AFGANİSTAN, İSLAM VE EMPERYALİZM

Değerli Okuyucular:

Afganistan’da Taliban güçlerinin iktidarı ele geçirmesi ve NATO güçlerinin Afganistan’dan tamamen çekilmesiyle (31 Ağustos) özellikle İslam Dünyasında yeni bir dönem başlamıştır. İsterseniz genelden özele doğru bir yolculuk yaparak olup bitenleri özetlemeye ve önümüzdeki yılların neler getireceğine birlikte göz atmaya çalışalım. Ayrıca bu yazıda çokça dillerden düşmeyen ‘Amerikan emperyalizmi’ kavramına yeni bir bakış açısı sunmaya çalışacağım.

BIRAKINIZ YAPSINLAR!!

Kapitalizm ve İskoç Aydınlanmasının babası, ünlü ekonomist Adam Smith’in tarihe geçmiş ünlü bir sözü vardır: “Laisse-faire” yani “Bırakınız yapsınlar!”. Adam Smith, bu sloganını, devletin ekonomiye karışmamasını ve müdahale etmemesi gerektiğini ifade etmek için kullanmıştır. Adam Smith, anlayacağımız dilde şöyle devam eder:

“Ey devlet, ekonomiye müdahale etmene gerek yok! GÖRÜNMEZ BİR EL piyasa ilişkilerini en optimal (uygun) şekilde zaten kendiliğinden düzene koymaktadır. Piyasaya karışma! Kurallar ve yasalar çıkararak müdahale etme. Otur, oturduğun yerde!”

Adam Smith

Amerikan kapitalizmi, toplum yapısı ve askeri stratejileri, büyük ölçüde Adam Smith’in teorisini esas alarak kurgulanmıştır.  Amerika’da yaşamayan veya ‘Amerikan ruhunu’ anlamayan yazar veya uzmanlar, son günlerde Afganistan’da yaşanan olaylarla ilgili olarak ilginç değerlendirmelerde bulunmakta, komplo teorileri ve senaryolar birbirini izlemektedir. Hâlbuki sıradan bir Amerikalı için yaşananlar o kadar basit ve açık ki bu olayların yabancılar tarafından “kördüğüm” şeklinde algılanmasına veya “dâhiyane komplo teorileriyle” açıklanmasına bir anlam verememektedirler. Bu çelişkiyi dikkate alarak bu yazımda son haftalarda dünya gündeminde baş sıraya oturan Afganistan’da yaşanan olayları İslam Dünyası çerçevesinde değerlendirmek istiyorum.

AMERİKAN ASKERİ STRATEJİSİ: “LAISSE-LES RÉGNER” (BIRAKINIZ YÖNETSİNLER!)

Amerikan Bağımsızlık Savaşı

Bağımsızlığını ilan ettiği 4 Temmuz 1776 tarihinden bu yana Amerika’nın, askeri stratejisini, tıpkı Adam Smith’in ünlü sözü “Laisse-Faire” ifadesine benzer şekilde, “Laisse-lesrégner” temelinde oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu askeri stratejiyi anlamadan Amerika’nın askeri operasyonlarını veya savaşlarını, en önemlisi Amerikan Emperyalizmini doğru yorumlamak mümkün değildir.

(NOT: “Laisse-lesrégner” Fransızca bir ifadedir. “Lese le renye” şeklinde telaffuz edilir. Türkçe karşılığı “Onları bırakınız kendilerini yönetsinler!” veya kısaca “Bırakınız yönetsinler” şeklinde tercüme etmek mümkün.)

Amerika’nın askeri müdahaleleri, askeri destekleri veya doğrudan savaşları için çok şey söylendi ve yazıldı. Ve halen yazılmaya devam ediyor… Ancak hiç birisi doyurucu ve gerçekçi değildir. Bugünlerde “Amerikan nefreti” her yerde pompalanmakta, yakında patlayacak bu nefret balonunu herkes var gücüyle üflemektedir. Benzer nefret söylemleri defalarca yaşandı ama her seferinde patlayan balonun parçaları üfleyenlerin elinde kaldı. ‘Bu olaydan/yenilgiden sonra Amerika, artık bir daha belini doğrultamaz’, diye düşünüldüğünde, Amerika, hiçbir şey olmamış gibi eskisinden çok daha güçlü bir şekilde dünya siyasetine yön vermeye devam etmiştir. Bu mucizenin (!) sırrını açıklamak zor olduğundan yazarlar bunun yerine komplo teorileri ve saçma sapan senaryolarla durumu açıklamaya çalışmışlardır.

Amerikan ruhunu ve toplumsal dinamiklerini iyi analiz edemeyen veya Amerika’yı diğer ülkelerle karşılaştırarak benzer sonuçlar çıkarmaya çalışanlar, Amerika’nın her yenilgisinden sonra önemsizleşeceği düşünmüş, ama Amerika’nın her seferinde görkemli bir şekilde yeniden yükselişini maalesef hiçbir siyasal bilimci veya yazar doğru şekilde analiz edememiştir. Bunun yerine içi boş bir tenekeyi yumruklar gibi,  ‘Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!’ diye bağırmakla yetinmişlerdir. Bu yazımda önemli gördüğüm bu boşluğu da doldurmaya çalışacağım.

EMPERYALİZM TEORİSİ

Lenin

Amerikan sömürgecilik anlayışını ve Amerikan emperyalizmini ele almadan önce “emperyalizm” nedir sorusunu cevaplamak en doğru ve mantıklı yaklaşım olacaktır. “Emperyalizm” denilince akla ilk, Sovyetler Birliğinin kurucu lideri Vladimir İliç Lenin tarafından 1918 yılında kaleme alınan,  “Emperyalizm, Tekelci Kapitalizmin Son Aşaması,” isimli kitap gelir. Lenin, bu eserinde emperyalizmi dolayısıyla sömürgeciliği derinlemesine irdeler. Yüz yılı aşkın bir zamandır el kitabı olarak nesilden nesile devreden bu çalışmasında Lenin, özellikle Batı Avrupa olmak üzere zengin ülkelerin yoksul ülkelerde izlediği sömürgecilik anlayışını Marksizm teorisinin temel kavramlarıyla irdeleyerek okuyucuya aktarır.

