KÜLT VE İNSAN

Değerli Okuyucular!

Ramazan Bayramı haftasına giriyoruz. HEPİNİZİN BAYRAMINI GÖNÜLDEN KUTLARIM.

Kısa bir yazıdan sonra sizleri bekleyen Bayram Fıkraları olduğunu yazımın başında özellikle hatırlatmak isterim. Saygılarımla

KÜLT

“Kült” kelimesi Türkçe yazım dünyasında ne yazı ki “din” ideolojisi çerçevesinde ele alınmakta, hatta daha da ileri gidilerek “sapkın bir mezhep” olarak tanımlanıp, defter kapatılmaktadır. Halbuki “kült” ideolojisi ve yapısı anlaşılmadan, legal veya illegal siyasi örgüt ve partileri anlamak imkansızdır.

“Kült” kelimesi kendi içinde beş temel faktörü barındırır:

  1. “Kült” kelimesi, karizmatik bir liderin veya bir ideolojinin veya “karizmatik lider-ideoloji” ikilisinin peşine takılıp giden bir grup insanı tanımlar. Karizmatik lidere “Peygamber” muamelesi yapılır veya karizmatik lider kendisini “Peygamber” olarak ilan eder. “Kült lideri”, her şeyi bilir, dünyadaki bütün sorulara verebileceği bir cevabı vardır. Üyeleri koşulsuz bir şekilde kendisine bağlamak için “beyin yıkama” taktiklerini ustaca kullanırlar.
  2. “Kült”, basit bir inanç veya mezhep sistemi değildir. “Kült”, bir grup tarafından tartışmasız bir şekilde paylaşılan felsefi değerler sistemi yani siyasi bir ideoloji veya inanç sistemini oluşturan bir kavrama verilen isimdir.
  3. “Kült” lideri, kendisine bağlı üyelerinin üzerinde “korku” mekanizmasıyla hakimiyet kurar. Öyle ki eğer üyeler, “Kült” hareketini terk ederlerse kendilerini bekleyen bir felaket olduğu hissini “Duygu Sömürüsü” ile üyelerine empoze eder. Üyeler, “Bizim için düşünen bir liderimiz var, bizim düşünmemize ve sorgulamamıza gerek yoktur” algısıyla robotik bir yaşam tarzını gönüllü olarak benimserler.
  4. Suikastlar, cinayetler, kaos, tehdit, cezalandırma hatta bireysel veya toplu intiharlar “Kült” yapısının temel yapı taşlarından birisidir.
  5. “Kült” lideri, üyelerinin bilinçaltına, “ütopik” bir gelecek aşılar, biraz fedakârlıkta bulunurlarsa “sonsuz özgürlük” vaadini yerleştirir. En büyük hedefi, üyeleri, kendi ailelerinden koparmak, onlara yabancılaştırmaktır.

İKİ ÖRNEK:

  1. MEZHEPSEL KÜLT: THE PEOPLES TEMPLE (Halk Tapınağı)

Jim Jones isimli bir şahıs “the Peoples Temple” tarikatını kurar. Özgürlükçü ve adaletçi bir örgüt yapısı vadeder. Kısa sürede üye sayısı artar. Bir arazi satın alır. Örgüt üyelerini bu arazide bir araya getirir. Tarikat üyelerine kendisini peygamber olarak benimsetir. Tarikat üyelerinin pasaport ve paralarına el koyarak onlara şantaj yapar. Onlara takma isimler verir. Kendine itiraz edenleri ya ölesiye döver ya ölümle tehdit eder ya da öldürtür. Ve bir gün gelir Jim Jones, tarikat üyelerine içinde siyanür bulunan bir içki içmeyi emreder. 900’ü aşkın tarikat üyesi hayatını kaybeder. Jones ise kendi kafasına kurşun sıkarak intihar eder.

