RAMAZAN FIKRALARI

Çocukluk yıllarımda gazete ve mecmualarda (dergilerde) mutlaka Ramazan Fıkraları olurdu. Zevkle okurdum. Oruç tutmazdım ama bir oruçlu gibi İftar Vaktini dört gözle bekler, ön balkondan Iğdır Merkez Camisinin şerefesine gözümü diker, ışıkların yandığını görünce, “İftar oldu! İftar oldu!” diye bağırarak, müjdeli haberi ev ahalisine duyururdum.

Ne yazık ki ne eski Ramazanlar kaldı ne de o heyecan! Bugünkü yazımı, çocukluk yıllarımın güzel Ramazan günlerine atfediyorum.

HAMİT HUN KİMDİR?

1921 Iğdır doğumlu Hamit Hun, Geloî Aşireti lideri Ahmed Şemo’nun oğlu, Mecit Hun’un abisidir. İstanbul’daki lise eğitimini yarım bırakıp Iğdır’a döner, ticaret yaparak hayatını kazanır. 1997’de Iğdır’da vefat eder. Karakuyu Köyü mezarlığına defnedilir. Allah rahmet eylesin!

(NOT: Aşağıdaki anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.)

BİRİNİ ÖLDÜRECEĞİM

Bir zamanlar Iğdır merkeze bağlı bir dağ köyünde, yer ve çayır paylaşımı nedeniyle kavga olur, bir kişi ölür. Olayların daha fazla büyümesinden korkan köyün ileri gelenlerinden birisi, atına atlar, yanına da yedek bir at alıp, aynı aşirete mensup, herkesin saygı duyduğu Hamit Hun’un yanına gider:

“Hamit Bey, köyümüzde çok tehlikeli bir durum var. Silahlı çatışma oldu. Bir kişi öldü. Ölenin akrabaları da boş bir mezar kazmış, ‘Sizden birisini öldürüp bu mezara koymadan bize rahat yok,’ diye yemin etmişler.”

Hamit Hun, bunca uzak yolu atla gitmekten elbette hoşnut kalmaz ama akrabalarına da yardım etmeyi kendisine bir görev sayar, ata atlar, birlikte köye varırlar. Hamit Hun, ölenin ailesinin evine gider, başsağlığı diler, bir köşedeki mindere oturup hem çayını yudumlar hem de yol yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışır.

Ölenin bir kardeşi, elinde silahla avluda dolaşmakta, çılgınlar gibi bağırmaktadır:

“Ez ê yekî bikujim! Ez ê yekî bikujim!” (Birini öldüreceğim! Birini öldüreceğim!).

Sesi, yeri göğü inletmektedir. Başsağlığına gelenler ne olur ne olmaz korkusuyla sessizce odayı boşaltıp giderler. Hamit Hun, ölenin babasıyla odada yalnız kalır ama ölenin kardeşi avluda durmadan bağırıp durmaktadır.

Hamit Hun, babadan bir istekte bulunur:

“Sana zahmet, Cami Hocasından bir kişilik kefen bezi getir!”

Adam, anlam veremez ama Hamit Hun’un isteğini de kıramaz. Çok geçmeden elinde bir tomar kefen beziyle geri döner, Hamit Hun’a uzatır. Hamit Hun, ayağa kalkar, soyunur, üzerinde sadece donu kalır. Kefen bezini de üzerine örter, tekrar istekte bulunur:

“Avludaki oğlun sabahtan beri ‘Birini öldüreceğim’ diye bağırıp duruyor. Nasıl olsa kazılmış hazır bir mezar var. Ben de bu sabahleyin yıkanmıştım. Kefenimi de giyindim. İşiniz kolay! Gelsin beni öldürsün, hiç olmasa biraz rahatlasın. Zavallı çok yoruldu!”

ADANA KARPUZU

Iğdır’da akşam olmak üzeredir. O yıllar gazeteler akşam otobüsüyle Iğdır’a ulaşırdı. Hamit Hun, gazete tomarını koltuğunun altına koyup, eve doğru yol alırken, yol kenarında Adana’dan getirilmiş bir kamyon dolusu karpuzun satıldığını görür. Yılın turfanda karpuzudur. Alıp almamakta tereddüt eder. “Eve kadar taşıması kolay olmayacak,” diye iç geçirir ama nefsi ağır basar, satıcının uzattığı orta boy karpuzu kontrole gerek kalmadan satın alır.

