MANDELA VE ÖCALAN

DEĞERLİ OKUYUCULARIM:Bu yazı iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm olan Mandela ve Öcalan yazısını iki hafta önce yazdım, gazete köşemde yayımlamak istedim. Gazete sahibi yazıyı yayınlayamayacağını söyleyince yazı elimde kaldı. Bugün birinci bölümde, iki hafta önce yazdığım yazıyı dikkatinize sunacağım. İkinci bölümde, Iğdır’daki bugünkü siyasi durumu değerlendireceğim. Yazı çok uzundur. Sonuna kadar okumanız elbette tek dileğimdir.

BİRİNCİ BÖLÜM: MANDELA VE ÖCALAN Öncelikle bu makaleyi niçin kaleme aldığımı bütün samimiyetimle okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Annem 5 Eylül 2019 tarihinde Ankara’da vefat etti. Vasiyeti üzerine Iğdır’ın Karakuyu köyü mezarlığına defnettik. Aradan yaklaşık bir ay geçtikten sonra eşimle Iğdır’a gidip mezarı yaptırmak istedim. Önceleri mezar yaptırmak için en az altı ay beklemek gerekiyordu ama şimdi özel beton bloklar kullanıldığından buna gerek kalmıyordu.Bir akşam eşimle birlikte kiraladığımız arabayla Karakuyu köyü mezarlığına gittik. Mezarı yapacak usta bizi bekliyordu. Sohbet ederken birkaç mezar ötede yeni bir mezarın kazıldığını gördüm. Üstelik mezarı kazan şahıs annemin de mezarını kazmıştı. Yanında 3-4 kişi daha vardı. Selam verip yanlarına yaklaştım. “Allah rahmet etsin!” dedim. Genç birisi sessiz ve üzgün bir ses tonunda “Sağol!” dedi. “Vefat eden kim?” diye sorduğumda, aynı genç yine sessiz ve üzgün ses tonunda cevapladı: “Atila!” Elbette Atila’yı tanımıyordum. Soyadını bile söylememişti. Bildiğim tek şey bu mezarlıkta yatanların hepsi benim akrabamdı. Gêloî aşiretinin en büyük mezarlığıydı. Annem, babam, nenelerim, dedelerim, kuzenlerim ve aşiretim burada ebedi istirahatgaha çekilmişti. Atila’yı şahsen tanımıyordum ama şecere hesabına girsem altıncı veya yedinci dede akraba olduğumu biliyordum.“Vefat nedeni neydi?” diye sorduğumda genç cevapladı: “Dağda çatışmada ölmüş! Muhtara haber vermişler. Cenazeyi yola çıkarmışlar. Gece yarısı burada olacak”. “Başsağlığı” temennisinde bulunup, annemin mezarını yapacak ustanın yanına döndüm. Neler yapılması gerektiğini netleştirdik. Mezar taşı hazır olduğu için sabahleyin çok erken bir saatte gelip mezarı bitireceğini söyledi. Eşimle otele döndüm. Ertesi gün kahvaltıdan sonra Karakuyu köyü mezarlığına geri döndük. Usta, verdiği sözüne bağlı kalmış annemin mezarını erken bir saatte bitirmiş ve oradan ayrılmıştı. Gözüm Atila’nın mezarına ilişti. Gece yarısı defnedilmişti. Mezarının başında 15-17 yaşlarında iki genç vardı. Birisi ayak taşına diğeri baş taşına sarılmış ve ağlamaktan yorulmuş gözlerle öylece kalakalmışlardı. Yanlarına yaklaştım. Fatiha okuyup tekrar başsağlığı diledim. Gençler kafalarını bile kaldırmadılar. “Genç miydi?” diye sordum. “Evet!” cevabını aldım. Daha fazla zorlamak istemedim. Eşimin yanına döndüğümde içimde derin bir kızgınlık vardı. Anlaşılması ve tarif edilmesi zor bir kızgınlık… Arabaya binip otele döndük. Yatağa girip düşüncelere daldım. Bu makaleyi Karakuyu köyü mezarlığında sessizce yatan Atila isimli gence ithaf ediyorum. Allah rahmet etsin!GİRİŞZor bir yazıyı kaleme aldığımı biliyorum çünkü siyasi olaylar ve siyasi partiler karşısında herkesin kendisine göre bir bakış açısı ve değerlendirmesi vardır. Bu bakış açısı bazıları için değişmez şekilde zihinlerinde kök salmıştır. Değiştirmek imkânsızdır. Birisi onu değiştirmeye veya eleştirmeye kalktığı zaman bilinçsiz bir tepki gösterir. Çünkü yıllardır belli bir düşünceye inanarak bedel ödemiştir veya ödemeye devam etmektedir. Ya ailesinden birisi ya amcaoğlu ya teyze oğlu ya köylüsü ya arkadaşı çatışmalarda öldürülmüştür. Ölüm kolay kabullenilen bir durum değildir. Sağduyuyu yok eder, intikam duygusunu güçlendirir. Aşağıdaki yazıyı okuyan okuyucularımın tepkisinin bazen olumlu bazen olumsuz olacağını tahmin edebiliyorum. Benim bir aydın olarak görevim bedeli ne olursa olsun gördüklerimi analiz etmek ve düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmaktır. O halde PKK hareketini geçmişten bugüne ele alabiliriz.Unutmayalım ki PKK hareketi 1978 yılından beri Türkiye siyasetinde aktif bir rol oynamaktadır. Aslında PKK hareketinin ilk tohumları 1973’de atıldığı için 47 yıldır varlığını devam ettiren siyasi bir partinin varlığından bahsediyoruz. Yani yarım yüzyıl… Dünya tarihinde bu kadar uzun süren başka bir siyasi mücadele olmamıştır. Kurtuluş Savaşının 3 yıl sürdüğünü dikkate alırsak karşımızda iki kuşak tüketmiş bir hareketin olduğunu görmemiz gerekir.PKK konusunda şimdiye kadar onlarca kitap ve makale yazıldı. Ancak PKK durmadan biçim ve öz değiştirdiği için kitapların birçoğunun hatta tamamının hiçbir değeri yoktur. Zamanın ruhunu yakalamaktan uzaktırlar. Çoğu kitap ve makaleler PKK hareketini tek bir çizgi üzerinde (olumlu veya olumsuz), tek bir bakış açısından veya tek bir lidere bağlı bir hareket olarak değerlendirdiklerinden işleri kolay olmuştur ama yazdıklarının bir değeri artık yoktur.Ben bu yazımda kısaca Mandela’dan bahsettikten sonra PKK’yı ele alacağım ve örgütün geçirdiği aşamaları dikkatinize sunacağım. Benimle hemfikir olmak gibi bir zorunluluğunuz yoktur çünkü karşımızda 47 yıldır varlığını devam ettiren devasa siyasi bir hareket vardır. 47 yıl içinde 1980 Askeri Darbesi, demokrasiye geçiş, Birinci ve İkinci Körfez Savaşları, Talabani-Barzani-PKK savaşları, İŞİD ve Rojava gerçeklikleri de yer almıştır. Ve halen devam edegelen durumu da dikkate aldığımızda PKK ile ilgili değerlendirme yapmak ilk önce imkansız gibi görünebilir ama sistematik bir yaklaşımla her şeyin yerli yerine oturduğunu da görmemiz mümkündür.NELSON MANDELAMandela ismini niçin araya sıkıştırdığımı açıklamadan önce kısaca Mandela’nın hayatına bir göz atalım: Mandela, Madiba isimli bir kabile şefinin çocuğu olarak 18 Temmuz 1918’de Güney Afrika’da dünyaya geldi. Anti-Apartheid (ayrımcılık karşıtı) hareketin içinde yer aldı. Güney Afrika’da Siyahlar ve Beyazlar birlikte yaşıyorlardı ama Siyahlar birçok haklardan mahrumdular. Mandela hukuk eğitimi gördüve sömürgecilik karşıtı hareketi benimsedi. ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) katılarak bu partinin gençlik kolunun kurucu üyesi oldu. Avukat olarak çalışırken sürekli olarak kışkırtıcı aktivitelerden dolayı tutuklandı. Başlangıçta şiddet içermeyen protestolar olacağını söylemesine rağmen Güney Afrika Komünist Partisi ile iş birliği yaparak 1961’de, sonradan devlet hedeflerine saldıracak olan militan MK örgütünü kurdu. 1962’de tutuklandı ve hükümeti alaşağı etmek için komplo kurmak ve sabotaj etmekten dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Mandela cezasını önce Robben Adası’nda daha sonra Pollsmoor Hapishanesinde çekti. 1990 yılında serbest bırakıldı.1994’te ilk defa tüm halkın katıldığı seçimlerde devlet başkanı seçildi. Apartheid’ın mirasının dağılmasına, ırkçılığı engellemeye, fakirlik ve eşitsizliğe yok etmek için çaba gösterdi. Mandela, anti-sömürgeci ve anti-apartheid görüşü ile uluslararası beğeni topladı ve 1993’teki Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı da dahil olmak üzere 250’nin üzerinde ödül kazandı. 1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü, Afrika Ulusal Kongresi Başkanı Nelson Mandela’ya verildi. Mandela başlangıçta ödülü kabul etmedi ancak daha sonra fikrini değiştirip ödülü kabul etti. Mandela, ödülü kabul etmemesine gerekçe olarak Kürt halkına yapılan ayrımcılığı göstermiştir.Güney Afrika’da “Ulusun Babası” olarak görülen Mandela 2008 yılında ABD’nin terörist listesinden çıkarıldı. 