Toplu intihar

  1. SİYASİ İDEOLOJİK KÜLT: NAZİZİM

Hitler ve Nazi Partisi buna iyi bir örnektir. Hitler, Almanlar için kurtarıcı ve yeni bir “Peygamberdir”. Üstün ve kusursuz insan olarak görülür. Hitler, gençlik kamplarını kurar. Kız ve erkek çocuklarını dağların kuytu yamaçlarında bir araya getirir, çadır kurdurarak kaynaşmalarını sağlar, bu şekilde bütün gençlerin beyinlerini, “doğayla iç içe” manipülasyonuyla kontrol altına alır. Bununla yetinmez, gençlerin kendi ailelerini düşman olarak görmelerini sağlar hatta çoğu kez kendilerine direnen ebeveyn veya akrabalarını infaz edenleri örnek “üye” olarak övgüye layık görür. Örgütten ayrılanlar cezalandırır.  “Yahudileri öldürmek sevaptır,” gibisinden düşünce kalıplarını üyelerinin beynine kazır. Üyeler de bu emri, insani duygularını bir kenara bırakarak yerine getirmeyi bir görev olarak kabullenir ve acımasızca hatta zevkle yerine getirirler. Her “Kült” yapısında olduğu gibi, Hitler ve yakınları da ya siyanür içerek ya da kafalarına kurşun sıkarak intihar ederler.

Hilter ve “kült” olarak hipnoz ettiği gençlik

SONUÇ

Eğer yukarıdaki özellikleri içinde barındıran, legal veya illegal, mezhepsel veya siyasi bir “Kült” yapısının üyesi veya taraftarıysanız, kendi bireysel özgürlüğünüzü ve insan onurunuzu kurtarmak için gerekeni yapmak SİZİN ŞAHSİ SORUMLULUĞUNUZDUR.

BAYRAM FIKRALARI….   BAYRAM FIKRALARI…

HAMİT HUN KİMDİR?

1921 Iğdır doğumlu Hamit Hun, Geloî Aşireti lideri Ahmed Şemo’nun oğlu, Mecit Hun’un abisidir. İstanbul’daki lise eğitimini yarım bırakıp Iğdır’a döner, ticaret yaparak hayatını kazanır. 1997’de Iğdır’da vefat eder. Karakuyu Köyü mezarlığına defnedilir. Allah rahmet eylesin!

(Not: Aşağıdaki fıkralar ilk kez yayımlanmaktadır.)

GÜNEŞ TUTULMASI

Hamit Hun’un bir akrabası, köyde her işe burnunu sokmakta, bütün olaylarda araya girip şeytanlık yapmakta, bu işten küçük de olsa bir kazanç sağlamaktadır.

Gazetelerde, yakında güneş tutulması olacağı, Iğdır dahil birçok şehirden de bunun net bir şekilde izlenebileceği haberi verilir. Akrabası olan köylü, herkesin konuştuğu “Güneş Tutulması” olayının ne anlama geldiğini merak eder, en doğru bilgiyi alacağına inandığı Hamit Hun’un yanına gider:

“Hamit Bey! Güneş tutulması nedir? Güneşi kim tutacak?”

“Güneşi kimse tutmayacak. Ay, dünya ve güneş arasına girecek, güneşin ışıkları dünyaya ulaşamayacak, gündüzün birdenbire ortalık karanlık olacak. Ay, yavaş yavaş hareket ettikçe dünya tekrar aydınlanacak.”

“Ay, niçin durup dururken dünya ile güneşin arasına girip ortalığı karıştırıyor? Ayıp değil mi?”

“Ay, dünya ile güneşin arasına girip ortalığa karıştırmasa geçimini nasıl temin etsin?”

DEĞİŞEN FIKRA

Ahmed Şemo, iki oğlunun eğitimine önem veriyordu. Evin bir odasını ders çalışmaları için hazırlamıştı. Bu küçük sınıfın müdavimleri de eksik değilmiş: İsmail Ağırkaya, Aziz Güney, Enver Güneş, Mehmet Hun, Mecit Yılmaz, Musa Malgaz, Hamit Hun, Mecit Hun… Hem ders çalışıyorlar hem de fırsat buldukça gırgır geçiyorlarmış. Mecit Hun, fıkra ve gırgırı yasakladığı için, bu gibi şeyler ya Mecit Hun’un olmadığı anlarda ya da kulaktan kulağa gizliden aktarılıyormuş.

