DEVRİMİ YAŞAMAK MI, DEVRİMİ AŞMAK MI …?

Arada bir okuyucularımla farklı konularda buluşarak düşünce alış-verişinde bulunmayı severim. Iğdır ile ilgili yazılarıma elbette geri döneceğim. Bu yazımda özellikle gazete köşelerine ya da TV ekranlarına yansıyan genel bir sorunu farklı bir açıdan sizlerin dikkatinize sunmak istedim. Uzun bir yazı olacak gibi ama umarım ilginizi çekecektir.

İnsanlığın son 300 yıllık dönemi önemli sosyal ve siyasal devrimlere tanıklık etti. Dünyanın dört bir yanında toplumlar baştanbaşa sarsıldı ve yeniden yapılandı. Eski değerler tarihin sonsuzluğuna gömülürken yeni değerler ortaya çıktı.

Devrimler kısa ve şiddetli oldu ama hiçbir şey bir gecede yok edilemedi ve hiçbir şey bir gecede var edilemedi. Her şey kendi “haklılığını” tarihin yavaş fakat emin işleyen çarklarının “ulvi adaletine” teslim ederek devrimin acımasız kanunlarına boyun eğdi.

Bazı toplumlar aradan uzun yıllar geçmesine rağmen Sıcak Devrim günlerini ve çatışmalarını olduğu gibi yaşamaya, o günlerin gözlüğünden bugüne ve yarına bakmaya devam ediyorlar. Bazı toplumlar ise “Devrimimiz artık insanlığa ve tarihe mal oldu! Devrimin “hainleri” ve “kahramanları” hepsi de bizim manevi değerlerimiz!” diyerek yeni bir sayfa açtılar. Bu toplumlar devrimin ortaya çıkardığı değerlerin doğruluk veya yanlışlığını tartışmak – yani “Devrimi Yaşamak”- yerine bu değerlerle barışık ama yeni bir toplum yaratmak – yani “Devrimi Aşmak”- yolunu tercih ettiler.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde başarıya ulaşan “Türk Devrimi”ni düşündüğümüzde ve Türkiye bugün acaba hangi çizgi üzerinde (“Devrimi Yaşamak” mı yoksa “Devrimi Aşmak” mı?) yol almakta diye sorguladığımızda şunu net bir şekilde görmekteyiz:

Türk toplumu Sıcak Devrim günlerinin çatışma ve gerginliklerini halen yaşamakta, o günleri halen canlı olarak tartışmakta, o sayfaları yeniden ve tekrar tekrar açarak bugününü ve yarınını polemikler üzerinde inşa etmeye devam etmektedir.

Yayımlanan popülist eğilimli kitap ve makaleler, yazarının siyasi görüşüne göre devrimin aktörlerini “hain” ya da “kahraman” ilan etmekte, vatandaşları taraf tutmaya zorlamakta, iddialı “tezler” ve yeni yorumlarla bir bakıma “Devrim içinde Devrim” anlayışını etkin kılmaya çalışılmaktadırlar.

Devrim; sosyal ve siyasal anlamda bir “alt-üst” oluş demektir. Kendisine göre bir mantığı vardır. Bu gerçeği en iyi, sonraki yıllar kendisi de giyotinle idam edilen Fransız devrimcisi Danton’un şu ünlü sözleri özetlemektedir: “Devrim kendi çocuklarını yer!”. Evet, “Devrimin Mantığı” farklı şekilde işler ve gerektiğinde kendi çocuklarını da yer.

Sıcak Devrim günlerinde “Hainlik” ve “Kahramanlık” arasında ince bir çizgi vardır. Devrimin aktörleri duruma göre bir gecede “kahraman” veya bir gecede “hain” olabilirler. Ve bu sıfatları daha sonraki günler ve yıllarda tekrar değişebilir. Bu değişkenlik “Devrim Mantığının” doğal bir özelliğidir.

Devrim sonrası kuşakların yani bizlerin geriye dönük olarak devrim tarihinin belli bir olayına veya belli bir sayfasına bağlı kalarak devrimin kimi aktörlerini “hain” veya “kahraman” ilan etmemiz ve onları bu anlamda mutlaklaştırmamız devrimlerin “Ruhuna ve Maneviyatına” ihanettir.