Lenin’in, ‘Emperyalizm’ kitabının Fransızca kapağı

Lenin’in bu kitabında öne sürdüğü tezlerini, aşağıdaki ana başlıklar altında toplamak mümkündür:

  1. Yoğun üretim sonucu oluşan sermaye birikimi öylesine bir seviyeye ulaşır ki bunun sonucu olarak tekeller (dünya pazarını elinde tutan dev şirketler) ve ekonomik oligarşiler (birbirleriyle gizliden aynı fiyat konusunda anlaşan şirketler) ortaya çıkmıştır. Başka ülkelere sermaye ihracı önem kazanmıştır. Böylece dünyayı paylaşan uluslararası kapitalist ortaklar ve devletler kurulmuştur.
  2. Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği kendisini belli eder. Zengin kapitalist ülkeler arasında rekabet koşulları sertleştikçe bu ülkeler arasında yeryüzündeki hammadde kaynaklarını kontrol etme çabaları da hız kazanır.
  3. Bu hırs ve istek emperyalist ülkelerin yoksul ülkeleri sömürgeleştirmesi sürecini başlatmıştır.
  4. Gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter devrimin başlaması imkânsızdır çünkü bu ülkeler kendi işçilerine nispeten yüksek yaşam standardı ve çeşitli imkânlar sağlamakta ve işçilerin devrimci bir bilince ulaşmasını engellemektedirler. Bu sebeple ancak daha az gelişmiş ülkelerde işçi devrimi mümkün olabilir. (Lenin bu teziyle Marks’la çelişkiye düşer. Marks’a göre gelişmemiş ülkeler sosyalizmi inşa edemez, çünkü kapitalizm henüz buralarda bütün gücünü kullanmamış, sömürüsünü gerçekleştirmemiştir.)
  5. Lenin, gelişmemiş ülkelerin kendi aralarında birleşerek federal bir yapı oluşturabileceğini böylece emperyalist ülkelere direnebileceklerini ve kendi içlerinde sosyalizmi kurabileceklerini iddia eder. Lenin sonraki yıllar bu tezine kanıt olarak Ekim Devrimi’nden ve Rus İç Savaşı’ndan sonra 15 Cumhuriyetin birleşerek Sovyetler Birliği’ni kurmasını örnek olarak gösterir.
  6. Gelişmemiş ülkelerde başlayan devrim gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçileri heyecanlandırıp bu devletlerdeki ayaklanmaları tetikleyebilir. Lenin, eserlerinde Rusya gibi geri kalmış bir ülkede gerçekleştirilen Ekim Devrimi’nin gelişmiş kapitalist bir ülke olan Almanya’da da bir devrimi ateşleyebileceğini ummuştu. Lenin tezine devam eder, devrimi yapan gelişmiş ülkenin böylece sosyalizmi kuracağını ve gelişmemiş ülkelere yardım edeceğini öngörür.
  7. Emperyalist güçlerce dünyanın toprak paylaşımı yani sömürgecilik tamamlanmıştır.

LENİN’İN BÜYÜK YANILGISI

Lenin’in yanılgısını ele almadan önce başka bir gerçeklik konusunda hemfikir olmamız gerekmektedir. Lenin bir filozof, bir düşünür veya yeni bir felsefi akımın lideri değildi. Felsefeyle ilgili kaleme aldığı “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” isimli çalışması, daha çok Marksist teoriyi yeniden yorumlama veya bir anlamda kanıtlama çabasıdır. Özgün bir eser değildir. Lenin, Mustafa Kemal, Bolivar, Gandhivb liderlerin öne çıkan özellikleri yeni bir ulusun inşasında karşılarına çıkan zorlukları aşmak için dâhiyane planlar üretmeleri, imkansız gibi görünen durumları aşabilme yeteneği göstermeleridir.

Bu şahsiyetlerin felsefi değerlendirmeleri veya tezleri maalesef tarihin çöplüğüne atılmıştır. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk’ün geliştirdiği ‘Güneş Dil Teorisi’ yani Türkçenin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dilbilim teorisi, Mustafa Kemal’in vefatıyla önemini kaybetmiş, bir daha da bu konuda hiçbir çalışma yapılmamıştır.

ATATÜRK

Lenin, ‘Emperyalizm’ isimli çalışmasına felsefi bir öz kazandırmak ister ama bir anlamda yanılgılar içinde boğulur. Bu önemli hatalarını yukarıdaki alfabetik sıraya uygun olarak şöyle sıralayabiliriz:

  1. Lenin’in iddia ettiği gibi yoksul ülkeleri ‘tekelci şirketler’ değil, tam aksine ‘zengin ülkeler’ kendi aralarında paylaşmışlardı. Bu durum Lenin’den önceki dönem için de geçerliydi. Lenin zamanında tekelci şirketler devlet tarafından korunuyordu ve çoğu aile şirketiydi. 19’uncu yüzyılda en önemli şirketler, demiryolu yapımı, petrol üretimi, çelik üretim, et kesimi ve paketlenmesi, elektrik üretimi gibi alanlarda olmuştur. Bu amaçla kurulan şirketlerin hepsi aile şirketleridir yani hisseleri alınıp satılmazdı. Örneğin Amerika’nın en büyük çelik üreticisi Andrew Carnegie ailesiydi. Benzer şekilde dünyada en çok petrol üreten şirket olan Standart Oil, John Rockefeller ailesine aitti. Tekelcilik bugünkü gibi yasak değildi.

Bugün böyle bir durum söz konusu değildir. Tam aksine devletler, tekelciliğe engel olmak için özel kurumlar oluşturmuşlardır. Bir örnek vermek isterim: 1990’lı yıllarda dünyanın en büyük şirketi Microsoft hakkında tekelci olduğu iddiasıyla Amerikan Hükümeti tarafından defalarca dava açılmış hatta bir ara kapatılması istenmiştir. Bugün Türkiye’de de örneğin Vodafone, Turkcell ve Avea gibi şirketlerin tekelci uygulamalarına engel olmak için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) isimli bir devlet kurumu oluşturulmuştur. Yani günümüzde Lenin’in üzerinde durduğu “Tekelci Kapitalizm” artık ölmüştür.

2. Sovyetler Birliği, Çin, Arnavutluk ve benzeri sözde sosyalist ülkelerdeki denemeler, Lenin’in iddia ettiği gibi sosyalizmin az gelişmiş ülkelerde başarılı olacağı tezini çürütmüştür. Sosyalizm hiçbir ülkede başarılı olamamıştır.

3. Lenin, gelişmemiş ülkelerin birleşerek federal bir yapı oluşturabileceğini, bu şekilde emperyalizme karşı direnebileceklerini ve sosyalizmi kendi içlerinde kurabileceklerini iddia etmiştir. Bu tezi de havada kalmıştır. Gerçi Lenin, 15 Sovyet Cumhuriyetinin birleşerek Sovyetler Birliğini kurmasını buna örnek gösterir ama unuttuğu bir gerçeklik vardır: Bolşevik Devriminden önce de bu topraklar Çarlık Rusya’sı sınırları içindeydi ve bir bütün olarak hareket ediyorlardı. Sanki Bolşevik Devriminden önce bu ülkeler bağımsızdı ama Bolşevik Devrimini gerçekleştirmek için birleşmişler gibi bir anlam yüklenmiştir. Tabii bu gerçeği yansıtmıyor.

4. Lenin, Rusya gibi geri kalmış ülkelerdeki devrimin Almanya gibi zengin ülkelerde sosyalist devrimi tetikleyebileceğini ön görmüştür ama yanılmıştır.