Aradan yıllar geçer, Enver Güneş ve Hamit Hun evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar. Bir gün iki çocukluk arkadaşı, bir cemaatte bir araya gelirler. Söz oradan- buradan açılır, Hamit Hun, şaka yollu suçlayıcı bir tavırla Enver Güneş’e yüklenir: “Enver Bey’in söylediklerine inanmayın. Lafı değiştirmekte üstüne yoktur.”

Enver Bey de gülerek cevaplar, “Hamit Bey, bu da nereden çıktı? Hadi ispatla!”

Hamit Hun anlatır:

“Hepimiz farklı sınıflarda ilkokul öğrencileriydik. Bizim evde yer sofrası kurulmuş yemek yiyorduk. Mecit, yemek servisi yaptığı için sık sık odadan çıkıyordu. Ben, yanımda oturan Mehmet’in (Hun) kulağına eğildim, bir fıkra anlattım:

Fıkra şöyleydi:

Yakını göremediği için miyop gözlük takan adamın birisi, hakimin karşısına çıkar. Saçma sapan şeyler anlatınca Hakim, dayanamaz, müdahale eder: “Anlattıklarını kulakların duyuyor mu?” 

Adam da pişkin bir şekilde cevap verir: “Hakim Bey, kulaklarım ve gözlerim aynı sorundan mustariptirler. Gözlerim yakını göremez, kulaklarım da yakınımda konuşulanları işitmez. Bu yüzden kendi konuştuklarımı duyamam ama merak etmeyiniz sizin konuştuklarınızı net olarak duyabiliyorum.”

Ağzında lokma olan Mehmet, kahkahayı basınca ağzındaki parçalar havaya sıçradı, sofranın üzerine dağıldı. Mehmet’in yanında Aziz Bey vardı. Aziz Bey ne olduğunu merak etti, Mehmet de Aziz Bey’in kulağına eğildi, fıkrayı anlattı. Bu kez ayran içmekte olan Aziz Bey kahkahayı bastı, ağzındaki ayranı püskürttü, sofra ayranla kaplandı. Bu şekilde fıkra kulaktan kulağa aktarıldı. En son sırada Enver Bey vardı. O da kahkahayı bastığı an, Mecit, odadan içeri girdi, ciddi bir ses tonunda Enver Bey’e ne olup bittiğini sordu. Enver Bey de itiraf etti:

“İsmail (Ağırkaya) bana bir fıkra anlattı. Gülemeden edemedim.”

Mecit, sordu:

“Ne fıkrası?”

“Adamın bir mahkemeye gitmiş. Ağzını her açtığında osuruyormuş. Hakim, sonunda dayanamayıp sormuş: “Beyefendi, ağzınızın söylediğini mi yoksa kıçınızın söylediğini mi esas alacağız.”

Benim fıkram böyle değildi. Kim değiştirmişti bilmiyorum ama en sonuncusu Enver Bey olduğu için O’ndan şüphelendim. O gün bugündür, Enver Bey’in söylediklerine hep şüpheyle yaklaşıyorum.

(Hepsi de vefat etmiş büyüklerimizi rahmet ve saygıyla anıyorum. Mekanları Cennet olsun!)

ÇOBANIN ÜCRETİ

Hamit Hun, hayvancılığı ve yaylacılığı sevmezdi. Ama bir gün bir yakının dolduruşuna gelir, 5-6 zayıf dana satın alır, bahçenin bir köşesinde derme çatma bir ahır yapıp içine koyar. Bir çoban tutar. Yatması, yemesi, içmesi Hamit Hun’a ait olacak şekilde her ay 30 TL ücret üzerinden anlaşırlar.

Ay sonu olur. Çoban parasını ister. Hamit Hun, tüm parasını Ankara’daki çocuklarına göndermiştir. Parasızdır. Düşünceli düşünceli mahalle yolundan çarşıya doğru yol alırken, iki Terekeme komşusunun ellerinde kürekle birbirlerine saldırmak üzere olduğunu görür, ileri atılır:

“Yapmayın! Kaza çıkar! Sorun nedir?”

Biri diğerini suçlar:

“Su sıramı çalıyor!”