8 Haziran 2013’te hastaneye kaldırılan Mandela, 5 Aralık 2013’te hayatını kaybetti.Niçin Mandela’nın hayatına yer verdiğimi açıklamak isterim: Öcalan kendisini Mandela’ya benzetmekte, bir gün onun gibi serbest kalıp siyasetin zirvesinde yer alacağını hatta Nobel Barış Ödülü ile taltif edileceğini düşünmektedir. Aslında ikisi arasında birçok benzer taraf da yok değildir. Her ikisinin de bir adada uzun yıllar mahpus kalması bir tesadüf mü? Ancak farklı oldukları yanlar da var: Öcalan ta başından beri şiddeti ön plana çıkarırken Mandela uzun yıllar şiddetten uzak kaldı. Direniş hareketinden sonuç alamayınca 1961 yılında MK silahlı örgütünü kurdu, 1962’de yakalandı. Hâlbuki Öcalan ta başından beri silahlı bir örgüt kurmuş, “Şiddet” ve “Silah” siyasi mücadelesinin temelini oluşturmuştur. DİNİ VE SİYASİ HİPNOZDin tarihi yalancı ve sahte peygamberlerle doludur. Hatta İslam’da Hz. Muhammed (s.a.v) henüz hayatta iken Müseylime / Secah isimli birileri kendilerini “peygamber” ilan etmiş, Hz. Muhammed (s.a.v) ile pazarlığa bile oturmuşlardır. Yalancı peygamberler, sahte mesih (kurtarıcı) ve mehdiler din tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak hep var olmuşlardır. Birisi ölmüş bir diğeri ortaya çıkmıştır. Bazen son derece etkili olmuşlar, etraflarına yüzbinleri toplamışlar, toplumu kendi istedikleri gibi yeniden düzenlemek için kural, kanun ve dini hükümler koymuşlardır. Bu durum hem Musevilikte hem Hıristiyanlıkta hem de İslam’da var olmuştur. Ve var olmaya halen devam etmektedir. İran’da Ayetullah Humeyni, Türkiye’de Fetullah Gülen, müritleri tarafından “Mehdi” olarak ilan edilmiş, her ikisi de “yanlış yolda olan” bütün insanlığı kurtarmak için kendilerine özgü dini bir ritüel ve inanç sistemi geliştirmişlerdir. Sahte mesihlere inananlar, verilen mesajlara kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki yaptıklarının doğruluğunu düşünme veya mantığa vurma gereği duymadan söylenenlere itaat etmektedirler. Buna psikolojide “DİNİ HİPNOZ” denir Aynı durum siyaset için de geçerlidir. Tek tek isimleri vermek yerine genel bir değerlendirme yaparsak insanlığın siyasi tarihi “Sahte kurtarıcılar yani siyasi sahte peygamberlerle” dolu olmuştur. Bu alışkanlık halen devam etmektedir. Bizim gibi sıradan insanların görevi kendimizi dini veya siyasi sahte peygamberlerden korumak, onların cazibesine kapılıp arkalarından gitmemektir. Ama bu o kadar kolay olmuyor. Kitleler ne tarafa gidiyorsa, dalga da seni o tarafa sürükler, her ne kadar içinden dalgaya karşı yüzmek düşüncesi olsa bile…Yakın tarihten örnek vermek gerekirse Hitler, Mussolini, Mao, Stalin kendilerini insanlığın kurtarıcıları olarak görmüş, bu inançla siyasi program ve tüzüklerini acımasızca uygulamaya koymuşlardır. Sonuç olarak milyonlarca insan ölmüş, geride acı hatıralar kalmıştır. Hitler, Mussolini, Mao, Stalin hayatta iken onların aleyhine tek bir kelime etmenin veya direniş göstermenin bedeli ölüm demekti. Hepsi de kendilerini “ilahi güçler” tarafından görevlendirilmiş siyasi “mesih” olarak görmüşler, takipçileri zerre kadar şüphe duymadan ölümüne bir fedakârlıkça onların isteklerini yerine getirmişlerdir. Hitler’in intihar ettiğini izleyen aylarda Alman halkı başlarını iki elleri arasına alıp, “Bize ne oldu? Biz böyle bir deliye nasıl inandık? Hiç mi kendimizi sorgulamadık?” diyerek derin bir pişmanlık ve utanç yaşamışlardır. Bu utanç ve suçluluk duygusu eski Alman kuşağının peşini asla bırakmadı ve halen de bırakmış değildir. Buna psikolojide “SİYASİ HİPNOZ” denir.Bugün Kürt halkı büyük ölçüde Öcalan’ın ve PKK’nın SİYASİ HİPNOZ’unun etkisi altındadır. Sağlıklı düşünememektedir. PKK’NIN DOĞUŞU1970’li yılların başından itibaren Kürt gençleri her geçen yıl daha büyük sayılarda lise mezunu olarak üniversite giriş sınavlarına giriyordu. O dönemin istatistiklerine baktığımızda ve illere göre dağılım esas alındığında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki liselerden mezun olan gençlerin üniversiteye girme şansı en alt sıralardaydı. Bu şu anlama geliyordu: Kürt gençleri lise mezunu oluyor ama üniversiteyi kazanamadığı için kariyer yaşamları bir anlamda son buluyordu. Lise mezunu Kürt gençleri iki çıkmaz arasında kalıyordu: Ne üniversiteye devam etme şansı bulabilmekte ne de geri dönüp babalarının mesleği olan tarım ve hayvancılık gibi işlerde çalışmak istemekteydiler. Okuma-yazması olan ve hiçbir işe yaramadığını düşünen Kürt gençlerinin sayısı çığ gibi büyüyordu. Burada hemen bir ekleme yapmak isterim: Çok az Kürt kızı lise mezunu olduğundan Kürt gençlerinin içinde bulunduğu çıkmaz durum daha çok erkeklerin bir sorunuydu. Kürt kızları liseyi bitirip üniversiteye giremese bile önüne çıkan kısmetle evlenmekte, aile hayatına atılmaktaydı. Parayı nasıl olsa evin erkeği kazanacaktı. Ama lise mezunu Kürt erkekleri evlenmeye cesaret edemiyorlardı. Ailelerini nasıl geçindireceklerdi? Kürt gençliği böylesi bir ruh halindeyken, siyasi örgütler Kürt gençliğinin içine sızıyor, kulaklarına sihirli formüller fısıldıyor, kendilerine taraftar bulmaya çalışıyordular. Burada önemli olan hangi siyasi partinin Kürt gençliğinin umutsuz yüreğine “daha hızlı, daha etkin” bir umut ışığı verebileceğiydi. Bazı Kürt partileri demokrasi kuralları içinde ama Türk kökenli siyasi partilerle müttefiklik ruhu içinde mücadele ederek bu sıkıntıların geride bırakılacağına inanıyor, üyelerini bu yönde bilinçlendiriyordu. Ancak gençlik sabırsızdı. Beklemeye zamanı yoktu. Üniversite sınavlarına 3-4 defa girmiş bir Kürt gencinin yüreğinde biriken bir kin ve intikam vardı. Haksızlığa karşı yüreği isyan duygusuyla doluydu. İşte bu koşullarda PKK isimli bir örgüt gençlerin yüreğini boğan bu kin ve intikam duygusunu radikal bir yaklaşımla çözme sözü verdi. 1978 yılında kurulan PKK’nın tüzük ve programında “silahlı propaganda ve mücadele” önemli bir yer tutuyordu. Özellikle tarihsel olarak Kürtler arasında öteden beri var olan silah fetişizmini (silaha tapma) dikkate alacak ve okşayacak cümleler kuruluyor, Mao’nun “iktidar namlunun ucundadır” sözü tüzük ve programlarının esasını oluşturuyordu. (Çocukluğumda köylere gittiğimizde, ev sahibi av tüfeği veya benzeri silahlarını övünçle sergiler, kutsal bir kitaba el değdirir gibi silahı eline alır, silahın özelliklerinden övgüyle söz eder, öper, sonra da evin en güvenli bölümünde saklardı.)PKK, Kürt gençliğini silahlı mücadeleye davet ettiğinde bu davet derin bir ilgi gördü. Silah fetişizmi ve yılların verdiği kan davası kültürü lise mezunu Kürt gençlerini mıknatıs gibi PKK’ya çekti.Burada bir not düşmek isterim:Bu makalede “PKK” ismini yazdığım zaman 1990 yılından bugüne kadar birbirinin devamı olarak kurulmuş olan ÖZHEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DTP, BDP, HDP, DBP gibi partileri de bu isim altında değerlendiriyorum. Hepsi, PKK’nın iradesiyle kurulmuş partilerdir yani vekâlet partileridir. Genel Başkanları, ya Abdullah Öcalan ya da Kandil tarafından belirlenmiştir. Bu partiler, siyasi partiler tüzüğüne uygun olarak kurulmuş, kongrelerini tüzüğe uygun olarak gerçekleştirmiş olabilirler ama ruhları PKK tarafından şekillendirilmiştir, ipleri ya İmralı’da ya da Kandil’dedir. Bu partilerin legal siyasi parti görünümü altında siyasi boşluğu bu şekilde kullanmaları bu partilerin PKK ile eşdeğer olduğu gerçeğini saklamaz. Bu partilerin genel başkanları veya sıradan bir üyesi, PKK lideri Abdullah Öcalan veya Kandil’i karşısına alacak bir eleştiriyi asla yapamazlar.

