Türk-Kürt Sentezi Ve Küresel Güç Türkiye

9 Ekim 2019 tarihinde saat 16:00’da Türk Silahlı Kuvvetleri güvenli bölge oluşturmak için YPG/PKK denetimindeki Kuzey Suriye’ye (Rojava / Batı Kürdistan) karşı askeri operasyon başlattı. Neredeyse son 40 yılda buna benzer uzun süreli veya vur-kaç şeklinde kısa süreli askeri harekâtlar hem Suriye hem Irak hem de İran topraklarında belli hedeflere karşı defalarca düzenlendi. Her seferinde, “Örgüt artık belini doğrultamaz!” denilerek zafer (!) çığlıkları atılmıştır. Çünkü onlara göre Kürt Sorunu sonuçta bir terör sorunu idi. Teröristler yok edilirse sorun da kendiliğinden çözülmüş olacaktı. Böyle bir tez, devletin Kürt sorununa bakış açısının temelini oluşturmaktadır.

Ancak her seferinde örgüt yeni strateji ve taktikler geliştirdi, var olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Artık büyük bir kesinlikle öğrenmiş bulunuyoruz ki YPG/PKK’ya (veya diğer Kürt Partilerine) karşı mücadelede sadece askeri tedbirlerle sonuç almak mümkün değildir. Rojava işgal edilebilir, Suriyeli mülteciler bu bölgeye yerleştirilebilir. Daha şimdiden Kürt kökenli yüz bini aşkın sivil perperişan halde yollara düşmüş durumadır. Bu anlamda tıpkı Azerbaycan nüfusunun Karabağ’dan çıkarılması gibi bölgede bir “Kürt-Karabağ sorunu” yaratılmış olacak ve bu haksızlık kanayan bir yaraya dönüşecektir.

Hatta bu gibi operasyonları ASELSAN ve HAVELSAN’ın geliştirdiği son teknoloji yeni silahların denenmesi için bir fırsat olarak görenler de olabilir. Ancak Kürt insanının kalbini hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında kazanamayan Türkiye Cumhuriyeti, istediği kadar güçlü silahlarla donanmış olsun, köyleri ve şehirleri işgal etsin, barış ve istikrar anlamında istediği sonucu asla ulaşamayacaktır.

Türkiye, Suriye sınır boyunca 30 km derinlikte bir koridoru kontrol altına almak için operasyon başlattığını ifade etmektedir. Zaten Rojava şehirleri 50 km’lik bir koridor boyunca yer almaktadır. Gerisi çöl ve yaşam koşullarına uygun değildir. Bu şu anlama gelmektedir: Türkiye Cumhuriyeti, Suriye Kürdistanı yani Rojava’nın tamamını işgal etme planı yapmaktadır. Bu bir güvenlik koridoru değil Kürt bölgesinin işgali ve sivil halkın bölgeden uzaklaştırılması anlamındadır. Yeni Karabağ’lar yaratmak siyasi bir başarı değildir. Özellikle hiç beklenmedik şekilde Başer Esat umulmadık bir hamle yapıp, bölgede savaşan Kürt güçleriyle işbirliği yapıp Suriye’nin toprak bütünlüğünü sahiplenirse ve Birleşmiş Milletler prensiplerine bağlı olarak Türkiye Cumhuriyeti bölgeden çekilmek zorunda kalırsa ortaya çıkacak kaotik durumdan kim sorumlu olacaktır?

Bu aşamada bir soru sormak isterim: Terör örgüt veya örgütleri ayakta kalmak için durmaksızın yeni stratejiler geliştirirken acaba devlet bu konuda silahın yanı sıra başka stratejiler geliştirmeyi düşündü mü? Gelinen noktada bunun cevabının maalesef HAYIR olduğunu biliyoruz. Her seferinde, “Terör bittikten sonra bazı demokratik açılımlar söz konusu olabilir,” şeklinde açıklamalar olmuş ancak bu da artık inandırıcılığını kaybetmiştir. Artık şuna inanmak zorunda bırakıldık: Kürt sorununun demokratik yöntemlerle ele alınmasına ve çözüme yönelik projelerin uygulamaya konmasına engel olmak için devlet, terör örgütünün varlığının devamını bir siyasi strateji olarak benimsemekte hatta desteklemektedir.

Artık nerdeyse bir gelenek oldu: Askeri operasyonların ilk gününde şovenist ve ırkçı söylemler ayyuka çıkmakta, medyayı ve sosyal medyayı sallamakta, bireysel nefret ve küfür dolu sözler hiç yakıştıramayacağımız insanların kaleminden ve ağzından çıkmaktadır. Bu yetmezmiş gibi TV programlarında boy gösteren akademisyen ve gazetecilerin şovenist ve tek

yanlı analizleriyle terör veya Kürt sorununun nihayet temelden çözdüklerine inanarak konuşmaları içimizde bir déjà vu (daha önce yaşanmış, zaten görülmüş) duygusu uyandırmaktadır. Uluslararası ilişkiler terminolojisiyle yoğrulmuş konuşmalarına bilimsel zırvalıklarını da ekleyerek farkında olmadan Türkiye’de Kürt-Zaza-Türk yabancılaşmasını derinleştirmekte, takındıkları üstü örtülü anti-Kürt tutumlarıyla farkında olmadan veya bilerek PKK’yı Kürt halkının kalbinde meşrulaştırmakta, böylece Kürt halkının kendiliğinden demokratik açılımının önüne set çekmektedirler.