5. Lenin, sömürgeciliği yani emperyalizmi toprak paylaşımı ve tekelci kapitalizm olarak değerlendirmiştir. Bu da büyük bir yanılgıdır. Lenin, kültür emperyalizmini dikkate almamış ve Amerikan emperyalizminin kendine özgün karakterini kavrayamamıştır.

KLASİK SÖMÜRGECİLİK / EMPERYALİZM

Klasik sömürgecilik 1492 yılında Amerika’nın keşfiyle başlamış varlığını İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam ettirmiştir. Klasik sömürgecilikte zengin Avrupa ülkeleri, dünyayı ya anlaşarak ya da savaşarak kendi aralarında paylaşmışlardır. Bir örnek vermek gerekirse yüzölçümü 30 bin km kare olan Belçika, bugün Bağımsız Demokratik Kongo (Zaire) olarak bilinen ve yüzölçümü 2 milyon 400 bin km kare olan Orta Afrika ülkesini askeri olarak işgal etmiştir. Ülkenin tamamı Belçika Kralı’nın özel mülkiyeti sayılmıştır. Belçika Kralı her ne kadar bu yetkiyi 1908 yılında Belçika Parlamentosuna devretse de sömürge yönetiminde bir değişiklik olmamıştır.

Bütün klasik yani toprağa dayalı sömürgelerde temel kural şudur: Sömürgeci ülke, sömürgeleştirilen bölgeye bir sömürge valisi atar. Yasama, yürütme ve yargı gücü valinin elinde toplanır. Yerel halkın seçimlere katılma veya temsil gibi bir hakları yoktur. Diğer bir örnek de ABD’nin kendisidir. ABD, bir İngiliz sömürgesiydi ve İngiltere’den gönderilen ve İngiliz Kraliçesi’ni temsil eden bir Sömürge Valisi tarafından yönetiliyordu.

Ne yazık ki Lenin’in Emperyalizm teorisi toprak paylaşımı temellidir. Sığ ve önemsizdir çünkü kendisinden önceki bir dönemi özetlemekle yetinmiştir. Emperyalizmin kendisinden sonra alacağı yeni formları yani Zoraki Kültür Emperyalizmi, Gönüllü Kültür Emperyalizmi ve Amerikan Emperyalizminin özgün karakterlerini öngörememiştir.

ZORAKİ KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Kültür emperyalizmi kavramı ne yazık ki çok çarpıtılmıştır. En doğru tanımıyla şöyle ifade edebiliriz: Sömürgeci ülke, ürettiği malları önce sömürgesi olan ülke vatandaşlarına satmak ister. Bunun için öncelikle kendi dilini ve dinini empoze etmeye çalışır. Bu kültürel değerlerin sömürge ülkeye transferi Zoraki Kültür Emperyalizminin temelini oluşturur.  Afrika’da sömürgeleştirilen halklara ait yerel dillerin edilgin hâle getirilmesi, yerel kültürlerin unutturulması zoraki kültür emperyalizmine örnek olarak verilebilir.

Sömürgeci ülke, başka sömürgeci ülkelerin mallarının kendi sömürgelerinde satılmasına mümkün olduğunca karşı koyar. Örneğin, İngiltere, sömürgesi olan Batı Amerika’da (Bugünkü Virginia, Georgia, North Carolina, South Carolina, Alabama vb) pamuk, tütün ve çay plantasyonları kurdu. Elde edilen hammaddeleri İngiltere’ye taşıyor, fabrikalarda işliyor, elbise, sigara ve çay imal ediyordu. Daha sonra bu ürünleri tekrar ABD’ye gönderiyor, sömürge halka satıyordu. Bu sürecin başarılı olması için sömürgeci ülke, kendi değerlerini sömürge halkına zorla kabul ettirmek zorundaydı. Eğer Kuzey Amerikalı Kızılderililer kendi dillerini unutup İngilizce konuşsaydılar ve kendi dinlerini unutup Hıristiyanlığı benimseseydiler hiç şüphesiz soykırıma uğramayacaklardı. Kızılderililer, haklı olarak, dillerinden ve dinlerinden taviz vermek yerine ölmeyi tercih etmişlerdir, dersek yanlış olmaz.

GÖNÜLLÜ KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Benim “Gönüllü Kültür Emperyalizmi” ismini verdiğim bu kavram Frankfurt Okulu’ndan özellikle MaxHorkheimer ve Theodor W. Adorno tarafından ‘Kültür Emperyalizmi’ ismiyle ele alınmıştır. Horkheimer ve Adorno, kültürün kendisinin bir endüstri olduğunu ve kültür ürünlerinin de metalar hâline geldiğini iddia etmişlerdir.  Buna örnek olarak Hollywood, Coca-Cola, McDonald’s gibi isimleri gösterirler. Frankfurt Okulu’na göre Amerika, yukarıdaki simge isimleri kullanarak kültürünü dünyaya empoze etmeye çalışmaktadır.

Dünya gerçekliğini ele aldığımızda Gönüllü Kültür Emperyalizminin aslında bütün ülkeler tarafından uygulandığına tanık olmaktayız. Amerika kimseyi Coca-Cola içmeye, McDonald’s’a gitmeye veya Hollywood filmlerini izlemeye zorlamıyor. Bunu yapmaları için de hiçbir ülkeyi silahla tehdit etmiyor.

Bir örnek vermek istiyorum: 1986-92 yılları arasında Fransa’da yaşadım. Fransız Hükümeti, Amerikan’ın kültürel etkisini azaltmak için bir sürü tedbirler aldı. Hükümet, İngilizce tabelalar yerine Fransızca tabelalar, Amerikan filmleri yerine Fransız filmlerini ön plana çıkarmaya çalıştı. Alınan bütün tedbirler boşunaydı. Fransızlar daha fazla Coca-Cola içmeye, daha fazla McDonald’s’a gitmeye, daha fazla Hollywood filmleri izlemeye başladılar. Üstelik Fransa’nın kendisi emperyalist ülke tanımına uyuyordu ve hiçbir şekilde sömürge ülke statüsünde değildi. Fransa, çok sert anti-Amerikancı tedbirlere rağmen Amerikan kültürel değerlerine yenik düşmüştür. Bunun nedenini aşağıdaki ‘Amerikan Emperyalizmi’ başlıkla paragrafta ele alacağım Amerikan değerler sistemidir.

Kültür emperyalizminin temel değerlerinden biri olarak tanıtılan Coca-Cola

Kısacası kültür emperyalizmi, Frankfurt Okulunun abarttığı gibi önemli bir faktör değildir. İşin ilginç tarafı Fransa, kendi toplumunu Amerika’nın kültürel değerlerine kapatmaya çalışıyordu ama kendisi de modasıyla, parfümüyle, gastronomisiyle kültür emperyalizmini başka ülkelere ihraç ediyordu.