PKK’NIN BİRİNCİ AŞAMASI: KÜRT LİDERLERİNİ TASFİYEPKK’nın ilk kuruluşunda Türk kökenli devrimciler de yer almıştır. Bu anlamda PKK lise mezunu veya üniversiteyi terk etmiş gençler tarafından enternasyonalist (Türk ve Kürt) ruhla kurulmuş illegal siyasi bir örgüt idi. Ancak geçen zamanla öz ve biçim değiştirmiş, hızla farklı bir çizgiye kaymıştır. PKK, gizlilik ve liderliğe itaat esastı. İçlerinde tek bir kadın militan vardı: Kesire Öcalan. Abdullah Öcalan ile Türkiye’de resmi evliliği vardı. Sonraki yıllar Abdullah Öcalan’ı “diktatör” olmakla suçlayıp İsveç’e yerleşti. PKK’nın ilk hareketi devlete karşı olmadı. PKK önce “Kürdistan” olarak isimlendirdiği Doğu ve Güneydoğu’da faaliyet gösteren Kürt siyasi partilerini hedef aldı, lider kadrodan insanları öldürdü, Kürt siyasi hareketlerini sindirdi. İkinci aşamada Bucak aşireti gibi aşiret liderlerini hedef aldı, bu hareketiyle köylülerin sempatisini kazandı. 1980 yılına gelindiğinde Doğu ve Güneydoğu’da en etkin parti PKK idi. Silah kullanımı bakımından en yetkin ve tetikçi sayısı bakımından en kalabalık örgüt yine PKK idi. Bu arada bir parantez açma ihtiyacı doğmuştur. PKK sadece kendisinden olmayanlara saldırmıyordu. Öcalan son derece egoist ve kıskanç bir yapıya sahipti. PKK içinde göz dolduran liderleri tek tek elimine etmiştir. Bunlardan birisi de Gaziantep doğumlu Türk kökenli Haki Karer’dir. Retorik, siyasal bilinç ve karizma anlamında Öcalan’dan daha yetkindi. 18 Mayıs 1977 tarihinde Gaziantep’te bir kahvehanede öldürüldü. Haki Karer’in öldürülmesi tıpkı ABD Cumhurbaşkanı Kennedy’in öldürülmesine benzerlik gösterir. Biliyorsunuz Kennedy, 22 Kasım 1963’te Dallas’ta öldürüldü. Suikasttan kısa süre sonra tutuklanan Lee Harvey Oswald suikastı gerçekleştirmekle suçlandı. Ancak tutuklanmasından iki gün sonra, daha mahkemeye çıkarılamadan Jack Ruby tarafından vurularak öldürüldü. Ruby ölüm cezasına çarptırıldı. Bu şekilde hiçbir zaman Kennedy’in kimin öldürttüğü tam olarak bilinemedi. Haki Karer de bu şekilde öldürüldü. Haki Karer vurulur, ağır yaralanır. Hastaneye kaldırılır. Birileri hastanede yaşam ünitesi hortumunu çeker. Haki Karer vefat eder. Böylece Abdullah Öcalan ilk ciddi rakibinden böylece kurtulmuştur. Bir diğer muhtemel rakibi Gümüşhaneli Türk kökenli Kemal Pir 14 Temmuz 1982 tarihinde ölüm orucunda vefat eder. Onu ölüm orucuna zorlayan Öcalan’ın bizzat kendisidir. Öcalan bir anlamda rahatlamıştır. Diğer muhtemel rakip Mazlum Doğan’ı da cezaevinde kendini yakmaya zorlar. Bu nasıl cezaevidir ki içeriye benzin deposu sokulmuştur. Öcalan, parti içinde rakip anlamında kısa süreliğine de olsa rahatlamıştır. Avrupa’daki önemli Kürt liderleri Kemal Burkay, İhsan Aksoy, Kendal Nezan gibi isimleri sürekli ölümle tehdit etmekte, bir anlamda nefes almalarına engel olmaktadır. KOMKAR Fransa Başkanı Hüseyin Ali Akagündüz PKK tarafından Paris’te Türklerin ve Kürtlerin yoğun olduğu St. Denis metrosuna inerken kalleşçe arkadan vurulup öldürüldüğünde Paris’te mühendis olarak çalışıyordum. St. Denis bölgesinde Türkçe ve Kürtçe kitaplar satan küçük kitapevi vardı. Oraya arada bir uğrar son çıkan kitaplardan satın alırdım. PKK’nin vahşi infazından sonra ayağım o metroya gitmek istemiyordu. Bir metro sonra inip kitapevine gidiyordum. Kısacası, Öcalan acımasız şekilde Kürt hareketi içindeki rakiplerini yok ederek veya sindirerek Türkiye ve yurt dışındaki tüm siyasi kontrolü ele geçirmişti. Artık “peygamber” olmuştu.

PKK’NIN İKİNCİ AŞAMASI: HAFIZ ESAD’IN KORUMASINA GİRMEK PKK’nın ikinci aşaması 1980 Askeri Darbesiyle başlar. Lider kadronun çoğunluğu yurt dışına kaçar. Suriye, yıllardır Türkiye ile üç konuda çatışma halindeydi: Birincisi, Hatay meselesi: Suriye Hatay’ı kendi vilayeti olarak görmektedir. Hatay vilayeti halen Suriye’nin resim haritalarında Suriye sınırları içinde gösterilmektedir İkincisi, Fırat Suyunun bölüşümü: Suriye, Türkiye üzerinden gelen Fırat nehri üzerinde Türkiye Cumhuriyetinin kurduğu barajları suyun dağılımı anlamında adil olarak görmüyor, bu durumun uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu iddia ediyordu. (1989 yılında GAP projesi uygulamaya girince bu gerginlik daha da arttı)Üçüncüsü, Süleyman Şah Türbesi: Süleyman Şah, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin dedesidir. Türbesi Suriye topraklarındaydı. Halep ilinin Eşme köyü sınırları içerisinde bulunan türbe, Türkiye’nin kendi sınırları dışında sahip olduğu eksklav statüsündeki tek toprak parçası idi. Suriye hükümeti türbenin kaldırılmasını talep ediyordu çünkü bu bölge Türkiye Devletine ait bir toprak parçasıydı.Suriye, Türkiye ile olan anlaşmazlık konularında pazarlık gücünü lehine çevirmek için PKK ve lider kadrosuna kapısını açtı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) zaten Suriye’nin kontrolündeydi. PKK, Lübnan’ın doğusundaki Bekaa vadisine yerleşti. PKK’ya belli bir bölge tahsis edildi. Abdullah Öcalan zaman zaman Bekaa Vadisinde ama çoğunlukla Şam’da oturarak örgütü yönetiyordu. Türkiye’deki Askeri Cuntanın sağcı-solcu dinlemeden acımasız bir şekilde haksız idamlar yapması ve halkın üzerinde baskı oluşturması, Askeri Cuntanın hedefindeki gençliği Bekaa Vadisine çekti. Bekaa’da gittikçe artan sayıda Türk ve Kürt kökenli sol görüşlü ve devrimci gençler bir araya geliyor, Hafız Esad’ın desteği ve korumasıyla, silahlı eğitim alıyorlardı.