Diğeri inkâr eder ama diğer komşu ikna olmaz.

O sırada ezan okunur. Hamit Hun da bunu fırsat bilip lafa girer:

“Böyle mübarek bir anda sevdiğim iki komşumun birbirine zarar vermesine vicdanım el vermez. Bir kürekle bir insan ölür ve tüm ömrü hapiste geçer. Değer mi ha? Değer mi ha?”

İki taraf da sessizleşir. Hamit Hun devam eder:

“Anladığım kadarıyla su sırası bir gün senin bir gün de senin, değil mi?”

Her iki komşu da “Evet!” der.

“Bizim çobana söyleyeceğim, gelsin suyun başında dursun, sulama arkını kimsenin kapatmasına izin vermesin. Siz de çobanın cebine 1 lira koyarsınız. Ömür boyu hapis yatmaktansa 1 liranın değeri mi olur!”

İki komşu anlaşır, ayrılırlar.

Hamit Hun, çarşıya giderken sessizce düşünür: “Neyse çobanın bu ayki ücreti için Terekeme kardeşlerim son anda yardımıma koştular. İnşallah bir sonraki ücreti için de Azeri kardeşlerim yardıma gelir.”

KUZU ŞİŞ

Ünlü bir profesör ve bilim insanı, Ağrı Dağı’nda incelemeler yapmak için Iğdır’a gelir. Kaymakam, bilim insanının onuruna ziyafet verir. Toplantıya katılanlar arasında Hamit Hun da vardır. Şansızlık bu ya o günlerde Iğdır’da Azeri-Kürt gerginliği patlak vermiştir.

Profesör, önüne servis edilen kebap ve bozbaşı yedikçe, bir yandan yemekleri över bir yandan da Iğdır’a olan hayranlığını gizleyemez:

“Böyle bir şehir Batı’da olacaktı ki siz o zaman görün Iğdır nasıl değer kazanırdı. Yeşillikler, meyveler, sebzeler, güzel yemekler, Ağrı Dağı…”

Hamit Hun da çok sevdiği kuzu şişini atıştırmaktadır. Bir ara laf alır, ‘dışardan görene pek güzel ama aslını gel de bana sor’, anlamına gelen atasözünü seslendirir:

“Efendim, dışı sizi içi bizi yakıyor!”

Profesör, meraklanır:

“Iğdır’da olumsuz olan ne?”

“Bir haftadır Iğdır halkı Azeri-Kürt gerginliği yüzünden diken üstünde. Huzurumuz kalmadı. Gözümüz ne Ağrı Dağı’nı ne yeşillikleri ne sebzeleri ne de meyveleri görüyor. Bakınız, şu bir parça kuzu eti bile boğazımızdan zor geçiyor.”

Hamit Hun, konuşmasını tamamladıktan sonra garsona döner:

“Evladım, bana iki porsiyon daha kuzu şiş getirmeni istiyorum. İyi pişmiş olsun!”

CÖMERTLİK

Iğdır Azerileri, Şiiliğin Caferi mezhebine bağlıdırlar. Meşhed ve Kerbela, Ehl-i Beyt mensupları için kutsal mekanlardır. Burayı ziyaret edenler birbirlerine hitap ederken, Meşhed’e gitmiş olanı “Meşhedi”; Kerbela’yı ziyaret edeni de “Kelbayı” diyerek onursal ve kutsal bir unvanla hitap ederler.

Bir gün Hamit Hun, çayhanede oturmuş, yakın dostları Meşhedi İbrahim ve Kelbayı Cabbar’la sohbet etmektedir. Laf dönüp dolaşır, iki Azeri arasında “Meşhedi” mi yoksa “Kelbayı” mı daha kutsaldır, şeklinde bir tartışmaya dönüşür. Birbirlerini ikna edemezler, Hamit Hun’dan yardım isterler. Hamit Hun, bir Sünni Şafi olarak karar verebilecek durumda değildir ama sorulan soruyu da cevapsız bırakmaz:

“Hangisi eli açık ve cömert ise, o daha kutsaldır.”