Türkiye, Meksika ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler de bu konumundadırlar. Biliyoruz ki Türkiye, Meksika ve Brezilya TV dizileri birçok ülkede yoğun şekilde izlenmektedirler.  Türkiye, Meksika ve Brezilya, kendi yapımları olan TV dizilerinin izlenmesi için hiçbir ülkeyi silahla veya yaptırımla tehdit etmiyorlar. Her şey gönüllülük temelinde olup bitmektedir.

Kısacası günümüzde ‘Kültür Emperyalizmini’ tehdit olarak öne çıkaranlar yanlış bir yolda yürümektedirler. Bir ara, Ermeni Soykırımını kabul ettiği için Fransız ürünlerine boykot çağrısı yapıldı. Fransız parfümleri yerlere saçıldı, şarap şişeleri kırıldı. Bu paranoya birkaç hafta sürdü. Sonra her şey unutuldu. Bugün tekrar Fransız ürünlerini kullanmaya devam ediyoruz.

İsterseniz yakın dönem Amerikan savaşlarından birkaç tanesini ele alarak Amerikan askeri stratejisinin esasını anlamaya çalışalım.

KORE SAVAŞI

Kore yarımadası 20’inci yüzyılı talihsiz bir şekilde geçirir. 1905 yılında Rus-Japonya Savaşında, Rusya yenilince, Japonya Kore’yi işgal eder. Kore, sömürge valisi tarafından acımasızca yönetilir. Japonya, 1945 yılında İkinci Dünya Savaşında yenilince bu kez kuzey bölgesi Sovyetler Birliği, Güney Bölgesi ABD tarafından işgal edilir. Böylece birisi sosyalist diğeri kapitalist iki Kore kurulur. 1950 yılında Kuzey Kore, Sovyetler Birliği ve Çin’in de desteğini alarak Güney Kore’ye saldırır. Savaş üç yıl sürer. ABD, NATO’yu kurar.

Kore Savaşında Türk Askerleri

Türkiye’de 18 Şubat 1952 yılında NATO üyesi olunca Kore Savaşı’na asker gönderir. 1953 yılında sona eren savaşta kazanan taraf olmaz. 38’inci paralel tekrar sınır olarak kalır. Olası bir Kuzey Kore saldırısına karşı ABD, Güney Kore’de askeri üs kurar. Kuzey Kore; Sovyetler Birliği ve Çin’in yaşam biçiminden ve felsefesinden etkilenirken, Güney Kore özellikle ABD etkisinde kalır.

1988 Seul Olimpiyatları

1988 Seul Olimpiyatlarından sonra Güney Kore dev bir hamle yapar. Amerikan değerleri üzerine oturtulmuş bir toplum inşa eder. Girişimcilik, görev sorumluluğu ve icat yeteneği üniversite eğitiminin temelini oluşturur. Çok geçmeden Güney Kore; Samsung, Hyundai gibi markalarıyla dünyada her eve girmeyi başarır. Güney Kore bu başarısını hiç şüphesiz ABD’den aldığı toplumsal değerleri kendi geleneksel değerleriyle sentezleyerek başarabilmiştir.

ABD, ülkenin yönetimine karışmamış, seçimler Güney Kore halkının tercihine göre sonuçlanmıştır. “Kahrolsun ABD Emperyalizmi” kulağa hoş gelen bir söylemdir ama eğer ABD olmasaydı bugün Güney Kore, dünya markalarını ortaya çıkaramayacaktı.

VİETNAM SAVAŞI

ABD, Vietnam Savaşına 1963-73 yılları arasında dahil olur. Kore’ye benzer şekilde bu kez Kuzey Vietnam, Sovyetler Birliği ve Çin’den; Güney Kore de ABD’den destek alır. ABD savaşı kaybeder ancak geride Amerikan değerlerini bırakır. Birleşik Vietnam ilk yıllar Sovyetler Birliği ve Çin’e dayanır. Ancak ne de olsa Güney Vietnam 10 yıl boyunca ABD’nin etkisi altında kaldığından çok geçmeden bu girişimcilik ruhu tüm Vietnam’ı kapsar.

Vietnam Savaşı

ABD, Vietnam’da büyük katliamlara neden olmasına rağmen yeni kurulan Vietnam, ABD’ye yakınlaşır. Hatta bir zamanlar desteğini aldığı Çin’le sınır savaşı bile yapar. BugünküBağımsız Vietnam devleti, bir zamanlar Güney Kore’de konuşlanan ABD’den satın aldıkları ABD değerler sistemini esas alarak sosyalist ekonomiden uzaklaşmış, rekabetçi ve kapitalist öze sahip ekonomik bir devrimle dünya ekonomisinde söz sahibi olmaktadır. 10 yıllık ABD işgali olmasaydı Vietnam, bugün Kuzey Kore gibi içine kapalı ve halkı açlıkla boğuşan bir devlet olacaktı.

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN DEĞERLER SİSTEMİ

Dünyada en yaygın siyasi sloganlardan birisi, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” ifadesidir. Bu söylem artık bir klişe haline gelmiştir.  Hâlbukigerçekler çok farklıdır. ABD’nin değerler sistemi dikkate alınmadan ABD’nin “sömürgecilik veya emperyalizm” siyasetinin özü kavranamaz.

Amerikan 6. Filosunu protesto eden devrimci gençlik (15 Temmuz 1968)

ABD’nin değerler sistemini aşağıdaki alt başlıklar altında toparlayabiliriz:

  • BİREYSELLİK: Maalesef, ‘Bireysellik’ kavramının Türkçeye çevirisi ‘Bencillik, kendi çıkarlarını gözetme’ şeklinde tercüme edilmekte veya anlaşılmaktadır. Hâlbuki Amerikan toplumunda ‘Bireysellik’ tanımına tamamen farklı bir anlam yüklenmiştir. Bireysellik yönü güçlü bir insan, kimseye bağlı olmadan kendi düşüncelerini oluşturma ve kendi geleceğini kimsenin etkisi ve yönlendirmesi altında kalmadan belirleme hakkı ve yeteneğine sahip birisi olarak çevrilebilir.

Amerika’da çocuklar daha 6-7 yaşlarında anne ve babanın tahakkümünden muaftırlar. Eğer ebeveynler çocuğun istemediği bir şeyi dayatırlarsa bir dirençle karşılaşırlar. İstediklerini çocuğa mantıklı bir şekilde izah etmek durumundadırlar. ‘Ben senin babanım. İstediğimi yapacaksın,’ gibisinden laflar Amerikan çocuğuna sökmez. Emir verme veya baskı uygulama mümkün değildir. Gençler 18 yaşından itibaren aileyi terk edip kendi amaçları doğrultusunda yol alırlar. Kendi geleceklerini kendileri planlar ve hayata geçirirler. Çocukların başarı veya başarısızlığından ebeveynleri sorumlu tutmak mümkün değildir. İşte Amerikan bireyselliği tam anlamıyla budur.