Askeri operasyonlarla önceki yıllarda olduğu gibi yüzlerce hatta binlerce terörist öldürülebilir ama örgütün siyasi anlamda varlığını devam ettirmesi hedef alınmadıkça örgüt hep var olmaya devam edecek, Kürt halkının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacaktır. Maalesef siyasi iktidarlar bu gibi askeri operasyonlarla “örgütün meşruluğunu” güçlendirmekte, Kürt halkının demokratik açılımına set vurmakta, bir anlamda örgütün istediği fırsatı ona altın tepside sunmaktadırlar. Yükselen Türk şovenizmi karşısında kabuğuna çekilen barış taraftarı Kürtler ise ister HDP’li ister AKP’li ister CHP’li olsun içlerini bunaltan, cevabını bulamadıkları anlamsız bir duyguyla yüz yüze kalmakta, kendilerine ve devletine yabancılaşmakta, umutsuzluğa kapılmakta hatta çalıştıkları iş yerlerinde üstü-örtülü bir ayrımcılıkla boğuşmaktadırlar.

Artık kabul edilmesi gereken bir durum vardır: Kürt Sorununa daha başka bir açıdan bakmadan, cesur ve demokratik adımlar atılmadan, sorunu sadece askeri görüp bu yönde tedbirler almak asla sonuç vermeyecektir. Çünkü insanoğlunun evrensel istemleri, eşitlik ve adalet arayışı bunu zorunlu kılmaktadır. Örneğin, ilkokullarda ana dilini kullanmaktan men edilmiş halkların (Zaza, Kurmanç vb) kimlik istemleri askeri tedbirlerle kontrol altına alınmaz veya yok edilemez. Bu yasak ve kimlik inkarı devam ettikçe PKK/YPG yok olsa bile bu haksızlığı siyasi malzemeye dönüştürecek başka örgütler her zaman ortaya çıkacaktır. Önemli olan insani istemleri ve halkların kimlik beklentilerini anlamak ve zaman kaybetmeden bu yönde gerekeni yapmaktır. Aslında Türkiye, vizyon sahibi siyasi liderlerle hem Kürt sorununu her yönüyle aşabilecek hem de küresel bir güç olarak ortaya çıkabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu makalenin amacı bu yol haritasını birlikte irdelemek, yeni bir çözüm umudunu Türk ve Kürt halkının kalbinde yeşertmektir.

Bu aşamada aşağıdaki soruları dikkate almak ihtiyacı doğmaktadır:

Acaba Türkiye Cumhuriyeti, Kürt Sorununu daha farklı bir yaklaşımla çözemez mi?

Türkiye küresel bir güç olamaz mı?

Dünyada ve bölgede değişen siyasi dengeler Türkiye’ye böyle bir fırsatı sunuyor mu?

Türkiye ortaya çıkan bu tarihi fırsatın bilincinde mi?

Küresel güç olmak için net bir stratejisi ve yol haritası var mı?

Eğer yoksa bunu nasıl oluşturabilir?

Bu hedefin temel vizyonu ve ideolojik temelleri ne olmalıdır?

Yeni Bir “Pax-Ottomana” Konsepti?

Yukarıdaki bütün bu soruları dikkate aldığımızda, Türkiye’nin; Balkanlar, Orta-Doğu, Kafkasya ve Orta-Asya’yı içine alan, Avrupa’dan Çin’e uzanan geniş bir coğrafyada, lider bir ülke olarak ön plana çıkmasının somut koşullarının var olup olmadığı gerçeğini sorgulamamız gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Dünyanın en hassas ve en çatışmalı bölgesinde yer alan Türkiye’nin küresel bir güç olarak öne çıkması her ne kadar ilk anda imkânsız ve hayal olarak algılansa da tarihsel geçmişi ve jeopolitik konumu ona bu şansı açık bir şekilde vermektedir.

“Pax-Ottomana” (Osmanlı Barışı) deyimi tarihçiler tarafından Osmanlı İmparatorluğunun 1500-1700 yıllarını kapsayan dönemi için kullanılmaktadır.

Osmanlılar yüzyıllar boyunca yönetimleri altındaki milletleri barış, huzur ve refah içinde yaşatmış, devletlerarası siyasi dengelere özen göstererek Balkanlar, Anadolu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta-Doğu bölgelerinde adaleti etkin kılmışlardır.

