KOVİD KOĞUŞU, KUANTUM MEKANİĞİ VE CEZAYİR DEVRİMİ

Değerli Okuyucular!

Yukarıdaki üç farklı ifade arasında acaba nasıl bir ilişki var, diye merak edeceksiniz. Bunun için biraz sabırlı olmanızı rica ediyorum.

KANSER KOĞUŞU KİTABI

Her çocuk hiç şüphesiz içinde doğup büyüdüğü aileden etkilenir. Bu benim için de geçerlidir. Babam (Mecit Hun); her akşam eve, koltuğunun altında bir tomar gazeteyle gelirdi. Odasına kapanır, gazeteleri disiplinli bir şekilde okumaya koyulur, okuyup bitirdiği her gazeteyi masanın uç tarafına, üst üste yerleştirirdi. Bu, ev ahalisi için şöyle bir mesaj anlamına gelirdi: “İsterseniz bu gazeteleri artık alıp götürebilirsiniz.” Biz de heyecanla gazeteleri kapar, diğer odaya koşardık.

12-13 yaşlarında bir çocuktum. Babam, benim için bir idoldü. Gazete okuması, daktiloda yazı yazması, kitap sayfalarını özenle çevirmesi, bunları yaparken derin bir meditasyona girmiş bir ruh haline bürünmesi beni oldukça etkilerdi.

Babam, Iğdır’ın ve Doğu Anadolu’nun ilk ciddi gazetecilerinden birisiydi. 1952-55 yılları arasında DİL, FIRILDAK (Iğdır’ın ilk ve son mizah gazetesi), ŞARKIN DİLİ VE PAMUKOVA (Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilk ciddi fikir ve entelektüel gazetesi) gazetelerini yayımlamıştı. Bu nedenle her siyasi görüşten gazete ve magazin alıp okumak O’nun yaşam hobisiydi.

29 Ocak 2022 tarihi, Merhum Babam Mecit Hun’un 24. Ölüm Yıldönümüdür. Rahmetle anıyorum!

Babam, kitap okumayı da severdi. Sanırım 1971 yılıydı. Babam, bir gün elinde bir kitapla çıkageldi. Rus yazar Soljenitsin’in piyasaya yeni çıkan “Kanser Koğuşu” isimli kitabıydı.

“Kanser Koğuşu”, ALTIN KİTAPLAR YAYINLARI tarafından çıkarılmıştı. Çift katlı özel cildi ve kırmızı iplik ayracıyla kitap ilk bakışta insanı cezbediyordu.

Babamın evde olmadığı bir gün, kitabı elime aldım. Okumaya koyuldum. Kanserli hastalar ve koğuşlardan bahsediyordu. Birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı ürpererek kapattım ve o günden sonra ne zaman kitabı görsem garip bir duyguyla irkilirdim. Bunun nedeni, kanser nedeniyle çaresiz kalan insanların bir hastanede koğuşa kapatılması, ölüme terk edildiklerini bildikleri halde iyileşme umutlarını kaybetmeyen bir avuç insanın, kendi aralarındaki iç karartıcı konuşmalarıydı.

Yıllar sonra kitabı tam olarak tekrar okuduğumda, kitabın yarı otobiyografik olduğunu anlayacaktım. Stalin’in Sibirya’ya sürgün ettiği Soljenitsin, kansere yakalanır, kendisi gibi diğer tutuklularla birlikte Taşkent’te bir kanser hastanesine kapatılır. Soljenitsin, 1954 yılında kanser hastanesinde yaşadıklarını 1966’da önce bir gazetede tefrika olarak yayımlar.

Soljenitsin’in 1954 yılında Taşkent’te kaldığı Kanser Hastanesi

Kanser Koğuşu, ilgi görünce kitap olarak yayımlanır ama derhal yasaklanır. O dönem Doğu (Komünist)-Batı (Kapitalist) Blokları arasında amansız bir psikolojik yarış ve çekişme vardır. İngilizler, kitabı yazardan telif hakkı almadan yayımlarlar. Soljenitsin, Gulak Takım Adaları, Kanser Koğuşu ve diğer çalışmaları nedeniyle 1970 Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülür.

KOVİD KOĞUŞU

10 Ocak Pazartesi günü eşim Şeval’le birlikte Iğdır’a geldik. Bir hafta sonra soğuk algınlığına benzer bir durum yaşadım ve derken 18 Ocak sabah 3’te Iğdır Devlet Hastanesinin Aciline gitmek zorunda kaldım. Yapılan testte kovite yakalandığımı öğrendim. Kaldığım mekanda eşimle birlikte karantinaya alındım.