“Devrimlerin Mantığını” daha iyi anlayabilmek için son 300 yılda dünyayı sarsan en önemli üç devrimin kısa bir anatomisini sunmak istiyorum:

1776 AMERİKAN DEVRİMİ

1770’li yıllara gelindiğinde Kuzey Amerika’nın Doğu yakası İngiliz İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilmişti. Bu bölgenin kontrolü için İngilizlerle, Fransız ve Kızılderililer arasında amansız bir savaş vardı. İngiltere’den gelen Kraliyet Ordusu ve buna yardımcı olmak amacıyla sömürge halkından toplanan Milis Kuvvetler bu mücadeleyi birlikte yürütüyordu.

Geleceğin cumhurbaşkanı George Washington, Kraliyet Ordusuna bağlı bu Milis Kuvvetler içinde asker olarak görev yaptı ve generalliğe kadar yükseldi. Fransız ve Kızılderili savaşlarında göstermiş olduğu fedakârlık ve mücadele azmi nedeniyle Kral ve halk tarafından “kahraman” ilan edildi.

Ancak çok geçmeden özellikle “adil olmayan vergi” tartışmaları yüzünden sömürge halkıyla imparatorluğun arası açıldı. Sömürge halkı imparatorluğa karşı bir direniş hareketi başlattı. Bu harekete katılanların bir kısmı sorunun İngiliz İmparatorluğu içinde kalınarak çözülmesinden yanaydı. Bunlara “Kralcılar” denildi. Diğer bir kısmı da bağımsız bir devletin kurulmasına taraftardı. Bunlar da “Vatanseverler” olarak anılmaya başlandı.

George Washington 1775 yılında direniş hareketinin planlandığı bir toplantıya üzerinde general üniformasıyla gelerek harekete katıldı. İngiliz Kralı ve halkı, Washington’u derhal “hain” ilan etti.

Direniş saflarında “Kralcılar” ve “Vatanseverler” arasında kıyasıya bir mücadele vardı. George Washington, John Adams, Thomas Jefferson, Benjamin Franklin, Thomas Paine, James Madison, Alexander Hamilton gibi Amerikan Devrimi’nin önde gelen isimleri de farklı konularda birbirlerine sert ve acımasız eleştiri ve suçlama yapmaktan çekinmiyorlardı.

George Washington, James Madison, John Adams ve Alexander Hamilton şehir merkezli Cumhuriyetçi bir ideolojiyi savunurken Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson ise geniş plantasyonlara dayalı tarım merkezli bir ideolojiyi esas aldılar. Taraflar birbirlerini “Kralcı” ve “Hain” olmakla suçladılar.

Devrimler kendi çocuklarına ve kahramanlarına karşı acımasızdır. Amerikan Devriminin fikir babası sayılan Thomas Paine ömrünün son yıllarını yoksulluk içinde geçirdi. 1809 yılında vefat ettiğinde son isteği bir kilise mezarlığına defnedilmekti. Ancak bu isteği bile geri çevrildi. Bugün Amerikan Devrimini fikir babası sayılan Thomas Pain’in mezar yeri bilinmemektedir.

İngilizcede “Founding Fathers” ifadesi “Kurucu Babalar yani Amerika Devletini Kuranlar” anlamına gelir. 4 Temmuz 1776’da yayımlanan Bağımsızlık Bildirgesini imzalayanlar ve 1787’de Anayasa’yı hazırlayan komisyon üyeleri “Founding Fathers” olarak kabul edilir.

Bunlardan birçoğu kendi zamanlarında rakipleri tarafından “kralcı” veya “hain” olarak ilan edilmişti. Buna rağmen bugün Amerikan halkı bu isimlerin hepsini ayrım gözetmeksizin en büyük manevi değerleri olarak kabul eder ve bu onları kutsal değerler olarak kalbine gömer.

1776 Bağımsızlık Bildirgesi ve 1787 Amerikan Anayasası köleliğe açıktan son vermediği halde – bunun için aradan yaklaşık 90 yıllık bir sürenin daha geçmesi gerekecekti (1863)- Amerikalı siyahlar da “Founding Fathers” isimlerine saygıda kusur etmezler. Nobel ödüllü siyah Martin Luther King 1963 yılında yaptığı ünlü “I have a dream” (Bir rüyam var) konuşmasını büyük ölçüde 1776 Bağımsızlık Bildirgesindeki değerlere dayandırmıştı.

1789 FRANSIZ DEVRİMİ

Fransız Devrimi de kendisini yaratan ve ortaya çıkartan kahramanlarına zor günler yaşattı. Bugün isimleri büyük bir saygıyla anılan ve Fransa’nın en büyük manevi değerleri olarak kabul edilen “Devrimin Çocuklarından” birkaç tanesini sizlere tanıştırmak istiyorum.