Osmanlı’nın doğal mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti acaba dünyanın değişen yeni koşullarında ama bu kez Avrupa’dan Çin’e uzanan farklı bir coğrafyada “Pax-Otomana” kavramına yeni bir anlam ve yeni bir boyut kazandırabilir mi, değişen dünya koşullarında bu ruhu yeniden canlandırabilir mi?

Türkiye’nin Jeopolitik Önemi

Hiç şüphesiz bir ülkenin coğrafyası ve jeopolitik konumu o ülkenin bugünden yarına izleyeceği genel stratejisini, dış politikasını ve geleceğe doğru atacağı adımların ne olması gerektiğini büyük ölçüde belirler.

Türkiye için yapılan uluslararası genel tanım şöyledir: “Türkiye Doğu ve Batı arasında bir köprüdür”. Bu tanım, bazen “Enerji köprüsü” anlamına gelecek şekilde “ekonomik” bir içerik, bazen de, “Dinler (İslam ve Hıristiyanlık) ve medeniyetler arasında köprü” anlamına gelecek şekilde “sosyal” bir içerik kazanmaktadır.

Acaba Türkiye, kendisine atfedilen bu “edilgen (pasif) köprü” tanımlarından kurtulup ona kendi istediği ve kendisinin belirlediği bir “etken (aktif) köprü” tanımı yükleye bilir mi? Avrupa’dan Çin’e uzanan bir coğrafyada Küresel Güç olma yolunda yepyeni bir misyon üstlenebilir mi? Batı’nın ona verdiği bir zamanlar komünizme karşı “ileri karakol” ve şimdilerde “güvenli enerji koridoru” tanımlarını aşarak kendi çıkarlarını yeniden tanımlayan bir vizyon ortaya koyabilir mi?

Türkiye’nin jeopolitik avantajları:

1. Türk-Kürt dayanışması ve beraberliği 1000 yıla yakın bir süredir var olmuştur.

a. Alpaslan, Bizans Diyojen ile Malazgirt’te savaşırken 10 bin kişilik Mervani Kürtleri Alpaslan’ın ordusunda yer almıştır

b. Haçlı seferlerine karşı Türkler ve Kürtler birlikte karşı koymuşlardır. Türk komutan Nurettin Zengi vefat edince yerine Kürt komutan Selahattin Eyyubi geçer, Kudüs’ü Haçlılardan alır.

c. Çaldıran Savaşında keza Kürtler, Osmanlı ordusuyla birlikte hareket etmişlerdir

d. Hamidiye Alayları ile bu beraberlik başka bir boyut kazanmıştır

e. Türkler ve Kürtler Kurtuluş Savaşı’nda özellikle Erzurum kongresinde birlikte olmuş, Kurtuluş Savaşında Kürt nüfusun yoğunluklu olduğu Urfa, Maraş ve Antep halkı işgalci güçlere karşı onurlu bir mücadele vermiş bu nedenle TBMM tarafından sırasıyla Şanlı, Kahraman ve Gazi unvanlarına layık görülmüşlerdir.

2. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunun tarihsel ve doğal mirasçısıdır.

3. Türkiye, Avrupa Birliği’ne aday tek Müslüman ülkedir.

4. Türkiye, NATO üyesi tek Müslüman ülkedir

5. Türkiye, Türk dünyasının en büyük nüfusa sahip ülkesidir

6. Üyelik durumunda 10-20 yıl içinde nüfus olarak AB’nin en büyüğü olacaktır

7. Avrupa’da 5 milyonu aşkın Türk/Kürt/Zaza nüfusu vardır

8. Türkiye, en büyük Kürt nüfusa sahip ülkedir. (İstanbul en büyük Kürt metropolüdür)

9. Doğu-Batı arasında enerji koridoru Türkiye üzerinden geçmektedir.

10. Türkler (Türkmenler) ve Kürtler Irak’ta, Suriye’de ve İran’da iç içe yaşamaktadırlar. Hatta Kazakistan gibi uzak ülkelerde ciddi Kürt nüfusu bulunmaktadır. Türkmenistan-İran sınırında yani Horasan’da 1 milyonu aşkın Kürt yaşamaktadır.

11. Azerbaycan lideri Haydar Aliyev ailesinin Kürt kökenli Eliyan aşireti mensubu olduğunu da dikkate aldığımızda bu iç-içelik kendisini daha da belli etmektedir.

12. 1946 yılında kısa süreli de olsa İran’da kurulan Azerbaycan ve Kürdistan Demokratik Cumhuriyetleri eş zamanlı olarak ortaya çıkmış ve birbirlerine lojistik destek sağlamışlardır.

Türkiye’nin küresel bir güç olarak ortaya çıkması için yukarıda belirtilen jeopolitik avantajları bir bütün olarak kullanabileceği bir vizyonu ortaya koyması gerekmektedir. Aksi takdirde avantajlar dezavantaja dönüşerek Türkiye’yi içten bölmeye ve kendisini çevreleyen büyük güç merkezlerinin yazdığı senaryolarda rol alan önemsiz bir aktör rolünü kabullenmeye zorlayacaktır.