İçinde yatıp kalktığım oda bana Soljenitsin’in Kanser Koğuşu kitabını hatırlattı. Bugün, Kovid Koğuşunda beşinci günüm. Kovitin üzerimde yarattığı bitkinlik azalınca elim nihayet klavyeyle buluştu.

KUANTUM MEKANİĞİ

Sizleri bilmem ama hastalık ve nekahet (iyileşme) zamanlarında zihnim felsefe, astronomi, sosyoloji, fizik gibi konulara kayar, kendimi, Einstein gibi “düşünce deneylerine” kaptırırım. Kuantum mekaniği en sevdiğim konulardan birisidir. Okuyucum izin verirse, kuantum mekaniğinin temel prensiplerini kısaca açıklamak isterim.

Fizik dünyasını üç farklı evrene ayırarak değerlendirmek gerekir:

  1. Makro evren (yıldızlar, galaksiler, kara delikler seviyesi)
  2. Normal evren (dünya üzeri yani insanların günlük yaşam seviyesi)
  3. Mikro evren (atom, proton, elektron, kuark, nötron yani parçacıklar seviyesi)

İnsanoğlu, önce Normal Evren fiziğiyle ilgilendi; Galileo Galilei ve Newton’la normal evren fiziğinin temel yasalarını; Einstein’in Genel ve Özel Görelilik kuramıyla makro evrenin yasalarını; Niels Bohr ve Max Planck’ın kuantum teorisiyle de mikro evrenin yasalarını öğrendik.

Gördüğünüz gibi her evrenin kendilerine göre yasası var. Ben burada fazla detaya girmeden mikro evrende yani kuantum mekaniğinde var olan ilginç bir yasayı, fazla bilimsel bir jargon kullanmadan özetlemek isterim: “Bir parçacık aynı anda iki farklı yerde olabilir.”

Bu yasa elbette örneğin normal evrende yani bizim içinde yaşadığımız dünyada geçerli değil. Örneğin ben aynı zamanda hem Kovid Koğuşunda hem de dışarıda olmak isterdim ama maalesef bu bir hayal!

Bunları düşünürken, acaba sosyal ve siyasal olaylarda kuantum fiziği yasalarına uygun şekilde, birbirinden bağımsız olarak, iki farklı yerde tıpatıp aynı olmasa da benzer şekilde var olabilirler mi, sorusu zihnime saplandı.

Aklıma birden yıllar önce Paris’te yaşadığım bir anekdot geldi. Aslında bunu yazmam için özel bir neden yok ama işte, Kovid Koğuşunda zaman öldürürken, insan zihni daldan dala atlamaktan hoşlanır.

Anekdotun anlaşılabilir olması için bazı terimleri açıklamam gerekiyor.

KASBAH

Ne garip bir isim, değil mi? Arapça bir kelime olan Kasbah (قصبة), “Kale” veya “Hisar” anlamına gelir. Ancak Kasbah kelimesi özellikle Mağrip’te (Cezayir, Tunus ve Fas), “kaleiçi” veya en doğru biçimiyle “eski şehir” anlamında kullanılmaktadır.

Bildiğiniz gibi önceleri şehirlerin etrafı surlarla çevriliydi; böylece zamanla “kale şehir” yapıları ortaya çıktı. 19’ncu yüzyıldan itibaren hem surların bir anlamı kalmadığından hem de nüfus artışı nedeniyle “kaleiçi şehirler” önemlerini kaybetti ve böylece yeni şehirlerin gelişimi kale dışına taştı. Örneğin, Ankara’da, “kaleiçi” olarak bilinen turistik bir mekanımız var (maalesef başka da yok!). Surların içindeki evlerde insanlar yaşamakta yani “eski şehir” halen varlığını devam ettirmektedir. Zamanla, Ankara, “kaleiçi şehir” den taşarak büyümeye başladı. İlk semtin adı Ulus oldu. Diğer semtler sonradan kuruldu.