Konuşmalar yön değiştirir, epeyce çay içilir, bir an gelir, üçü aynı anda masadan kalkmak üzere davranırlar. Meşhedi İbrahim ve Kelbayı Cabbar, çay parasını ödemek ve daha cömert olduklarını kanıtlamak için yarışa girerler, birbirlerini engelleyerek, “Yok, vallahi olmaz!” diyerek ikna etmeye çalışırlarken, Hamit Hun dayanamaz lafa girer:

“Neyse bugün biriniz çay parasını versin, yarın birlikte lokantaya gideriz, biriniz de yemek parasını öder!”

ALTIN PARA SAYIMI

Ahmed Şemo’nun aşiret içinde en güvendiği isim Temıre Gulê’dir (Aziz Güney’in babası). Önemli emanetlerini O’na teslim etmeyi bir gelenek haline getirmiştir.

Yıl 1931. Numan Efendi’nin öldürülmesinden sonra Azeri İshak Bey’i Ağrı şehir merkezinde öldürtmeye azmettirme suçundan Ahmed Şemo, yayla yerinde, saklandığı bir akrabasının evinde yakalanır. Jandarmalar, Ahmed Şemo’yu götürürken, akrabasından bir isteği olur:

“Eve git! Zeyno’ya (ilk eşi) söyle iki teneke altını Temıre Gulê’ye teslim etsin. Bakalım benim kaderim ne olacak?”

Zeyno, iki teneke altını halının üzerine döker, 10 yaşındaki oğlu Hamit’ten paraları sayarak iki boş çuvala doldurmasını ister. 6 yaşındaki Mecit de abisinin yanına oturur. Mecit, henüz okula başlamamıştır ama abisinin matematik sorularını çözecek kadar sayılarla arası iyidir.

Hamit, çocuktur, altına tamah eder, düzeni aralıklarla, bir altını cebine atar. Mecit de olup biteni dikkatlice izlemektedir.

Sonunda iki çuval, altın parayla dolar. Medet Güney (Aziz Güney’in amcası), çuvalları atın terkisine atar. Tam yola çıkacakken, Mecit, Zeyno annesinin yanına gider, Hamit’in bir kısım altınları cebine attığını söyler. Zeyno, Hamit’i yakalar, cebindeki altın paralara el koyar. Zeyno, altınları götürmek üzere yola çıkmaya hazır olan Medet Güney’den özür diler, “Çuvalları ver, altınları yeniden sayıp teslim etmem gerekiyor.”

Medet Güney, 2-3 saat daha beklemeye tahammülü olmadığı için sinirli bir tavır takınır. O anda Mecit, ileri atılır:

“Zeyno anne, yeniden saymamıza gerek yok. Dikkat ettim, Hamit Abim her 50 paradan sonra bir altını cebine atıyordu. Sonunda üç altın kaldı, onları da cebine attı. Hamit Abimin cebindeki altınları saysak ben size tam sayıyı söylerim.”

Hamit’in cebindeki altınlar sayılır: 45 altın para.

Mecit, hemen matematik hesabı yapar: (45-2)=43     43*50=2150 (iki çuvaldaki para sayısı)   2150+45=2195 (toplam altın para sayısı)

Mecit Hun, tüm öğrencilik yılları boyunca matematik dehası olarak ün salar, ilk, orta ve Erzurum Lisesi’ni birincilikle tamamlar.

ORGOF (SUVEREN) İÇME SUYU

1960’lı ve 70’li yılların başında Iğdır’ın içme suyu 15 km uzaklıktaki Orgof (Suveren) köyünden temin edilirdi. O yıllar nüfusu 5000 civarında olan Iğdır ilçesinin su ihtiyacını karşılamak zor değildi. Yeraltına döşenmiş, 25-30 cm çapında bir demir boruyla Suveren’in temiz suyu Iğdır’a taşınıyor, aşağı yukarı 40 m yüksekliğindeki su ambarı deposuna pompalanıyor, ilçeye dağıtım yapılıyordu.