Türkiye’yi Kuşatan Bölgesel Güç Merkezleri

Dünyamız ulus devletlerden bölgesel güç odaklı bir sisteme doğru hızla evrimleşmektedir. Türkiye dört bir yandan gittikçe güçlenen ve nüfuz alanını genişleten bölgesel güç merkezleri tarafından ablukaya alınmış durumdadır. Bunlara kısaca göz attığımızda önem sırasına göre şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız:

1. Avrupa Birliği

2. Slav-Ortodoks-Sovyet Milliyetçiliği Merkezli Kuşak (Rusya)

3. Şii İslam Merkezli Kuşak (İran)

4. Sünni İslam Merkezli Kuşak (Suudi Arabistan-Pakistan-Endonezya-Malezya-Sudan)

5. Arap Milliyetçiliği Merkezli Kuşak (Mısır-Suriye-Irak)

1. Avrupa Birliği

Gittikçe genişleyen ve güçlenen Avrupa Birliği şu anda 28 üyeli bir devletler topluluğu olarak 500 milyonluk bir nüfusu içinde barındırmaktadır. Dünya GSYİH’nın yüzde 30’nu üreten etkin bir ekonomik güç ve bağımsız devletlerin demokratik entegrasyonunu sağlayan siyasi bir model olarak önem kazanmaktadır. Türkiye, AB’ne tam üyeliği hedefleyerek bu “demokratik entegrasyon” kültürünü edinmeli ve bu tecrübesini Türk Dünyası ülkelerini demokratik, eşitlikçi ve adil bir temelde bir araya getirmek için kullanmalıdır.

Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği durumunda 10-20 yıllık gibi kısa bir sürede nüfus olarak AB’nin en büyüğü olacağı ve bu projeden kazançlı çıkacağı açıktır. Türkiye AB üyeliği girişimini hızlandırmalı, tam üyelik için diplomasiyi iyi kullanmalıdır.

Avrupa Birliği (İlk Sekiz)

Ülke Nüfus (Milyon)

1 Almanya 83

2 Fransa 65

3 İngiltere 61

4 İtalya 60

5 İspanya 46

6 Polonya 38

7 Romanya 21

8 Hollanda 17

TOPLAM 391

Kaynak: Wikipedia

2. Slav-Ortodoks-Sovyet Milliyetçiliği Merkezli Kuşak (Rusya)

Rusya üç yönlü siyasi bir kıskaç ve manevrayla bir yandan “Slav milliyetçiliği” bir yandan “Ortodoks milliyetçiliği” ve bir yandan da “Sovyet milliyetçiliği” yaparak etki alanını alabildiğine genişletmeye ve sahip olduğu statükoyu korumaya çalışmaktadır.

Yakın zamanda yaşanan olaylar Rusya’nın bu üçlü jeopolitik avantajı en iyi şekilde kullanma kararlığında olduğunu göstermiştir. Nükleer güce ve geniş enerji kaynaklarına sahip Rusya’nın Ortak Ekonomik Alan (CIS) gibi projeleri uygulamaya koyarak daha uzun yıllar bu iddiasını devam ettirmesi beklenmelidir.

Türkiye’nin Rusya’nın nüfuz alanına girmesi veya Rusya ile bütünleşmesi elbette düşünülemez.

Rusya’nın Nüfuz Alanları

Ülke Nüfus (milyon)

Slav Milliyetçiliği Rusya 142

Ukrayna 47

Polonya 39

Sırbistan 11

Çek Cumhuriyeti 11

Beyaz Rusya 11

Bulgaristan 8

Slovakya 6

Hırvatistan 5

Makedonya 2

Slovenya 2

Ortodoks Milliyetçiliği Yunanistan 11

Ermenistan 3

Gürcistan 5

Sovyet Milliyetçiliği Özbekistan 27

Kazakistan 16

Azerbaycan 9

Kırgızistan 6

Türkmenistan 5

Tacikistan 7

Romanya 22

Macaristan 10

Letonya 3

Litvanya 4

Estonya 2

Moldova 5

TOPLAM 419

Kaynak: Wikipedia

3. Şii İslam Merkezli Kuşak (İran)

Dünyadaki tüm Müslümanların yüzde 10-15’i Şii’dir. Bu sayı aşağı yukarı 150-190 milyonluk bir nüfusa karşılık gelmektedir. Şii coğrafyasının tam ortasında yer alan İran bu jeopolitik avantajını, kendisini bir lider ülke olarak öne çıkarmak amacıyla değerlendirme kararlılığındadır. Bu anlamda büyük ölçüde başarılı olmuştur. Dünyadaki tüm Şiilerin (Caferi) gözü İran’dadır.