Ankara Kaleiçi Evleri

Kuzey Afrika’da Cezayir isimli bir devlet var. Cezayir devletinin başkentinin adı da Cezayir’dir. Cezayir şehrinde, sahile yakın tepe üzerindeki kalenin etrafındaki semtin adı halk arasında “Kasbah” olarak bilinir. Dar sokakları, iç içe girmiş çok katlı binaları, labirent gibi sokaklarıyla Kasbah, uzun yıllar kanun kaçaklarının gizlendiği ve cirit attığı bir yer olarak ün salmıştı.

Cezayir şehrinin Kasbah semtinden bir görünüş

Cezayir Bağımsızlık Savaşını başlatan altı kişilik kadro Kasbah’ta saklanıyor, devrimin planlarını burada yapıyorlardı.

(Not: Cezayir Kasbahı, 1992 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir.)

Bugünkü Cezayir Şehrinin Kasbah Semtinden bir görünüş

PİED-NOIR (piye nuar)

Cezayir, 1830-1962 yılları arasında yani 132 yıl boyunca Fransa’nın bir sömürgesiydi. Cezayir’de 1954-1962 yılları arasında 8 yıl süren bir iç savaş veya bağımsızlık savaşı yaşandı. Cezayir 5 Temmuz 1962’de bağımsızlığını kazandı.

(Not: Türkiye tarihi bir hata yaptı. Cezayir’in bağımsızlığını hemen tanımadı. Ancak 26 günlük bir gecikmeden sonra, yani 31 Temmuz 1962’de, Türkiye, Cezayir’i resmen tanıdı. 26 günlük gecikme Türkiye-Cezayir ilişkilerinde kara bir leke olarak tarihe kazındı. Üstelik Cezayirliler bunu hesabını benim gibi masum Türk vatandaşlarından sormayı gelenek haline getirdiler.)

Cezayir, Fransız sömürgesi olunca, Avrupa’dan önemli bir Hristiyan ve beyaz nüfus Cezayir’in sahil boyundaki kuzey şehirlerine yerleşti. Çocukları, Cezayir’de büyüdü. Bu şekilde 6-7 jenerasyon beyaz ve Hıristiyan Fransız nüfus Cezayir’in kuzey şehirlerinde çoğalıp büyük bir nüfus oluşturdular. Cezayir, 1962’de bağımsızlığını kazanınca, bu beyaz ve Hıristiyan Fransız nüfus (Cezayir nüfusunun %10’u), güvenlik nedeniyle, panik halinde Avrupa Fransa’sına hücum etti. Milyonlarca göçmen perperişan bir halde Avrupa Fransa’sında yeni bir hayata sıfırdan başlamak için mücadele ettiler.

Cezayir’de doğup büyüyen Pied-Noir’lar panik halinde Fransa’ya kaçarken (1962)

Bildiğiniz gibi Afrika denilince akla “siyah / kara” sıfatı gelir. Bu yüzden, bu muhacir Fransızlar, Afrika’dan geldiklerinden, Avrupalı Fransızlar onları “Kara-Ayak” anlamına gelen “Pied-Noir (piye nuar)” ismiyle çağırdılar. Ünlü “Pied-Noir” isimler arasında Nobel Edebiyat ödüllü Albert Camus, modacı Yves Saint-Laurent (iv sen loran), şarkıcı Enrico Macias ve felsefeci Jacques Derrida gibi isimleri sayabiliriz.

HARKİ

Cezayir bağımsızlık savaşı (1954-1962) sırasında yerli halkın bir kısmı Fransızlarla birlikte hareket ediyordu. Bunları şöyle sıralamak doğru olur:

  • 45,000 Harkis (sadece yerli ahaliden oluşan, resmi askeri elbise taşıyan ve Fransız ordusuyla birlikte FLN’e karşı savaşan askeri birlikler. Hamidiye Alaylarına benzer bir yapılanma.)
  • 60,000 askere alınan yerli ahali (FLN’e karşı savaşmak için)
  • 20,000 profesyonel asker
  • 60,000 yerel milis üyesi (Köy korucularına benzer bir yapı)
  • 50,000 devlet çalışanı (Fransız sömürgesi Cezayir’de devlet dairelerinde çalışan yerli halk)

“Harki” kelimesi önceleri sadece Fransız Ordusu adına savaşan ve yerel ahaliden oluşan askeri birliklere verilen isimdi. Zamanla yukarıda sıraladığım grupların hepsi için “işbirlikçi ” anlamına gelecek şekilde “Harki” kelimesi kullanıldı.