PKK’NIN ÜÇÜNCÜ AŞAMASI: MAHSUM KORKMAZ Yıl 1984. Hafız Esad, PKK’nın Türkiye Cumhuriyetine karşı saldırıya geçmesini istiyor ve PKK’yı kullanarak hükümetle pazarlığa oturmayı ümit ediyordu. Bu nedenle PKK’nın 1984 çıkışı, PKK’nın kendi kararı ve inisiyatifiyle olmamıştır. Maddi anlamda PKK’yı koruyan ve besleyen Hafız Esad artık eylem görmek istiyordu. 15 Ağustos 1984 tarihinde Mahsum Korkmaz liderliğindeki iki farklı PKK’lı grup, Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerine saldırı düzenlendi. Bu saldırının önemi şuydu:İlk kez 12 Eylül 1980’den beri ülkeyi yöneten Askeri Cunta’ya karşı bir direniş başlatılıyor, askeri diktatörlüğe kafa tutuluyordu. Eruh ve Şemdinli baskınları haberi, dört yıl boyunca sessizliğe bürünmüş sol kesimde (Türk ve Kürt) bir heyecan uyandırmış, Cuntacılardan kurtulmak için bir halk hareketinin ilk kıvılcımı olarak değerlendirilmiştir. Kısa sürede, bu saldırıları koordine eden, yöneten ve bizzat elde silah ön cephede savaşan Mahsum Korkmaz’ın ünü ve etkisi Abdullah Öcalan’ı geride bırakmıştı. Burada okuyucularıma önemli bir hatırlatma yapmak istiyorum: İnsanlık tarihi boyunca kitleler kendileriyle birlikte en önde savaşan liderleri önemsemiş onlara değer vermişlerdir. Bunun tarihte örnekleri çoktur. Hz. Muhammed’in (s.v.a) kendisi bile tüm Müslümanların sağ-salim Etopya ve Medine’ye gittiğinden emin olduktan sonra Mekke’yi terk etmiş, riskli bir yolculuktan sonra Medine’ye varmıştır. Yine, örneğin Uhud Savaşında Hz. Muhammed ordunun önünde gitmiş, savaşta hafifçe yaralanmıştır. Bu cesareti sayesinde az sayıdaki Müslüman ordusu Kureyş ordusuna karşı kahramanca direnmiştir. Başka bir örnek daha vermek istiyorum: M.Ö.331 yılında bugünkü Dohuk şehrinin (Gaugamela) olduğu yerde Büyük İskender’in ordusuyla İran İmparatoru Darius’un ordusu karşı karşıya geldiler. Büyük İskender’in ordusu 45.000 kadar ağır ve hafif piyade, 7000 kadar da süvariden oluşuyordu. Buna karşılık Darius’un ordusu 80.000 piyade ve 40.000 süvariye sahipti. İlk bakışta savaşı Darius’un kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ama unutulan bir şey vardı: Darius uzakta bir tepenin üzerinde korumalarıyla savaşı izlerken, Büyük İskender bizzat askerlerinin içinde onlarla birlikte savaşıyordu. Bu durum Büyük İskender’in ordusunun moralini yüksek tutuyor, önlerine çıkan düşman kuvvetlerini yok ediyorlardı. Darius kaçarak canını kurtarabildi. Tarihi literatürde Darius gibi cephe gerisinde durarak kendisini her an kurtarmaya hazır komutanlara Sahte Peygamber unvanı verilmiştir. Mahsum Korkmaz ve Abdullah Öcalan arasında da buna benzer bir durum yaşanmıştır. Abdullah Öcalan Şam’da konforlu villasından yapılacak baskından gelecek haberleri beklerken, Mahsum Korkmaz savaşçılarıyla birlikte saldırının içindeydi. Bu yüzden Mahsum Korkmaz’a olan sevgi ve güven Abdullah Öcalan’ı hayli hayli geride bırakmıştı. Hiç şüphesiz bu durum Yalancı Peygamber durumuna düşen Abdullah Öcalan’da kıskançlığa neden oluyordu. Mahsum Korkmaz 28 Mart 1986 yılında keşif amacıyla gittiği Gabar Dağı’nda öldürüldü. Mahsum Korkmaz’ı Abdullah Öcalan öldürtmüştü çünkü o yok olmadan kendisi var olamayacaktı.Eruh ve Şemdinli baskınlarının lideri Mahsum Korkmaz aslında PKK’nın gerçek lideridir. Çünkü 1984 yılına kadar Kürt ve Türk solu, liderlerinin ve üyelerinin PKK tarafından öldürülmesi nedeniyle PKK hareketine kızgın ve mesafeliydiler. Mahsum Korkmaz’ın Askeri Cuntaya kafa tutmasıyla PKK’ya olan bakış değişmiş, kitlelerin sempatisini kazanmıştı. PKK bir anda bütün Kürtlerin kalbinde heyecan yaratmış, onları mücadeleye katılma yönünde isteklendirmişti. PKK’nın kitleleşmesi Mahsum Korkmaz’la başlamıştır.

PKK’NIN DÖRDÜNCÜ AŞAMASI: KÜRT KIZLARININ DAĞA ÇIKMASI PKK’nın dördüncü aşaması propaganda birliklerinin Doğu ve Güneydoğu’ya sızması ve kadınların yoğun olarak partiye katılmasının sağlanmasıdır. PKK hareketini ortaya çıkaran ve varlığını 1978’den beri devam etmesini sağlayan faktörleri şöyle sıralayabiliriz:Birincisi; ortada kalmış, yüreğinde kin taşıyan lise mezunu Kürt gençliği;İkincisi; Kürtlerde fetiş olan silahlı mücadelenin esas alınması;Üçüncüsü; Hafız Esad’ın lojistik desteğiDördüncüsü; Mahsum Korkmaz’ın Eruh ve Şemdinli baskınlarında bizzat yer alması ve saldırıyı yönetmesiBeşincisi; Kürt kızlarının harekete katılmasıAltıncısı; Avrupa ülkelerinde yaşayan Kürt diasporasından maddi ve manevi destek görmesiDördüncü aşamanın en belirgin özelliği Kürt kızlarının da savaşçı olarak Bekaa vadisinde eğitim alması ve propaganda birlikleriyle birlikte köy köy dolaşmalarıdır. Yüzyıllardır erkeklerin kölesi olarak hayat sürmüş genç köylü ve aşiret Kürt kızları, omuzlarında silah taşıyan savaşçı kızları görünce onlara isteklenmiş, kitleler halinde PKK hareketine katılmışlardır. Bu duruma anne veya babaların engel olması mümkün değildi. Kadın faktörünün PKK hareketine yeni bir dinamizm getirdiğine hiç şüphe yoktur. Spartaküs zamanında olduğu gibi kölelerin efendilerini terk edip dağlara kaçmaları ve Spartaküs’ün etrafında toplanmaları gibi Kürt kızları da özgürlüklerini boğan aile ve aşiret değerlerine isyan ederek, büyük bir ümitle PKK’ya katılmışlardır. Kızların da savaşçı elbisesi giyinmeleri, çatışmalara katılmaları Kürt toplumunu derinden etkilemiş, yeni bir sosyal düzen ortaya çıkmıştır. Böylesine bir durumu PKK bile öngörmemişti.Dördüncü aşamanın diğer önemli bir özelliği Avrupa’da yaşayan Kürtler içinde heyecan uyandırması, toplanan paraların PKK’nın emrine verilmesidir. Avrupa’da da tetikçi bir grup oluşturulmuş, PKK aleyhine yazı yazan Kürt entelektüelleri tek tek hedef alınmış, susturulmuşlardır. Artık Türkiye Kürtleri nerdeyse bir bütün olarak PKK’nın şemsiye altına girmiş durumdaydı. Bu durum Abdullah Öcalan’ı “peygamber” statüsüne çıkarmış hatta kendisi de bazı konuşmalarında kendisini peygamber ilan etmiştir. İmralı’da avukatlarına, “Bana peygamberlik geldi. Bu kanı ben durduracağım. Barışı sağlayacağım,” dediği basında sıkça yer aldı.

PKK’NIN BEŞİNCİ AŞAMASI: Eğitimsiz ve ilkokul mezunu Kürt gençlerinin PKK’ya katılması beşinci aşamayı oluşturur. PKK’nın asıl kadrosu lise mezunu veya üniversiteyi terk edenlerden oluştuğu için teorik bir zenginlik ve algı vardı. Sosyalizmin temel ilkeleri konusunda eğitim veriliyor, teori ile pratiğin birlikteliği ön plana çıkarılıyordu. Ancak eğitimsiz Kürt gençliği PKK’ya katılınca ciddi bir sorun ortaya çıkmıştı:Birincisi, yeni gelen eğitimsiz kesim teori ile ilgili değildi. Eğitim programlarını umursamaz halde geçiriyorlardı. Niçin savaştıklarını bile bilmiyorlardı.İkincisi, eğitimsiz kadrolar teorik olarak zayıftılar ama çatışmalarda lise mezunlarından daha cesur ve özverili davranıyorlardı.Üçüncüsü, çok geçmeden PKK’nın karar verici kadroları eğitimsiz Kürt gençlerinin eline geçmiş, savaşın teorik yanı güçlü olmadığından çatışmalar siyasi hedefi olmayan sıradan eylemlere dönüşmüştü. “Asker öldürmek için asker öldürmek” şeklinde özetlenebilecek bu anlayış PKK’nın genel stratejisinin bir parçası olmuştur. Masum askerler de bu anlamsız çatışmalarda şehit olmuş, yürekler yakmıştır.Dördüncüsü, eğitimsiz kadro ellerindeki silahı, içlerinde taşıdıkları aşiret kimliği ve geçmişe dayalı nefret ve hesaplaşmalar için kullanmış, PKK’nın özü tamamen değişmiştir.Beşincisi, köy ve mahallelerde kurulan milis güçler para toplama işini şahsi menfaate dönüştürerek, istediklerine “ajan, hain” gibi iftira atıp rakiplerini infaz ettiriyorlardı. PKK adını kullanarak toplanan paralarla yeni bir zengin sınıfı türemiştir. Altıncısı, eğitimsiz kadrolar iyi savaştıkları için PKK’da üst görevlere yükseliyor, PKK’ye yurtiçi ve yurt dışından gelerek katılan üniversite mezunlarına, aşağılık kompleksinin vermiş olduğu nedenle, “bir devletin ajanı” olarak muamele gösterilmiş, çoğu suçsuz yere infaz edilmişlerdir.Burada PKK’nın köylü hareketiyle MAO’nun köylü hareketini karşılaştırmak isterim. MAO, köylü savaşçıların teorik eğitimine önem veriyordu. Savaşan köylüler, “Çin’de sosyalizmi kuracak proleter güç olmadığı için biz onların adına Sosyalizmi kuracağız, iktidarı ele geçirdikten sonra onu işçi sınıfına teslim edeceğiz,” şeklinde bir inançla savaşıyorlardı.

