de birbirlerini anlamakta zorlanırlar. Bu Kürt dillerinin zenginliğinin bir göstergesidir. Nasıl ki Slav dilleri (Rusça, Ukraynaca vb) arasında veya Latin dilleri arasında veya Ural-Altay dilleri arasında benzerlik varsa Kürt Dilleriyle Farsça ve bu gruptaki diğer diller arasında da benzerlik olması normaldir.

Yazar, Kürt dillerindeki sayıların Farsça olduğunu söyleyip bir de ukala bir üslupla soruyor: “Hadi Farsça sayıları kullanmadan Kürtçe birden ona kadar sayın bakalım!”

Biliyorsunuz Türkçe ve Azerice, Oğuz dil grubunda yer alır. Özbekçe Uygur dil grubundadır. Her ikisi de sonuçta Ural-Altay dil grubunun içindedir. Bakalım Özbekçe birden ona kadar nasıl sayılıyor:

1 bir     (Bir)

2 ikki     (İki)

3 uch     (Üç)

4 to’rt    (Dört)

5 besh   (Beş)

6 olti     (Altı)

7 yetti   (Yedi)

8 sakkiz  (Sekiz)

9 to’qqiz  (Dokuz)

10 o’n  (On)

Şimdi soru sırası bende: “Hadi Özbekçe sayıları kullanmadan Anadolu Türkçesiyle birden ona kadar sayınız bakalım!”  Cevabınızı işitir gibi oluyorum: “Özbekçe ve Anadolu Türkçesi aynı dil grubundadırlar.” Beyefendi, Farsça ve Kurmançça da aynı dil grubundadırlar.

İnsan bir kere ırkçı olmaya karar verdi mi iflahı olmaz! Be adam, Kürt dilleri ve Farsça aynı dil grubunda yer aldıkları için aynı sayı sistemine sahiptirler. Bunun gibi Özbekçe ve Anadolu Türkçesi de aynı dil grubunda yer aldıklarından aynı sayıları kullanmaları doğaldır. Bunun  anlaşılmayacak ne tarafı var?

İsterseniz Latin dil grubu içinde yer alan İtalyanca, İspanyolca ve Katalancada 1’den 10’a kadar nasıl sayıldığına bir göz atalım:

İTALYANCAİSPANYOLCAKATALANCA
UnoUnoUn
DueDosDos
TreTresTres
QuattroCuatroQuatre
CinqueCincoCinc
SeiSeisSis
SetteSieteSet
OttoOchoVuit
NoveNueveNou
DieciDiezDeu

Yukarıda gördüğünüz gibi aynı dil grubunda olan dillerde rakamlar veya kelimeler benzerlik gösterir.

Biliyorum kafatasçı yazar hala ikna olmadı. Bu sefer Slav dillerinden Rusça ve Ukraynaca sayıları karşılaştıralım:

RUSÇAUKRAYNACA
одинОдин
дваДва
триТри
четыреЧотири
пятьП’ять
шестьШість
семьСім
восемьВісім
девятьДев’ять
десятьДесять

Umarım değerli (!) kafatasçı-ırkçı yazarımız şimdi ikna olmuştur.

Kafatasçı ve ırkçı yazar Kürt dilleriyle dalga geçiyor ve aynen şöyle yazıyor:

 “KÜRTÇE aslında “DİLLER KARIŞIMI BİLE OLMAYIP, KELİME LER KARIŞIMI BİR AĞIZ”dır!…

Bana kalırsa asıl sorun yazarın ağzıdır! Cehalet, ırkçılık ve kafatasçılık kokan ağzıyla Kürt dillerini küçümsemeye ve yok saymaya çalışıyor. Bu çabalar boşunadır.

Yazar İngilizce biliyor ya, İngilizce, Türkçe ve Kürtçe örnekler vererek Kürtçe ile Türkçe arasındaki benzerliği göstermeye çalışıyor. Kafatasçı İngilizce bildiği için kendisine inanmamızı bekliyor. Zavallı ırkçı!

Yazarın verdiği örnekleri olduğu gibi aktarıyorum.

Kürtçe;        Ez it we re dibejim …. Min jı wi re da …

Türkçe;       Ben ona söylüyorum … Ben ona verdim …

İngilizce;     I am telling him … I gave it to him …

Kürtçe;        Min sev heye … Ez dewlemend bum …

Türkçe;       Benim elmam var … Ben zengin idim ….