Harki ordusu geçit töreninde

KABİLİYE

Kabiliye, Cezayir şehrinin güneyinden başlayıp, Tunus’a kadar olan ve Atlas dağlarının kuzeyinde kalan bölgenin adıdır. Berberi asıllı kabilelerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgedir. Dağlık bölge olduğu için Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) gerillalarının merkez üssü konumundaydı. Cezayir’in bağımsızlığı yolunda önemli adımlardan biri olarak 1 Kasım 1954’te başlayan silahlı mücadele Kabiliye’de ateşlenip bütün ülkeye yayılmıştı.

Cezayir’de Kabiliye Bölgesi

PARİS’TE BİR KAFETARYA

Yıl 1987. Paris’te çalıştığım yıllar… Yoğun bir iş temposunun içindeydim. Zihnimde sabah-akşam veya hafta-sonu tatili gibi kavramlara yer yoktu. Bekardım. Çalışmayı da seviyordum.

Bilgisayar yazılım algoritmaları içinde boğulup kaldığım günlerdi. Geç saatlere doğru bir zamandı. İş yerinden ayrılıp St. Placide (sen plasid) metro istasyonuna yürürdüm, yorgun ve dalgın adımlarla merdivenleri inip metroya bindim. 15 dakikalık bir yolculukla evime en yakın metro olan Port de Clignancourt (port dö klinyankur) istasyonunda indim. Şirketin sponsorluğu sayesinde halk arasında HLM (aş-el-em) olarak bilinen sosyal konutlarda nerdeyse bedavaya kalıyordum.

Metrodan çıkınca, hemen köşede bir kafeterya (café) vardı. Eve gitmeden önce bir şeyler atıştırabileceğim son mekandı.

Mahalleye yeni taşındığım günlerdi. Akşam 10 surlarında kafeteryadan içeri girdim. Tost ve çay siparişi verdim. Çantamdan Albert Camus’un “Yabancı” isimli romanını çıkarıp okumaya koyuldum.

Kafeteryanın müşterileri daha çok eski Fransız sömürgelerinden gelen Siyahiler ve Araplardı. Sahibinin de Cezayirli bir Arap olduğunu sonra öğrenecektim.

Masalara, 50-55 yaşlarında Arap görünümlü bir garson hizmet veriyordu. Tostu ve çayı masaya bırakırken lafa girdi:

“Ne o öyle! Pied-Noir’ın kitabını mı okuyorsun?”

Konuşmasından hiçbir şey anlamadım, ağzımda geveledim:

“Camus’ün kitabı!”

“Biliyorum! Pied-Noir’lar da çok acı çekti!”

“Pied-Noir” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Doğrusu ilk kez duyuyordum.

“Yabancıya benziyorsunuz, nerelisiniz?”

“Türkiyeli!”

Bardaki adam,  “Türkiye” kelimesini duyunca alaycı bir sırıtmayla uzaktan lafa girdi:

“Türkiye, Cezayir’e ihanet etti!”

Sonra da işaret parmağını sağa sola sallayarak devam etti:

“Yapmamalıydı! Cezayir, 300 yıl Türklerin hakimiyetinde kaldı. Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığını tanımadı. Müslüman kardeşlerine ihanet etti.”

Bu detayı az da olsa biliyordum ama unutulup gittiğini düşünüyordum. Barmen, bir Türk’ü yakalamışken geçmişin intikamını almak zevkine kaptırmıştı kendisini. Garson, barmene döndü, sinirli ses tonunda lafa girdi:

“Kes sesini! İşine bak pis Harki! Sanki Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele ettiniz!”

‘Harki’nin de ne demek olduğunu bilmiyordum.

Bu arada bir not düşmek isterim: Eğer dilini bilmediğiniz bir ülkeye gidip, orada uzun yıllar yaşamayı planlıyorsanız, yanınızda bilmediğiniz kelimeleri not edecek küçük bir defter taşımalısınız. Ben, bunu bir alışkanlık haline getirmiştim.

Çantamdan not defterimi çıkardım, sırayla şu kelimeleri yazdım: Pied Noir, Harki.

Vedalaşıp ayrılırken garson, biraz da barmenin saygısız çıkışını affettirmek için dostça arkadan seslendi:

“Yarın görüşmek üzere! Bakın, sizi bekliyorum ha!”

***

Ertesi gün aynı saatte aynı kafeteryada aynı masada oturmuş, tost ve çayla karnımı doyuruyordum. Bu arada Pied-Noir ve Harki kelimelerinin ne anlama geldiğini öğrenmiştim.