Mirabeau

Önce Mirabeau’dan başlayalım. Devrim öncesi yıllar daha çok yazdığı kitaplar ve finans konusundaki uzmanlığıyla tanındı. Kral 16. Louis, 1789 yılında Millet Meclisini toplamaya karar verince Mirabeau siyasete isteklendi. Soylular, din adamları ve halk temsilcilerinden oluşan Meclise “soylular” sınıfından girdi.

Kısa sürede Meclisin öne çıkan en önemli ismi oldu. Bir yanda halk ve burjuvazi diğer yandan soylular ve Kral olarak ikiye bölünen Fransa’da taraflar arasında bir denge adamı ve lider olarak ağırlığını koydu. İngiltere’dekine benzer Anayasal bir Monarşi’den yanaydı.

Fransız Devrimi’nin başlangıcı sayılan Bastille Hapishanesinin düşmesinden (4 Temmuz 1789) sonra halk ve devrimci burjuvazi temsilcilerinin kaleme aldığı “Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne karşı çıktı. Kralın söz hakkını savundu.

Krallığın tamamen ortadan kaldırılmasını isteyen halkın istemleri karşısında monarşi umutlarının azaldığını gören Mirabeau 1790 yılında Kraliyet ailesiyle gizli bir işbirliği anlaşması imzaladı ve tüm konuşmalarında kralı savundu. Bunun üzerine halk kendisine vermiş olduğu desteği geri çekti ve Mirabeau’yu “hain” ilan etti.

Gerçi 1791 yılında kısa süreliğine meclis başkanı oldu ama gazetelerde hakkında yazılan ihanet iddiaları artınca çaresiz kaldı. Hastalandı ve aynı yıl öldü. Halk Mirabeau’nun ölümüne önce yas tuttu, onu “kahraman” ilan etti. Görkemli bir törenle Fransız tarihinin en önemli şahsiyetlerinin yattığı Pantheon’a defnettiler.

Sonraki yıllar Mirabeau’nun Kral ile yapmış olduğu gizli anlaşma ortaya çıkınca halk onu tekrar “hain” ilan etti ve tabutunu Pantheon’dan kaldırdılar.

Lafayette

Bir Fransız soylusuydu. Benjamin Franklin ile dost oldu ve gönüllü olarak Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katıldı. İngilizlere karşı Amerikalıların yanında savaştı. “Kahraman” olarak göklere çıkarıldı. 1783 yılında Fransa’ya döndü. Liberal soyluların önderi olarak dinsel hoşgörünün ve köle ticaretinin kaldırılmasının hararetli bir şekilde savundu.

Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında devrimci burjuvazinin saflarında yer aldı. Kısa sürede Fransa’nın en güçlü kişilerinden biri oldu. 11 Temmuz 1789’da Yurttaş Hakları Bildirgesi tasarısını Meclise sundu. Bastille Hapishanesi olayından bir gün sonra Paris’te yeni oluşturulan ulusal muhafızların komutanlığına getirildi. Lafayette, Kral Louis XVI ve Kraliçe Marie Antoinette’i işgalcilerin elinden kurtardı.

Lafayette bu davranışı nedeniyle halk tarafından devrime ihanetle suçlandı ve “hain” ilan edildi. Fakat çok geçmeden Lafayette’in ünü ve etkinliği doruğa ulaştı. Cumhuriyetçilere karşı meşruti krallığı savundu. Kralın tahttan çekilmesi için gösteri yapan kalabalığın üzerine ateş açtıranca tekrar saygınlığını yitirdi ve görevinden istifa etti.

Lafayette 1792 yılında ihanetle suçlanınca Fransa’nın o yıllar en büyük düşmanı olan Avusturya’ya sığındı. 1799’da Napolyon’un iktidara gelmesiyle tekrar Fransa’ya döndü ve milletvekili seçildi. Lafayette, Napolyon’un tahttan feragat etmesini istediği için tekrar gözden düştü.

1824 yılında ABD’ye gitti. Orada “Kahraman” olarak karşılandı. 1830’da tekrar Fransa’ya döndü ve bu kez Kral 10. Charles’i tahttan indiren ulusal muhafızlara komuta etti.