İngilizce;     I have an apple … I was rich …

Yukarıda italik olarak verilmiş örnekler yazara aittir. Yazar “Kürtçe” ifadesini kullanıyor. “Kürtçe” denilen bir dil yoktur. Kurmançça, Soranca, Zazaca gibi bağımsız Kürt dilleri vardır. Örneğin yazar yukarıda ikinci bölümdeki cümlelerde geçmiş zamanda geçişli fiilleri kullanıyor. Kurmançça dilinde geçmiş zaman geçişli fiillerde ikinci türden şahıs zamirleri yani min, te, wî, wê, me,we, wan kullanılır. Kurmançça dilinde iki grup şahıs zamiri varken Soranca dilinde tek grup şahıs zamiri vardır. Yani Soranca dilinde “min” şahıs zamiri yoktur. Yazar, yukarıdaki cümlede “min” şahıs zamirini kullandığı için Kurmançça bağımsız dilini ele alıyor anlamına gelir. Yani yazar Kürt dilleri içinde Kurmançça bağımsız diliyle Türkçe ve İngilizceyi karşılaştırıyor. Bu yüzden en büyük hatası “Kurmançça” yerine “Kürtçe” ifadesini kullanmasıdır.

Kurmançça dilinde geçişli ve geçişsiz fiiller şimdiki zaman ve geçmişte kullandıklarında şahıs zamirleri değişime uğrar. Bildiğiniz gibi bir fiilin geçişli olup olmadığını anlamak için fiile “ne, neyi, kim, kimi” sorularını sormamız gerekiyor. Eğer bu soruların karşılığı varsa fiil geçişlidir yoksa geçişsizdir. Yazarın amacı, Kürtçenin (bu örnekte Kurmançça dilinin) Hint-Avrupa Dil grubuna ait olmadığını aksine Türk dilleri grubuna ait olduğunu kanıtlamak istemesidir. Zavallı kafatasçı, eğer adresinizi bilsem sizi mutlu etmek için bir plastik kafatası göndermek isterdim.

Gelelim yukarıdaki cümleleri açıklamaya: Önce yazara Kurmançça diline saygı göstermesini ve cümleleri doğru yazmasını öneririm:

“Ez it we re dibejim …. Min jı wi re da …” cümlelerinin  doğru yazılımı “Ez ji we re dibejim.. Min ji wî re da” şeklinde olmalıydı. Aynı şekilde ikinci örnekte verilen “Min sev heye … Ez dewlemend bum …” cümlesi doğru olarak şöyle yazılmalıydı: “Min sêv heye… Ez dewlemend bûm..” Dilbiliminde bir “noktanın” veya bir “şapkanın” bile hesabı sorulur.

Hint-Avrupa dil grubunda yer alan İngilizce ve Almancayı ele alalım:

Türkçe:     Ben okula gittim.

İngilizce:  I went to the school

Almanca: Ich bin zur Schule gegangen

NOT: İngilizce:    to go: gitmek    geçmiş zaman: went

 Almanca    gehen: gitmek   geçmiş zaman: bin…..gegangen (bin: yardımcı fiil)

Allah! Allah! Türkçe ve Almancada fiiller cümlenin sonuna geldi. Demek ki Almanca da Ural-Altay dil grubunda imiş!!!  Dilbilimciler hata mı yapmışlar acaba???

İsterseniz konuyu biraz daha genişletelim.  İsim tamlamasına bir göz atalım.

Türkçe:                 İneğin kuyruğu

İngilizce:              The tail of the cow

Kurmançça:          Boçika çêlekê

Not:  Boçik: Kuyruk     Çêlek: İnek Tail: Kuyruk        Cow: İnek

Ne oldu beyefendi? İngilizce ve Kurmançça aynı kuralı kullandı. Türkçe ayrı kaldı. Daha bitmedi. Kurmançça dilinde isimler eril veya dişildirler. “Boçik” kelimesi dişil bir kelime olduğu için sonuna “a” almıştır. “Çêlek” kelimesi dişil bir kelimedir. Normalde sona “a” alır ancak isim tamlaması nedeniyle “a” harfi büküme uğrar böylece son eki “ê” olarak yazılır. Sorancada ve Farsçada eril, dişil ayrımı yoktur. Kafanız mı karıştı sayın beyefendi?

Sanırım biraz dil eğitimine ihtiyacınız var. Irkçı ve kafatasçı kitaplar okuyacağınıza dilbilimle ilgili kitaplar okumanızı tavsiye ederim.

Kafatasçı yazar birçok hikâyeler anlattıktan sonra sözü Kurtuluş Savaşı yıllarına getiriyor. Kürtlerin Kurtuluş Savaşına katılmadıklarını ve sürekli isyan çıkardıklarını yazıyor. İsterseniz Kurtuluş Savaşı yıllarında çıkan isyanların kronolojik bir sıralamasını ve parantez içinde isyanları çıkaranların Kürt (Kurmanç/Zaza) mü Türk mü olduğuna bir göz atalım:

  • Ali Batı Olayı (11 Mayıs 1919 – 18 Ağustos 1919)    (TÜRK)
  • Ali Galip olayı (20 Ağustos 1919 – 15 Eylül 1919)    (TÜRK)
  • Birinci Bozkır Ayaklanması (29 Eylül 1919 – 4 Ekim 1919) (TÜRK)
  • İkinci Bozkır Ayaklanması (20 Ekim 1919 – 4 Kasım 1919) (TÜRK)
  • Birinci Ahmet Anzavur ayaklanması (25 Ekim 1919 – 30 Kasım 1919) (TÜRK)
  • Birinci Düzce Ayaklanması (13 Nisan 1920 – 31 Mayıs 1920) (TÜRK)
  • İkinci Düzce Ayaklanması (19 Temmuz 1920 – 23 Eylül 1920) (TÜRK)
  • Şeyh Eşref Ayaklanması (Hart Olayı) (26 Ekim 1919 – 24 Aralık 1919) (TÜRK)
  • Kızılkuyu Olayı (28 Ekim 1919 – 29 Ekim 1919) (TÜRK)
  • Apa Çarpışması (28 Ekim 1919) (TÜRK)
  • Dinek Çarpışması (1 Kasım 1919) (TÜRK)
  • Demirkapı Çarpışması (15 Kasım 1919) (TÜRK)
  • İkinci Ahmet Anzavur Ayaklanması (16 Şubat 1920 – 19 Nisan 1920) (TÜRK)
  • Kuvâ-yi İnzibâtiye (18 Nisan 1920 – 25 Haziran 1920) (TÜRK)
  • Üçüncü Ahmet Anzavur Ayaklanması (10 Mayıs 1920 – 22 Mayıs 1920) (TÜRK)
  • Birinci Yozgat Ayaklanması/Birinci Çapanoğlu Ayaklanması (15 Mayıs 1920 – 27 Ağustos 1920) (TÜRK)
  • İkinci Yozgat Ayaklanması/İkinci Çapanoğlu Ayaklanması (5 Eylül 1920 – 30 Aralık 1920) (TÜRK)
  • Zile Ayaklanması (25 Mayıs 1920 – 21 Haziran 1920) (TÜRK)
  • Aynacıoğulları Ayaklanması (1918 – 21 Kasım 1923) (TÜRK)
  • Milli Aşireti Ayaklanması (1 Haziran 1920 – 8 Eylül 1920) (KÜRT)
  • Cemil Çeto Olayı (20 Mayıs 1920 – 7 Haziran 1920) (KÜRT)
  • İnegöl Olayı (20 Temmuz 1920 – 20 Ağustos 1920) (TÜRK)
  • Çopur Musa Ayaklanması (Afyon’da) (21 Haziran 1920) (TÜRK)
  • Kula Olayı (27 Haziran 1920 – 28 Haziran 1920) (TÜRK)
  • Konya Ayaklanması (2 Ekim 1920 – 22 Kasım 1920) (TÜRK)
  • Demirci Mehmet Efe Ayaklanması (1 Aralık 1920 – 30 Aralık 1920) (TÜRK)
  • Çerkez Ethem Ayaklanması (27 Aralık 1920 – 23 Ocak 1921) (TÜRK)
  • Koçgiri/Koçkiri İsyanı (6 Mart 1921 – 17 Haziran 1921) (KÜRT)
  • İntikam Alayı Ayaklanması (Temmuz 1920) (TÜRK)
  • Pontus Ayaklanması (Aralık 1920 – 6 Şubat 1923) (RUM)

Sayın kafatasçı! Kurtuluş Savaşı sırasında meydana gelen 30 isyandan 26’sını Türkler, 3’nü Kürtler ve 1’ni Rumlar çıkartmışlardır.  Yani Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşına en büyük ihaneti TÜRKLER yapmış, Milli Mücadeleyi baltalamışlardır.

Irkçı yazarın tüm sayfaları nefret ve kinle kaleme alınmış. Yılanda zehir oldukça ıslah olmaz, zehrini kusmak için fırsat kollar. Kafatasçıların ruh hali de buna benzerdir.

Buradan Kurmanç ve Zaza halklarına bir çağrıda bulunmak istiyorum: Zazaca ve Kurmanççanın ANA DİLDE EĞİTİM olarak kabul görmesi için mücadelenizi kararlılıkla devam ettirmeniz gerekmektedir.  Yoksa bir ırkçı çıkar, “Kürtler Türkmüdür” diye bir kitap yazar, sizi yok sayar, kimliğinize dalga geçer, hakaret eder. Unutmayınız ki ulus-devletler döneminde en kutsal mücadele ANA DİLDE EĞİTİM hakkı için verilen mücadeledir. Gerisi teferruattır!

İKİNCİ BÖLÜM

TEK BOYUTLU İNSAN

Ey tek boyutlu insan! Ayağa kalk! Tarih mahkemesi tarafından suçlu bulundun. Suçun, tek boyutlu düşünerek insanlığı beladan belaya sokmandır. Bilim ve sanat sana çok boyutlu ve evrensel düşünme imkânı tanıdığı halde, sen elinin tersiyle bunu itiyor, kendini rahat hissettiğin tek boyutlu düşünce sistemine kilitleniyorsun. Yapacağım fazla bir şey yok! Bu hatandan dolayı seni içine girdiğin kaos ve mutsuzlukla baş başa bırakıyorum! Yok, eğer kendine aynada başka bir gözle bakmak istiyorsan aşağıda yazacaklarımı okumalı ve kendini değiştirmelisin.