İçerisi tenha olunca garson yanımdaki iskemleye oturdu. Yüzünün sağ tarafında yanık izi vardı. Gözlerini üzerime dikti:

“Cezayir devrimi hakkında ne biliyorsun?”

“Doğrusunu isterseniz sadece birkaç kısa makale okudum. Çok fazla bir şey bilmiyorum.”

“Ben eski bir FLN üyesiyim. Gerilla olarak dağlarda çarpıştım. Bağımsızlıktan sonra anlaşmazlıklar oldu. Fransa’ya kaçtım, Paris’e yerleştim. Cezayir Devrimini anlatmamı ister misin?”

“FLN ne anlama geliyor?”

“Le Front de Libération Nationale (Ulusal Kurtuluş Cephesi)” kelimesinin baş harfleridir.”

“Evet, Cezayir Devrimini sizden dinlemek isterim.”

“İsminiz nedir?”

“Mucahid!”

“Güzel bir isim. Benim adım da Farid. (Eliyle barmendeki arkadaşını işaret ederek) Onun adı da Said. Tanıştığımıza memnun oldum. Cezayir devriminin çocuğuyum. Her şeyi anlatacağım ama bugün değil! Geç oldu! Pazartesi günleri kafeterya tenha oluyor. Erken gelmeye çalış, olur mu?”

“Tamam!”

***

Pazartesi günü daha erken bir saatte,19:00 surlarında kafeteryaya gittim. Garson beni dipte, uzak bir masada oturmamı istedi. Barmen yani Said, hem barla ilgileniyor hem de garsonluk yapıyordu. FLN üyesi Farid yanıma oturdu. Sigarasını yaktı.

“FLN’e 1957’de katıldım. 17 yaşlarında bir gençtim. Önce 1954 yılından bahsetmek isterim. FLN’in nasıl kurulduğunu anlatmam gerekiyor. 14 yaşındayım. Kasbah’da doğup büyüdüm. Kasbah, Cezayir şehrinin bir semtidir. Bir tepe üzerine kuruludur. Görmen gerekir! Üst üste binlerce ev, dolambaçlı sokaklar, sayısız kapılar, teraslar, merdivenler… Burada çoğunlukla Kabililer biraz da Araplar yaşar ama herkes Arapça konuşur. Evimizde Kabili dili konuşulurdu. Babam Kabiliye’den gelip Kasbah’a yerleşmişti. Yani üç dil biliyordum: Kabili, Arapça ve Fransızca

Seyyar gazeteciydim. Koltuğumun altına bir tomar gazeteyi koyuyor, Kasbah semtinin dışına çıkıyor, pied-noir’ların oturduğu zengin semtlerinin sokaklarında dolaşıp gazete satıyordum.

Bir gün ayakkabımın tabanı koptu. Ayakkabıcıya gittim. Yaşlı bir amcaydı. Bir yandan ayakkabımı tamir ederken bir yandan da bana sorular soruyordu. Sonra anladım ki nasıl bir çocuk olduğumu, güvenilip güvenilmeyeceğimi anlamak istiyordu:

“Seninle anlaşalım! Ben senin ayakkabını tamir edeceğim, para almayacağım ama sen de vereceğim bir paketi falanca adrese götüreceksin. Anlaştık mı?”

“Hiç sorun değil!”

“Ancak bu paketin polisin ve askerin eline geçmemesi gerekir. Dikkatli olacağına söz veriyor musun?”

“Evet!”

Paket büyük değildi. Gömleğimin içine soktum. Kasbah’ın dar sokaklarını ve merdivenlerini yürüyerek söylenen eve vardım. Evin önünde bir adam oturmuş elinde çuvaldızla bir şeyler dikiyordu. Merdiveni çıkmama engel oldu.

“Şu eve gitmem gerekiyor. Lütfen izin veriniz?”

“Evin sahibi benim. Ne istiyorsun?”

Koynumdaki paketi çıkarıp uzattım. Yüz ifadesi değişti.

“Derhal kaybol! Kimseye bir şey söyleme, tamam mı?”

“Tamam!”

O günden sonra düzenli olarak ayakkabıcıya uğruyor, bana verdiği paketleri aynı adama teslim ediyordum. Sonradan anlayacaktım ki bu evde FLN’nin yönetici kadroları gizleniyordu.