Danton

Devrimin başlamasıyla kurulan İç Güvenlik Komitesi başkanı olan Danton, Jakobenler Kulübünde yer aldı. Kralın idamına evet oyu kullandı. Danton daha sonra Robespierre’in de içinde bulunduğu Jakobenler Kulübünden ayrıldı. Terör Yıllarında, “Bu kadar terör fazla!” diyerek yönetime muhalif oldu. Robespierre, Danton ve arkadaşlarını “hain” ilan etti ve onları hapsetti.

Danton halka açık olarak yapılan mahkemede hatiplik yeteneğini kullanarak savcıya karşı kendisini çok iyi savundu. Ünü kısa sürede halk arasında arttı ve “kahraman” olarak anılmaya başlandı. Zor durumda kalan Robespierre mahkemeyi halka kapalı olarak devam ettirdi. Mahkeme Danton’u “hain” ilan ederek giyotine gönderdi.

Robespierre

Fransız Devrimi’nin en önemli isimlerinden biri olan Robespierre başarılı bir avukattı. Aşırı solcu Jakoben Kulübüne üye oldu ve burjuvazi karşısında Paris halkından yana oldu. Bütün söylevlerinde demokrasiyi savundu ve genel oydan yana tavır koydu.

Halkın gözünde son derece dürüst bir insan olarak yer etti ve “bozulamaz, satın alınamaz” anlamına gelen “Incorruptible” olarak anıldı. Cumhuriyetin ilanından sonra geri dönüş yollarını kapamak için rakipleri olan Marat, Danton ve Kral’ı idam ettirdi.

Robespierre, Cumhuriyeti yerleştirmek için terör estirdi. 1794 yılında bu kez kendisi “hain” ilan edildi ve yargılanma bile yapılmadan giyotine gönderildi. Acısı çok olsun diye de giyotinin bıçağını görecek şekilde sehpaya uzatıldı.

Napolyon

Avrupa tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Napolyon Korsika’da dünyaya geldi. Topçu subayı olarak orduya girdi. Devrim başladığında Korsika’da görevli ve düşünceleri “Kralcılık”, “Cumhuriyetçilik” ve “Korsika Milliyetçiliği” arasında gidip gelen kararsız bir genç adamdı.

Babası koyu bir Korsika milliyetçisiydi. Korsika milliyetçileri arasında başlayan hesaplaşma nedeniyle ailesi 1793 yılında Fransa’ya yerleşmek zorunda kaldı. Jakobenleri destekleyen Napolyon aynı yıl Cumhuriyeti öven bir bildiriyi kaleme aldı. Böylece Robespierre’in kardeşiyle dost oldu.

Kendisine, Cumhuriyete karşı ayaklanan ve İngiliz askerlerince desteklenen Toulon şehrini ele geçirme görevi verildi. Napolyon, üstün bir taktik ve saldırı planıyla şehri kısa sürede ele geçirdi. Bu başarısından dolayı “Toulon Kahramanı” olarak halk arasında saygı gördü. Robespierre 1794 yılında idam edilince Napolyon gözden düştü ve hapse girdi.

1795 yılında Kralcılar Meclis Binasına karşı bir saldırı düzenleyince, daha önceki askeri başarıları hatırlanan Napolyon’a Meclis binasını koruma görevi verildi. Saldırıyı önleyen Napolyon’un ismi tekrar “kahraman ve kurtarıcı” olarak ön plana çıktı. 1796’da İtalya’daki ordunun başkomutanı oldu.

1799 yılında askeri bir darbeyle hükümeti ele geçirdi. Reform ve yasa çalışmalarıyla halkın desteğini aldı. Bunların en önemlileri şunlardır:

  1. Merkez Bankasının kurulması
  2. Devlet okullarının açılarak eğitimin bir kamu hizmetine dönüştürülmesi
  3. “Code Napoleon” olarak bilinen Medeni Kanunun hazırlanması ve Anayasa’yı kural koyucu olarak kabul etmesi
  4. Metrik sistemin kullanılması
  5. Laik devlet anlayışını tarihte ilk kez uygulamaya koyması

Napolyon’a en büyük başarısının ne olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermiş: “Benim gerçek zaferim 40 savaşı kazanmış olmam değildir. Çünkü Waterloo yenilgisi bu güzel hatıraları tamamen silecektir. Fakat Medeni Kanunum sonsuza kadar yaşayacaktır”

1814 yılında savaşı kaybeden ve gözden düşen Napolyon Elba adasına sürgüne gönderildi. 1815 yılında adadan kaçtı ve tekrar “kahraman” olarak Paris’e geri döndü. Ancak Waterloo’da yenilince tekrar gözden düştü ve St.Helena adasına sürgüne gönderildi. 1821 yılında orada öldü. Uzun yıllar unutuldu. Cenazesi 1840 yılında Paris’e getirildi ve bir “kahraman” olarak tekrar gömüldü.