Nükleer güç üretebilen bir İran’ın artık küresel bir güç olarak değerlendirilmesi gerekecektir. İran’ın en büyük hedefi bölgesindeki Şii nüfusu kendi vizyonu etrafında bütünleştirmek ve gerekirse Sünni İslam dünyasından yeni müttefikler kazanarak “İslam Liderliği” hedefine ulaşmaktır. Bu bir bakıma tarihsel Sünni-Şii hesaplaşmasında yeni bir sayfanın açılması anlamına gelecektir. Ancak gelinen aşamada hiçbir Sünni devlet İran’ın etki alanına girmeye istekli değildir. İran tek başına uluslararası bir güç olarak kendisini kabul ettirmiş bulunmaktadır. İran bunu yaparken, etnik değil dini birliği esas almıştır.

Tarihsel gerçekleri dikkate aldığımızda Türkiye’nin İran ile müttefik olması veya birlikte ekonomik, askeri veya siyasi bir vizyon geliştirmeleri mümkün görünmemektedir.

Şii İslam Dünyası

Ülke Toplam Nüfus (milyon) Şii Nüfus (milyon)

İran 82 75

Pakistan 165 33

Irak 26 17

Hindistan 1,000 11

Azerbaycan 8 6

Afganistan 31 6

Suudi Arabistan 27 4

Lübnan 4 2

Kuveyt 2,5 0.7

Bahreyn 0.7 0.5

Suriye 19 0.2

Birleşik Arap E. 2.7 0.2

Katar 1 0.15

TOPLAM 157

Kaynak: Wikipedia

1. Sünni İslam Merkezli Kuşak (Suudi Arabistan-Pakistan-Endonezya-Malezya-Sudan)

Sünni İslam dünyası görüldüğü gibi Çin’den Rusya’ya, Endonezya’dan Fas’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya dağılmış durumdadır. Bu dağınıklık nedeniyle Sünni İslam dünyasının tek bir lider ülke çıkarması imkânsızdır.

Pakistan nükleer güce sahiptir ancak bu gücünü Sünni İslam liderliği için değil ezeli düşmanı Hindistan’a karşı bir caydırıcılık amacıyla kullanmaktadır. Sünni İslam Dünyası kendi içinden bir lider çıkaramadığı için bu eksikliğini bir bakıma 1969 yılında kurulan İslam Konferansı Örgütü ile telafi etmeye çalışmaktadır. Ancak İslam Konferansının dünya politikasında bir ağırlığı ve önemi yoktur. Tek bir barış sağlayamamış tek bir savaşı sona erdirememiştir.

AK Parti iktidarı, 2002’den beri Türkiye’yi Sünni İslam Dünyasının liderliğini yapmak için hamle yapmakta ama her seferinde başarısızlığa uğramaktadır. Bir ara Filistin davasını ön plana çıkararak hatta İsrail ile savaşı göze alarak Filistin davasını sahiplendi ancak tek bir Sünni devleti Türkiye’nin yanında yer almadı. Türkiye, bu girişimde bulunurken Sünni devletlerin Türkiye’nin yanında ve onun liderliği altında toplanacağını varsaymıştı. Ancak bu konuda büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı kesindir. (Özellikle Filistin Devletinin son Suriye operasyonda Türkiye’yi kınaması bu hayal kırıklığını daha da derinleştirmiştir).

Türkiye, Suriye’de iç savaş başlayınca bu kez Suriye’deki Sünni nüfusa liderlik görevini üstlendi, mültecilere koşulsuz kapıyı açtı, bir yandan “insani” bir refleks gösterirken asıl amacı dünya Sünni dünyasına liderlik anlamında bir mesaj vermek idi. Maalesef tek bir Sünni İslam devleti Türkiye’nin bu fedakarlığını önemsemedi, yardımda bulunmadı, Türkiye’yi Sünni dünyasının koruyucusu ve lider ülke olarak tanımadılar.

Geldiğimiz nokta içler acısıdır. 4 milyona yakın Sünni mülteci Türkiye’yi bunaltmış durumdadır. Suudi Arabistan ve diğer petrol zengini Sünni ülkelerden parasal destek almayı umut ederken bu yöndeki hayalleri boş çıkmıştır. Avrupa da kapıları kapatınca durum içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Çaresiz kalan siyasi iktidar bir taşla iki kuş vurma yaklaşımını uygulamaya koymaya karar vermiştir. Bir yandan Kuzey Suriye’de yaşayan Kürt halkının tarihsel yerleşim yerlerini işgal ederek Sünni Arapları bu bölgeye zorla yerleştirerek güvenilir Sünni bir koridor oluşturmak istemektedir. Diğer yandan da Kürt sorununu Türkiye’den uzaklaştırıp Orta-Doğu’ya doğru ötelemek hesabı içine girmiştir. Türkiye bugün Sünni İslam dünyasında ağırlığı ve ciddiyeti olmayan bir konumdadır. Sünni mültecilere çözüm arayışında yalnız kalmıştır. Tek çare mültecileri Kürtlerin tarihsel topraklarına (Rojava) yerleştirmek, bu bölgeyi işgal ederek yerleşim merkezleri oluşturmayı hedeflemektir. Maalesef bu proje başarısızlıkla sonuçlanacaktır çünkü uluslararası siyasetin temel kurallarına aykırı bir öz içermektedir.