1965 yılında Iğdır’ı çepeçevre saran iki kanal yapılır. Kanallardan birisi Karakuyu merasını ikiye bölerek devam ettiği için, Suveren’den gelen su borusunun Iğdır’a ulaşabilmesi için kanalı geçmesi gerekmekteydi. Kanal çok derin olduğundan mühendisler mecbur kalıp borunun kanalı geçen kısmını açıkta bırakırlar.

Yayla dönüşü çadırlarını Karakuyu merasına kuran köylüler, kurbağalı kuyu suyundan bıktıkları için, boruyu delip temiz su elde etmeyi planlarlar.

Köylüler, boruyu binbir zahmet delerler ama beklenmedik bir durumla karşılaşırlar. Suveren’in rakımı yüksek olduğundan (Suveren köyü, Karakuyu köyünün biraz üstüdür) delinen borudan su, fıskiye gibi metrelerce gökyüzüne fışkırır. Tazyik öylesine güçlüdür ki, bırakınız su doldurup eve götürmeyi bir avuç su içmek bile mümkün değildir. Belediye ekipleri sık sık gelip onarmaya çalışırlar ama çözüm üretemezler.

1968 mahalli seçimleridir. Kısa boylu, aşırı kilolu Süleyman Demirel Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı ve Başbakandır.

Iğdır’da seçim konuşmaları yapılmaktadır. Kürsüye çıkan her adayın ilk vaadi, delinen borunun onarımı için söz vermesidir. Üstelik her aday, kendi çözüm yöntemini açıklayıp seçmeni ikna etmek durumundadır. Kısacası, o yıllar belediyenin en önemli sorunu, delinen su borusunun onarılmasıdır.

İşte böyle bir günde, Hamit Hun ve arkadaşları çayhanede oturmuş hem seçim konuşmalarını dinliyor hem de kendi aralarında bu borunun nasıl onarılabileceğini tartışıyorlarmış. Bir arkadaşı Hamit Hun’a sorar:

“Sen başkan olsaydın bu sorunu nasıl çözerdin?”

Koyu CHP’li olarak bilinen Hamit Hun, zorlanmadan cevaplar:

“Ülkenin hali vahim! Halk açlıktan perişan bir halde. Başbakanın bir işe yaradığı yok. Ben, Belediye Başkanı olsaydım, tombul Demirel’i getirir, borunun üzerindeki deliğe oturturdum. Böylece hiç olmasa bir işe yaramış olurdu.”

KEFTAR

Çocukluğumda sıkça duyduğum “Keftar” kelimesi Osmanlıca ve Türkçe de “Sırtlan” anlamına gelir. Halbuki bazı dillerde ve özellikle Iğdır yöresinde “Keftar”, dişi dökülmüş, yaşlılar için kullanılır.

Hun ailesi diş konusunda genetik bir şansızlığa sahiptir. Dişleri erken yaşta dökülmeye başlar.

Hamit Hun’un dişlerini çektirdiği, takma (protez) diş yapmaya hazırlandığı günlerdir. Takma dişleri hazır oluncaya kadar çarşıya çıkmamaya özen gösterir.

Sırrı Atalay’ın, 1950 seçimlerinden itibaren aralıksız olarak her dönem CHP’den Kars Milletvekili ve 1960’dan sonra da Kars Senatörü olarak seçilerek uzun bir siyasi hayatı olur. 1970’li yılların ortalarına doğru bir zaman Iğdır’ı ve dostlarını ziyarete gelir. Ayrılmadan önce mutlaka Hamit Hun’u görmek ister. Kendisine Hamit Hun’un mazereti anlatılır:

“Önemli değil! Lütfen davet ettiğimi söyleyiniz.”

Dişleri çekilmiş olan Hamit Hun, mecbur kalır şehir merkezine iner. Sırrı Atalay, ilk görüşte şakasını yapar:

“Demek artık ‘keftar’ oldun ha!”

“Vallahi ne diyeyim Sırrı Bey! Siz, siyaseten keftar oldunuz ben de genetik bozukluk yüzünden genç yaşta keftar oldum. Ama pek yakında protezimi takınca ben yine bir delikanlı gibi olacağım ama siz ‘siyasi keftar’ olarak yaşamaya devam edeceksiniz.”