1917 RUS DEVRİMİ

Nasıl ki Fransız Devrimi, Amerikan Devrimini izleyen yıllar içinde ortaya çıkmışsa, Türk Devrimi de Rus Devrimini izleyen yıllar içinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Rus ve Türk Devrimleri arasındaki etkileşim oldukça yüksek olmuştur.

Rus Devrimi de diğer devrimler gibi kendi çocuklarını hem “hain” hem de “kahraman” olarak gördü.

Kerensky

Önce Kerensky’den başlayalım. Öğrencilik ve avukatlık yaptığı yıllarda anti-Çarist hareketler içinde yer aldı. 1912’de milletvekili seçildiği Duma’da Çar’a karşı muhalefet yapan Sosyalist Partinin lideri oldu. 1917 Şubat Devriminde önce Adalet Bakanı sonra Başbakan oldu. İç savaşı engelleyen bir “kahraman” olarak selamlandı.

Kerensky Bolşevikleri bir tehlike olarak görmedi ve işçilere silah dağıtılmasına göz yumdu. Bolşevikler bu silahlarla Ekim Devrimini yaparak Kerensky’i görevden uzaklaştırdı. Kerensky sonraki yıllar Paris ve New York’ta yaşadı. Bolşevikler ve Çaristler arasında tarafsız kaldı ama her iki kesim tarafından da davaya “ihanetle” suçlandı.

Lenin-Troçki-Stalin

Lenin 1887 yılında 17 yaşındayken ağabeyi Alexander, Çar’a karşı bombalı suikast suçlamasıyla idam edildi. Lenin “Başka bir yol izleyeceğiz” anlayışıyla yola çıktı. Örgütlenme ve ideolojik yapılanmaya önem verdi. 1902 yılında Bolşevik Partisinin lideri oldu. 1905 Devriminin başarısızlıkla sonuçlanınca yurtdışına kaçtı. 1917 yılına kadar Fransa ve İsviçre’de yaşadı.

Lenin, 1917 Şubat Devrimi başlayınca gizli bir tren kompartımanında Almanya üzerinden Rusya’ya giriş yaptı. Kerensky, Lenin’i “Alman Ajanı” olmakla suçladı. Lenin’i bu zor durumdan Troçki’nin ünlü söylevi kurtardı.

Bolşeviklerin başında 1917 Ekim Devrimini yaptı, tüm yönetimi ele geçirdi. Rusya’yı savaştan çekti. Almanlara barış imzaladı. Ancak çok geçmeden ülkede iç savaş başladı. Lenin, Devrimin geriye dönme ihtimalini azaltmak için Çar ve ailesinin infaz edilmesine göz yumdu.

Lenin birkaç suikastla karşı karşıya kaldı. Gizli polis Çeka kuruldu ve Rusya’da Kızıl Terör günleri başladı. Çarlık Rejiminin tüm bürokrat ve destekleyicileri idam edildi. Beyaz Ordu ve Kızıl Ordu arasında amansız bir iç savaş başladı. Beyaz Ordunun güç kazandığı günlerde Troçki imdada yetişti. Kızıl Ordu’nun başına geçerek Beyazları 1920 yılında tam yenilgiye uğrattı. Halk Troçki’yi bir “kahraman” olarak karşıladı.

Lenin vasiyetnamesinde Stalin’in yükselişine ve güç kazanmasına dikkati çekti ve görevden alınmasını tavsiye etti. Troçki, bu kez Stalin’in yardımına koştu. Arkadaşlarını bu tavsiyeye uymanın gereksiz olduğuna inandırttı.

Lenin 1924 yılında 53 yaşında ölünce yönetim üçlü “triumvirate” olarak adlandırılan Stalin, Kamenev ve Zinoviev’in eline geçti. Rusya’da zor günler daha yeni başlıyordu. Churchill o günler için şöyle yazdı: “Rusların en büyük ilk şansızlıkları Lenin’in doğumuydu, ikinci en büyük şansızlıkları da Lenin’in erken ölümüydü”

Stalin çok geçmeden kendisine hep destek çıkan iki dostu Kamanev ve Zinoviev’i karşısına aldı. 1925 yılında yapılan parti kongresinde bu ikisini Troçki’yi yok etmek için kendisinden yardım istemekle suçladı. Buharin’le işbirliği yaptı. Bunun üzerine Kamanev, Zinoviev ve Troçki, Stalin’e karşı birleştiler. 1927 yılında Stalin her üçünü de “devrime ihanetle” suçlayıp partiden ihraç etti.