Sokaklarda koltuk altında gazete satan Cezayirli bir çocuk

Bir gün yine paketi koynuma koyup, FLN’in hücre evine gittim. Evin sahibi ortalıkta görünmüyordu. Merdivenleri çıkıp kapıyı çaldım. 30 yaşlarında bir beyefendi kapıyı açtı. El işareti yaparak hızla içeri girmemi istedi. Bir iskemleye oturmam için emretti. Kendisine teslim ettiğim dokümanlara göz attıktan sonra benimle sohbete başladı:

“Görevinin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun, değil mi?”

“Evet efendim!”

“İsmin nedir?”

“Farid!”

“Benim ismim de Kerim Belkasım! Ailen aslen nereli?”

“Kabiliye bölgesinden. Biz Kabiliyiz. Evde Kabilice konuşuruz.”

“Ben de Kabiliyim. Unutma artık sen de Cezayir devriminin bir çocuğu oldun. Davana bağlı kalacağına yemin eder misin?”

“Evet, yemin ediyorum!”

“Kimseye hatta ailene bir şey söyleme! Şimdi gidebilirsin.”

Cezayir Devriminin Berberi asıllı lideri Kerim Belkasım

Merdivenleri inerken “Kerim Belkasım” adını kendi kendime düşündüm. Seyyar gazete satıcılığı yaptığım için yorgun düştüğüm zamanlar bir yere oturur gazeteyi okurdum. Kerim Belkasım, Cezayir şehrindeki Fransız polis tarafından aranıyordu. Resimlerini gazete sayfalarında görmüştüm. Kerim Belkasım hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. FLN’in altı kurucu üyesinden birisiydi. İlk kez disiplinli gerilla hareketini Kerim Belksım başlattı. “Dağların Aslanı” olarak ün saldı. 1945’den itibaren Kabiliye bölgesinde önce bir grup  gerillayı örgütledi. 1954 yılına gelindiğinde Kerim Belkasım’ın emrinde 500 gerilla vardı. 1956’da Fransız Ordusu, FLN gerillalarına karşı “Mavi Kuş” operasyonunu başlattı. Kerim Belkassım, Fransız ordusunu yenilgiye uğrattı, silahlarına el koydu. Bu silahlar sayesinde devrim hareketi hız kazandı. Hatta Kerim Belkasım, Fransız komutana bir mektup yazıp, alaycı bir şekilde ele geçen silahlar için teşekkür etti. Bundan sonra Kerim Belkasım, Kasbah semtine yerleşerek devrimi Cezayir şehrine taşımaya çalıştı. Şu bir gerçek ki FLN’nin en önemli askeri stratejisti Kerim Belkassım idi. Devrimi bir anlamda Kerim Belkasım örgütledi. En önemli kararları o veriyordu. 1962’de Evian şehrinde Fransızlarla yapılan barış görüşmelerine FLN delegasyonun başkanı olarak katıldı ve barış anlaşmasını imzaladı. Ancak bağımsızlığın ilanından kısa bir süre sonra Arap milliyetçisi Ben Bella ile anlaşmazlığa düştü, Cezayir’i terk etmek zorunda kaldı.”

FLN’in altı kurucusu (oturan solda Kerim Belkasım)

Cezayirli  FLN üyesi gerillalar

Farid, geçmişe dalmış, Cezayir Devrimine çocuk yaşta nasıl girdiğini detaylandırıyordu. Söze girdim:

“Kabilice dili Arapçadan farklı mı?”

“Elbette! Kabilice, Beberice dilinin bir diyalektiğidir.”

Kafam karışmıştı. Fransa’ya gelmeden önce benim için Cezayir Devrimi şu anlama geliyordu: Cezayir’de Müslüman ahali yaşıyor. Hepsi Arap etnik grubundandır. Hepsi Arapça konuşuyor. Bu yerli ahali Fransız sömürgeciliğine başkaldırıp bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Halbuki gerçekler o kadar çok farklıydı ki..

Cezayir’le ilgili daha fazla bilgi edinmeden Farid’le sohbetimi devam ettirmek istemedim. İzin isteyip ayrıldım.