PKK’NIN ALTINCI AŞAMASI: “ŞEHİTLİK KÜLTÜ”Şehitlik, kutsal bir kavramdır. Gerçek anlamda canını din uğruna feda etmek, anlamına geliyor. Ancak günümüzde her siyasi parti veya ideoloji öldürülen kendi taraftarını “şehit” olarak anar. Bu gelenek 1970’li yıllarda da vardı. Örneğin ülkücüler de devrimciler de öldürülen taraftarlarını “şehit” olarak ilan ederlerdi. Aynı şekilde PKK da “şehit” veya “şehitlik” kavramına el atmış, bu kavrama yeni bir anlam katmıştır. Böylece parti içinde ve taraftarlar arasında etkili ve tartışmasız bir “şehitlik kültü” yaratılmıştır. PKK saflarında çatışmada ölenler hakkında PKK yayın organlarında yazılanlar okunduğunda şehitlik “arzulanan bir mertebe” olarak tanımlanmakta, bu duygu ve tanımla ölen savaşçıların aileleri bir anlamda teselli edilmekte ve onurlandırılmaktadır. “Kürdistan için şehit düştü!” denildiği zaman bu söyleme itiraz edecek aile ferdi olamazdı. PKK dağda infaz ettiklerini de “şehit” ilan ederek ölenin ailelerinin göstereceği tepkiyi azaltmaya çalışmıştır. Öcalan’ın en büyük yeteneklerinden birisi de tıpkı Stalin gibi gizliden infaz ettiği rakiplerinin tabutunu taşıması ve gözyaşları dökmesidir. Stalin, Kirov’u kendisine rakip görür. Öldürtür. Lenin’in cenazesini bile gölgede bırakacak muhteşem bir cenaze töreniyle Kirov’u son yolculuğuna uğurlar. Birçok önemli binaya, şehre, tiyatroya “Kirov” adını verir. Öcalan’da kendi eliyle öldürttüğü Kemal Pir, Mazlum Doğan, Mahsum Korkmaz, Haki Karer gibi yüreklerinde sadece sosyalizm inancını taşıyan nice savaşçıyı doğrudan veya dolaylı şekilde öldürtmüş, onların adına akademiler kurmuş, ölüm yıldönümlerini şatafatlı sözlerle anmıştır.Diyebilirim ki eğer PKK hareketi bugüne kadar varlığını devam ettirdiyse iki önemli strateji bu imkanı sağlamıştır: Kızların harekete katılması ve “şehitlik kültünün” yüceltilmesidir.

PKK’NIN YEDİNCİ AŞAMASI: SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE PKK 1990 yılında Sovyetler Birliği dağılınca her yerde milliyetçi akımlar baş göstermeye başladı. Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan vb ülkeler bağımsızlıklarını ilan ettiler. O güne kadar PKK hareketi içinde hatırı sayılı Türk kökenli militan vardı. Yeni dönemde milliyetçi değerler ön plana çıkınca parti enternasyonalist ruhunu kaybetmiş, hareketten ciddi kopmalar olmuş, PKK önce sosyalist ve milliyetçi bir Kürt hareketine daha sonra sadece milliyetçi bir harekete dönüşmüştür. Ancak bu milliyetçilik sistematik baskıyı beraberinde getirdiği için milliyetçi damar PKK hareketini faşist bir öze indirgemiştir. Zamanla sosyalizm de teorik gücünü kaybettikçe PKK için var olmanın tek şartı acımasız şiddet, ölüm, suikastlar ve canlı bombalar ile ayakta kalmak bu şekilde yandaşlarına umut vermek olmuştur.

PKK’NIN SEKİZİNCİ AŞAMASI: BİR BAHANE BİR İNFAZ PKK’nın beşinci aşaması her köyde her mahallede milis güçlerinin oluşturulmasıdır. 1990’dan itibaren hız kazanan bu örgütlenme biçimiyle PKK toplu bir ayaklanma planı yapıyordu. Savaşçılar dağdan şehre inecek, milisler de aynı zamanda harekete geçecekti. Ama unutulan bir şey vardı: Her köyde her mahallede Kürtler arasında kan davası vardı. Silahlanan milis güçler gelişigüzel infazlara başladılar. Teorik eğitimden yoksun PKK militanlarının ve milis güçlerinin öğrenmiş olduğu dört kelime vardı: “Ajan, Hain, Oportünist, Revizyonist” Örneğin dağ kadrosu, köyde infaz yapan milis gücünü sorguya çektiğinde, milisin ağzından çıkan tek kelime olurdu: “Ajandı. Vurup öldürdüm!” Bu kültür hızla PKK içinde yer etti. Örneğin eğer bir il başkanı zimmetine para geçirmiş ve bu Yargıtayca onaylanmışsa bunu kamufle etmek için birilerini ajan göstererek kusurunu örtbas etmek bu anlayışın bir devamıdır. PKK içinde tam da bunun gibi bir anlayış kök salmış, herkes birbirini ajanlık ve ihanetle suçlamış, dağ kadrolarında binlercesi infaz edilmiş veya hapse atılmıştır. Bu kültür halen devam etmektedir. Kısacası PKK’nın 1990’lı yıllarda keşfettiği en önemli buluş, önüne geleni, “ajan ve hain” ilan etmek, öldürerek onlardan kurtulmak olmuştur. Stalin terörünü aratmayan bu süreçte ortaya kin ve intikam dolu farklı bir Öcalan çıkmıştır.

PKK’NIN SEKİZİNCİ AŞAMASI: LEGAL PARTİLER PKK’nın sekizinci aşaması, Türkiye’deki parlamenter sistemde kendi yönetiminde kurulacak legal partiler kurma çabasıdır. Bu amaçla ÖZHEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DTP, BDP, HDP, DBP isimli partiler sırayla kurulmuştur. Biri kapatılmadan ikinci parti yedekte tutularak devamlılık sağlanmıştır. Partilerin genel başkanları ya Abdullah Öcalan ya da Kandilli tarafından belirlenmiştir. Bir yandan silahlı mücadeleyi devam ettirirken diğer yandan parlamenter sistemde söz sahibi olma isteği çelişki yaratmış, bu yüzden istikrarlı yapılar ortaya çıkmamıştır. Seçim zamanı listeler Öcalan veya Kandil tarafında belirlenmiş, dağ kadrodan silahlı ve milis güçler, köy ve mahallelerde etkin olduğu için halkın iradesi özgürce sandığa yansımamıştır. Bu gelenek halen devam ettirilmektedir. PKK’nın silahlı gücü diğer Kürt partileri üzerinde de bir tehdit oluşturmakta, seçim propagandalarını demokratik eşitlik anlamında yapamamaktadırlar. PKK’nın bu ikili yapısı (silah ve zeytin dalı) devam ettiği sürece Kürtlerin, Türkiye’de demokrasiye katkısı mümkün olmayacaktır.

PKK’NIN DOKUZUNCU AŞAMASI: ÖCALAN’IN YAKALANMASI Türkiye’nin PKK ile memnuniyetsizliği had safhaya varmıştı. Suriye’ye askeri ve diplomatik baskısını artırınca Hafız Esad, 9 Ekim 1998’de Suriye’ye ait bir uçakla, Abdullah Öcalan ve PKK’nın Yunanistan temsilcisi Ayfer Kaya’yı Yunanistan’a gönderdi. İltica talebi kabul edilmeyen ve ülkeyi üç saat içinde terk etmesi söylenen Öcalan, özel jetle Moskova’ya geçti. Öcalan’ın 4 Kasım’da Rusya’ya yaptığı iltica talebi Rusya Parlamentosu’nun alt kanadı Duma tarafından kabul edildi, ancak Rusya hükümeti Öcalan’ın ülkeden ayrılmasını istedi. 12 Kasım’da İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nin bir üyesi Moskova’ya gelerek Öcalan’la buluştu ve Roma’ya götürdü, Roma’ya sahte pasaportla varan Öcalan tutuklandı. Türkiye, Öcalan’ın iadesini istedi, ancak İtalya kabul etmedi. İtalyan hükümeti, Öcalan’ı Almanya’ya göndermek için çaba sarf etti. Bu esnada PKK Batı Avrupa’da şiddet içeren eylemler düzenliyor, Türkiye’de ise İtalyan ürün ve hizmetlerine karşı gayri resmi bir boykot gerçekleşiyordu. Bu şartlar altında Almanya, Öcalan’ı İtalya’dan istemeyerek sorunun dışında kalmayı tercih etti. Bu esnada İtalyan mahkemeleri Öcalan’ı serbest bırakmış, Öcalan Roma dışında bir villaya yerleşmişti. Yunanistan hükümetinden bir grup, Öcalan’ı Afrika’da bir yere gönderme konusunda girişim başlattı.31 Ocak 1999’da Öcalan bir kez daha Yunanistan’a uçtu. Buradan Nairobi’ye götürüldü ve Kenya’nın Yunanistan Büyükelçiliği’nde ağırlandı. Üzerindeki baskı azalan Öcalan, burada cep telefonunu kullanarak arkadaşlarıyla iletişim kurmaya başladı. Yaptığı aramaların izi sürülen ve yeri tespit edilen Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da siyasi sığınma talebinde bulunduğu Hollanda’ya gitmek üzere Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuyla evinden ayrılıp Nairobi Havalimanı’na doğru yola çıktı. Avrupa ülkeleri Abdullah Öcalan’ın Avrupa’ya iltica etmesini Türkiye ile olan ilişkileri anlamında uygun görmüyorlardı. En kötü ihtimal, Abdullah Öcalan’ın Avrupa ülkelerinden birisinin eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi yıllardır Kürt sorununa sahip çıkan Avrupa için yüz karası ve altından kalkması zor bir durum olacaktı. En iyisi bu teslimat işini Afrika’daki bir ülke üzerinden yapmaktı.Abdullah Öcalan havalimanına vardığında Türkiye’den özel uçakla gelen Bordo Bereliler tarafından Kenya güvenlik birimlerinden teslim alınarak Türkiye’ye götürüldü. Uçakta görevliye söylediği ilk sözleri “Ben ülkemi severim. Annem de Türk’tü. Bir hizmet imkânım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım. Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim.” olmuştu.