1928 yılında bu kez Stalin en yakın iki dostu Buharin ve Rykov’u karşısına aldı. Buharin 1929 yılında partiden atıldı. Stalin, Troçki’yi “hain” ilan ederek 1928 yılında sürgüne gönderdi ve 1940 yılında sığındığı Meksika’da öldürttü. 1930’lara gelindiği zaman karşısında tek rakibi ünü gittikçe yükselen Kirov kalmıştı.

Stalin 1930’larda Büyük Terör’ü organize ederek hasımlarını tek tek yok etti. İlk ortadan kaldırdığı da tek rakibi Kirov idi. Stalin Kirov’un öldürülmesinden rakiplerini sorumlu tuttu. İki muhtemel rakibi Kamanev ve Zinoviev’i de idam ettirdi.

Rusya İkinci Dünya Savaşından zaferle çıkınca Stalin ulusal bir “kahraman” oldu. Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Kruşçev, onu “insanlığa karşı suç işlemek ve devrime ihanetle” suçladı.

TÜRK DEVRİMİ

Türk Devrimi de aynı sancılı yollardan geçti. Devrimin en büyük ismi Mustafa Kemal Atatürk, özellikle 1915 Çanakkale Savaşlarında gösterdiği başarıdan dolayı halk arasında “Çanakkale Kahramanı” olarak kendisine ün yaptı. Ancak 1919’da Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleyi başlattığı zaman İstanbul tarafından “vatan haini” ilan edildi. Sonraki yıllar rakipleri tarafından “İngiliz ajanı” olmakla bile suçlandı.

Türk Devrimi’nin diğer isimlerine de göz attığımızda kuralın değişmediğini görmekteyiz:

Rauf Orbay

Mirabeau Fransız Devrimi için neyse, Kerensky Rus Devrimi için neyse, Rauf Orbay da Türk Devrimi için odur. Saray ile Milli Mücadele arasında bir denge ismi olmaya çalıştı.

Albay Rauf Orbay 1912 Balkan Savaşları sırasında göstermiş olduğu üstün başarıdan dolayı “Hamidiye Kahramanı” olarak ün yaptı. Bahriye Nazırı olarak Osmanlı Devleti adına İtilaf Devletleriyle “Mondoros Mütakeresi”ni imzaladı. Bu yüzden geniş bir kesim tarafından “hain” olarak anıldı.

Daha sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadeleye katılan Orbay “kahraman” olarak karşılandı. Fakat çok geçmeden Atatürk’e karşı muhalif grubun lideri oldu ve 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. Atatürk’e karşı planlanan İzmir Suikastı Davasında yargılanarak “hain” ilan edildi. Yurtdışında olduğu için gıyabinde 10 yıl hapis yedi.

İsmet İnönü’den gördüğü ilgi sayesinde Atatürk’ün ölümünden sonra tekrar politikaya atıldı ve milletvekili seçilerek siyaset hayatını devam ettirdi. Yaptığın ön çalışmalar sayesinde Türkiye’nin NATO üyeliğine kabul edilmesinin “mimarı” ve Marshall Planının “kahramanı” olarak aramızdan ayrıldı.

Kazım Karabekir

Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadeleyi başlatmak için Samsun’a çıktığında Kazım Karabekir 2nci Kolordu komutanıydı. Erzurum Kongresi’nin açılışı için Erzurum’da bulunan Atatürk, İstanbul’dan gelen telgrafla 3.Ordu müfettişliğinden azledildiğini öğrenince sivil olarak Kurtuluş Savaşı’nı devam ettiremeyeceği endişesine kapıldı.

O an odasından içeri giren Kazım Karabekir, “Ben ve kolordum emrinizdedir Paşa’m!” diyerek Atatürk’e moral verdi. Kazım Karabekir’in bu açık ve cesur desteği Atatürk’ün Milli Mücadele planına hız kazandırmasına neden oldu.

Kazım Karabekir, Doğu Cephesinde üstün başarılar gösterdi. Sarıkamış, Kars ve Ardahan’ı geri aldı. Halk arasında “Doğu Fatihi” olarak saygın bir isim kazandı.