  • GİRİŞİMCİLİK VE YATIRIMCILIK RUHU: Amerikan toplumunun en önemli değerlerinden birisi de girişimcilik ruhunun desteklenmesi ve ön plana çıkarılmasıdır. Amerikalı bir birey, toplumu ve çevresini fırsatlar dünyası olarak görür. Boşlukları doldurmak için olağanüstü çaba harcarlar. Planlarının başarıya ulaşması için fazla düşünmeden işe koyulurlar, süreç içerisinde düşüncelerini olgunlaştırırlar.
  • REKABETÇİLİĞİ İÇSELLEŞTİRME: Amerikan toplumu rekabetçiliği teşvik etmekte ve bir anlamda bunu toplumsal bir değer olarak kabullenmiş durumdadır. Amerika’daki sürekli değişimin motoru rekabetçilik ruhudur, demek mümkündür. Sosyalizm kendi iç dünyasında rekabetçiliği engellediği hatta kapitalizmin bir tuzağı diyerek ‘lanetlediği! için gelişme gösterememiştir.
  • PRAGMATİZM YANİ PRATİK SONUÇLARA YÖNELİK DÜŞÜNME BİÇİMİ: ‘Pragmatizm’ kelimesi Türkçeye ‘Faydacılık’ olarak çevrilmiştir. Büyük hata! ‘Faydacılık’ kelimesi kendi içinde olumsuz ve negatif bir tanım içerir. Hâlbuki ‘Pragmatizm’ kelimesi Amerikalılar için farklı bir anlam taşımaktadır. İsterseniz Amerikalıların anladığı biçimde ‘pragmatizm’ kavramına bir göz atalım:

Amerikan toplumunun diğer önemli bir yanı pragmatist olmasıdır yani gereksiz düşünce veya işlerden kendilerini uzak tutup gerçek yaşamın gereklerine uygun adım atmalarıdır. Eğer bir davranış veya düşüncenin gerçek yaşamda karşılığı yoksa ondan uzak dururlar. En hızlı ve en kolay çözüm için kafa yormayı severler. Esnek bir düşünce sistemine sahiptirler. Sonuç getirmeyeceğini düşündükleri bir girişimden hemen vazgeçerler, hatalarından dolayı asla pişmanlık duymazlar.

  • GEÇMİŞE TAKILMAMA: Amerikan toplumu ileriye dönük bir karaktere sahiptir. Geçmişte elbette katliamlar, soykırımlar, ayrımcılıklar vb. yaptığını bilir ama bunu bir saplantı veya takıntı haline getirmez. Bireyler de geçmişte yapmış oldukları hatalardan utanç duymayı değil aksine ders çıkarmayı öğrenmişlerdir. Bizim bilinçaltında utanarak sakladığımız ayıp veya hatalarını anlatıp gülmek Amerikan bireyinin güçlü yanını oluşturmaktadır.
  • SINIRLARI ZORLAMA: Amerikalı birey, sahip olduğu yetenekleri sonuna kadar zorlamak için çaba gösterir. Her bireyin ilgisi ve yeteneği elbette farklıdır. Güçlerinin ve yeteneklerinin sınırlarını zorlamak bu şekilde kendi gerçekliğiyle yüzleşmek Amerikan toplumunun başka bir değeri olarak görülmelidir.
  • İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ: Amerikan toplumunda dinin gerekliliği ve Tanrı’nın varlığı sorgusuz kabul edilmiştir: Amerikan toplumu inanç özgürlüğüne saygı gösterir. Birkaç mezhepsel sekti hariç tutarsak dini anlamda radikal düşüncelere ilgi göstermez.  Kendisiyle ve inancıyla barışıktır. Tanrının varlığını ya da yokluğunu sorgulamaz. Bu anlamda huzurludur. Ateist de olsa huzurludur.
  • YENİLİKLERE AÇIK OLMA: Amerikan toplumu kadar yenilikleri benimseme veya icat edilen yeni bir şeye şans tanıma anlamında kendine özgüveni olan başka bir toplum yoktur. Her anlamda dünyadaki icatların %90’ı Amerikan kaynaklıdır. Çin, Japonya veya Avrupa ülkeleri bu anlamda Amerika’nın 40-50 yıl kadar gerisindedirler ya da Amerikalıların icat ettiklerine yeni bir biçim vermek ve yorum getirmekle uğraşmaktadırlar. Örnek olarak, çokça methi edilen Çin’in, teknolojik devrim anlamında insanlığa sunduğu yeni bir şey yoktur.
  • HATASINI KABULLENME: Amerika özeleştiriye açık bir toplumdur. Kızılderili soykırımı yapmıştır, sonra da bununla ilgili en önemli filmleri yine kendisi yaparak insanlığın dikkatine sunmuştur. Vietnam’da acımasız katliamlara neden olmuştur ama bu katliamları dünyaya duyuran filmleri yine kendisi yapmıştır. Siyahiler üzerinde yüzyıllar süren kölecilik veya ayrımcılık uygulamıştır ama bu konuyu en mükemmel şekilde insanlığın dikkatine yine Amerikalı yazarlar ve yönetmenler taşımışlardır. Bireyler de yaptıkları hataları rahatlıkla kabullenmekte ama geçmişe fazla takılmadan bugünün gereklerine yönelmektedirler.
  • İŞ VE İŞLETME ESASINDA İNSAN: Amerikalılar için insan, çalışma yaşamın özü ve insan aktivitesinin doğal uzantısıdır. “Yaşıyorsan o halde çalışmalısın,” şeklinde özetleyebileceğimiz bir anlayışa sahiptirler. İnsan kişiliğini belirleyen veya bir bireyi insan yapan en önemli özelliği çalışıyor ve üretiyor olmasıdır. Eğer bir birey çalışmadan para kazanıyorsa örneğin mirasa konup yan gelip yatıyorsa toplum bu bireye değer vermez. ‘Rantçılık’ kavramı Amerikan toplumunun iğreti bulduğu temel kavramlardan birisidir. Amerikalılara göre birey çalışmalıdır. Yaptığın işin ne olduğu önemli değildir. Birey; apartman görevlisi, ayakkabı boyacılığı veya CEO olabilir. Amerikalılar bireyi yaptığı işe göre değerlendirmezler. Çalışan herkes eşit statüye ve değere sahiptir.
  • EŞİTLİK: Komünizm düşüncesinin en büyük hedefi ‘eşit bir toplum’ yaratmaktı. Kanımca ‘eşit toplum’ idealini Amerikalılar çoktan başarmışlar bile. Bir örnek vermek istiyorum: Amerika’nın dünyaca ünlü, Bill Gates’in kurduğu Microsoft şirketini ele almak istiyorum. Anti-Amerikancılar şöyle düşünür: Bill Gates, Microsoft’un sahibi olarak istediği fiyatı uygulayıp dünyayı sömürüyor. Hâlbuki Bill Gates’in şirketteki hisse oranı % 1,8 kadardır. Geriye kalan hisseler, Amerikalılar ve dünya vatandaşları tarafından sahiplenmiştirler. Şunu söylemek istiyorum: Bill Gates, dünyayı tek başına sömürmüyor. Bu durum bütün Amerikan şirketleri için de geçerlidir. Yani Lenin’in anladığı anlamda ‘Tekelci Kapitalist’ yani şirketin bütün servetini tek başına elinde bulunduran aile şirketleri artık tarihe karışmış durumdadır.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde temel bir vecize vardır: ‘Bütün insanlar eşit yaratılmıştır.’ Her ne kadar günlük yaşamda buna aykırı durumlar yaşansa da her Amerikalı, insanların eşitlik hakkına gönülden inanır ve saygı duyar.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinden bir bölüm