PKK’NIN ONUNCU AŞAMASI: SAHTE PEYGAMBERİN DOĞUŞU Mahsum Korkmaz en ön safta mücadele etmiş, hiçbir zaman kendisini arka planda güvende tutma ihtiyacı hissetmemişti. Ama Abdullah Öcalan dört nedenden dolayı sahte peygamber olduğunu kanıtlamıştır:Birincisi; Kürdistan dağlarına kaçıp mücadeleyi, ölüme gönderdiği savaşçılarıyla birlikte devam ettirmek varken, Darius gibi bir ülkeden diğer ülkeye kaçarak canını kurtarmaya çalışması hayal kırıklığı yaratmıştır.İkincisi; Uçakta söylediği “”Ben ülkemi severim. Annem de Türk’tü. Bir hizmet imkânım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım. Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim,” sözleri PKK üyeleri tarafından şaşkınlık ve nefretle karşılanmıştır.Üçüncüsü; İmralı’daki süper güvenlikli hücresinde 24 saat izlenen ve ilk duruşmada özür dileyip, tam 32 kere, ‘‘Yaşamak istiyorum’’ diyerek, avukatlarını bile şoka sokan Abdullah Öcalan’ın görüştüğü yakınlarına, ‘‘Bana peygamberlik geldi. Bu kanı ben durduracağım. Barışı sağlayacağım’’ demiştir.Dördüncüsü; mahkemede “Ben bir tek kurşun atmadım. PKK’nın eylemleri benim bilgim dışında. Bundan haberim yoktu,” demesi de başka bir korkaklık ifadesiydi. Dağlarda PKK davasına inanarak savaşanlar ve ölenlere hakaret anlamına gelen bu sözler de dikkate alındığında, Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin “Sahte Peygamberi” olduğu tescillenmiş oldu. Bir insan olarak beni en çok üzen Abdullah Öcalan’ın yakalanması sırasında veya sonraki yıllar cezaevi koşullarının iyileştirilmesi için onlarca Kürt gencinin kendini yakması ve öldürmesidir. Bütün bu yaşananlar Öcalan’ı tartışmasız “peygamber” koltuğuna oturtmuştur. Bütün bunlar siyasi hipnozun sonuçlarıdır. Hitler öldüğünde Almanlar artık yaşamın sona erdiğini düşündüler ama kısa sürede demokrasiye inanarak bütün şehirleri yerle bir olmuş Almanya’dan dünyanın en zengin ülkelerinden birisini yarattılar.PKK daha önce de “küçük sahte peygamberler” yarattı. Bir zamanlar ismi manşetlerden düşmeyen Şemdin Sakık şimdi nerede ve neler yazıyor? Osman Öcalan nerede, dağda masum savaşçılara uyguladığı işkenceleri acaba unuttu mu veya şu anda PKK hareketine hangi katkıları sunuyor?

PKK’NIN ONBİRİNCİ AŞAMASI: PKK’DA CİNSELLİĞİN YENİDEN TANIMLANMASI VE ÖCALAN’IN TEZ ÜRETME HASTALIĞI PKK, ilk kuruluşunda cinsellik konusunda çok ciddi bir disiplin ve yaklaşım göstermiştir. Bu ciddiyet bir zaman devam etti ancak çok geçmeden “cinselliğin” yönetilemediği bir durum ortaya çıktı. Bu konuda militanları rahatlamak için 2004 yılından sonra “özgür seks” anlayışı kabul gördü. Dağda savaşanlar arasında devrim nikahı hız kazandı. Aslında PKK, cinsellik kavramını çok iyi kullanarak dağları gençler için çekim merkezi haline getirmiş, bu kavramdan hareketle siyasi bir sinerji yaratmıştır. Öcalan, cinsiyet konusunda ciddi bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Son yıllarda Jineoloji adı altında bir tez geliştirmiş, feminizm ve cinsiyet eşitliğini içeren doktrin olarak ileri sürmüştür. Kürtçe kadın anlamına gelen “jin” kelimesinden türetilen jineoloji ‘kadın bilimi’ olarak tarif edilebilir. Çeşitli kaynaklarda “Kürt feminizmi” olarak anılır. Öcalan, bölgesel toplumlarda yaşayan kadınları baskı altına alan namus temelli din ve kabile kuralları temelinde “kadınların özgür olmadığı sürece bir ülkenin özgür olamayacağını” ve “kadın özgürlüğünün toplumdaki özgürlük düzeyini belirlediğini” ifade eder. Ancak bunlar sadece yazıda kalan sözlerdir. Uygulamada korkunç olaylar yaşanmıştır. Öcalan da bu cinsiyet bağımlılığından kendisini kurtaramadan Jineoloji tezini geliştirmiştir. Elbette bunun inandırıcılığı yoktur. Durmadan inandırıcılığı olmayan tezler geliştirerek kendisini Mao gibi bir teorisyen olarak algılanmasını ve be temelde kendisine saygı gösterilmesini istemektedir. Kendisini “peygamber” olarak varsaydığı için her sözünün “ayet kelimesi” gibi ezberlenmesini şart koşuyor. Öcalan, Bekaa ve Şam’da yaşarken tıpkı MAO ve Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong- Un gibi etrafında genç kızlarla dolaşmaya ve poz vermeyi yaşantısının bir parçası haline getirmişti. Herhalde bu tecrübeden hareketle jineoloji isimli bir tez (!) geliştirmiş olmalı. Kürtlerin bir MAO’ya veya Kim Jong-Un’a ihtiyacı yoktur. Demokrasiye inanan ve demokrasi mücadelesi esasında siyasi yapılanmaları hedefleyen anlayışlara ihtiyacı vardır. Aradan 47 yıl geçmesine rağmen Doğu ve Güneydoğu’daki aile yapısında zerre kadar değişme olmamıştır. Belki başlık parası, kız kaçırma olayları azalmış ama onun yerine namus cinayetleri artmıştır. Bu değişim zaten PKK olmasa da yaşanacaktı. Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarını elde ettikçe ister PKK olsun veya olmasın toplum doğal bir değişime uğramak zorundadır. Unutmayınız ki 47 yıl nerdeyse yarım yüzyıl demektir.

PKK’NIN ON İKİNCİ AŞAMASI: PKK, HENDEK OLAYLARI VE FETÖ Öcalan söylemlerinde hep bir adım geri atmıştır. Büyük Kürdistan davasından vazgeçip sadece Türkiye Kürdistan’ı söylemine sarılmış, daha sonra federalizm ve otonominin yeterliği olacağını kabullenmiş ve vardığı en son nokta da demokratik konfederalizm ismiyle saçma bir teori ileri sürmüştür. Elbette bütün bu değişimler inandırıcı değildir. Demokratik toplumdan bahseden PKK, FETÖ ile işbirliği yaparak aniden Hendek Olayları ile kurtarılmış bölge yaratmak istemiştir. Bu da PKK siyasetinin güvenilir bir çizgide gelişmediğinin kanıtıdır. Hendeğe gömülen Kürt gençlerinin hesabını kim verecek?

PKK’NIN ON ÜÇÜNCÜ AŞAMASI: SELAHATTİN DEMİRTAŞ VE MAZLUM KOBANE Öcalan şu an kendisine iki rakip görüyor: Selahattin Demirtaş ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Kobane. Son kurultayda Selahattin Demirtaş’ın gözden düşürüldüğüne tanık olduk. Cezaevine konan Selahattin Demirtaş ilk kitabını yayımladığında “yok” sattı çünkü Öcalan “yeşil” ışık yakmıştı. İkinci kitabı %50 daha az ilgi gördü çünkü Öcalan “sarı” ışık yakmıştı. Benim Selahattin Demirtaş’a tavsiyem üçüncü kitabını yazmamasıdır. “Hiç” satacaktır çünkü Öcalan, Selahattin Demirtaş’a “kırmızı” ışığını çoktan yakmış bulunmaktadır. Üstün yetenekleri olan Selahattin Demirtaş böylece halkın gözünde “roman” yazarlığına indirgedi ve halkın da bunu görmesini istedi. Ben Demirtaş’ın yerinde olsam PKK tarihiyle ilgili bilgi ve tecrübemi okuyucularıma aktarır, Kürt hareketinde eksik gördüğüm yönleri kaleme alırdım. Anlıyorum bu davranış cesaret gerektirir çünkü Öcalan’ın infaz mekanizması her an devreye girebilir. Umarım Demirtaş cesaretini kanıtlar, siyasi içerikli kitaplarla gündeme gelir.Şimdi sırada ABD Başkanı ile doğrudan telefon görüşmesi yapan Mazlum Kobane var. Bakalım onun akıbeti ne olacak? Öcalan şu an büyük gıpta ve kıskançlıkla Mazlum Kobane’nin manevralarını izliyor ama kısa sürede Mazlum Kobane’nin dışlandığını ve önemsizleştiğini hep birlikte göreceğiz.