1924 yılında ordudan istifa ederek siyasete atıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TCF) kurucuları arasında yer aldı ve daha sonra genel başkan seçildi. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Sait İsyanında rolü olduğu iddia edilerek 1925 yılında kapatıldı. Atatürk’e karşı yapılan İzmir Suikastı davasından yargılandı, son anda beraat etti.

Gözden düşünce 10 yıl süreyle inzivaya çekildi. Sıkı bir şekilde gözaltında tutuldu. Atatürk’ün ölümünden sonra 1939 yılında milletvekili seçilerek siyaset hayatına geri döndü.1946 yılında Meclis Başkanı seçildi. Öldüğünde tekrar bir “kahraman”dı.

Çerkez Ethem

Çerkez Ethem 1919-1920 yılları arasında Batı Anadolu’daki tek örgütlü ve vurucu güç olan Kuvva-yı Seyyare’yi kurdu. Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen İngiliz ve Yunan işgal birliklerine karşı kahramanca direndi. TBMM’ne karşı başlatılan gerici ayaklanmaları bastırdı.

O yıllar hiçbir askeri gücü olmayan TBMM, Çerkez Ethem’in bu desteği olmasaydı belki de çalışmalarını devam ettiremeyecekti. Böylece Çerkez Ethem herkesin gönlünde “kahraman” olarak saygın bir yer edindi. Ankara’da “kahramanlar” gibi karşılandı.

Ancak çok geçmeden düzenli ordunun kurulması nedeniyle kendisinden Kuvva-yı Seyyare’nin dağıtılması istendi. Kabul etmeyince Mustafa Kemal’le arası açıldı. Garp Cephesi Komutanı İnönü Çerkez Ethem’in birliklerini kuşatmaya alıp zorla dağıtmak isteyince, Çerkez Ethem TBMM’ne ağır ifadelerle dolu bir telgraf çekti.

TBMM, Çerkez Ethem’i “vatan haini” ilan etti. Çerkez Ethem kendisine bağlı adamlarıyla birlikte Yunanistan üzerinden Ürdün’e geçti. Orada vefat etti.

İsmet İnönü

Albay İnönü Millet Meclisi 1920 yılında açıldığı zaman Genelkurmay Başkanlığına getirildi. Bunun üzerine İstanbul’daki Divan-ı Harp İnönü’yü “hain” ilan ederek ölüme mahkum etti. İnönü aynı yıl Batı Cephesi komutanlığına atandı ve Çerkez Ethem isyanını bastırdı.

Birinci ve İkinci İnönü zaferleri nedeniyle saygınlığı arttı ve Lozan’da gösterdiği üstün diplomasi yeteneği nedeniyle de “Lozan Kahramanı” olarak ün saldı. Cumhuriyeti döneminin ilk Başbakan oldu ama rakipleri karşısında direnemeyerek istifa etti. Şeyh Sait İsyanı başlayınca tekrar Başbakan oldu. İsyanı bastırınca saygınlığı tekrar arttı.

1937 yılına kadar aralıksız Başbakan oldu. Atatürk ile arası açılınca görevinden azledildi. İki yıl boyunca saygınlığını yitirmiş olarak yaşadı. 1939’ta İkinci Cumhurbaşkanı oldu. 1950 seçimleri kaybedince muhalefete çekildi. 10 yıl boyunca rakipleri tarafından Atatürk Devrimlerine ve Atatürk’ün mirasına “ihanetle” suçlandı.

İnönü, CHP Genel Başkanlığını 1972 yılına kadar devam ettirdi. Yapılan Kurultay’da Ecevit karşısında yenilgiye uğradı. Gönlü kırık olarak köşesine çekildi. 1973’te vefat etti.

Celal Bayar

1908 yılında İttihak ve Terakki Cemiyetine katıldı. 12 Ocak 1920 tarihinde toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusan’da milletvekili olarak katıldı. Daha sonra Anadolu’ya geçerek “Galip Hoca” rümuzuyla Milli Mücadeleye katıldı. Birinci Büyük Millet Meclislinde milletvekili olarak görev aldı. 1937 ve 1939 yılları arasında Atatürk’ün isteğiyle Başbakan oldu.

1946 yılında arkadaşlarıyla birlikte Demokrat Parti’yi kurdu ve başkanlığına getirildi. 1950 yılında Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi. Bu görevinden 27 Mayıs 1960 darbesiyle ayrıldı.

Yassıada Mahkemesi tarafından “vatana ihanet” suçuyla idama mahkûm edildi. Yaşı nedeniyle idam cezası müebbede çevrildi.