CHİCXULUB (Çiksulub) ETKİSİ

Günümüzden 66 milyon yıl önce dünyada dinozorlar hüküm sürüyordu. Bir kısmı uçabilen dinozorlar bir gün beklenmedik bir felaketle karşılaştılar.

Chicxulub (çiksulub) isimli 10 km. çapında bir göktaşı bugünkü Meksika’nın olduğu yere düştü. Canlıların %80’i bir anda yok oldu. Geriye kalanların çoğu yeni iklim koşullarına uyum göstermeyerek zamanla ortadan kalktı. Denizlerde yaşayan mikro-organizmalar yaşamlarını devam ettirdiler. Evrim geçirerek bugünkü hayvan ve insan türlerinin ortaya çıkmasına neden oldular.

Chicxulub (çiksulub) göktaşının dünyaya düşme anı

Ulus-devletlerin siyasal ve sosyal yapıları hep bir denge üzerine kurulmuştur. Arada bir tıpkı Chicxulub göktaşı gibi beklenmedik bir olay toplumu derinden sarsar, zihinlerin yeniden yapılanmasına neden olur.

Örneğin 11 Eylül 2001 tarihinde dört Amerikan uçağı, El-Kaide üyesi 19 terörist tarafından kaçırıldı. Uçaklardan ikisi New York’un sembolü olan 110 katlı Dünya Ticaret Merkezinin iki binasına çarptılar. Binalar çöktüler. Üçüncü uçak Virginia eyaletindeki Pentagon (Savunma Bakanlığı) yerleşkesini hedef aldı. Dördüncü uçak başkent Washington D.C. şehrine doğru yol alırken yolda düştü. İnsanlık tarihinin en büyük terör saldırısında 3000 kişi hayatını kaybetti. Amerikan toplumunun hafızası bu saldırıdan sonra yeniden şekillendi.

New York’taki ikiz kulelere uçaklı saldırı anı

Türkiye’de 2016 yılının 15 Temmuz günü FETÖ terör örgütü tarafından gerçekleştirilen darbe girişimi de ülke insanlarının zihninde “Chicxulub göktaşı” etkisi yaratmıştır. Bugün çok iyi biliyoruz ki FETÖ terör örgütüne lojistik destek sağlayan ve eğer darbe başarılı olsaydı sonuçlarından en çok yararlanacak ülke ABD idi. 15 Temmuz darbesinden sonra Türk toplumunun hafızası yeniden şekillendi.

FETÖ terör örgütü devasa bir ahtapot gibi devletin tüm organlarına ve kılcal damarlarına kadar sızmıştır. Her hafta TV’de “FETÖ terör mensuplarına karşı operasyon düzenlendi,” şeklinde haberler eksik olmuyor. Anlaşılan FETÖ terör örgütü kuyruğunu kaybeden kertenkelenin yeni bir kuyruk yapması gibi kendi kendisini yenileme özelliğine sahip.

17 Haziran 2021 tarihinde saat 11’de Onur Gencer isimli ırkçı-kafatasçı bir saldırgan uzun zamandan beridir keşif yaptığı İzmir HDP İl Başkanlığı binasına saldırıyor. Kapıyı açan Deniz Poyraz’a altı kurşun sıktıktan sonra katliam yapmak için kapalı kapılara yöneliyor. Saldırgan mermisi bittiğinden isteğine tam olarak ulaşamıyor. Saldırgan o denli pervasızdır ki yerde ölü yatan Deniz Poyraz’ın kafasına tekme atar, resmini çeker, Whatsup üzerinden birilerine gönderir.

Deniz Poyraz

Deniz Poyraz’ın öldürülmesi siyasi gündem üzerinde Chicxulub (çiksulub) göktaşı etkisi yaratmıştır. Deniz Poyraz’ın öldürülmesi yakın dönem Türk siyasi hayatının dönüm noktasıdır.

Yakalanan saldırganın soruşturması devam etmektedir. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yeni bir “Mehmet Ali Ağca” olayıyla karşı karşıyayız. Ülkücü camianın içinde yer alan, yakalandığında kendisini “ülkücü” olarak tanıtan ve Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayını tek başına planladığını söyleyen Mehmet Ali Ağca’nın sonraki yıllar “derin devlet” ve “uluslararası istihbarat” ın tetikçisi olduğu anlaşıldı. Amacı ülkede karışıklık yaratmak ve askeri darbenin yolunu açmaktı. Bu hedefinde büyük ölçüde başarılı oldu. HDP İzmir İl Başkanlığına saldırıp katliam planlayan ırkçı-kafatasçı saldırganın amacı Türkiye çapında bir kutuplaşmayı tetiklemek, ülkücü gençliği faşist bir projeye isteklendirmek, Adnan Menderes gibi bir faşizm denemesine imkan sağlamak şeklinde açıklanabilir.