PKK’NIN ONDÖRDÜNCÜ AŞAMASI: BEYAZ KADIN Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, para akışı ve gelir kaynakları azalan PKK ayakta kalabilmek için uyuşturucu ve esrar trafiğini ön plana çıkarmak zorunda kalmıştır. Bu bağlantıyı güvence almak için yıllardır Afganistan-İran üzerinden gelen ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılan uyuşturucu ağını yöneten Kürt uyuşturucu mafyası ile farklı bir ilişki içine girmiştir. Daha önce PKK, uyuşturucu trafiğinden sadece pay almakla yetinirken bu kez uyuşturucu trafiğini koordine eden şahıs veya aileleri legal görünümdeki partileri içinde görev almalarını sağlamış ve önlerini açmıştır. Bunlardan en önemlisi Beyaz Kadın’dır. Beyaz Kadın, İmralı’nın isteğiyle partinin en üst düzeyinde görev alarak, PKK’nın uyuşturucu baronlarıyla olan bağını güvence altına almıştır. Beyaz Kadın, geleneksel olarak Hakkari ve Van üzerinden ülkeye giriş yapan uyuşturucu trafiğinin bir kolunu Iğdır üzerinden belli aşiretleri kullanarak metropollere ve Avrupa’ya uzanmasına katkı sunmaktadır. Bu uyuşturucu trafiği sayesinde yerden mantar çıkar gibi yeni zenginler türemiş, PKK’nın siyaseti ile uyuşturucu trafiği ayrılmaz bir bütün olmuştur. Bu süreç içerisinde özellikle Iğdır gibi uyuşturucunun giriş yaptığı bölgede gençler arasında uyuşturucu bağımlılığı artmış, birçoğu tedavi görmek için halen mücadele vermektedirler. Beyaz Kadın ayrıca kendisine bağlılık gösterenlere “prens” muamelesi yapmakta, keyfi istediğini Belediye Başkanı, Milletvekili veya İl Başkanı olarak görevlendirmektedir. Şu ana kadar bu mekanizma kusursuz işlemektedir.

ZALİM DEHAK EFSANESİ İrani halkların ama özellikle Kürtlerin dilinden düşürmediği Kawa isimli bir kahraman vardır. Efsane şöyledir: Kral Dehak halkının kanını emerken beynindeki zehir bir ura dönüşür ve onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranarak yataklara düşer ve hastalığına bir türlü çare bulanamaz. Dönemin doktorları acılarının dinmesi ve yarasının kapanması ve hastalığının iyileşmesi için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini önerirler. Böylece İran coğrafyasında aylarca hatta yıllarca süren bir katliam başlar; her gün zorla anne babalarından alınan iki gencin kafası kesilip beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra, daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmiştir. Her gün gençler Dehak’ın askerleri tarafından başları kesilmek üzere götürülürken Kawa’nın aklına başkaldırı fikri gelir ve bu konuyu etrafında güvendiği birkaç kişiye açıklar. Demirci dükkanında demirden savaş malzemesi olarak Gürz-ü Kember (ucunda sivri demir parçaların olan yuvarlak demir topuz) yapar ve bir taraftan da başkaldırı için etrafındakileri eğitir. Bu hareket yavaş yavaş yayılmaya başlar. Mart ayının 20’sini 21’ine bağlayan gece zalim Dehak’a karşı direniş başlar. O gece kralın sarayı direnişçiler tarafından ele geçirilir. Aynı zamanda bu direniş Dehak’ın egemenliğindeki bütün topraklarda devam eder. Direnişçiler kendi aralarında dağlarda ateş yakarak haberleşirler. Kawa, elindeki Gürz-ü Kemberi Dehak’ın kafasına indirir. Direniş bittiğinde Kawa’nın halk hareketi Dehak’ı ve yönetimini devirir. Sevinçle dağlara koşan halk bu ateşlerin etrafında oynamaya başlar.Öcalan’ın beynindeki zehirli düşünceler yüzünden her yıl binlerce Kürt genci masum şekilde dağlarda ölmektedirler. Öcalan’ı “peygamber” olarak yaşatmaktan Kürt halkı artık yorgun düşmüştür. Kürt halkı elinde Gürz-ü Kemberiyle kendisini kurtaracak Kawa’sını beklemektedir.SONUÇ:Öcalan asla bir Mandela olamayacaktır. Her ikisinin içinde bulunduğu tarihsel koşullar çok farklıydı. Mandela demokratik direnişi bir yaşam biçimi olarak kabullenmiş, uzun yıllar bu yönde mücadele vermiş, ne zaman ki beyaz askerler hiçbir neden yokken siyahların yaşadığı gettolarda (yoksul bölgelerde) keyfi katliamlar yapınca gizli bir örgüt kurmuş, bir yıl sonra da yakalanmıştır. Cezaevindeyken asla silahlı mücadeleyi önermemiş, Gandhi’den öğrendiği sivil direniş ve itaatsizliği esas almıştır.Diğer yandan ne PKK ne de legal görünümündeki partileri demokratik bir yapıya sahip değildirler. Eş Genel Başkanlar, İmralı veya Kandil’den gelen emirler doğrultusunda belirlenmekte, PKK’nın legal görünümündeki partilerinin seçimlerde oy almasını sağlamak için gerektiğinde milis güçleri veya dağ kadrosu devreye girmekte, halkın iradesini tehdit ederek teslim almaktadırlar. Silahlı güçlere sahip olması ve bunu istediği gibi kullanması PKK’yı şımarık bir harekete dönüştürmüştür. Uyuşturucu mafyası kültürü de bu yapıya eklenince ortaya Frankeştayn yani garip bir yapı ortaya çıkmıştır.Kürtlerin kimlik haklarına gönülden inanan ve özellikle metropollerde yaşayan Kürt kökenli yüzbinlerce insan oynanan oyunların farkında olmadan masum bir şekilde PKK’nın legal partilerine oy kullanmaktadırlar. Bu şekilde Kürt kimlik haklarına sahip çıktıklarını düşünmektedirler. Ne büyük hata! Kısacası, PKK siyaseti içinden çıkılmaz bir labirente dönüşmüştür. Büyük İskender, Anadolu üzerinden İran’a doğru yol alırken Gordion şehrine uğrar. Şehrin ortasında kocaman bir düğüm asılı durmaktadır. Rivayete göre kim bu düğümü çözerse dünyaya o hakim olacaktır. Büyük İskender düşünmeden kılıcına davranır, kalın ipten yapılma düğümü bir vuruşta çözer.PKK yıllardır tek tek taşlarla Kürtlerin başına bir labirent örmüştür. Bu labirent yapısını, ulusal ve uluslararası boyutuyla bir darbede silip atacak Büyük İskender’e ihtiyaç vardır. O da yakında gelecektir… Onun adı DEMOKRASİ’dir.

Kürtlerin kimlik mücadelesi vermek için demokrasinin inceliklerini kavraması ve bu esasta yapılar oluşturması yeterli olacaktır. Dağ, silah, ajan, ihanet, infaz, masum gençlerin çatışmalarda kurban edilmesi, uyuşturucu ticareti, dış güçlerle dans etmek, yalancı peygambere biat, durmadan yeni teoriler üretmek gibi faaliyetlerine son vermeli, silahlarını teslim ederek ve masum Kürt gençliğinden el çekerek bu sürecin başlamasına katkı sunulmalıdır. 47 yıldır binlerce insanın ölümüne ve acılara neden olan PKK hareketi ile Kürt kimlik mücadelesi arpa boyu yol almış değildir. Ana dilde eğitim hakkı gibi konularda bile ne bir strateji izlenmiş ne de bunu diplomatik ve siyasi anlamda gündemde tutabilmiştir. Evet, genç Atila! Sen Karakuyu mezarlığında uyurken, Beyaz Kadın’ın çocuğu Avrupa’nın en büyük şehrinde senin masum ve inançlı mücadelenin üzerine oturarak eğitimine devam etmektedir. Bilmem bundan haberin var mıydı?