Celal Bayar 1986 yılında 103 yaşında vefat etti. Bu bir anlamda Türk Devriminin “son çocuğunun” aramızdan ayrılmasıydı.

SONUÇ:

ÜÇ DÜNYA DEVRİMİ VE CUMHURİYETİMİZİ KURAN DEĞERLER

Üç önemli dünya devriminin açıkça kanıtladığı gibi Sıcak Devrim süreçlerinin ortak bir özelliği vardır: Çatışmalar, alt-üst oluşlar, kararlılıklar, korkaklıklar, fedakarlıklar, ihanetler, yeni dengeler, yok oluşlar, var oluşlar ve nihayet ortaya çıkan yeni değerler ve yeni dengeler…. Bir anlamda hepsi birbirini tamamlıyor ve bir anlamda hepsi birbirini yok ediyor…

Devrimlerine geri dönüp bakan toplumlar eğer orada bir “piramit” yapı görüyorsa yani en tepede en “kahraman” (veya birkaç kahraman) onun altında daha az “kahramanlar” ve nihayet daha altta “korkaklar” ve “hainler”, o zaman o toplumlar “DEVRİMLERİ YAŞAMAKTADIRLAR”.

Sıcak Devrim günlerinin hesaplaşma ve gerginliklerini “içselleştirmişlerdir” yani “taraf” olmuşlardır; bugünlerini ve yarınlarını bu “çatışmaların” bir devamı ve bir hesaplaşması olarak görmektedirler. Sıcak Devrimin “çatışma” ve “hesaplaşmalarını” inatla devam ettiren toplumlar içe kapanarak devinim güçlerini, geleceği öngörme ve yaratma yeteneklerini de kaybetmektedirler.

Devrimlerine geri dönüp bakan toplumlar eğer orada “dairesel” bir yapı görüyorsa, yani devrimin “kahraman” ve “hainleri” birbirini tamamlıyor ve bir bütün olarak kendini sunuyorsa o zaman o toplumlar “DEVRİMİ AŞMAKTADIRLAR”. Devrimini aşan toplumlar devrimin yarattığı değerler üzerine yeni ve başarılı bir gelecek inşa edebilmekte, daha sağlıklı kuşaklar yetiştirmekte ve ayakları daha sağlam yere basmaktadır.

Türkiye “DEVRİMİ AŞMALIDIR”. Erzurum ve Sivas Kongresine katılanlar, Birinci Meclisi Mebusana davet edilenler ve diğerleri bir bütün olarak manevi değerler olarak görülmeli, onlar arasında yaşanmış olan “kahraman” ve “hain” polemiklerinden uzak duracak bir anlayış ortaya konmalıdır. Tarih; siyasetçilere değil tarihçilere bırakılmalıdır.

“DEVRİMİ AŞMAK” demek “devrimi unutmak ve unutturmak” demek değildir. Bugün Amerika ve Fransa kendi devrimlerinin ortaya çıkarttığı tüm değerlere saygı göstermekte ve devrimin kazanımlarını yeni koşullarda ve yeni yorumlarla başarıyla devam ettirmektedirler. Bu öz güven öyle bir noktaya gelmiştir ki Fransa Kraliçesi Marie Antoinette veya Rus Çar’ının isimleri bile saygıyla anılmakta ve devrimin bir parçası olarak görülmektedir.

Türk Devrimi 100 yıla yaklaşan tarihiyle bir çınar ağacı gibi Türk ulusunun yüreğine ve beynine kök salmıştır. Birçok ülkeye ilham vermiş ve bir model olarak kendisini kabul ettirmiştir. Devrimin ana değerleri istense de değiştirilemez. Ancak Türkiye ısrarla “DEVRİMİ YAŞAMAYA” devam ederse ve “devrimin ilkeleri” tehlikede korkusuyla içe kapanır ve polemiklerle zaman kaybederse işte o zaman yeni güçler “yeni ilkelerle” ortaya çıkabilir ve Türk Devriminin mirasına zarar verebilir.

Türk Devrim tarihinin tüm “kahraman”, “hain”, “isyancı” ve “suikastçılarını” ortak değerler kabul edip “dairesel” bir manevi güçle geleceğe güvenle ilerlememiz gerekiyor.

Türkiye’nin sorması gereken soru şudur: “DEVRİMİ YAŞAMAK MI yoksa DEVRİMİ AŞMAK MI?”

Ve nasıl “AŞMAK”?

 110 Toplam Görüntülenme