Adnan Menderes’ten sonra uygulamaya konmak istenen ikinci faşizm denemesine İsmet İnönü kararlığıyla karşı durmak zorundayız. Birçok ilde linç edilmek veya öldürülmek istenen, bir keresinde kafatasına atılan taşla ağır yaralanan İsmet İnönü, bütün bu engellemelere rağmen hayatını tehlikeye atarak CHP’nin Kayseri İl Kongresine katılmak için yola çıkar. Kayseri Valisi, İnönü’nün Kayseri’ye gelmemesi için bir telgraf çeker. İnönü telgrafı okur, sinirlenir, şöyle der: “ Maskara! Beni Saidi Kürdi zannediyor galiba!”

İnönü’ye linç girişimi

Mehmet Ali Ağca “Ülkücüyüm” diyerek bu camiayı da zan altında bırakmıştır ancak işin acı yanı ülkücüler Mehmet Ali Ağca’yı eleştirmemiş tam aksine onu putlaştırmışlardır. Böyle olunca siyasi literatürde bazı kavramlar yanlış bir şekilde aynı anlama gelecek şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Öyle ki “ülkücü” ifadesi “faşist” veya “faşist” ifadesi “ülkücü” anlamına gelecek şekilde bir algı toplumda yer etmiştir.  Bu algının gerçek ülkücülere bir haksızlık olduğunu ifade etmek isterim.

Bu arada kısa bir not düşmek ihtiyacı doğmuştur:  Mehmet Ali Ağca, Iğdırlı bir askerin elbisesini giyerek cezaevinden kaçırılır. Iğdır’da kendilerini ülkücü olarak tanımlayan şahıslar tarafından ağırlanır. Zamanın büyük bir kısmını Baharlı Mahallesi yolu üzerindeki bir Çırçır fabrikasının özel bölmesinde geçirir. Iğdır’da, Maraş ve Çorum benzeri bir karışıklık çıkarmak için CHP İlçe Başkanı merhum babam Mecit Hun’a suikast planlar. Eğer bu girişiminde başarılı olsaydı Iğdır Azeri-Kürt çatışması ve karşılıklı katliamlara büyük bir yara alacaktı. Mehmet Ali Ağca, Mecit Hun’u öldüremez ama Iğdır’da 2-3 cinayeti bizzat işledikten sonra ülkücülerin yardımıyla İran’a geçer. Şunu da eklemek isterim: “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım, Iğdır’ın Tuzluca ilçesinde uzun süre saklanarak izini kaybettirdi. Bu süre içinde ne gibi olayları yönettiği şu an için her ne kadar meçhul olsa da bütün bu bilinmeyenlerin bir gün aydınlanacağına inanıyorum.

FAŞİST – ÜLKÜCÜ – MAFYA – DERİN DEVLET – ULUSLARARASI İSTİHBARAT AYRIMI NEDİR?

Sizlere bugün 1970’li yıllardan beri devam ede gelen ve istenmeyerek de olsa iç içe geçen yazı başlığındaki tanımları tartışmaya açmak istiyorum. Öyle zannediyorum ki bunu daha önce yapan bir yazar olmadı. Yukarıdaki beş kavram öylesine yanlış bir kullanıma ve tahribata maruz kaldılar ki bir kelimeyi diğerinin yerine kullanmak günlük haberlerde, gazete köşelerinde olağan bir durum oldu. Bu kelime karışıklığına “ülkücü mafya” deyimi de eklenince kavram karışıklığı daha da arttı. İsterseniz bu kavramları sırayla ele alalım:

FAŞİZM VEYA FAŞİST KAVRAMLARI

“Faşist” kelimesini kökenini açıklamam için önce “Faşizm” nedir konusunu ele almamız gerekir. “Faşizm” kelimesi Latince  “Fasces” kelimesinden türetilmiştir.  (‘Fasces’ kelimesi ‘Fasis’ olarak telaffuz edilir.) Merakla “Fasces” kelimesinin ne anlama geldiğini soracaksınız. Türkçe en doğru çevirisi, “çubuk demeti” anlamına gelir. Bu de ne demek böyle, diye sorabilirsiniz. Çubuk demetine iliştirilmiş baltalar da vardır. Antik Roma’da “Fasces” isimli baltalı demeti, görevleri üst yargıçları korumak olan şahıslar taşırdı. Zamanla bu sembol geniş hükümet yetkisi yani “diktatörlük” veya “devlet gücü”  anlamına gelmiştir. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya’nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini’nin propagandasında kullanılmıştır.