Durumu özetlersek:

Şii İslam Dünyası Tek Merkezlidir: İran

Sünni İslam dünyası çok merkezlidir: Pakistan, Endonezya, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye vb

Sünni İslam dünyasından ümidini kesen AK Parti, bu kez Türk milliyetçiliğine sarılmakta, bu siyaseti partinin temel felsefesi olarak geliştirmeye çalışmaktadır. Maalesef Türk milliyetçiliğinin gelişiminin anti-tezi olarak Kürt halkı tümden hedef alınmakta, Kürt düşmanlığı üzerinden bir milliyetçi eksen ve anlayış geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bir Türk’ün ne kadar milliyetçi olduğunu anlamak bir anlamda o kişinin Kürt nefreti ile doğru orantılı bir durum kazanmış bulunmaktadır.

Sünni İslam Dünyası (Nüfusu 10 Milyondan Çok)

Ülke Toplam Nüfus (milyon) Sünni Nüfus (milyon)

Endonezya 196 194

Pakistan 166 128

Bangladeş 148 124

Hindistan 1100 123

Türkiye 80 65

Nijerya 132 57

Mısır 74 55

Çin 1300 36

Cezayir 34 33

Fas 30 30

Afganistan 30 25

Sudan 40 25

Suudi Arabistan 25 22

Özbekistan 24 22

Tanzanya 37 17

Rusya 143 14

Nijer 14 13

Suriye 18 13

Yemen 21 12

Malezya 23 12

Irak 29 10

Senegal 12 10

Tunus 10 10

Fildişi 18 10

TOPLAM 1054

Kaynak: Wikipedia

2. Arap Milliyetçiliği Merkezli Kuşak (Mısır-Suriye-Irak)

24 ülkeden oluşan Arap Dünyası 350 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Mısır, Irak ve Suriye uzun yıllardan beri Arap milliyetçiliğinin liderliği için bazen kendi aralarında yarışmışlar bazen de güçlerini birleştirerek ortak bir güç yaratmaya çalışmışlardır. Mısır eğer nükleer güce sahip olabilseydi Arap Dünyasının belki de tartışmasız lideri olabilecekti.

Şu anda Arap Dünyası kendisini içten ve dıştan kuşatan Şii ve Suni güç merkezlerinin etki alanında kalarak dağınık ve iddiasız bir görünüm sergilemektedir. Arap Dünyası tek bir lider ülke öne çıkaramadığı için bu görevi bir bakıma 1946 yılında kurulan Arap Ligi üstlenmeye devam etmektedir. Türkiye’nin elbette bu merkez ve oluşumda bir iddiası olamaz. Arap Ligi, Türkiye’nin Suriye operasyonuna karşı çıkmış, bir kınama yayımlamıştır.

Arap Dünyası

Ülke Nüfus (milyon)

Mısır 74

Sudan 40

Cezayir 34

Fas 30

Irak 29

Suudi Arabistan 25

Suriye 18

Tunus 10

Somali 8

Filistin 7

Ürdün 6

Libya 6

Lübnan 4

Kuveyt 3

TOPLAM 294

Kaynak: Wikipedia

Türkiye’nin Yeri?

Türkiye yukarıda genel özellikleri verilmiş olan bu güç merkezlerinden hangisine yakın durmalı veya hangi grup içinde “liderlik” şansını yakalaması mümkündür diye sorguladığımızda en mantıklı cevap olarak “Sünni İslam Dünyası” tezi öne çıkmaktadır.

Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Sünni İslam dünyası çok dağınıktır ve Türkiye nüfus olarak bu grup içinde 5’nci sıradadır. Gerek silah gücü (nükleer) gerek nüfus gerekse de ekonomik olarak daha üstün rakipleri karşısında Türkiye’nin bu grupta liderlik şansı yoktur. G-8 türü yapılanmalar mümkün olsa da Türkiye’nin bu oluşumlarda gündemi belirleyecek bir liderlik şansına sahip olmazı zor görünmektedir.

Türkiye’nin etrafını kuşatan bu bölgesel güç merkezlerinin ortasında tarafsız ve hepsine eşit uzaklıkta “nötr” bir yapıda kalma şansı var mı diye sorguladığımızda dış güçlerin Türkiye’ye müdahale şansı artmaktadır. Eğer Türkiye bölünmek ve büyük güç merkezlerine yem olmak istemiyorsa yeni bir çıkış yolu bulmak zorundadır.

Türkiye’nin Batı’dan tamamen vazgeçerek Rusya, Çin veya Hindistan gibi küresel güçlerle bütünleşmesini öneren stratejisiler olduğunu biliyoruz. Böyle bir ihtimalin olabilirliğini

incelediğimizde görüyoruz ki nüfus, nükleer silah, ekonomik güç faktörleri dikkate alındığında tek başına bir Türkiye’nin bu süper güçlerle eşit koşullarda işbirliği yapmasının imkânsız olduğunu ve hatta bu güçler tarafından tamamen yutulabileceğini söyleyebiliriz.