AĞRI DAĞI PATLARSA

Bir Kürt köylüsü Hamit Hun’a merakla sorar:

“Ağrı Dağı patlarsa ne olur?”

“Allah korusun! Çok kötü şeyler olur!

“Mesela ne olur?”

“Önce deprem olur.”

“Onu boş ver! Başka?”

“Sonra duman ve gazlar çıkar! Hızla etrafa yayılır.”

“Onu da boş ver! Başka?”

“Küller etrafa dağılır… Her şey külle kaplanır.”

“Onu da boş ver! Başka?”

“Lav dedikleri erimiş sıcak taşlar dağdan aşağı doğru iner, önüne çıkan her şeyi eritip yok eder.”

Köylü eliyle sakalını sıvazlar:

“Keşke Ağrı Dağı patlasa, sıcak taşlardan birkaç kova alıp eve götürsem. Söylediklerine göre romatizmaya birebir iyi geliyormuş.”

NUH’UN GEMİSİ

Bir Kürt köylüsü Hamit Hun’a sorar:

“Ağrı Dağı’na ilk kim çıkmış?”

“Söylediklerine göre Alman kökenli bir Rus!”

“Nuh’un Gemisi’ni görmüş mü?

“Söylediklerine göre görmüş hatta içine de girmiş.”

“İçinde ne varmış?”

“Neler yokmuş ki! Aklına gelen her şey varmış.”

Köylü elini sert bir şekilde ve üzüntüyle bacağına vurmuş:

“İki gündür bütün dükkanlarda hevrîng (koyun kırkma makası) arıyorum. Hele şu işe bak! Hevrîng dağın tepesinde, geminin içinde, ben de burada çaresiz kalmışım. Allah’ın hakkıdır!”

Hevrîng (Koyun kırkma makası)

BORCUNU İSTEME

Belediye Başkanlığı seçimleri yaklaşmaktadır. Mecit Hun da adaydır.

Bir genç, ispirtolu teksir makinesinden çıktığı için yazıları mavi renkte olan bir bildiriyi, çayhanelerdeki masaların üzerine sessizce koymakta, hızla uzaklaşmaktadır.

Hamit Hun, kâğıdı merakla okur. Şöyle yazmaktadır:

“Kürtçü ve Komünist Mecit Hun’a oy vermeyiniz! Kendisi çok saygılı, yardımsever, efendi birisi gibi görünür ama sakın ola, buna kanmayınız. Kendisi tescilli bir Kürtçü ve aynı zamanda bir Komünist ajanıdır. Üstelik Ermenilerden de para yardımı almaktadır. İran ajanı olduğu yönünde de şüpheler vardır. Bütün bunlar devlet kayıtlarında mevcuttur. Geloylu Aşiretinin lideri olması da bizi ayrıca üzmektedir. IĞDIRLI VATANSEVERLER”

Hamit Hun, kahkaha ile gülerken, Mecit Hun, abisinin masasına oturur:

“Ne oldu Hamit, niçin gülüyorsun?”

“Senin için güzel şeyler yazmışlar! Ama bir şey eksik kalmış.”

Mecit Hun, yazıyı okur, gülümser, sonra da merakla sorar:

“Eksik olan ne?”

“Şunu eklemeleri gerekiyordu: ‘Mecit Hun, taksi parasını ödemek için abisi Hamit Hun’dan aldığı borç parayı da henüz geri ödememiştir.”

Mecit Hun, hemen cüzdanına davranır.

AH OBLOMOV!

Dışarıda ılık bir ilkbahar günüdür. Hamit Hun, balkondaki sedire uzanmış, başının altına bir yastık yerleştirmiş bir halde ünlü Rus yazarı Gonçarov’un kaleme aldığı OBLOMOV isimli kitabı zevkle okumaktadır.

Oblomov, zengin bir toprak aristokratının oğludur. Kırsal bölgede kocaman bir malikanesi, sonsuz toprakları ve köle statüsünde köylüleri vardır. Çalışmasına gerek yoktur. Zamanını St. Petersburg’un zengin bir mahallesinde, bir evde yalnız yaşayarak geçirmektedir. Kendisine son derece bağlı Zahar isminde bir hizmetçisi vardır. Gün boyu yatağından çıkmayan Oblomov iki de bir bağırır:

“Zahaaaar! Neredesin?”