  • FORMALİTEYE UYMAMA: Amerikalılar ‘formal yani resmi’ ilişkilerden uzaktırlar. Çocuklar bile ebeveynlerini isimleriyle çağırırlar. İnsanlar kendilerini tanıtırken ön isimlerini kullanırlar. Hatta bununla da yetinmez, şöyle cevaplarlar:

‘Benim adım Elizabeth ama lütfen beni Betty olarak çağırınız.’

‘Benim adım William ama lütfen beni Bill olarak çağırınız.’

Fransa’da yaşadığımda kulağıma sürekli Mösyö, Madam, Matmazel gibi saygı ifadeleri ilişirdi. Yedi yıl boyunca ismim ‘Mösyö Hun’ olarak kaldı. Amerika’ya gelince ‘Mücahit’ ismini kullanmak zorunda kaldım. Anlaşılması ve hatırlanması zor olduğundan önce ‘Muja’ daha sonra ‘Kevan’ ve nihayet en sonunda ‘Ben’ ismine razı olmak zorunda kaldım. Amerikalılar ön isimleri kullandıkları için bu durum toplumda ‘eşitlik’ duygusu yaratmaya yardımcı olmaktadır. Çocuklar da babalarını isimleriyle çağırdıklarından aile içinde de hiyerarşi yoktur.

  • GELECEK, DEĞİŞİM VE İLERLEME: Amerikan toplumu yüzünü geleceğe dönmüştür. Geçmişi bugüne taşımaz veya başka bir deyişle bugününü, geçmişi dikkate alarak kurgulamaz veya yaşamaz. Çok fazla geçmişe takılanları zihinsel saplantılı olarak değerlendirirler. Amerikalılara göre geçmiş, ders alınacak yerdir, yoksa da yaşanan acıların intikamını bugüne taşımaya hizmet etmek için değil.

Amerikan toplumu sürekli değişim ilkesini esas alır. Durağanlığı sevmez. Güne yeni bir beklentiyle başlar. “Sallabaşını al maaşını” yaklaşımının Amerika’da karşılığı yoktur. Aldığı maaşı hak etmeye çalışırlar.

  • ÇALIŞMA HAYATINDA CİDDİYET VE BAŞARI: Amerikalılar 7/24 çalışmayı severler. ‘Deadline’ yani bir işi zamanında ve hakkıyla bitirmek çalışma hayatının temel hedefidir. On yıla yakın Amerika’da yaşadım. Tatil planı yapan bir Amerikalı görmedim. Avrupa’da her şey bunun tersiydi. Örneğin Fransızlar ve Almanlar tatil programını bir yıl öncesinden netleştirmeye özen gösterirler. Amerikalılara göre denize gidip tembel tembel sahile uzanmak zaman kaybından öte bir şey değildir. Diğer yandan Amerikalılar ele aldıkları işte her zaman ciddiyetlerini korumayı bilirler. İş yerinde dedikodu veya lafazanlığa yer yoktur.
  • DÜRÜSTLÜK: Amerikan iş ve aile hayatının temel ilkelerinden ve beklentilerinden birisi de ‘dürüstlük’ kavramıdır. Dürüstlük, özel hayatta kendisine yer bulduğu gibi iş hayatının da olmazsa olmaz değerlerinden birisidir.
  • KENDİNE GÜVEN: Amerikalılar verilen görev ne kadar zor olursa olsun veya ele aldıkları konuyla ilgili olarak ne kadar bilgisiz olursa olsunlar tartışmasız bir özgüven taşırlar. ‘Ben bu işi yapamam veya bu benim alanım değil,’ diyen bir Amerikalı görmedim. Amerikalılar her işe adapte olma konusunda olağanüstü bir motivasyon ve merakı, doğuştan besledikleri özgüvenle birleştirip hareket ederler.
  • ZAMANIN DEĞERİ: Dünyada zamanın değerini en iyi Amerikalılar bilir. Çok şeyi az bir zamana sıkıştırmak ve bu işi başarıyla sonuçlandırmak Amerikan kültürünün vazgeçilmez değerlerindendir.

AMERİKAN EMPERYALİZMİ VE DEĞERLER SİSTEMİ

Daha önce yazdığım gibi uluslararası uzmanlar, siyaset bilimciler veya yazarların büyük çoğunluğu, Amerikan emperyalizminin esas niteliğini anlamış değillerdir. Bir kısım uzman, Amerikalıları ‘Toprak işgalcisi’ olarak değerlendirirken, diğerleri ‘Kültürel emperyalizm’ tanımıyla Amerikan emperyalizmini açıklamaya çalışmaktadırlar.

1900’den günümüze kadar geçen süre içerisinde ABD hiçbir ülkeyi klasik sömürgecilik anlamında işgal etmedi. Biliyorsunuz, klasik sömürgecilikte, sömürge ülke işgal ettiği toprakları ülkesinin bir parçası olarak görür ve sömürgeyi bir vali ile yönetir. ABD, ülkeler işgal etmiştir ama asla uzun süreli kalmayı planlamamıştır. ABD, bir ülkeyi işgal ettiği zaman bile seçimlerin yapılmasına ve ülkenin iç yönetimde bağımsızlığına engel olmamıştır. Örneğin Irak’ı işgal etmiştir ama Şii, Sünni ve Kürtlerin nüfusuna oranla bir parlamentonun kurulmasının önünü açmıştır. Böyle bir süreçte Kürt kökenli Talabani, Irak’a Cumhurbaşkanı olmuştur. Diğer sömürgelerde buna benzer bir yapı görmek imkânsızdır.Bu nedenle ABD emperyalizminin mihenk taşı ve sloganını “BIRAKINIZ YÖNETSİNLER” vecizesiyle özetlemek mümkündür.

Bazı uzmanlar Amerikan emperyalizmini ‘Kültür emperyalizmi’ kavramı temelinde açıklamak isterler. Bu da oldukça hatalıdır! Amerika hiçbir ülkeye kendi ürünlerini kullanması için baskı yapmıyor. Maalesef ‘Kültür emperyalizmi’ teorisinin kurucuları Frankfurt Okulu hatalı bir tespitte bulunmuşlardır.