Bir koltuğunun altında gazete tomarı, bir koltuğunun altında karpuzla zorlukla yol alırken, şansına uzaktan akrabası bir genç yardımına koşar, karpuzu taşımak için izin ister. Hamit Hun, karpuzdan kurtulduğu için memnundur. Gençle sohbet eder. Ailesinin durumunu sorar. Geçen yıl attan düşüp belini kıran babasının sağlık durumunu merak eder.

Bir zaman yürürler. Hamit Hun tekrar sessizliği bozar:

“Ne iş yapıyorsun?”

“Amca, bir işim yok! Günüm dernekte geçiyor.”

“Ne derneği?”

“Iğdır Halk Derneği.”

“Dernekte ne yapıyorsunuz?”

“Türkiye’de devrim yapmak için hazırlık yapıyoruz.”

“Allah kısmet ederse devrim ne zaman olacak?”

“Amca, biraz daha bekleyeceğiz. Lenin diyor ki, devrim bir karpuza benzer. Olgunlaşmadan yenirse tadı olmaz; üstelik paranız yani emeğiniz de boşa gider. Her şeyin bir zamanı vardır. Nasıl ki karpuzu parmakla tıklatıp olgunlaştığına karar veriyorsak, biz de devrimci parmaklarımızla işçi sınıfını tıklatıp hazır olduğuna karar vereceğiz.”

Konuşmalar bu yönde devam ederken Hamit Hun’un evine varırlar. Genç adam karpuzu Hamit Hun’a uzatırken el beceriksizliği olur, karpuz yere düşer, ikiye ayrılır. Rengi bembeyazdır. Belli ki henüz olgunlaşmamıştır.

Hamit Hun, kendi kendine söylenir:

“Bundan sonra alışverişe gitmeden önce Lenin’i okumakta yarar var!”

BİZANS ALTINI

Hamit Hun, liseye Kars’ta başlar. Bir gün okul müdürüyle arasında tatsız bir olay yaşanır. Hiçbir devlet okulunda okumaması koşuluyla tasdiknamesi verilir. Babası Ahmed Şemo, olaya üzülür ama oğlunun eğitimine devam etmesini istediği için İstanbul’daki özel bir liseye kaydını yaptırır.

Ağrı Dağı eteğindeki Korhan Köyü, Geloylu Aşiretinin efsanevi liderlerinden Mihê Kazak’ın bir anlamda kartal yuvasıdır.

Bir gün, Korhan köylüsü bir akrabası, Hamit Hun’un yanına gelir. Önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyler. Uzak bir masada baş başa verip konuşurlar. Köylü, gizliden altın bir sikkeyi Hamit Hun’un avucuna sıkıştırır:

“Çobanımız kar suyunun içinde bulmuş. Bu nedir?”

Ağrı Dağı’nda bulunan Bizans sikkelerinden bir örnek (arka ve ön taraf)

Hamit Hun, gözlüğünü çıkarır, sikkeyi evirir çevirir, üzerindeki işaretleri inceler, sonra da kafasını üzgün bir şekilde iki yana sallar:

“Bana haksızlık etti! Şimdi bu sikkeyi alıp götüreceksin, O’nun gözüne sokacaksın!”

Köylü, konuşmaya anlam veremez, sorar:

“Kimin gözüne?”

“İstanbul’daki Tarih Hocamın gözüne!”

“Ne oldu?”

“Beni bir gün sözlü sınavına kaldırdı. Bizans Devletinin sınırlarını sordu. Ben de, ‘Ta Ağrı Dağı’na kadar uzanıyor’, dedim. Hocam, sinirlendi, ‘Bizans Devleti Ağrı Dağı’nda hiçbir zaman var olmadı, otur yerine, SIFIR,’ dedi. Hoca’nın bu haksızlığı yüzünden moralim bozuldu, dersleri boş verdim, liseyi yarım bırakıp Iğdır’a geri döndüm.”

Köylü, sessizleşir ama sormadan da edemez:

“Ben şimdi bu sikkeyi ne yapayım?”