Zahar da hemen el pençe efendisinin önünde belirmekte, isteklerini yerine getirmektedir.

Hamit Hun, Oblomov’un rahat ve huzurlu yaşamını hayal ederek hafif bir uykuya dalar. Aniden sert ve emredici bir sesle uyanır. Eşi, istekte bulunur:

“Hamit, yatma zamanı değil! Boyun uzun, şu ampulleri değiştir. Sonra da çamaşır ipini ağacın en yüksek dalına bağla.”

Tatlı hayallerden uyanan Hamit Hun, kendi kendine söylenir:

“Malikaneden, paralardan vazgeçtim hatta Zahar’dan da vazgeçtim. Bari insanı, hani şöyle birkaç saatliğine yapayalnız bıraksalar ya!”

NUH’UN GEMİSİ SEMPOZYUMU

1980’li yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Doğubayazıt ilçesinde düzenlediği “Nuh’un Gemisi Sempozyumuna” Hamit Hun da davet edilir. Hamit Hun, ana dili Kürtçe, okulda Türkçe ve bir de şiirlerden öğrendiği kadarıyla Farsça ve Arapça bilmektedir.

Bilimsel toplantıda yemek molası verilir. Hamit Hun, elinde tabldot (yemek tepsisi) ile masalarda yer ararken, bir masada Uzak Doğu görünümlü bir hanımefendinin yalnız olduğunu görür, gülümseyerek karşısına oturur. Ağrı Dağı konusunda uzman Porfesör Japon hanımefendi, kibarca başını eğerek saygılı biçimde Hamit Hun’u selamlar, Hamit Hun da gülümseyerek karşılık verir. Ne yazık ki anlaşabilecekleri ortak bir dil yoktur.

Japon profesör, masada canlılık olsun diye, çatalıyla tabağındaki tavuk etini gösterir, sonra da “gluk gluk” diye ses çıkarır. Hamit Hun, zekidir. Japon profesörün, “Ben tavuk eti yiyorum,” dediğini anlar. Bu kez Japon Profesör, çatalıyla Hamit Hun’un dana eti dolu tabağını gösterir, “Bu ne eti,” der gibi jest yapar. Hamit Hun da “muu muu” der. Japon Profesör, bunun dana eti olduğunu anlar. Her ikisi de kahkahayla gülmeye başlarlar.

Hamit Hun’un Japon Profesörle şakalaşıp güldüğünü uzaktan gören tercüman, bir fırsatını bulup Hamit Hun’un kulağına eğilir:

“Hamit Bey, Japonca konuştuğunuzu gördüm. Hanımefendi İngilizcemi anlamıyor. O’na söyleseniz, yarın sabahleyin 5’te kalksın! Ağrı Dağı yürüyüşü olacak. Unutmasın!”

Hamit Hun, şaka yollu da olsa bu fırsatı kaçırmaz:

“Merak etmeyin! Birlikte yatar, sabah namazında da uyandırırım.”

SOĞUK ALGINLIĞI

Hamit Hun, soğuk algınlığına yakalanır, ateşler içinde yatar. Eşi, beline küp atar. Hamit Hun gerçekten de ciddi şekilde rahatsızdır çünkü küplerin yeri simsiyahtır.

Birkaç gün sonra, biraz toparlanan Hamit Hun, hamama gider. Soyunduğu andan itibaren, sırtındaki küp izlerini görenler, “Hamit Bey geçmiş olsun,” demeye başlarlar. Hamit Hun, peştamalı üzerine çekip buhar odasına girdiğinde de siyah küp lekesini görenler “Geçmiş olsun,” dileklerinde bulunurlar.

Hamit Hun, üstünü giyinip sokağa çıkar. Ancak karşılaştığı yakın dostları bile “Geçmiş olsun,” dileğinde bulunmazlar. Hamit Hun, kendi kendine söylenir, “Ne garip! İnsanoğlu çıplak olunca ne kadar anlayışlı, kibar; giyinik olduğunda da ne kadar vurdumduymaz oluyor.”