Fasces (fasis) demetini taşıyan Romalılar

Faşizmin kelime anlamını gözden geçirdikten sonra siyasi terminolojide hangi koşullarda siyasi bir iktidarı “Faşizm” olarak adlandırıldığına göz atmamız gerekir. Her şeyden önce “Faşizm” ifadesiyle “Irkçılık / Ultra-milliyetçilik” terimlerinin bir madalyonun iki yüzü gibi olduğunu hemen belirtmeliyim. Yani bir kimse “Faşist” ise mutlaka “Irkçı / Ultra-milliyetçi” olduğunu varsayabiliriz. Mussoloni, sivil ahaliyi özellikle gençliği hedef alarak “faşist” ideolojiyi yaymıştır. İtalyan vatandaşlığı temelinde daha kapsayıcı yeni bir millet yaratılırsa İtalya’nın eski Roma İmparatorluğu dönemindeki görkemli günlerine geri döneceğini, üstün bir hitabet yeteneğini kullanarak sivil ahaliyi ama özellikle gençliği inandırmıştır. “Kara Gömlekliler” adını verdiği sivil örgüt şiddeti benimser, polis ve askeri gölgede bırakarak önemli bir silahlı güce dönüşür, komünistleri ve grevci işçileri hedef alır.

Mussolini ve Kara Gömlekliler

“Kara Gömlekliler” İtalya’da korkulan bir güce dönüşünce Mussoloni bunu bir fırsata dönüştürür. 1922’nin Ekim ayında Mussolini önderliğindeki faşistler toplam 26.000 kişi ile beraber Napoli’den Roma’ya yürüme kararı alırlar. Kral, toplumsal krizi şiddetsiz bir yolla çözmek için 31 Ekim 1922 tarihinde Mussolini’yi başbakan olarak atar. Kral, Rusya’da gerçekleşen komünist ihtilalinin bir benzerinin İtalya’da yaşanmaması için Mussoloni’ye desteğini sunar. Böylece Mussolini, insanlık tarihinin ilk faşist devletini kurar. Çok geçmeden Adolf Hitler,  Franco ve daha nicesi Mussolini’nin faşist yönetiminden ilham alırlar. Hitler, gençlik arasında SS Hareketini kurar. Mussoloni’nin yaptığı gibi polisi ve orduyu gölgede bırakarak iktidarı ele geçirir.

Bütün faşist yönetimlerin en belirgin özelliği liderin (Duce, Führer, El Caudillo)  etrafında kilitlenmiş olan sivil silahlı grupların (Siyah Gömlekiler, SS’ler, Flanjistler) , ülkenin düzenli ordusundan bağımsız olması, iktidarı ele geçirmesi ve orduyu ikinci plana itmesidir. Düzenli orduyla, liderin emrindeki sivil faşist güçler arasında ismi konulmamış bir rekabet hep var olmuştur. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Nazi Almanya’sının savaşı kaybedeceği kesinleşince düzenli Alman ordusu mensupları Hitler’e suikast düzenlemiş, sivil faşist SS’leri toptan imha etme planı yapmışlardır.

Dünyada faşizm bu şekilde yükselirken Türkiye tarihine de göz atmakta yarar vardır. Ne Mustafa Kemal Atatürk ne de İsmet İnönü, ordudan bağımsız ve ordunun üzerinde silahlı sivil gruplar oluşturmamışlardır. Bu yüzden bu iki devlet adamına “faşist” yakıştırması asla doğru değildir. Diktatörlüğü veya baskıcı bir sistemi benimsemiş olabilirler ama asla “faşist” olmamışlardır.

ADNAN MENDERES’İN FAŞİZM DENEMESİ

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk faşizm denemesini Adnan Menderes uygulamaya koymuştur. 1957 seçimlerinde oy kaybına uğrayan Adnan Menderes, muhalefeti tamamen susturur, öyle ki koskocaman İsmet İnönü’nün şehirlere girmesini, kendi partisinin Ocak-Bucak üyesi sivil silahlı grupları kullanarak engellemiştir. Tahkikat Komisyonunu kurdurarak basını tamamen susturmuş, hatta bazı gazetelere sivil faşist grupların saldırmasını planlamıştır. Menderes bununla yetinmemiş, orduyu önemsizleştirmek için şöyle demiştir: “Muvazzaf subaylara büyük çaplı gereksinim yoktur. Ordu ABD’deki gibi yedek subaylarla yönetilebilir.”

Adnan Menderes

Adnan Menderes, Ocak-Bucak adı verilen şehir ve köy örgütlerindeki partilileri el altından silahlandırmıştır. Ordunun alt kademelerinin kendisine karşı olduğunu bilen Adnan Menderes tıpkı Mussolini gibi sivil faşist bir ayaklanmayı planlar. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi olunca Adnan Menderes Kütahya’da idi. Amacı hızla İzmir’e geçmek, halka sığınmak, Ocak ve Bucak teşkilatlarına çağrı yaparak silahlı direnişi başlatmak ve iktidarı Mussolini tarzı yeniden ele geçirmekti ancak bu girişimine fırsat bulamadan yakalanır.