“Sana zahmet otobüse atla İstanbul’a git. Hocanın adını vereceğim. Eğer O’nu bulursan sikkeyi O’nun gözüne sok, yok eğer bulamazsan Kapalı Çarşı’ya git, sikkeyi sat. Çok para eder. Bana bir gömlek, bir çift ayakkabı, eşim Fatma’ya da bir eşarp alıp gelirsin.”

HAFIZ-I ŞİRAZİ (ŞİRAZLI HAFIZ)

Şirazlı Hafız, 14’ncü yüzyılda yaşamış İslam dünyasının en büyük şair ve yazarlarındandır. İran’ın olduğu kadar bütün Doğu dünyasının en büyük filozof şairlerinden birisi olarak kabul edilir. İranlılar için Hafız önemli ve saygı duyulan bir isimdir. Nevruz Bayramında bereket sembolü olarak HEFT SİN töreni yapılır. Yani Arapça SİN harfiyle (yani S harfiyle) başlayan yedi eşya bir tepsiye konur:

  1. Sib                        Elma
  2. Sir                        Sarımsak
  3. Senced                 İğde
  4. Sabze                   Yeşil buğday çimi
  5. Samenu               Buğday tatlısı
  6. Sikke                    Para
  7. Somak                 Sumak
Hafız’ın Divanı ve Heft Sin

Tepsinin yanına ayrıca Hafız’ın Divan’ı özenle yerleştirilir. Bazen de sevilen bir şiirinin olduğu sayfası açık bırakılır.

Hamit Hun da filozof şair bir ruha sahipti. Hafız hayranıydı. Zaten ezberinde İran ve Osmanlı Edebiyatından yüzlerce şiir vardı. Zor anlarda meramını şiirle açıklamaktan ve cemaatin dikkatini üzerine toplamaktan zevk alırdı.

Bir gün Hamit Hun, barış yapması için malum kan davalarından biri için yapılan bir toplantıya davet edilir. İki tarafın önde gelen isimleri geniş bir salonda, yer minderlerine otururlar. İki taraf da birbirlerine bilenmiş, barışı boşa çıkarmak için yapılacak her öneriyi reddetmeye hazır şekilde, ciddi bir yüz ifadesiyle konuşmanın başlamasını beklemektedirler.

Hamit Hun, giriş konuşmasını yapar. İyilikten, güzellikten, barıştan, huzurdan bahseder ama iki taraf da söylenenleri duymayacak kadar içlerindeki kin duygusuna teslim olmuşlardır.

Hamit Hun, bir fırsatını bulur, Hafız’dan bir beyti Farsça okur:

Âsâyiş-i do gîtî tefsîr-i in do harf est

Bâ dûstân mürüvvet, bâ doşmenân mudârâ.

Hamit Hun’un tok ve ahenk dolu sesi odada yankılanır. Taraflar kendilerine biraz çeki düzen verirler. Birisi ileri atılır, şiirin anlamını sorar. Hamit Hun da şiiri Kürtçeye çevirir. Şiirin Türkçesi şöyledir:

İki dünya huzuru, şu iki sözde gizli:

Dostlarla iyilik, düşmanlarla geçim

İki taraf da şiirin felsefi anlamından etkilenmiş gibidirler. Hatta bazıları başlarını öne eğip, derin düşüncelere dalar. Hamit Hun, zafer kazandığını artık tarafları barışa ikna edeceğine inanır. Konuya geri döner. Ancak, talihsizlik bu ya, ortalık tekrar kızışır, taraflar karşılıklı olarak yüksek sesle birbirlerini suçlarlar. Hamit Hun, tekrar söz ister, Hafız’dan ikinci bir beyit okur.

Der kûy-i nîknâmî mâ râ gözer nedâdend

Ger tu nemîpesendî, tağyir kun kazâ râ.

Hamit Hun’un tok ve ahenk dolu sesi tekrar odada yankılanır. Tekrar sessizlik olur. Yine birisi öne atılır, şiirin anlamını sorar. Hamit Hun da şiiri Kürtçeye çevirir. Şiirin Türkçesi şöyledir:

Vermediler bize geçit iyilik mahallesinde

Beğenmiyorsan eğer sen değiştir kaderi

Sonra da ayağa kalkar, ayakkabısını giyer, kendisini getiren taksiye binip sessizce uzaklaşır.

Rivayete göre, taraflar Hamit Hun’un şiirinden o kadar etkilenirler ki O’nun gıyabında barış yapalar, Hamit Hun’un evine de hediye olarak iki koç gönderirler.