Amerikan emperyalizminin gerçek gücü, yukarıda sıralamış olduğum değerler sistemidir. Amerika bir ülkeyi işgal ettiğinde o ülkenin halkı bu değerler sistemiyle tanışmakta, hiçbir zorlama olmadan bu değerler sistemini benimsemektedirler. Çünkü bu değerler evrenseldir ve çağın gereklerine uygundur.

Amerika,işgal ettiği bir ülkeyi terk ettiği zaman bile, değerler sisteminin cazibesi o ülkede artarak devam eder. Bireysellik, özgüven, pragmatizm gibi günlük yaşamı kolaylaştıran bu değerler sistemi dünya halklarının Amerika’nın arkasından gitmesine neden olmaktadırlar. Bir örnek vermek isterim: Amerika, Irak’ı işgal etti, katliamlara neden oldu. Çin ve Rusya bu süreçte tarafsız kaldılar veya Amerika’yı kınadılar. Bugün Irak’a gidip herhangi bir şehirdeki herhangi bir sokaktaki herhangi birisine şu soruyu sorduğumuzu varsayalım: “Hangi ülkede yaşamak istersiniz? ABD, Çin, Rusya… Alacağınız cevap nettir: ABD. Çünkü Amerikan toplumsal değerleri bireyin kendisini geliştirmesinin önünü açar ve bireyin kendi gerçekliği ve yeteneğiyle yüzleşmesine yardımcı olur.

Ne klasik sömürgecilik ne de kültür emperyalizmi teorisi, Iraklı bireyin vereceği bu cevaba anlam verebilir çünkü her iki teori de ‘Amerikan değerler sistemini’ göz ardı etmektedirler. Kısacası çağdaş insan; ailenin, toplumun ve devletin baskısından kurtulmak için Amerikan değerler sistemine ihtiyaç duymaktadır. Asıl neden budur!

Burada bir parantez açmak istiyorum: Türkiye siyasetine yarım asırdan fazla damgasınıvuran Süleyman Demirel, Turgut Özal, Bülent Ecevit, Erdal İnönü vb şahsiyetlerin hepsi Amerika’da ya eğitim almış ya da staj yapmışlar, Amerikan toplumsal değerleriyle tanışmışlardır. Örneğin Süleyman Demirel 1948 yılında Amerikan Fullbright bursunu kazanarak bir yıllığına Amerika’ya gitmiş, dönüşte Barajlar Dairesi Başkanlığı’na getirilmiştir. Süleyman Demirel bu kez 1954 yılında Eisenhower Vakfı’nın bursuna layık görülerek sulama ve elektrik konularında inceleme yapmak için Amerika’ya tekrar gitmiş, 1955’teki dönüşünde ise, henüz 31 yaşında iken Devlet Su Işleri Genel Müdürü olmuştur. Eğer Amerika’daki eğitimi ve stajı olmasaydı Süleyman Demirel asla bu göreve getirilemeyecek ve siyasi hayata atılamayacaktı. Bu durum diğer tüm liderler için de geçerlidir.

İSLAM VE HRİSTİYAN AYDINLANMASI

Anlaşılırlığı kolaylaştıracağı için İslam ve Hristiyan dinlerini birlikte ele almak istedim. Küçük mezhepsel parçaları ve kopmaları bir kenara bırakırsak İslam ve Hristiyanlık kendi içinde iki ana kola ayrılmışlardır:

Dördüncü Haçlı Seferinde Katoliklerin, Ortodoks İstanbul’u yakıp yıkmaları

Hristiyanlık, 1054 yılında ikiye ayrılır: Ortodoks ve Katolik. Aralarındaki nefret öyle bir noktaya varır ki Dördüncü Haçlı Seferi (1204) sırasında Katolik askerlerden oluşan Haçlı ordusu, Ortodoks mezhebine bağlı İstanbul’u yakıp yıkarlar, yerine Katolik Doğu Latin İmparatorluğunu kurarlar. O günden sonra iki mezhep arasındaki uçurum gittikçe derinleşir. 16’ıncı yüzyılda Martin Luther, Katolik mezhebine ve dolayısıyla Roma’daki Papa’ya karşı isyan başlatır. Protestan dinini ilan eder.14’üncü yüzyılda Protestanlar ve Katolikler arasında 100 yıl savaşları yaşanır. Protestanlık genel kabul görür. Böylece Hristiyanlıkta ‘Aydınlanma’ dönemi başlar. O günden sonra Ortodokslar, Katolikler ve Protestanlar arasındaki husumet de son bulur. 1648 yılında yapılan Vestfalya Antlaşmasıyla mezhepsel özgürlükler güvenceye alınır.

Avrupa’ya mezhep özgürlüğünü ve eşitliğini getiren Vestfalya Antlaşması (1648)

İslam dininde de benzer durum yaşanmıştır. 10 Ekim 680 tarihinde meydana gelen Kerbala Savaşıyla İslam dini, iki ana mezhebe ayrılmıştır: Şiiler ve Sünniler. İki mezhep arasındaki ayrılık ve nefret duygusu gittikçe hızlanır. Sünni Emeviler devleti Şii ayaklanmasıyla yıkılır, Abbasi Devleti kurulur. Abbasiler, Emevi hanedanını vahşice katlederler. Tek bir hanedan mensubu kurtulur, o da annesinin aşiretinin olduğu Kuzey Afrika’ya kaçar. Abbasi casusları son Emevi hanedanını öldürmek için Fas’a gidince, Emevi hanedanı yanına topladığı güçlerle bugünkü İspanya’nın güneyine çıkar, karşısına çıkan savaşları kazanır, Endülüs Emevi Devletini kurar. Şiiler ve Sünniler arasındaki husumet Sünni Yavuz Sultan Selim ile Şii Şah İsmail arasında yapılan Çaldıran Savaşıyla zirve yapar. O gün bugündür Şiiler ve Sünniler arasındaki nefret ve düşmanlık aralıksız devam etmektedir.Yani İslam dini kendi içinde henüz barışla tanışmamıştır.

Bugün İran kendisini tüm dünyadaki Şiilerin hamisi ve lideri olarak görmektedir. Bir yandan Yemen’deki Şiilere yardım ederken diğer yandan Lübnan’da Şii Hizbullah’a, Suriye’de Alevi kökenli Esat Başer’e kol kanat germeyi kendisine görev olarak üstlenmiştir. Hristiyanlıkta din kavgası sona ermişken, maalesef İslam’da iki mezhep arasındaki hesaplaşma henüz sonuçlanmış değildir.