Adnan Menderes’in faşizme ve ırkçılığa eğilim gösterdiğini kanıtlayan iki olay vardır:

Birincisi; 6 Eylül 1955 gecesi İstanbul’da bazı gazetelerin Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığını yazması üzerine Ocak ve Bucak teşkilatı üyeleri azınlıklara karşı el altından kışkırtılır.  Ağırlıklı olarak Rumlara karşı yönelen olaylarda 73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4.340 dükkân, 110 otel ve lokanta, 21 fabrika ve 3.600 ev saldırıya uğrar, 1 papaz olaylar sırasında öldürülür.  Polis ve kolluk kuvvetleri olaylar sırasında kayıtsız kalır. Bu olay Adnan Menderes’in ilk faşizm denemesidir. Adnan Menderes’in bu olaydan önceden haberi olmasına rağmen hiçbir tedbir almamıştır.

İkincisi; Menderes’in Kerkük’te yaşanan olayları bahane ederek suçsuz-günahsız 1000 Kürt gencini ipte sallamak için harekete geçmesidir. 1000 sayısı 50’ye indirilir. 1959 yılında 50 Kürt aydını ve öğrencisi idam edilmek için tutuklanırlar. Tutuklu gençlerden birisi vefat edince geriye 49 kişi kalır. Tarihe geçen “49’lar Davası”, Menderes’in Rumlardan sonra Kürtlere karşı ırkçı ve faşist teşebbüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 1960 Askeri Darbesi olmasaydı bu masum insanlar ipe gönderilecekti.

Menderes, tıpkı Mussolini gibi faşist motiflere dayalı Vatan Cephesini kurar. Vatan Cephesi lehine öylesine bir propaganda başlatır ki artık radyoda her gece Vatan Cephesi’ne katılanların isimleri okunmaya başlar. Vatan Cephesinin amacı silahlı sivil bir ayaklanma yapmaktır.

İlginç bir nokta da Adnan Menderes’le hemen hemen aynı zaman diliminde Arjantin’de hüküm süren ve bir Mussolini hayranı olan Juan Peron ile aralarında olan benzerliktir. Juan Peron kendisine karşı askeri darbe yapıldığında faşist Franco’nun İspanya’sına sığınır. Hem Adnan Menderes hem de Juan Peron popülizmden hareketle sivil faşist bir örgütlenmeyi siyasi bir strateji olarak benimsemişlerdi.

İdama karşıyım. Keşke Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç kimse idam edilmeseydi çünkü idamlar farklı algıların doğmasına yol açarlar. İdam edilen ne kadar haksız olursa olsun toplumda idam edilen lehine bir empati oluşur. Şahsımla ilgili bir itirafta bulunmak isterim: Halepçe’deki 5000 Kürt sivili kimyasal silah kullanarak soykırıma uğratan Saddam Hüseyin’in idam sahnesinden rahatsız olmuş, “Keşke ömür boyu ceza alsaydı,” diye söylenmiştim.

Adnan Menderes ve arkadaşları idam edildikleri için bugün bile “Demokrasi Kahramanları” olarak kabul görmektedirler. Bu doğru değildir. Adnan Menderes ve partisinin demokrasiyle hiçbir ilgisi olmamıştır. Adnan Menderes, rövanşist ve intikamcı bir ruh haline sahipti. Daha iktidarı geldiğinin birinci yılı dolmadan komünistlerin yakalanıp vatandaşlıktan çıkarılması ve yurt dışına sürülmesi fikrini savunur. Çok geçmeden bu kez “Boraltan Köprüsü” yalanıyla İnönü’yü ipe göndermek istemiştir. Askerlerden tepki görünce bu projesini gerçekleştirememiştir.  Adnan Menderes keyfi bir yönetim uygulamış, muhalefet partisi kazanmasın diye bir bakıyorsunuz Kırşehir’i ilçe yapıyor veya Adıyaman’ı il yapıyor, sonra yeniden kararlarından vazgeçiyor, yasaları umursamayan, kendisini yasalar üstü gören bir tutum sergiliyordu.

Gerçek demokrasi kahramanı kendi isteğiyle diktatörlük yönetiminden vazgeçen ve iktidarı 1950 yılında Demokrat Partiye koşulsuz teslim eden İsmet İnönü’dür. Cumhuriyet’in İkinci Adamı İsmet İnönü, hiçbir aşağılık kompleksine kapılmadan on yıl boyunca muhalefet partisi liderliğini üstlenmiş, 1957-60 yılları arasında şahsına yönelik linç ve öldürme teşebbüslerine rağmen baskıya ve zulme boyun eğmemiştir. Algı operasyonuyla kasıtlı olarak demokrasi kahramanı olarak gösterilen Menderes’in faşizm tutkusu ve projesini ilk seslendiren yazarlardan birisi olduğumu biliyorum. Adnan Menderes idam edildiği için maalesef bu yönü kamuoyunun dikkatinden kaçmış ve siyaset arenasında tartışılmamıştır.