İKİNCİ BÖLÜM: IĞDIR’DA KAYYUM ATAMASI VE İKİ HIRSIZ 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Bağımsız Sosyal Demokrat olarak seçimlere katıldım. O yıllar PKK’nın gölge partisi Demokratik Toplum Partisi (DTP) seçimlere Bağımsı mı yoksa Parti olarak girmek konusunda tereddüt içindeydi. Parti olarak girseler %10 barajını aşıp aşmayacakları kesin değildi. Bu tartışmaları uzun süre devam etti.Parlamento 4 Mayıs 2007 tarihinde erken seçim kararı aldı. Moskova’da Uluslararası Enerji Sempozyumuna katılmıştım. Sempozyuma yarıda kesip Ankara’ya geldim. Annemin elini öpüp, “Bağımsız aday olmaya karar verdim!” diyerek Iğdır’a gittim. İlk Bağımsız Aday ben oldum. Benden sonra Merhum Süleyman Taşkınsu, Nevzat Aras ve Haydar Mızrak da Bağımsız Adaylıklarını koydular. Mayıs sonuydu DTP parti olarak mı Bağımsız olarak seçimlere katılma konusunda henüz karar vermiş değildi. Yapılan toplantıda Bağımsız olarak seçimlere girmeyi, seçildikten sonra DTP’ye geçerek Mecliste grup kurmaya karar verdiler. Iğdır’da Pervin Buldan Buldan Bağımsız aday olarak gösterildi. Daha sonra diğer partiler de merkez yoklamasıyla Iğdır adaylarını ilan ettiler. CHP’nin ilk sırasında Yücel Artantaş, AK Partinin ilk sırasında Ali Güner ve MHP’nin ilk sırasında Abbas Bozyel vardı. Abbas Bozyel centilmence mücadele ediyordu ama Yücel Artantaş her gittiği yerde, “Mücahit Özden Hun, Pervin Buldan’ın lehine çekildi. Kürtler birleşti. Biz Azeriler de benim etrafımda birleşiniz,” gibisinden dedikodu yayıyordu. Seçimler bu adaylarla başladı ve gittikçe hız kazandı. Pervin Buldan önce yalnızdı ve etrafında fazla kimse yoktu çünkü Mehmet Nuri Güneş adaylık hakkının kendisinde olduğunu düşünüyor, uzak duruyordu. Mehmet Nuri Güneş ikna edilince kalabalıklar Pervin Buldan’ın etrafında toplanmaya başladı. Üstelik Ağrı ve İstanbul’dan otobüsler dolusu genç Pervin Buldan için çalışmak amacıyla Iğdır’a getirildi. Belediye Başkanı Nurettin Aras idi. Bahçeli ile arasında çatışma olduğu için MHP’den ayrıldı. Yeğeni Nevzat Aras’ı bağımsız aday gösterdi. Bağımsız adayların listedeki yerlerini tespit etmek için İl Seçim Kurulunda kura çekimi yapılacaktı. Haydar Mızrak, Pervin Buldan lehine seçimden çekildi. Pervin Buldan yanında Murat Yikit’le gelmişti. Kuralar çekildi yerler belli oldu.Artık seçim çalışmaları tüm hızıyla başlamıştı. Benim üzerimde PKK’nın milis güçlerince gittikçe artan bir baskı oluşturuldu. Resimlerim yırtılıyor, broşürlerimin dağıtılması engelleniyordu. Olimpia Hotelinde kalıyordum. İsmini vermeyeceğim, Karakuyu köyünden bir akrabam otele geldi, adaylıktan çekilmemi, yarın derhal Ankara’ya dönmemi yoksa öldürüleceğimi alenen yüzüme söyledi. Bu yönde PKK karar almıştı. Elbette tehditte aldırmadım. Öldürülürsem gömüleceğim yer babamın ve akrabalarımın olduğu Karakuyu mezarlığıydı. Bu da beni korkutacak bir durum değildi. Ertesi gün seçim çalışmalarıma devam ettim. Akrabadan birisinin taksisini kiralamıştım. Bir zaman sonra tehditlere dayanamayarak gelmez oldu. Dışarı çıkıp broşürlerimi dağıttığımda kardeş, amcaoğlu veya akrabadan kimse korkudan yanıma bile yaklaşamıyordu. Sadece akşam saatlerinde otele gelip sohbet ediyorlardı ama dışarı çıkıp sokakta ve köylerde dolaşmaya cesaretleri yoktu. Her gün farklı bir taksiciyle tüm köyleri dolaştım. Telefonla durmadan tehdit alıyor, seçimden vazgeçmem isteniyordu. “Hain ve Ajan” ilan edilmiştim. Pek aldırış ettiğim yoktu! Aynı insanlar yıllar önce de rahmetli babamı “Kontrgerillacı” ilan etmişlerdi. Seçim sonuna kadar direnmeye kararlıydım. Kardeşlerimden sadece Hacı Ahmet Hun Iğdır’daydı. Atila Hun’dan “Başarılar dilerim” anlamında tek bir telefon bile almamıştım ama gittiğim her yerde seçmen, “Önce Atila gelsin hesabını versin ondan sonra senin adaylığını düşünürüz,” diyordu. Kendimi mi tanıtacağım yoksa Atila Hun’un hesabını vereceğimi doğrusu ne yapacağımı bilemez haldeydim.Hacı Ahmet ilk günler yanımdaydı ancak baskılar artınca evinden çıkamaz oldu. Artık tamamen yalnız kalmıştım. Ajanlık durumum her geçen gün terfi ediyordu. Önce MİT ajanı oldum, sonra Fransız ajanı sonra CIA ajanı. Üstelik “deli” olduğum yönünde akrabalarım halk arasında laf dolaştırılıyordu. Amca kızlarım çarşaflara bürünüp ev ev dolaşıp aleyhime toplantılar yapıyorlardı. Bir gün de teyze oğlum Ümit Alagöz otele gelip beni alenen tehdit etti. Bu arada ismini vermeyeceğim bir akrabam yanında gece yarısı saat 2’de otele iki garip şahıs getirdi. Tetikçi olduklarını Olimpiya oteli resepsiyonundaki genç adam da fark etmiş olacak ki telefon açıp mahsustan yüksek sesle, “Polis bey bizim otelin önünde bir arabaya zorla girmeye çalışıyorlar,” deyince iki tetikçi de kalkıp gittiler. Nihayet seçim günü geldi. Bütün Kürt köylerinde PKK seçmeni açık oy kullanılmaya zorluyordu. Sayın Vali’yi açıp durumdan haberdar ettim. “Yapabileceğim bir şey yok!” diyerek telefonu kapattı. O seçimde 301 oy aldım. Bu 301 oy benim için 300 bin oy anlamındaydı çünkü bütün ailem ya AK Partisine ya da Bağımsız Pervin Buldan’a oy vermişti. Yapılan hileleri, açık oy kullanmaya zorlamaları, tehditleri, ajanlık suçlamalarını yani her şeyi seçim sonuçları Seçim Kurulunca açıklandıktan sonra unuttum. Ali Güner ve Pervin Buldan kazanmışlardı. Ertesi gün Iğdır’dan ayrılmadan önce Osman Toka’nın çıkardığı gazetede yeni seçilen Milletvekillerine başarı dileklerimi ileten bir ilan yayımladım ve Iğdır’dan ayrıldım. Bu seçim sırasında köy köy dolaşmam bana çok şey kazandırmıştı. Öncelikle PKK olgusunu daha iyi anlamıştım. Ayrıca Pervin Buldan’ın kendisine yardım edenleri sırayla ödüllendirdiğine tanık olduk. Mehmet Nuri Güneş Belediye Başkanı seçildi. Mehmet Nuri Güneş tutuklanınca bu kez Pervin Buldan Belediye Meclisine ağırlığını koyarak kendisi için fedakârca çalışan Malk ailesini onurlandırmak amacıyla Hüseyin Malk’ı belediye başkanı yaptırdı. Bir sonraki belediye seçimlerinde yanından ayrılmayan Murat Yikit aday gösterildi. Şimdi de kendi lehine bağımsız milletvekilliğinden çekilen Haydar Mızrak’ı HDP İl Başkanı yapmış durumda.Ne acıdır ki Yaşar Kaya ile birlikte babamın “Kontrgerillacı” olduğuna imza atan Mehmet Nuri Güneş, tutuklandığı zaman cezaevinde ölüm orucuna katılmadığı için PKK tarafından hain ilan edildi. Kendisini affettirmek için çok çaba gösterdiğini biliyorum.Haydar Mızrak ailemize ait geçen kanalların parasını zimmetine geçirdiği için hakkında dava açtım. Mahkemeyi kazandım. Yargıtay da kararı onayladı. Haydar Mızrak haciz gelecek korkusuyla tüm mal varlığını başkalarının üzerine devretti. Şunu bilsin ki istediğim zaman Haciz Kağıdıyla Barolar Birliğine başvurup avukatlık mesleğine son verdirtebilirim. Şu anda Iğdır’da iki hırsız karşı karşıya mücadele ediyor, birisi Azerileri birisi Kürtleri etrafında toplamaya çalışıyor. Sayın Vali, Demokrasi Hırsızıdır. Yaşar Akkuş Bey’in koltuğunu çalmıştır. Yaşar Akkuş hileyle de seçilmiş olsa YSK, kendisini Belediye Başkanı olarak ilan etmiştir. Benim seçimimde de açıkça hile yapıldı. Vali müdahale etmedi. Buna rağmen kazananlara başarılar diledim. Sayın Vali’ye Demokrasi Hırsızlığına son verip görevinin başına dönmesi gerektiğini hatırlatmak bir yurttaş olarak görevimdir. Diğer hırsız zimmetine para geçiren Haydar Mızrak’tır. Iğdır iki hırsızın kavgası arasında sıkışıp kalmıştır. Merak etmeyin demokrasi ve hukuk her ikinizi de yerle bir edecektir. Ne devletin faşist uygulamaları ne PKK ne de HDP kalacaktır. Yeni bir Türkiye doğacaktır. Ne zaman mı? Elbet bir gün!

Yorumlar

 270 Toplam Görüntülenme