O halde Türkiye savunmacı ve tepkici siyaset izlemek yerine kendisini çevreleyen güç merkezlerine alternatif olarak“demokratik liderlik” anlayışı temelinde yeni bir denge gücü oluşturmalı ve buna uygun bir vizyonu tanımlayarak uygulamaya koymalıdır.

Burada ortaya çıkan en önemli soru şudur: Bu yeni vizyon ne olmalıdır?

Ulus Devlet Gerçeği Ve İki Yönelim

Küreselleşmenin hız kazanmasıyla ulus devletlerinin geleceği tüm dünyada sorgulanmaya başlandı. Bazı siyaset bilimcileri ulus devletlerin sonunun geldiğini ilan etti bazıları da ulus devletlerin bir nitelik değişimine uğrayarak küreselleşmeye direnç göstereceğini iddia etti.

Küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı en önemli olgulardan biri de ulus devletlerin kendi içinde yer alan mikro etnik, dini ve diğer sosyal kimliklerin önem kazanarak güç kazanması ve içinde bulundukları ulus devletin varlığıyla çatışmaya girmesidir. Türkiye gibi içinde farklı etnik ve dinsel kimlikleri barındıran ulus devletler bu talepler karşısında çaresiz kalmakta ve ülkenin kaynak ve imkânlarını bu değişim isteklerini kontrol altına almak için harcamaktadırlar.

Bu aşamada sorulması gereken soru şudur: Türkiye hep savunmada kalarak tüm enerjisini bu değişim isteklerini kontrol altına almaya mı devam etmeli yoksa ulus-üstü bir vizyon ortaya koyarak bir yandan bu değişim isteklerinin ülke bütünlüğüne demokratik entegrasyonunu hızlandırırken diğer yandan tarihsel koşulların ve jeopolitiğin kendisine yüklediği rolü en iyi şekilde kullanarak bölgesinde ve dünyada küresel bir güç olmanın temel ideolojisini ve yol haritasını mı ortaya koymalıdır? Bu ideoloji ve vizyon ne olmalıdır?

Bu sorunun cevabı nettir: Türk ve Kürt Dünyasının, Türkiye liderliğinde birbirine demokratik entegrasyonudur.

Türk Ve Kürt Dünyasının Entegrasyonu

Avrupa’dan Çin’e uzanan coğrafyada Türk ve Kürt Dünyasının stratejik beraberliği bir çekim merkezi olacaktır. Türkiye bu coğrafyadaki Kürt nüfusunu göz ardı edebilir mi veya önemsiz görebilir mi?

Dünyada en büyük Kürt nüfusuna sahip ülkenin Türkiye ve Kürt nüfusunun en yoğun olduğu ilin İstanbul olduğu dikkate alındığında Türkiye’nin bölgedeki Kürt nüfusunu dikkate almayan bir stratejisinin başarılı olabileceğini söylemek zordur. Eğer Kürt nüfusu bu genel stratejinin temel ortağı olarak görülmediği takdirde bölgedeki veya bölge dışındaki küresel güç merkezlerinin Kürtleri Türkiye’yi içten zayıflatmak amacıyla kullanmalarına fırsat tanınmış olacaktır.

Türk Dünyası

Ülke Nüfus (milyon)

Türkiye 80

Özbekistan 27

Kazakistan 16

Azerbaycan 9

Kırgızistan 6

Türkmenistan 5

TOPLAM 143

Kaynak: Wikipedia

Dünyada Kürt Nüfusu

Ülke Nüfus

Türkiye 16

İran 6

Irak 6

Suriye 2

Diğer ülkeler 4

TOPLAM 34

Kaynak: Wikipedia

Bölgedeki Türk ve Kürt Dünyasının genel görünümüne göz attığımızda aşağıdaki durumla karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz.

Kürt Dünyasının Açmazı

Kürt Dünyası paramparça ve birbirinden tamamen kopuktur. Kürt Dünyasının öne çıkan ve dünyada kabul gören en önemli siyasi oluşumu Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimidir. Önümüzdeki yıllar Kürtler, Arap ve Şii Güç Merkezlerinden geri dönüşümü olmayacak şekilde hızla uzaklaşacaklardır veya buna zorlanacaklardır. Bu yüzden bölgede yalnızlaşan Kürtlerin önünde iki seçenek kalacaktır: Amerika ve İsrail’in yörüngesine girerek “ileri karakol” olmak ya da Türk Dünyasına entegre olmaktır.