AFGANİSTAN VE BÖLGENİN GELECEĞİ

Afganistan’ı ve bölgeyi bekleyen dört önemli tehdit vardır:

  1. Afganistan’da Şii-Sünni iç savaşı
  2. Afganistan’da etnik iç savaş (NOT: Afganistan nüfusunun yüzde 42’sini Peştunlar oluşturuyor. Onları Tacikler (%27), Özbekler (%9), Hazaralar (%9), Türkmenler (%3) ve Beluçlar (%2) takip ediyor. Aralarında Nuristanilerin ve Peşeyilerin de bulunduğu diğer etnik gruplar nüfusun yüzde 8’ini oluşturuyor.)
  3. Sünni ağırlıklı Afganistan ile Şii ağırlıklı İran arasında mezhep savaşı
  4. IŞİD iç darbesi

Afganistan ve komşusu Müslüman ülkelerdeki Şii nüfusa göz atmak yararlı olacaktır.

  1. 170 milyona yakın nüfusu olan Pakistan’ın % 30’u Şii’dir.
  2. 30 milyon nüfusu olan Afganistan’ın % 20’si Şii’dir.
  3. İran’ın 80 milyona yakın nüfusunun % 90’nından fazlası Şii’dir.
  4. 1 milyarı aşkın nüfusundan 160 milyonunun Müslüman olduğu Hindistan’da Müslüman nüfusun % 35’i Şii’dir.

Afganistan’da Hazaralar etnik grubunun tamamı Şii’dir. Taliban iktidara ele geçirince ilk işi Hazaralar etnik grubuna karşı katliam yapmak oldu. Bu durumdan komşu İran elbette oldukça rahatsızdır. Mezhep gerginliğinin önümüzdeki aylarda artması büyük bir ihtimaldir.

İŞID’İN İÇ DARBE İHTİMALİ

İŞID (Irak ve Şam İslam Devleti), hilafet devleti kurmak isteyen Selefi cihatçı bir örgüttür. Unutmayalım Selefi Bin Ladin, Afganistan topraklarında uzun yıllar mücadele etti. İŞID, bir anlamda kendisinin bu topraklarda manevi mirasının ve dolayısıyla iktidarda söz hakkının olduğunu üstü kapalı iddia etmektedir.

NATO güçlerini Afganistan’dan çıkarmak için İŞID ve Taliban işbirliği yapmış olabilir ama yabancı güçlerin olmadığı böyle bir dönemde iki grup arasında iktidar savaşı hızlanacaktır.

İki örgüt arasında büyük bir fark vardır. Taliban, teknolojiye ve İnternet’e kapalı bir yapıya sahiptir. Hâlbuki İŞID, İnternet ortamını dünyada en etkin kullanan örgüttür. Diğer yandan Taliban daha çok Peştun etnik grubuna dayalı yerel bir örgüt iken, İŞID’in üyeleri bütün Müslüman ülkelerden gelen militanlardan oluşmaktadır. Bu koşullar altında İŞID’in Taliban’a göre askeri olmasa da psikolojik üstünlüğü vardır. Süreç içerisinde İŞID’in iç darbe yaparak iktidarı Taliban’dan devralması büyük bir ihtimal dahilindedir. İŞID, Afganistan’ı ‘hazır lokma’ olarak değerlendirmekte, burayı üs yaparak cihatçı siyasetini uygulamaya koymak istemektedir.

ÇİN FAKTÖRÜ

Herşeyden önce şunu eklemek isterim: Çin teknolojik devrimini Amerika’ya borçludur. 1990 yılından beri Amerikan üniversiteleri Çinli öğrencilerle kaynamaktadırlar. Çoğu öğrenci teknoloji hırsızlığı yaparken yakalanmış, Çin’e geri gönderilmişlerdir. Diğer yandan ucuz iş gücünü dikkate alarak Amerikalı (ve Avrupalı) firmalar yatırımlarını Çin’e kaydırdılar. Bu iki faktörün senteziyle Çin, teknolojik anlamda dev bir adım atmıştır. Kısacası, Çin’in teknolojik devrimi Sosyalizmin kendi iç dinamiklerinin bir sonucu değil tamamen Amerikan etkisiyle ortaya çıkmıştır.

Afganistan ile Çin komşudurlar. NATO müttefiklerinin Afganistan’da 20 yıl devam eden varlığı sırasında, Taliban’ın Çin’den lojistik destek aldığı bilinmektedir. Çin’in dış politikası ‘dolaylı müdahale’ stratejisi üzerine kurulmuştur. NATO’yu veya Amerika’yı doğrudan karşısına alamayan Çin, Taliban benzeri örgütleri destekleyerek onların üzerinden bölgedeki etkinliğini artırmayı planlamaktadır. Ne yazık ki bu siyasetin istenen sonuçlar vermesi mümkün değildir. Her şeyden önce Çin ile Afganistan arasındaki bölgede Uygur ulusu yaşamaktadır. Ulusal hakları, kimliği ve toprağı gasp edilen Uygurların, Taliban iktidarıyla birlikte daha da baskı altında kalacağı, bu koşullarda ilk aşamada Birleşmiş Milletler benzeri örgütlerin devreye gireceği ikinci aşamada Çin’i kuşatmaya almak amacıyla NATO müttefiklerinin hamle yapacağını ön görebiliriz.

RUSYA FAKTÖRÜ

1979 yılında patlak veren İran İslam Devrimi ilk anda Şii-Sünni-Alevi ayrımı yapmadan tüm Müslümanlarda anti-emperyalist bir duygunun ve duruşun oluşmasına neden oldu. İran bunu fırsat bilerek bütün Müslüman ülkelere “Devrim İhracı” yapmaya çalıştı. Birkaç yıl bu girişiminde başarılı oldu. Çok geçmeden Sünni dünyası, Şii hakimiyetine engel olmak için İran İslam Devriminin değerlerine kapısını kapatmakla kalmadı, Irak-İran savaşıyla bir anlamda Sünnü-Şii ayrışması tekrar eski kalbına geri döndü. Bin Ladin ve İŞİD ile Sünni dünyası bir anlamda “anti-emperyalist” jargonu İran’dan devralarak kendilerine mal ettiler.

Afganistan’da rejim kontrolü sağladıktan sonra yapacağı ilk iş Sünni İslam Devrimini komşu Müsülman ülkelere ihraç etmek olacaktır. Bundan en çok çekinen veya zarar görebilecek ülke Rusya’dır. Rusya, Sovyetler Birliği döneminden beri uydusu durumundaki Özbekistan, Türkmenistan, Kırgizistan, Kazakistan, Tacikistan gibi ülkelerde Taliban benzeri hükümetleri iş başında görmek istemeyeceğinden Afganistan’ı ablukaya alıp boğmaya çalışacaktır. İleride ortaya çıkabilecek gerilim ve savaşlardan birisinin nedeni de muhtemelen bu karşılıklı meydan okumanın sonucu olarak ortaya çıkacaktır.

Kısacası, ABD “Bırakınız Yönetsinler” felsefesiyle kendi toplumsal değerlerini bir tohum gibi ülkelerin toprağına ekip daha sonra aniden askerlerini çekerken, bu koşullar altında ufukta yeni bir Afganistan savaşı görünüyor dersek öngörümüzü abartmamış olacağız.