CENNET Mİ CEHENNEM Mİ?

Hamit Hun’un eşi Fatma Hanım, işlerinin yoğun olduğu günler sert ve haşin bir mizaca bürünür. Yine böyle bir günündedir.

Hamit Hun, özel uçağına doğru yürür, merdivenleri çıkar. Fötrünü çıkarıp kendisini uğurlamaya gelen gazeteci ve coşkulu kalabalığı selamlayarak veda eder. Uçak havalanır, uzun bir yolculuktan sonra ABD’nin Başkentine iner. Başkan Kennedy ve kurmayları Hamit Hun’u coşkuyla karşılarlar. Hamit Hun, başkentte birkaç gün unutulmaz günler geçirir.

Başkan Kennedy

Tekrar özel uçağına biner, fötrünü çıkararak kendisini uğurlamaya gelen Başkan Kennedy ve kalabalığı selamlayarak veda eder. Yine uzun bir yolculuktan sonra uçak bu kez Pekin havalimanına iner. Geniş alnı, şapkasında kızıl yıldızı ve elinde purosuyla Mao Zedung ve kurmayları Hamit Hun’u coşkuyla karşılarlar. Hamit Hun, Pekin’de muhteşem günler geçirmektedir.

Başkan Mao Zedung

O an Hamit Hun, böğrüne bir dirsek darbesi alır, rüyadan uyanır, Fatma Hanım sert dille uyarır: “Biraz o tarafa kay! Karyolada yatacak yer yok!”. Hamit Hun, biraz sağa doğru kayar. Çok geçmeden kendisini yine rüya aleminin içinde bulur ama rüyanın kalitesi biraz düşmüştür.

Bu kez Orta-Asya’dan Bağdat’a doğru giden Moğol Ordusunun içinde atlı bir süvaridir. Savaşlar, ölümler derken, nihayet dünyanın incisi Bağdat şehrine varırlar. Hamit Hun’un keyfine diyecek yoktur. Görülmemiş saraylar, bağlar, bahçeler, yemekler..

Derken bağrına bir dirsek darbesi daha alır. Rüyadan uyanır. Eşi, yine sert dille uyarır: “Biraz daha sağa kay!”

Hamit Hun, sağa kayar, çok geçmeden tekrar rüya alemine geri döner ama rüyanın kalitesi biraz daha düşer.

Bu kez, kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat Köprüsünde yürümektedir. Yol ayrımında önüne bir zebani çıkar. Elinde tütün sarmakta, pis pis gülerek Hamit Hun’a bakmaktadır:

“Oooh! Hamit Bey hoş geldiniz! Sağa mı sola mı gitmek istersiniz?”

“Sağda ne var solda ne var?”

“Sağda Cennet solda Cehennem var.”

Hamit Hun, rüya görmeye devam ederken gayri ihtiyari sağa doğru adım atar, karyoladan düşer, kendisini yerde bulur. Rüyadan uyanır. Etrafına bakınır. Eşi, mışıl mışıl uyumaktadır. Kendi kendine söylenir:

“İyi ki sağa doğru adım attım, eğer sola doğru adım atsaydım, halim Cehennemden daha beter olacaktı.”

AZERİ VE KÜRT MATEMATİĞİ

Memo isimli Kürt, Nisan’da yaylaya çıkacaktır. Yunus isimli Azeri komşusuna öneride bulunur:

“Yunus kirve! Yaylaya gidiyorum, havanın durumuna göre 5-6 ay yaylada kalacağım. On tane koyun alsan, ben bakarım. Yavruları falan olacak. Sonbaharda bu işten karlı çıkarsın.”

Yunus da on koyun alır, Memo’ya teslim eder.

Sonbahar olur. Memo ve Yunus bir çayhanede masada oturmuş hararetli hararetli tartışmaktadırlar. Yunus durmadan, “Benim bu işten kârım ne oldu?” sözünü tekrarlayım durmaktadır. İşin içinden çıkamayınca az ötede oturan Hamit Hun’dan yardım almaya karar verirler.

Hamit Hun, misafirlerini rahat ettirir, sorunlarına kulak verir. Yunus olup biteni anlatır, ekler: “Memo kirvenin sözüne inanıp 10 koyun alıp verdim. 10 koyun yavrulamış, 10 tane de dişi kuzu olmuş. Bana 20 tane koyun vereceğine 10 koyun veriyor. Benim bu işten kârım ne?”