O yıllar İnternet olmadığı için doğru bilgiye ulaşmak isteyenlerin kütüphanelere gitmesi neredeyse bir zorunluluktu. Uygun bir zamanda, Centre Georges-Pompidou olarak bilinen ünlü kütüphaneye gittim. Gün boyu kitapları ve ansiklopedileri karıştırdım. Karşıma şöyle bir tablo çıkmıştı:

Cezayir’de iki etnik grup vardı: Berberiler ve Araplar. Ancak konuşulan diller de dikkate alındığında aşağıdaki gibi parçalı bir yapı söz konusuydu:

Etnik Köken                   Konuşulan Dil

Arap                                  Arapça

Berberi                              Berberice

Berberi                              Arapça

Konuşulan Arapçanın standart Arapça ile bir ilgisi yoktu. “Mağrip diyalektiği” olarak bilinen bir Arapçaydı. Örneğin standart Arapça öğrenmiş birisinin Mağrip Arapçasını anlaması nerdeyse imkansızdır. Ayrıca Kuzey Afrika’da yaşayan Berberilerin konuştuğu standart bir Berberce dili yoktu. Cezayir’deki Berberilerin konuştuğu dil, Berbericenin bir diyalektiği olan Kabiliceydi. Yani örneğin Fas’ta yaşayan bir Berberiyle Cezayir’de yaşayan bir Berberinin birbirlerini  anlaması mümkün değildi. İşler daha da karışıyordu.

Cezayir’deki Kabilice üç farklı alfabe ile yazılıyordu. Önceleri Berberi Alfabesi kullanılmış. Daha sonra bu terk edilerek Arap alfabesine geçilmiş. 20’nci yüzyıldan itibaren de Latince alfabesi ön plana çıkarılmış. Tabi, bu Cezayir’deki Berberiler için böyleydi. Örneğin Fas’taki Berberiler Arap alfabesini kullanmayı tercih ediyorlardı.

Berberi alfabesinin, Arap ve Latin harf karşılıkları

Aynı metnin Arap ve Berberi alfabeleriyle yazılışı

Karışıklık bununla kalmıyordu. Fransız sömürgecileri Arapça ve Berbericenin okullarda öğretilmesini yasaklamış, unutturmak için de elinden geleni yapmışlardı. Arapçanın kullanılmasına sadece medrese eğitiminde izin verilmişti. Bu yüzden tüm yerli ahali az çok Fransızca biliyordu. Diğer yandan Araplar, gizli bir şekilde Berberice üzerinde baskı oluşturuyor, Berbericeyi sindirmeye ve unutturmaya çalışıyorlardı. Gel de çık işin içinden!

KAFETERYADA KAVGA

Cezayir’le ilgili yeterli bilgiye sahip olduğumu düşündükten sonra tekrar kafeteryaya uğradım. Farid, gülümseyerek karşıladı:

“Epey bir zamandır görüşemedik!”

“İşlerim yoğundu.”

Farid, teklifsiz bir şekilde masama oturdu. Konuşmamıza kaldığımız yerden devam etmek istiyordu. Kendisini dinleyecek birisine ihtiyacı vardı.

“Said, ben Mucahid’le biraz sohbet edeceğim.”

“Olur!” diye isteksiz bir şekilde onayladı Said.

Farid anlatmaya başladı:

“Kerim Belkasım, 1948’de yapılan Anayasa oylamasında bir grup arkadaşıyla eylem yaptığı için ismi arananlar listesine konur, polis peşine düşer. Kerim Belkasım, Kabiliye bölgesindeki dağlık bölgede saklanır. Bir ara Fransızlarla işbirliği yapan birkaç kişiyi öldürür. Ünü yayılır, etrafındaki isyancı sayısı artar. Yani Cezayir Devrimini Kabililer başlattı. Araplar sonradan katıldı.”

Said’i işaret ederek konuşmasına devam etti:

“Arapların çoğu Harki (işbirlikçi) oldular.”

Said, bu sözlü saldırıya tepki gösterdi:

“Berberi diye bir halk yoktur. Ne de öyle bir dil var! Cezayir Arap’tır.”