Türk Dünyasının Hassasiyeti

Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk Dünyası üçlü bir kıskaç içindedir. Bir yandan liderliğini Rusya’nın yapmış olduğu Sovyet milliyetçiliği, bir yandan liderliğini İran’ın yaptığı Şii İslam ve bir yandan da Sünni İslam güç merkezleri tarafından sürekli etki altında bırakılmaktadır. Bu durumda Türk Dünyasının bu etkilerden kurtulup Türkiye liderliğindeki bir projeye destek verip veremeyeceği sorusu ön plana çıkmaktadır.

Eğer Türkiye, AB modelinde olduğu gibi demokratik bir entegrasyon projesiyle ortaya çıkarsa Türk Dünyası buna evet diyebilecektir. Aksi takdirde 1990’lı yıllarda yaşandığı gibi Türkiye’nin kendisini Türk Dünyasına “abi” olarak empoze ettiği “anti-demokratik” anlayışı tekrar ederse sonuç yine hüsranla bitecektir. Nasıl ki AB projesi Fransız veya Alman ulus devletini, kimliğini veya kültürünü yok etmediyse benzer şekilde Türkiye’nin yeni projesi de Türk Dünyası devletlerinin bu hassasiyetini tehdit etmemeli, onları daha üst bir düzlemde bir araya getirme umudunu yaratmalıdır.

Türkçe Bir Dünya Dili Olabilir

Kürt dili beş bağımsız dilden ve onlarca alt-diyalektten oluşmaktadır. Zazaca konuşan bir Kürdün, Soranca veya Kurmançça konuşan bir Kürdü anlaması büyük ölçüde imkansızdır. Kürt Dünyasının ortak kullanabileceği bir dil henüz oluşmuş değildir. Yakın zamanda da böyle bir dil birliğinin oluşması mümkün görünmemektedir.

Türk Dünyasına bakıldığı zaman da benzer bir tabloyla karşılaşmaktayız. Türkiye Türkçe’siyle konuşan birinin Kazakça veya Özbekçe konuşan birisini anlaması mümkün değildir. İşte bu koşullarda Türkiye Türkçesi, Türk ve Kürt Dünyasındaki tüm bu grupları bir araya getiren ve haberleşmelerini sağlayan ortak resmi dil olabilir, bu şekilde Türkçe; İngilizce, Rusça ve İspanyolca gibi bir dünya dili seviyesine çıkabilir.

Küresel Güç Olma Yolunda Türkiye’nin Yol Haritası

Türkiye’nin önünde duran yol haritası kaba çizgilerle şöyle tanımlanabilir:

1. Demokrasi ve özgürlükleri genişleten; köklü sosyal, ekonomik ve kültürel açılımları yaparak ülkedeki tüm sosyal kimliklerin demokratik entegrasyonunu sağlayan siyasi bir iradenin var olması,

2. AB’ye tam üyeliği hedefleyerek demokrasi ve özgürlük kültürünün içselleştirilmesi, AB benzeri “demokratik bir entegrasyon modelinin” Türk Dünyasına önerilmesi,

3. Türkiye ve Türk Dünyası ülkelerinin demokratik entegrasyonunun sağlanması,

4. Kürt Dünyası ile Türk Dünyasının demokratik entegrasyonunun sağlanması.

Sonuç

Türkiye’nin önünde iç ve dış olmak üzere iki büyük hedef durmaktadır. İçte; demokrasiyi ve özgürlükleri genişletmek, sosyal adaleti yerleştirmek, Türkiye’yi bir AR-GE toplumuna dönüştürmek, ülkeyi ve toplumu yeniden yapılandırarak bir refah toplumu yaratmaktır. Dışta; Avrupa Birliği projesini kararlılıkla takip ederek tam üyeliği hedeflemek ve nihayet“Türk ve Kürt Dünyasının demokratik entegrasyonu” tezine yaşam kazandırmaktır.

Refah toplumu ve AB üyeliği hedefleri nedeniyle bu tarihsel görev daha çok sosyal demokrat veya ılımlı demokratların üzerine düşmektedir. İçte ve dışta büyük düşünebilen ve bu değişimi yönetebilecek pragmatist ve cesur bir lidere olan ihtiyaç kendisini her geçen gün daha da hissettirmektedir.

Çin’den Avrupa’ya uzanan kuşak boyunca iç içe yaşayan Türkleri ve Kürtleri eşit koşullarda birleştiren ve bütünleştiren, Kürdistan ve Turan: Tek Vatan, diyebilecek cesur siyaset adamlarına ihtiyaç vardır.

Güpegündüz eline fener alarak Atina sokaklarında dolaşan Yunanlı filozof Diyojen’e ne yaptığı sorulduğunda, elindeki feneri insanların yüzüne tutarak “Adam arıyorum, adam” diye cevap verir. Biz de vizyonu geniş, demokrasiye inanmış, Türk-Kürt kardeşliğini Çin’den Avrupa’ya taşıyacak, sorunları çözecek siyaset adamları arıyor durumundayız.

*Iğdır Doğuş Gazetesinden Yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar Iğdır Doğuş Gazetesinin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.

 260 Toplam Görüntülenme