ÜLKÜCÜLÜK

Ülkücülük, belli bir ülküye çıkar gözetmeden bağlanma, ülküsü uğrunda her türlü güçlüklere göğüs germe biçimindeki tutum ve bu tutumu bir dünya görüşü olarak benimseme şeklinde tanımlanabilir. Ülkücülüğün kurucu babası Ziya Gökalp’tir. Gerçi Ziya Gökalp zamanında “ülkü” kelimesi kullanımda değildi. Ziya Gökalp “milli mefkure” kelimesini “ülkü” anlamında kullanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk de Ziya Gökalp’ın bu kültürel ülkücülük fikrinden etkilenmiştir.

1940’lı yıllarda faşizmin Avrupa’da yükselmesiyle Nihal Atsız ve arkadaşları ülkücülüğe yeni bir tanım getirmiş, ırkçı ve kafatasçı bir anlam yüklemişlerdir.

Ülkücü hareket, Ziya Gökalp’in kültürel tanımıyla Nihal Atsız’ın ırkçı ve kafatasçı tanımı arasında gidip gelmiştir. Bu kafa karışıklığı hala devam etmektedir. Şahsi görüşüm bugünkü ülkücü camiada Nihal Atsız’ın ırkçı-kafatasçı ülkücü tanımının ağır bastığı yönündedir.

MAFYA – DERİN DEVLET – ULUSLARARASI İSTİHBARAT

Başlıktaki üç kavram iç içe girmiştir.  Bu tanımlara ek olarak sık sık medyada “ülkücü mafya” ifadesi de yer almaktadır. Gençlik yıllarında ülkücü hareket içinde yer alan Mehmet Ali Ağca, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı, Mahmut Yıldırım (Yeşil), Abdullah Çatlı gibi isimleri yukarıdaki tanımlardan hangisine yerleştirmek gerektiği tartışma konusudur. MHP lideri Devlet Bahçeli, mafya örgütlenmesiyle ün salmış Alaattin Çakıcı’ya şu sözlerle sahip çıkmıştır:

“Ülküdaşım Alaattin Çakıcı’ya mafya bozuntusu demek, yeraltı dünyasının karanlık yüzü suçlaması getirmek müfterilik, seviyesizlik, rezilliktir. Kamuoyu nezdinde algı oluşturmaya çalışan Kılıçdaroğlu ve yanında yöresinde yuvalanan işbirlikçilere cevabım şudur:

  • Alaattin Çakıcı bir Ülkücü şehidimizin oğludur.
  • Alaattin Çakıcı ülke ve millet sevdalısı bir Ülkücüdür.
  • Alaattin Çakıcı benim dava arkadaşımdır”
Devlet Bahçeli ve Alaattin Çakıcı

Devlet Bahçeli, ülkücü camia içinde saygınlığı olan Mehmet Ali Ağca ve Sedat Peker’e sahip çıkmamış, onlarla yolunu ayırmıştır.

IRKÇI-FAŞİST ONUR GENCER KİMDİR?

HDP İzmir İl Başkanlığına silahla saldıran ve Deniz Poyraz isimli genç kızı öldüren ırkçı-faşist Onur Gencer kimdir?

Bazen bir resim bin sözden daha etkilidir.

Bozkurt işareti yapan sağlık elemanı (!) Onur Gencer silahıyla
Kıbrıs Başbakanı ve sağ başta Onur Gencer
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Onur Gencer
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Onur Gencer
Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Onur Gencer

MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin Salı günü yapılan grup toplantısında sarf ettiği cümleler iç karartıcıdır. Merhume Deniz Poyraz’ı terörist ilan eden Bahçeli sözünü şöyle tamamlar: “PKK’nın kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir.”

Sayın Bahçeli’ye sormak isterim: “Hukuk devletinde yaşıyoruz. Eğer Deniz Poyraz’la ilgili bu bilgilere daha önce sahip idiyseniz niçin savcılığa suç duyurusunda bulunmadınız?”

SON SÖZ

Deniz Poyraz’ın öldürülmesiyle toplumda kutuplaşma yani TEK BOYUTLU İNSAN yaratılmak istenmektedir. Ya Kürt milliyetçisi ya da Türk milliyetçisi olma tercihiyle baş başa bırakılıyoruz. Buna asla izin vermeyeceğiz. Türkiye ikinci faşizm denemesiyle karşı karşıyadır. Türk ve Kürt halkları birbirine kırdırılmak isteniyor. Çağrım Türkiye’yi seven herkesedir:

“İnönü kadar cesur olalım! Demokrasi cephesinde omuz omuza verelim.”