Farid, Said’e kızgın bir şekilde cevap verdi:

“Cezayir devrimi nerede başladı? Kabiliye Bölgesindeki dağlarda… değil mi?.. Kabilice dilinin Arapçayla ne ilgisi var? Ayrıca Cezayir şehrindeki Kasbah semtinde oturanların büyük çoğunluğu Kabilidir. Devrimin ikinci ayağı Kasbah semtidir. Kerim Belkasım, kendisi gibi Berberi olan Abane Ramdane’yi Cezayir şehrinde pied-noir’ların müdavimi olduğu kahveleri bombalayarak panik yaratması için görevlendirir. Abane Ramdane, Kasbah’a yerleşir. Kadınları örgütler. Onlar aracılığıyla kahvelerde bomba patlatır. Bu saldırılar Fransız sömürgecileri için psikolojik bir yenilgi anlamına gelir. Arapların devrim yapmak gibi bir dertleri yoktu. Baktılar ki Kabililer devrimi başarıya ulaştıracak, Ben Bella gibi Arap aydınları Arap ülkelerine sığındı, para topladılar, FLN’nin yönetimini para ve diplomasi gücüyle ele geçirdiler. FLN’in Arap kadrosu, 1957 yılında devrimin mimarlarından Berberi kökenli Abane Ramdane’i yargılayıp öldürdüler. 1962 yılında Cezayir Devrimi başarıya ulaşınca özellikle Irak ve Mısır’ın desteğini arkasına alan Ben Bella’nın ilk işi Kerim Belkasım’ı sürgüne göndermek oldu. Kabili olduğum için ben de o yıllar Paris’e kaçmak zorunda kaldım. Cezayir’in Arap milliyetçisi yönetimi, 1970’de Kerim Belkasım’ı Frankfurt’ta bir otelde kravatla boğarak öldürdü.”

Cezayir devriminin mimarlarından Berberi asıllı Abane Ramdane

Farid, yüksek sesle konuştu:

“Said! Boşuna Arap milliyetçiliği yapma! Cevap ver, şu an (1987) Cezayir’de resmi dil nedir?”

“Fransızca,” diye cevapladı Said.

“Gördün mü? Devrim 1962 yılında olmuş, aradan 25 yıl geçmiş hala Fransızca Cezayir’de tek resmi dil! Araplar kendi dillerine o kadar düşkün olsalardı daha ilk günden Arapça dili, Cezayir’in resmi dili olurdu. Araplar korkaktırlar! En iyi bildikleri şey Harki (işbirlikçi/hain) olmaktır.”

Said lafın altında kalmak istemedi:

“Doğruyu söyle! Kabililer arasından Harki çıkmadı mı?”

“Çıktı ama onlar Arapça konuşan Kabililerdi. Araplar yüzyıllardır onları asimile etti. Kendilerine benzetti, onları da hain yaptılar. Kabilice konuşan Kabililer devrimin gerçek sahiplerdirler. Sizler hainsiniz!”

Said, elinde kurulamakta olduğu kadehi masamıza doğru var gücüyle fırlattı. Bardak masanın kenarına çarpıp paramparça oldu. Farid, hızla yerinden kalkıp iskemlesiyle Said’e doğru yürüdü. Yüzyılların gerginliğinin Paris’te bir kafeteryada bu şekilde bir hesaplaşmaya dönüşmesi beni korkutmuştu. Hızla uzaklaştım.

Tarihin garip bir tezahürü olarak Cezayir devriminde Fransız ordusuyla işbirliği yapan Said’le, devrimin çocuğu Farid, Paris’te bir araya gelmiş, ortaklaşa bir kafeterya açmışlardı ama Cezayir’deki hesaplaşma onların ruhunu terk etmemişti.

SONUÇ

Arapça, 1990 yılında, yani Cezayir Devriminden 28 yıl sonra Cezayir’in resmi dili oldu. Cezayirin Arap yönetimi, Berbericeyi yasakladı. 2000’li yılların başında Berberiler dillerinin tanınması için Cezayir yönetimine karşı ayaklandılar. Cezayir, 2002 yılında Berbericeyi ulusal dil olarak kabul etti. Berberiler bununla yetinmeyince Cezayir, 2016’da Anayasada yapılan değişiklikle resmi yazışmaların Berberice olarak da yapılabileceğini kabul etti. Bugün Berberi ve Arap etnik grupları arasındaki gerginlik hala devam etmektedir. Berberiler, bir zamanlar Fransız asimilasyonuna karşı verdikleri mücadeleyi şimdi de Arap asimilasyonuna karşı devam ettirmektedirler. Ne garip, değil mi?

Bütün bunlar bana Hamidiye Alayları, Koruculuk Sistemi, Kurmançların Zazacayı küçümsemesi hatta yok saymak istemesi ve daha nice olayları hatırlattı. Evet, sosyal ve siyasal olaylar da tıpkı kuantum mekaniğinde olduğu gibi aynı anda farklı yerlerde benzer şekilde var olabiliyorlar.