Hamit Hun gülümser:

“Yunus kirve, bu işten 10 koyun kârın var ama farkında değilsin!”

“Nasıl?”

“Azeri matematiği ile Kürd’ün matematiği aynı değil. Siz toplayarak hesap yapıyorsunuz, Kürtler de çıkararak hesap yapıyor.”

“Anlamadım!”

“Memo, altı ay yaylada kalmış. Bakmış sonbaharda senin 20 koyunun olacak, matematik hesabı tam tutsun diye her ay senin bir kuzunu kesip yemiş. Dört kuzuyu da ‘çoban hakkı’ olarak alıkoymuş.  Geriye senin ona verdiğin 10 koyun kalmış, onları da getirip sağ salim sana teslim etmiş. Dua et ki Memo son çıkarma işlemini yapmamış. Ya deseydi, koyunlar uçurumdan atlayıp telef oldu! O zaman eli boş kalacaktın.”

AŞAĞI ÇAMURLU KÖYÜ

Iğdır’ımızda Aralık İlçesine bağlı Aşağı ve Yukarı Çamurlu ismiyle bilinen iki köyümüz vardır. Merhum Hacı Ömer Şark, Aşağı Çamurlu köyünde geniş arazilere sahipti. O yıllar tarla olarak kullanılmıyor, doğal olarak büyüyen çayırlar kesiliyor, balya haline getirilip kamyonlarla daha çok Karadeniz bölgesine gönderilirdi. Bölgenin bir kısmı bataklık olduğu için hem çayırdan hem de bataklıktan dolayı, devasa sivrisinekler akşama doğru ortalığı doldurur, vızır vızır kulak dibinde uçuşur, insandan et koparır gibi ısırırlardı.

Bir gün Hacı Ömer Şark (oğlu, kardeşleri ve torunları Alagöz soyadını almıştır) çok sevdiği Hamit Hun’u Aşağı Çamurlu köyünde bir gece geçirmeye davet eder. Kebap kokusunu alan Hamit Hun da teklifi seve seve kabullenir.

Öğlen sonrası biçilmiş çayırda dolaşırlar. Ancak Hamit Hun, sıcağa dayanamayınca gölgeye çekilirler. Ayran içip sohbet ederler. Güneş de yavaş yavaş batmaktadır.

Hacı Ömer Şark, kuzunun kesilmesini ve kebap servisi yapılmasını emredince Hamit Hun’un içine mutluluk dolar. Kebap hazırlanıncaya kadar güneş de solgun ışıklarıyla yavaş yavaş batar. Gün boyu uyuyan sivrisinekler de yavaş yavaş uykularından uyanıp, kurban arayışı için uçuşmaya başlarlar.

Kebaplar tam sofraya ikram edileceği sırada, sivrisinekler de koloni halinde, sağanak yağmur gibi Hamit Hun’un üzerine çökerler. Hamit Hun, bir eliyle etinden et koparan sivrisinekleri uzaklaştırmaya çalışırken bir eliyle de çok sevdiği kebabı atıştırmaya çalışır.

Ancak zaman geçtikçe sivrisinekler öylesine çoğalır, öylesine arsızca hücuma geçerler ki Hamit Hun, kebabı unutur iki eliyle sivrisineklerle boğuşmaya başlar. Bütün bunlar olurken, Hacı Ömer Şark, sivrisineğe alışkın olduğu için umursamadan, iştahla kebabını yemektedir.

Ertesi gün Iğdır’a dönerler. Aradan birkaç gün geçer. Hamit Hun, evine doğru giderken, fabrikasının önündeki iskemleye oturmuş olan Hacı Ömer Şark, Hamit Hun’u çay içmeye davet eder. Bir iskemle de Hamit Hun’a getirilir. Hacı Ömer Şark övünçle sorar:

“Bizim kuzuların eti lezzetli miydi? Memnun kaldın mı?”

“Hacı, yediğimden fazla eti sivrisinekleriniz benden koparıp yedi. Asıl sivrisineklere sormanız gerekir. Acaba Hamit Hun’un etinden memnun kaldılar mı?”

Hepinize hayırlı ve mutlu Ramazan günleri diliyorum. Saygılarımla